31 Mayıs 2012 Perşembe

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ŞEHRİMİZİN ÜNLÜLERİ 3

Geçmişte şehrimizin ünlülerinden biride Abdurrahman Gürses’tir. Bu yazı dizisini hazırlarken rahmetli Reis’ül Kurra Abdurrahman Gürses efendinin ismine rastladım. Kendisini bizlere Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Profesör Doktor Mehmet Erkal tanıtmıştır. Aynı zamanda Dolmabahçe camisinde imamlıkta yapan Mehmet Erkal “Reis’ül Kurra”lığın, Kurra Hafızlığı Reisi, Başı olduğunu belirtiyor.    

Saygın bir makam olan Kurra’lık güzel kur’an okuyanlar arasından en güzel okuyanın özel yetiştirilmiş olanıdır. Şehrimizden böyle bir isim çıkmış ve dünyaya bizim makamlarımızla bize özgü kur’an okuyuşunu göstermiş ve öğretmiştir. O kadar ki eskiden Araplar bu okuyuş biçimleri karşısında kendi okuyuşlarını terk edecek duruma gelmişler. Bunu musikilerinde itiraf etmişlerdir. Bizden aldıkları makamların komalı seslerini biraz daha komalaştırıp yada o seslerin komasını azaltarak bugünkü arap seslerini elde ettiklerini vurguluyorlar. Bunu bilmeyen bir kesim arap özentisi dindarlarımız en başta ilahilerde olmak üzere bize özgü okuyuşları bırakıp arap okuyuşlarına yöneliyorlar. Ortaya garip bir dini arabesk (makamsal olarak diyorum) çıkıyor. Böyle müthiş ve böyle muhteşem insanlarımız örnek alınsaydı dini musikimize arabeski bulaştırmamış olurduk. Ülkemizin genel karakteri bu galiba. Hep bir taraflara benzemeye çalışıyoruz. Oysa biz, bütün değerlerimizle “biz” oluruz. Başka değerlerle “biz” olmamız mümkün değil.

Profesör Doktor Mehmet Erkal saygınlıktan öte bir gücü olmayan bir makam olarak “Reis’ül Kura”lık için şunları söylüyor.

“Türk Dünyasına ait güzel bir geleneğimizdir. Araplarda böyle bir kurum ve gelenek yoktur. Beyazıt Camiinde bir odası olur. Sembolik bir şeydir. Merasimleri yönetir, taht gibi bir sandalyede oturur, kıraatte hata olduğunda eliyle işaret ederek düzeltir. Abdurrahman Gürses Hocaefendi vefat edince, en kıdemli kurra hafız olarak Taraklı’lı Hafız Saim Özel ağabeyimizindi hak, Saim Ağbi, “ben devamlı İstanbul’da ikamet edemiyorum” diyerek sırasını sonraki hafıza vermiştir. Bildiğim kadarıyla Asker Hafız’a verdi. Yani bize has güzel bir kurumdur.”

İşte böyle. Bize özgü kurumlardan yetişenler işlerini hakkıyla yapıyorlar. Fakat taşra günümüzde her türlü etkiye açık olduğu için İstanbul gibi birkaç büyük şehir dışında kalanlar kültürden uzaklıklarından dolayı her alandaki erozyondan nasiplerini almış oluyorlar. Şiddetle kendimize dönme arzusunu yükseltmemiz şart. Eskilerin biçimselde olsa kendimiz olma çabası bir ruh yaratmıştı. Asrın anlayışına “manayı” katmadan o ruhu yakalamamızın mümkün olmayacağını unutmayarak gelecekle ilgili izdüşümler ortaya koymalıyız.

Asıl konumuza dönecek olursak; 1987 yılında, İsmail Lütfi Çakan, Mustafa Eriş, Ahmet Maraşlı, Abdullah Sert, Hasan Kamil Yılmaz imzalı ve “Altınoluk Dergisi”nde yayınlanan  , Hafız Abdurrahman Gürses’le yapılan bir söyleşiden sözetmemiz gerekir. Gürses Hoca, o söyleşide hayatını şöyle anlatır:

“İsmim Abdurrahman Gürses. Babamın ismi Hafız Said. Babam merhum, cami imamı idi. Hayatı imamet ve hitabet ile geçti. 1325 tarihinde (miladi 1909) Sakarya Hendek’e bağlı Soğuksu köyünde doğdum. Çocuk yaşta Kur’an’ı babamdan hıfzettim. Takriben 13-14 yaşlarımda Kur’an-ı Azîm’in hıfzı bitti. (…) 2 sene mukabele okuduktan sonra Hendek’e gittim, 15 yaşlarındaydım. Hendek’te camii şeriflerde sure okuyorum. Tabiî gençlik var. Okuma hevesi var. Abdurrauf Hoca diye, bir hocaefendi vardı. Mübarek bir zat. Rahmetullah-i aleyh. Bir çok hoca efendi, kendisinden besmele çekmiş. Camilerde beni dinleyince, eniştem olan Yeni Cami imamı Hoca Osman Efendi’ye “Bu çocuğun istidadı var. Buna talim okutayım” demiş.”

Bir yeteneğin keşfedilişi böyle başlamış. Her zamanki gibi diyebiliriz sözün kısası. Yeterki yeteneğiniz olsun, onu bir gün biri muhakkak görür. Abdurrahman hocamızda da yetenek olunca... Allah ona güzel bir yetenek vermiş, inancı ve yeteneği birleşince hocaları yetiştiren bir hoca ortaya çıkmış. Hocamızın kendi anlatımıyla hayat hikâyesini okumaya devam edelim.

“Benim ağzım düzgündü. Talimim de iyi idi. Çünkü babam ehl-i Kur’andı. Fakat tabi talimi başından sonuna kadar okumak usuldendir. Abdurrauf Efendi, bu tarihte mahkeme-i şer’iyyede aza idi. Aynı zamanda Rüştiye mektebinde Gülistan okuturmuş. Uzun boylu, insan güzeli bir zat. Dihyesi de size benzerdi. (Abdurrahman Hoca burada, sohbetimize iştirak eden Büyükçınar Hoca’yı gösteriyor tebessümle) Yukardan kalkıp mahalleden geçtiği zaman herkes ona hürmet ederdi. Orada, çarşıda 3 tane cami var. Cemaat her sabah cami değiştirir. O sabah bu cami, öbür gün öbür cami, ertesi gün öbürküsü, böyle cami değiştirirler. Bu oraya mahsus bir adet de değil. İslamî bir rükündür. Çünkü bir kimse, bir caminin içerisinde, aynı yerde namaz kılmayı itiyad edinirse bu mekruhtur. Kasabanın şark tarafında Yeni Cami, orta tarafında Orta Cami, aşağıda batı kısmında da Ulu Cami vardır. O, Yeni Cami'ye gelir, ben de oraya giderim. Sabah namazından sonra okutur. Ertesi gün Orta Cami'ye gelir. Ben de oraya giderim. Orada okuruz. Üçüncü günü de Ulu Camide okuruz. Hoca bir sayfadan fazla dinlemez. Azami bir sayfa dinler. Böyle ağır bir şekilde okuduk. Bir misal vereyim: “Allahüekber” üzerinde on gün on beş gün çalıştık. Talim böyle okunur.”


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yazılış Tarihi: 28.05.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder