31 Ekim 2009 Cumartesi

YEMEK TARİHİ KÜLTÜR TARİHİDİR – 2

         Yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. İlk bölümde antik çağda mutfak anlatılmıştı. Dünya tarihinde imparatorluk olarak anılan iki buçuk imparatorluk vardı. Biri Romalılardı diğeri Osmanlılardı. İngiltere imparatorluğu her ne kadar üstünde güneşin batmadığı imparatorluk olarak anılsa da karasal imparatorluk olmadığı ve denizler yoluyla yayıldığı için tam bir imparatorluk sayılmaz. Dolayısıyla yemek tarihine direk katkıları çok değildir. 5 çayı geleneği onlardan dünyaya geçmiş olmasına rağmen çok geniş bir mutfak gelenekleri de yoktur.

*** *** ***

ROMALILAR DÖNEMİ

         Romalılar imparatorluklarını kurduklarında fethettikleri toprakların yemek kültürünü de Roma'ya taşıyıp zengin bir mutfak kültürü yarattılar. Bunda en büyük pay tabii ki yine fethedilen topraklardan getirilen aşçılarındı.

         İmparatorlukta şölenlerde, zafer kutlamalarında, törenlerde öyle kalabalık topluluklara yemek ve içki hizmeti veriliyormuş ki, İmparator Julius Caesar'ın askeri bir zaferin ardından düzenlediği kutlamanın birkaç gün sürdüğü ve bu kutlamada tam 260 bin kişinin yemek yediğini belirtmek, Romalılardaki toplu yemek geleneği hakkında bir fikir verir sanıyorum.

         Şölenlere de çok düşkündü Romalılar. Öyle ki, ziyafet vermeyi bir tutku haline getiren kimi imparatorlar yüzünden devlet iflasın eşiğine bile gelebiliyordu. Bu imparatorlardan biri Lucullus'tu. Hazırlattığı sofralar öyle görkemliymiş ki, İngilizce'de yer alan "Lucullan" sözcüğü işte böyle sofraları tanımlamak için kullanılıyor bugün. Ayrıca eti yumuşatma özelliği olan bir sos, bugün yine bu imparatorun adıyla anılıyor.

         Madem sözü kelimelere getirdik, biraz daha sürdürelim isterseniz: Taverna kelimesi de Romalılar döneminden kalma. O dönemdeki yemek ve şarap sunulan küçük lokantalara Taberna denildiğini biliyoruz. O kadar yüzyıl içinde bir harfi değişmiş yalnızca!.. Bu tabernalar, günümüz İtalyasındaki trattoria denilen minik lokantaların ataları aynı zamanda.

         Roma'da aşçılar genellikle Yunanistan'dan getirilen, bu konuda yetenekli erkek köleler arasından seçiliyordu. Roma'da da aşçılık bir sanat olarak değerlendirildiğinden, iyi bir aşçı, efendisinin toplumdaki saygınlığını arttırıyordu. Bu durumdan aşçı da kazançlı çıkıyordu tabii. Efendisinin verdiği para ve hediyelerle iyi bir birikim sağlayan bir aşçı özgürlüğünü satın alabilecek düzeye bile gelebiliyordu rahatlıkla.

         Yine de bu konuda en şanslısı Cleopatra'nın aşçısı olsa gerek. Mark Antony, bu aşçının hazırladığı yemeklerden o kadar memnun kalmış ki, koca bir şehir armağan etmiş kendisine!..

         İlk yemek kitabinin da bir Romalı tarafından yazıldığını belirtmekte yarar var. Apicius'un yazdığı kitapta yer alan yemek tariflerinin kimileri halen New York'un ünlü Forum ve Four Ceasars Restoranlarında kullanılıyor.

         Apicius'un adı bugün yemek sayesinde anılıyor ama trajik sonunu hazırlayan da yine yemek olmuş. Verdiği görkemli bir ziyafetten sonra iflasa sürüklendiğini fark edince intihar etmekten başka bir çare bulamamış Apicius.

ORTAÇAĞ

         Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra toplu yemek geleneği bir ara görkemini kaybeder gibi olmuş. Çok işlek ve güvenli yolların üzerinde yer alan belirli hanlar faaliyetlerini sürdürebilmişler yalnızca. Bu hanlarla ilgili bilgilere daha çok Haçlı Seferleri'ni konu alan kitaplarda rastlanıyor bugün. Ama toplu yemek geleneği yaygın olarak dönemin manastırlarında rahipler ve keşişler arasında sürmüş yine de.

         Bu manastırlarda hamur işleri, şarap, bira yapımı ve yemek pişirme teknikleri oldukça gelişmiş olduğundan, sonraları yemek servisi birimlerini kuran ustaların çoğu bilgilerini bu çevreden edinmişler.

         Dönemin din adamlarınca bulunan yemek çeşitlerinin tarifleri bugün bile kullanılıyor. Benecdictine, Cointreau, Grand Marinier, Chartreuse gibi tanınmış birçok likör çeşidinin de bu dönemde geliştirildiğini anımsatmakta yarar var. Yapımcıları tarafından gizli tutulan formüllerle bildiğiniz gibi günümüzde de üretiliyor bu içkiler. Dönemin başyapıtlarından biri sayılan ve geçtiğimiz günlerde ükemizde de yayınlanan Chaucer imzalı Canterbury Hikayeleri'nde hanlarda servise sunulan yemek ve içkilerin betimlemelerini ayrıntılı olarak bulabilmek olanaklı.

         Ortaçağda toplu yemek üretim hizmetlerinin belirli esnaf loncalarınca yürütüldüğünü biliyoruz. XII. yüzyılda Paris'te Chaine des Rotisseurs (Izgaracılar Loncası) kuruluyor. Bu lonca bugün de aynı adı taşıyan bir gurme kulübü olarak sürdürüyor yaşamını.

         Bu loncaların çalışma prensipleri de kurallarla belirlenmiş üstelik. Sözgelimi, her lonca kendi spesiyalitelerini üretme konusunda tekel olduğundan başka loncaları bu çeşitleri üretmekten men etme hakkına sahipmiş.

         Zamanla bu loncalar profesyonel mutfak ekipleri yetiştirmeye başladılar. Bu ekipler bugünkü aşçıbaşı ve yardımcıları grubunun çekirdeğini de oluşturmuş oldu. Günümüzde uygulanan profesyonel mutfak standartları ve geleneklerinin bir bölümü o dönemden günümüze kadar süregelmiştir. Sözgelimi, uzun şapkanın aşçıbaşı, kısa yuvarlak şapkanın ise çıraklar tarafından kullanılması geleneği de o dönemden kalma. Daha sonra siyah başlık kullanıma giriyor ama bu şapkayı meslektaşları tarafından usta aşçıbaşı unvanı verilen aşçılar takabiliyorlar yalnızca.

         Siyah, ortaçağda asaleti simgeleyen renkti. Günümüzde ise "Golden Toque" (Altın Aşçışapkası) adıyla ABD'de faaliyet gösteren bir dernek tıpkı ortaçağ Fransasında olduğu gibi meslektaşlarınca usta seçilen aşçıbaşılarına bu siyah şapkaları birer şeref ünvanı olarak veriyor.

         Ortaçağda yemekler binaların dışında ya da büyük evlerin holünden çatısına açılan bir deliğin altında yakılan ateş üzerinde pişiriliyordu. İbadethanelerde ise yemek, oturma ve yatak odalarının işlevini sahanlık görüyordu. Yemekler büyük kazanlarda kaynatılır veya elle çevrilen şişlerde pirişilir, tabak yerine geçen bayat ekmek dilimi üzerinde parmakla yenirdi.

         O dönemde mutfak çalışanları bir tür ortaçağ kölesi olan şerf'lerden oluştuğu için, kolayca eleman bulunabiliyordu tabii.

         Gıda maddelerinin kalitesi, yalnızca yörede yapılan tarım ile kısıtlı olduğundan genelde düşüktü. Tabii bunda tohum kalitesinin yetersizliğinin ve araç gereçlerin ilkelliğinin de büyük payı vardı kuşkusuz.

         İnsanlar ekonomik güçlerine göre sofralarını kurup karınlarını doyurabiliyorlardı rahatlıkla ama koşullar böyle olunca ortaçağ aşçıları, ünlü olmak ve servet edinmek açısından şansızdılar doğrusu.

         Bu arada Haçlı Seferleri'nin ortaçağ Avrupası mutfağına büyük katkısı olduğunu eklemekte yarar var. Bu seferlere katılan aşçıların Ortadoğu ve Asya yemeklerini kendi yörelerine taşıdıkları biliniyor. Fakat bu yenilikleri pek yaygınlaştıramadıkları da bir gerçek.


Devam edecek.

Yazışma adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 30.10.09

28 Ekim 2009 Çarşamba

YEMEK TARİHİ KÜLTÜR TARİHİDİR -1

         Size soracağım bir soruyla bu yazıya başlayacağım sevgili okurlar. “Yemek için mi yaşarsınız, yaşamak için mi yersiniz?” Eğer “yemek için yaşarsanız” sizin için her öğün bir şölendir o zaman. Bu şöleni abarttıysanız mutlaka kilolusunuzdur da.. hareket etmiyorsanız aşırı şişmanlıkla (obeziteyle) başınız derttedir. İşin tıbbi boyutu doktor dostlarımızı ilgilendirir. Çizmeyi aşmayacağım. Konumuz da değil üstelik. “Yaşamak için yiyenler”in çoğu bir damak tadına sahip değillerdir. Onlar yemek yemeyi pek sevmezler. Çok seçicidirler, yedikleri çok az türdeki yiyeceklerdir. Onlarla sofralı yaşam gerçekten zordur. Bu türdeki insanlar genellikle asabidirler. Bedenleri hastalıklara karşı dayanıklı değildir. İleri yaşta metabolizmanın yavaşlaması nedeniyle vücutta yağ birikmesine neden olacak türde yiyeceklerden uzak durulmasını öneren doktorların aksine birde adına vejeteryan denen et yemezler gurubuda vardır ki bunların hayvan severler dernekleriyle bağı olsun olmasın yemek için bir hayvanın kesilmesini canavarlık olarak görürler. Bu çok bilmişleri de bırakalım. Hayvan katliamına elbette karşı çıkmak birinci görevimizdir. Hayvan katliamı aynı zamanda besin zincirini bozarak yeryüzü hayatınada toptan yapılmış bir katliamdır. Ucu sonunda gene insana dokunacakır.Yer yüzünde uçan, yürüyen-yürümeyen ve yüzen birkaç istisna dışında ne varsa insanoğlunun besin kaynağıdır. Hem etobur hem otobur olan insanı tek yönlü yapmak bir cinayettir. Atalarımız bu özellikleri genlerinde taşımış ve bize aktarmışlardır.

         Dünyada yaşayan bütün toplumlar içinde yemek yemeyi sevmeyen çok az insan vardır. Bunun için her törende yemek verilir. Cenaze töreninin olsun, düğün töreninin olsun mutlaka bir yemekli boyutu vardır. Bizim toplumumuzda yemek yemeyi sever, yemeyi sevdiği kadar yemek yedirmeyi de sever. Bunu başka toplumlarda kolay kolay göremezsiniz. Dinimizin bu yönde bir emri de vardır.

         Geçen yazımda da dediğim gibi seyahatten dönenlere “Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat” deriz. Çünkü dinleyenin yiyemeyeceği düşünülerek bizde yediğini anlatmak ayıptır, günahtır. Çok daha eskiden, sıkı fıkı komşulukların olduğu, akrabalık bağlarının kopmadığı dönemlerde (bu dönemin sonuna denk geldim, kendimi bu açıdanda şanslı sayarım) börek ve benzeri yiyecekler semtin ekmek fırınlarında pişirilirdi. Geçtiği sokaklardan kokusu yayıldı diye hamile olduğu bilinen hanıma evin çocuğu aracılığıyla hatırı sayılır bir parça götürülürdü. Çevrede hali vakti yerinde olmayanlar, yaşlılar ve kimsesizler bilinir onlar mutlaka gözetilirdi. Hayvanlarla da iç içe yaşanır onlarda nasiplerini alırlardı. Her evde bir samur kedi, bir kara çomar vardı. Diğerleri teklifsiz misafirlerimizdi. Bir lokmayı rahat yutmak için önce açlar doyurulmalıydı. Bu konuda insan hayvan fark etmezdi. Eski evlerin bahçeye bakan arka tarafında ekmek parça ve kırıntılarıyla bir kap suyun konulduğu, kuşların beslenmesi düşünülerek yapılmış bir raf varmış. Bu kültürümüz azalarakta olsa hala yaşıyor. Yaşatılması dikey gelişen kentleşmeyle ve kalabalıklaşan nüfusla giderek zorlaşıyor. İnsanlarda hayvanlarda doğal hayatlarını yitirdi. Aç olanları gören yok artık. Bunun için modern toplumu oluşturmak, devletin, belediyelerin veya özel kurumların korumasını, birinci önceliğin devletin olduğunu unutmadan hızlandırmak ve sıklaştırmak gerek.

         Artık yemek tarihine geçmenin zamanı. Sözü uzattım belki, ama bunlarında anılması gerekiyordu. Yemek tarihini Deniz Gürsoy’un yazdığı “Yemek ve Yemekçiliğin Evrimi” adlı kitaptan alıntılarla anlatacağım. Sizde göreceksiniz “Yemek Yemek” sadece “Yemek Yemek” değildir. Bir de o yemeği yiyene kadar geçirdiği aşamalarda kaç kişinin göz yaşı var, nelerin sonunda o lezzetler soframıza gelmiş, onuda aklımızdan çıkarmayalım.

ANTİKÇAĞ

Yemek yemek, insanoğlunun binlerce yıllık serüveninde temel ihtiyacıdır. İlk insanlar mağara duvarlarına hayvan resimleri çizerek, korkularının içgüdüselde olsa dışavurumunu gerçekleştirseler de, o insanlar, o hayvanları avlarken beslenebilmek için canlarını tehlikeye attılar. Çünkü açlık duygusu ölüm korkusunu bastırıyordu. Bugün karnımızı doyurmak için dinozorlarla, mamutlarla kıyasıya mücadelelere girmek zorunda değiliz artık. Çarşıdan aldığımız çeşitli malzemeyle evimizde birbirinden nefis yemekler hazırlayıp soframızı bir şölene dönüştürebiliyoruz. Ya da bir restoranda adını bilmediğimiz yemekleri bile yeme şansına sahip olabiliyoruz.

         Yemek hizmetlerinin bir endüstri haline gelişi ise hem çok eski, hem de çok yenidir. Eskidir; çünkü insanoğlu eski çağlardan beri yemek üretmiş ve tüketmiştir. Yenidir; çünkü özellikle son 150 yıl içinde oldukça büyük bir değişim yaşanmıştır. Tarihin labirentinde kısa bir gezinti bile doğrular bunu...

         Sözgelimi, İÖ 10 binli yıllarda Danimarka'da ve Orkney Adaları'nda kabilelerin büyük mutfaklarda yemek hazırlayarak topluca yemek yediklerine ilişkin bulgular var bugün elimizde. Yine, İÖ 5 binli yıllarda İsviçre gölleri civarında toplu yemek yenildiği konusunda kayıtlar bulunduğunu biliyoruz.

         Eski Mısır tapınak ve mezarlarında yer alan figürler de bu dönemde insanların toplu yemek hazırlamayı ve sunmayı bildiklerini kanıtlıyor rahatlıkla. Bu resimlerde, hazırlanan yemeklerin pazarlarda satıldığını bile görebiliyoruz.

         Mutlaka, o dönemlerde de yaptığı yemeklerin lezzetiyle diğerlerinden ayrılan ve parmakla gösterilen aşçılar vardı.

         Yine İÖ'ye dayanan Çin kayıtlarında gezginlerin yollardaki hanlarda konaklayıp yemek yedikleri belirtiliyor. Büyük Çin şehirlerinde ise yemek, pilav, içki vb. ürünlerin satıldığı bugünkü restoranların ataları sayılabilecek dükkanların varlığı yine aynı kayıtlardan günümüze ulaşıyor.

         Hindistan'da ise yemek hizmeti veren birimler o kadar yaygınmış ki, bu hizmetlerin belirli bir çerçevede verilebilmesi ve kontrol edilebilmesi için özel kanun düzenlemelerine bile gidilmiş!..

         Hindistan'ın hemen yanıbaşındaki Pakistan'da, bir kazıda bulunan eski yerleşim birimi Mohenjo - Daro ise insanların, taş fırın ve toplu yemek üretim tezgahları bulunduran restoran benzeri birimlerden yararlandıklarım kanıtlıyor bize.

         İncil'de bile toplu yemek üretim endüstrisine ilişkin birçok satır yer alıyor.

         Sözgelimi Pers Kralı Xerxes'in 180 gün süren bir şölen verdiğini, Kral Süleyman'ın bayram nedeniyle 22 bin büyükbaş hayvan kestirdiğini İncil'den öğreniyoruz.

         Yine İncil'de yer alan, Kral Salamon'un 700 karısı, 300 cariyesi ve sayısız hizmetkarı için günlük yiyecek tahsisatıyla ilgili satırlar oldukça ilginç:

         "Otuz ölçek un, on besili öküz, yirmi normal öküz, yüz koyun ve diğer gıda maddeleri."

         Görüldüğü gibi, yemek konusuna din kitapları bile kayıtsız kalamamış. Tabii krallar da...

         Asur Kralı Sardanapalus'un iyi ve güzel yemek sanatının destekleyicisi olarak, muhteşem şölenlerden haz duyduğunu biliyoruz tarihi belgelerden.

         Ayrıca bu konuda yarışmalar da düzenlermiş Sardanapalus. Günümüzde dört yılda bir Frankfurt'ta düzenlenen Mutfak Olimpiyatı'nda olduğu gibi, o dönemde de ustalar derece almak için birbirleriyle kıyasıya çekişip hünerlerini sergiliyorlardı.

         Asur ticaret kolonisi yerleşim merkezi olan Kaniş'te (Kültepe / Kayseri) elde edilen arkeolojik bulgular bu kentte lokanta benzeri mahaller bulunduğunu gösteriyor.

         Antik Yunan'da ise yemek olgusu, uygarlığın göstergelerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Ne de olsa Antik Yunan iyi yemek ve iyi yaşam felsefesine inanan ve ömrünü bu felsefeyi yaygınlaştırmaya adayan Epicurus'un vatanı!..

         Antik Yunan'da şölenler yaşamın vazgeçilmez birparçası olmuş üstelik. Bunların içinde Şarap Tanrısı Bacchus için düzenlenen, yemek ve eğlencenin sınırsız olduğu Bacchanal Festivali bugün bile biliniyor.

         Tabii aşçılar da saygın kişilermiş Antik Yunan'da.

         Daha da ilginci, o dönemde yemek tarifi patentinin bile alınabildiğini belgelerden öğreniyoruz.



         Devam edecek


Yazışma adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


26 Ekim 2009 Pazartesi

KÜLTÜRLERİN ANASI YEMEK YEMEK KÜLTÜRÜDÜR

         Küçük bir haber dikkatimi çekmişti. Başlık şöyleydi:
         “Paris’teki Louvre Müzesi’nde McDonald’s restoranı açılacağı haberi, gastronomi ve güzel sanatlara verdiği önemle bilinen Fransızları kızdırdı.”

         Dünyada sayılı birkaç mutfak vardır. Alfabetik sırayla bunlardan Çin mutfağı, Fransız mutfağı, Macar mutfağı ve Türk mutfağı ana mutfaklardır. Diğer ulusların mutfakları ya bu uluslardan esinlenmiştir, bu yüzden ara mutfak olma özelliklerini gösterirler, yada dünya mutfakları arasında hiç anılmazlar. Amerikan mutfağı hiç anılmayan mutfaklardandır. Bir başka yazıyı mutfak tarihine ayırmak istediğimi belirteyim. İnsanlık tarihi içinde mutfak belki gerilerde kalmış bir konudur. Özel meraklılarının dışında mutfak tarihiyle ilgileneni pek görmedim.

         Seyahatten dönenlere “Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat” deriz. Çünkü dinleyenin yiyemeyeceği düşünülerek bizde yediğini anlatmak ayıptır, günahtır. Aslında yemek yemeyi seven, boğazına düşkün insanlarız. Buna rağmen yemek tarifinin dışında yemeğe ciddi bir konu olarak eğilen, yemek kültür ve tarihini yazan pek yok. Oysa bu konuda bolca kaynak olmalı diye düşünürüm. Hiç yok denemez ama bence yeterli değil. Mutfak kültürü, ancak birlikte sofraya oturmakla başlar. Onun törensel hazzını almadan damak zevkine dalmak görgüsüz kuşakların yetişmesine neden olur.

         O küçük haber şöyle devam ediyordu:

         “Amerikan fast-food zinciri McDonald’s, Fransa’daki 30. yılı şerefine gelecek ay, Louvre Müzesi’ne çıkan yer altı çarşısı Carrousel du Louvre’da bir restoran açacağını açıkladı. Müze girişine birkaç metre mesafede yer alacak olan McDonald’s restoranı memnuniyet yaratmadı. Louvre’da çalışan bir sanat tarihçisi, Daily Telegraph gazetesine yaptığı açıklamada, “Bu bardağı taşıran son damla” dedi. ABD’de ilk McDonald’s restoranı 1940 yılında açılmış, 1967’den itibaren de yurtdışında McDonald’s restoranları yayılmaya başlamıştı. Markanın Amerikan emperyalizminin simgesi olarak görüldüğü Fransa’da ise ilk şube ancak 1979’da açılabilmişti. Şu anda ise 1141 McDonald’s restoranı bulunan Fransa, firmanın ABD’den sonra en büyük pazarı durumunda.”

         Amerikan tipi hayat tarzının ihraç edildiği yıllar 1950’li yıllardır. İkinci dünya savaşının galibi müttefikler ve o zamanki Sovyetler Birliği görülür, fakat gerçekte tek galibi vardır, o da Amerika’dır. Avrupa birinci dünya savaşından sonra uygulanır bir barış antlaşması yapmadığı için, gene kendi içinde kapışarak ikinci dünya savaşını çıkarmıştı. Bu kez Almanya’nın ezici üstünlüğünü alt edebilmek için Amerika’yı yardıma çağırdılar. Diğer yandan Japonya Pearl Harbor baskınıyla kararsız Amerika’nın savaşa girmesini hızlandırdı. Avrupa’ya gelen Amerika savaşın bitmesini sağladı. Bundan sonra her ülkede gizli veya açık egemenlikleri başladı. Ünlü markaları bütün ülkelere yayıldı. İlk markaları Cocacola’dır. McDonald’s son markaları olmadı tabii. Girdikleri ilk kominist ülke Çin’e bile bu markalar ihraç edilmişti.

         McDonald’sın kurulduktan 39 sene sonra Fransa’ya girip en çok iş hacmine sahip olduğu ikinci ülke olması, bunun üstüne en önemli kültür mirasının barındığı müzelerine kadar mağazalar zincirini uzatması Fransız halkınca Amerikan emperyalizminin küstahlığı olarak karşılanır.

         McDonald’s ürünleri sağlıklı ve doyurucu yiyecekler değildir. Aşırı yağda kızartılmış köfte ve hamburger vücuttaki yağ oranını arttırır. Bu yüzden Amerikan toplumunun obeziteyle başı derttedir. Rusya kurduğu komünist devlette bürokrasinin baskısını görmemeleri için votka tüketimini arttırmıştı. Amerika da uyguladığı zengine dayalı sistemini gizlemek amacıyla ezilen kesimin bol protein tüketimini hızlandırarak mutluluk duymalarını sağlamıştır. Vücutta artan yağ kolestrolü arttırdığı için mutluluk hissi artar. Böylece Amerika durumdan memnun insanlar ülkesi oldu.

         Sanayileşmenin dayattığı hızlı hareket etme mecburiyeti, fast-food dedikleri ayak üstü yeme alışkanlığını getirdi. Mutfağın yok olması ailelerin bir arada olmasını önemli derecede engelledi. Şimdi bir çay yapmayı bile bilmeyen gençlik var. Her şeyi hazır alıp tüketen günümüz insanı bu yeteneklerini giderek kaybediyor. Evinde çorba pişmeyen insanların olacağı zamanlar felaketimiz olacaktır. Çünkü kültürlerin anası yemek yemek kültürüdür.


Yazışma adresim: www.goleaydin@hotmail.com

25 Ekim 2009 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 18

         Geçen hafta deprem sonrasında cep telefonundan mesajla dostlarıma yolladığım şiirlere yer vermiştim. Bu şiirler şiir defterlerimde epey yer tutuyor. Bu günde bunlardan örnekleri sizlere sunmaya devam edeceğim. Geçen hafta size sunduğum ilk mesaj şiirlerini İstanbul’da iken yazmıştım. Bu hafta sunacaklarım Ankara’da iken ve Ankara’dan döndükten sonra yazdığım mesaj şiirleridir.

         Aşağıdaki şiirde deprem sonrasının zorunlu gezileri arasında yer alan şehirlerden geri dönüş isteğini dile getiriyorum.

8.


Rüzgarın minicik elleri
Saçlarında dolaşırdı kızardım
Sevda yıldırımlarıyla çarpılmışım
Bilmiyorum ne zaman yanmışım
Uyuyamıyorum ışıl ışıl şilebim
Yolum daha çok, duramam
Uykuya yattı ama Ankara
Işıkları söndü evlerin
Aydınlık sokaklara
Sesleri döküldü köpeklerin

*** *** ***

         Simgesel anlatımlı bir şiir denemesi.. depremin ikinci ve üçüncü gecesi yıkılmış olan beş katlı bir binadan tüp patlayarak yangın çıkmıştı. Daha sonra yanında bulunan tüpçüye sıçrayan alevler yangını büyütmüştü. Gecenin içinde depremle iç içe bir başka felaket yaşanmıştı. Orda bir çok can belki enkaz altında henüz can vermeden yandılar. Çoğunu tanırdım. Bir kısmıyla selamlaşırdık. İçlerinden Harmanlıkta koltuk döşemeci dükkanı olan enkaz altında eşiyle birlikte kalan, çıkan yangınla cesetleri yanımış olarak bulunan, eski Yugoslavya göçmeni bir tanıdığımın çok genç biri kız biri erkek iki evladı kurtulmuş; sonradan öğrenince çok sevinmiştim. Ankara’dan dayıları yanına almış. Adı Yasin olan delikanlı selam vermeden geçmezdi.

9.


Kıpkızıldı ev, ateştendi
Alevdi göğe doğru, dil dil
Sonra bir kül kaldı kapkara
Bir koku köhnemiş maziden yanan
Bir koku genizleri yakan
                       gözyaşı sağnağında
Yıldızlara gittiler kimseye sormadan
Kara külü soyunup gittiler ruhlar
                   umutta gitmiş gidenlerle
          dilek suspus olmuş bir kenarda
                           yüzü yanmış ateşten
Kalakaldılar yalnızlıklarıyla baş başa
                 hem yetim, hem öksüzdüler
                hatıraları uzak ormanlarda is
Adları kaldı yadigar çıplak bedenlerine
Gecenin 03:02’sinde durmuştu
                         enkazdan çıkan saatler
Kenarı yanmış bir okul defteri
           nasıl bilinmez, yıldızlara gitmemişti
                           dil dil alevin kanatlarında



Aydın Göle
07.03.2000/Ankara

*** *** ***

         Deprem sonrasının kargaşası içinde şehir ve insanın kimliksiz kalışını anlatmak istemiştim. Buna içimizde yeşeren baş kaldırışı da belirtiyorum. Adapazarı yok olamazdı, olmamalıydı. Sonunda herkes Adapazarı’nı ne kadar sevdiğini gösterdi. Yapabilen aynı mahallede evlerini bizim gibi tekrar yaptılar.

10.


Kiminin nüfus cüzdanı yok
Kiminin adresi belli değil,
              kiminin de mezarı
Yanık gül kokar şimdi
           o mahzun Adapazarı
Kimi anasız babasız, kimi eşsiz yavrusuz
Avare dolaşır kimi,
                            gece gündüz uykusuz
Gören yok,
Ama güneş gene her sabah doğuyor.
Ya unutulup yok olacak,
Ya yırtacak üstündeki siyah zarı.
Unutulmanın katlanılmaz acısına
                                 Adapazarı,
Ayağa kalkacak dimdik,
                         meydan okuyacak.
Yine iplik iplik,
            renk renk yarını dokuyacak.
Doğan güneşe her sabah
                            merhaba diyerek.


Aydın Göle
08.03.2000/Ankara





*** *** ***

         Deprem sonrasında ilk defa sevdaya dair yazdığım şiir bu. Birkaç kişiden oluşan özellikleri topladığım hayali bir kişiyi anlatıyorum. Sevda zaten bir hayal değimlidir? Gerçek olabilir hayallerdir bizi yaşama bağlayan.

GÖZLERİ TABANCA


Gözleri tabanca
Tehdit edici, tahrik edici
Hele sevgiyle dolunca
Mermilerine hedef olup
               ölmek sevinci
Sarmazsa it olayım
               at olayım
Sırtıma vurun dünyanın
     ağır yüküyle dolanayım
Bakamam bakamam
          alev alevdi o gözleri
Gözleri bana dönük tabanca
Bir yığın çöple köpük köpük Sapanca
Sapanca’nın
            ve suyunu
            ve kumunu
            ve yosununu
               dinliyorum
O bilmiyor yemin ederim
Yemin ederim sevdiğimi
Bir kediye baktı,
            bir bana, bir suya
Söndürdü gözlerini
                    daldı uykuya
Yemin ederim uyumasa
Yazamazdım bu şiiri


Aydın Göle
07.03.2000/Ankara
*** *** ***

         22 ağustos 1999’da başlayan zorunlu göç 20 mart 2000’de 6 ay 28 gün sonra sona erdi. Sevgili biraderim İstanbul’un Silivri ilçesine bağlı tatil köyünde yazlık bir evin alt katını kiralayıp bizi deprem şartlarından alıp çıkarmıştı. Bütün ülkede eğlence yasağı uygulanıyordu. Tatil yerleri de vurgun yemişti. Gittiğimiz köyde depremi hissetmiş Marmara denizinin deprem sırasındaki her durumunu görmüştü. Orda da bölgedeki şiddetli depremleri hissetmiştik. Özellikle bir akşam üstü merkezi Sapanca olan depremi çok şiddetli biçimde yaşadık. 12 kasım Düzce depremini Okullar açılıp döndüğümüz için İstanbul’da biraderimin 5 katlı bir apartmanın 2. katındaki dairesinde çok şiddetli ve çok uzun hissetmiştik. Ondan sonra babamın abla ve kardeşlerinin ısrarlı davetlerine uyarak Ankara’ya gittik. Geldiğimizde ben hemen böbreklerimden rahatsızlandım. Acil olarak hastaneye yatırıldım. Doktorlar teknik donanımın deprem sonrası çalışmaması nedeniyle beni o zamanki adıyla Göztepe Sosyal Sigortalar Hastanesine sevkettiler. Şiirin bu durumla ilgisi yoktu. Tek ilgisi Adapazarı’na döndükten sonra yazdığım ilk şiir olmasıdır.

11.


Hayal perdesinde yüzün
Bütün renkleri güzün
Bir kaçak ve sinsi hüznün
Esrarı yüklüdür bil ki
Ağzından dökülen her sözün


Aydın Göle
07.05.2000/Adapazarı

*** *** ***

         Bu şiir müzisyen bir arkadaşımın kasetçi dükkanında tanıdığım Seher isimli bir bayana yazıldı. O kadar umutsuz konuşuyordu ki içimi karartmıştı. Oysa cıvıl cıvıl bir bayandı. Tombişti, ama bu onu daha güzel gösteriyordu. Yalnız gittiği yol, yol değildi. Sonradan tahmin ettiğim gibide oldu. Neden güzel kadınlar bu yolu tutar anlamıyorum. Orhan Kemal’in şimdi adını hatırlayamadığım bir romanında annesinin konsomatrisliğinden utanan güzel kıza annesinin arkadaşının söylediği söz aklımdan çıkmıyor: “Ben senin kadar güzel olsaydım hiç durmam 0….u olurdum.” Güzelliğin tanımı bumudur?

12.


Unut esir olan ufukları
Unut kasvetli bulutları
Heybesine doldurup ömürleri
Hırsız gibi giden yılları
Unut.
Umut,
Atamadığın soyadındır
Aç pencereni rüzgarları seherlerin
Odana girsin üşüsün biraz ellerin
Bir dostun ellerinde ısıt
Bırak kanın aksın
Dolaşsın bedeninde
Unut, unutmak istediklerini
Unut!
Umut,
Atamadığın soyadındır
Her doğan önce ağlar
Sonra asılır memeye
Birde başlayınca gülümsemeye
Ay büyür geceye

Aydın Göle
10.05.2000/Adapazarı


*** *** ***

Hepinize mutlu bir hafta sonu diliyorum

25.10.09

23 Ekim 2009 Cuma

DOMUZ GRİBİ VE BİLGİYE TESLİM OLMAK

         Komplo teorilerini okumak, ünlü televizyon dizisi “Kurtlar Vadisi’ni” seyretmek kadar heyecan verici oldu. Gazetelerin köşe yazısını birçoğumuz böyle okuyoruz. Yazanlar da, konuyu böyle ilginç hale getiriyorlar. Benimde bu gurupta yer aldığımı haklı olarak düşünebilirsiniz. Amacım komplo teorileriyle herkesi korkutmak değil elbette. Sadece duyduklarıma, gördüklerime kendi fikrimi katıyorum, o kadar. Bunu yaparken de dikkat ederseniz yararlandığım kaynakları veriyorum. Aşağıda okuyacaklarınızı bu uyarılarımın ışığında okursanız, sonuca ulaşmış oluruz.

         Gelelim bugünkü konumuza.. Dünyamızda ve ülkemizde garip şeyler oluyor. Adına ne derseniz deyin ama benim bu konuda kuşkularım çok yoğun. Hatırlarsanız yakın bir geçmişte önce bir kuş gribi vakası çıktı. Sonunda tavukta, yumurtada yiyemez olduk. Hastalığa yakalanan tavuklar kadar, yakalanabilir diyerek hastalığın göründüğü yerlerde bütün sağlıklı tavukları da katlettik. Tavuklar katledilince kırda bayırda tavukların önemli besin kaynağı solucan ve kenelerde artış oldu. Toprağın hava almasını sağlayan bu canlıların artışı toprağın kalitesini düşürdü. Onlarda doğal yolla yok edilmeliydi, ne icat edildi biliyorsunuz, Kanamalı Kırım Kongo gribi.. Yazları yemyeşil çayırlarda piknik yapmak haram oldu tabii.

         Geçen sene de arkasından domuz gribi baş göstermedi mi? Önce Latin Amerika’yı dolaştı, sonra Amerika’yı, sonrada  uzak Asya’yı dolaştı. Okulların açıldığının hemen ertesinde ilk olay Ankara da bir ilköğretim okulunda görüldü. Bu sabah televizyonlardan Diyarbakır’da da görüldüğünü öğrendim. Sağlık bakanlığının duyuruları da var. Lütfen yayınları iyi izleyelim, yapılması gerekenleri harfi harfine yapalım. Bilgimiz yoksa bilgili olana uymamız gerekir. Kısaca bilgiye teslim olalım, ama gerçek bilgiye.. Bir zorluğu daha ancak dayanışma ile atlatabiliriz. Bu arada ilk bilgilere bir bakalım.

         Şu haberlere bakar mısınız?


         “Dünya Sağlık Örgütü’nden (WHO) yapılan son açıklamada, yeni H1N1 gribinin mevsimsel gripten oldukça farklı ve başta gençler için olmak üzere çok daha öldürücü olduğu belirtildi. 7 aydır yapılan araştırmaları gözden geçiren WHO’ya göre genelde ılımlı seyreden hastalık, sert bulgular da gösterebiliyor.

         Dünyada şimdiye kadar 484 bin 922 domuz gribi vakasına rastlanırken bu vakaların 5475’i ölümle sonuçlandı. Domuz gribinin en çok etkilediği ülkeler ise 44 bin 555 vakayla ABD, 40 bin 800 vakayla Avustralya ve 39 bin 489 vakayla bu hastalığın ilk görüldüğü yer olan Meksika oldu.

         Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi, domuz gribine karşı koruma sağladığı öne sürülen ve internet üzerinden satılan lisanssız ürünlere ve ilaçlara karşı dikkatli olunması konusunda uyardı. Dikkat edilmesi gereken ilaçlar arasında Hindistan’dan gelme sahte Tamiflu ilaçları da bulunuyor.”

         ABD’nin New York eyaletinde hemşireler domuz gribi aşısı hakkında dava açmışlar. Davaya bakan hakim, sağlık çalışanlarının ‘zorunlu’ domuz gribi aşısı olmasını öngören uygulamayı durdurma kararı almış. Davayı açan hemşirelerden birinin avukatı Terence L. Kindlon, “Bu üç kadın ‘Aşılanmak istemiyoruz’ demiyorlar, ‘Aşılanmaya ihtiyacımız yok’ diyorlar. Birçok nedenden dolayı aşının etkili veya gerekli olduğunu düşünmüyoruz. Bize zarar verebilir. Testler tam olarak yapılmadı” demiş. Aşılanmayı reddeden dava dilekçesinde, “Salgını önlemeyi bırakın, zayıflatılmış canlı virüs içeren burun aşıları da bir H1N1 salgınını tetikleyebilir” denilmiş.


         Hemşirelerin bu tepkisinin haksız olduğu söylenemez. Halkında buna benzer haklı tepkileri var. Gerekçeleri hiçte yabana atılacak cinsten değil inanın.

         “ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) açıklama yapmış. O son açıklamaya göre, ekim sonuna dek 40 milyon doz aşı beklenirken, bu rakam aşıların üretiminin öngörülenden daha uzun sürmesi nedeniyle 28 ila 30 milyon doza düşmüş. H1N1 virüsü ile savaşta zamana karşı bir mücadele verilirken, yapılan son anketlerden elde edilen sonuçlar da toplumun aşıdan ‘korktuğunu’ ortaya koymuş.”


         “İnsan-Basın Araştırma Merkezi’nin yaklaşık 1000 yetişkin üzerindeki anketine göre, insanların yüzde 47’si domuz gribine karşı aşılanmak istemiyormuş. Bu kesimin yüzde 35’i aşının test edilmemiş ve çok riskli olduğunu belirtirken, yüzde 23’lük kesim iğne olmaktan kaçınıyor ve hasta olmadığını öne sürüyormuş. Katılımcıların yüzde 16’sı ise ya aşıların yararlı olduğuna inanmıyor ya da hastalığa yol açacağını düşünüyormuş. Bazı kuşkucular ise aşının ciddi bir nörolojik rahatsızlık olan Guillain-Barre sendromuna yol açtığı görüşünde. (Guillain-Barré sendromu GBS”, çevresel sinir sisteminin edinilmiş bir bağışıklık kökenli yangısal bozukluğudur; “yani bağışıklık sistemini sağlayan sinir sisteminin geçici felç olmasıdır” merkezi sinir sistemi beyin ve omurilik” etkilenmez. Genellikle simetrik ve bacaklardan başlayıp, yukarı doğru çıkan kas güçsüzlüğü, deride duyu bozuklukları ve kalp-damar sistemi, solunum sistemi, barsaklar ve mesane gibi iç organların işlev bozuklukları ile kendini gösteren bir hastalıktır; iyileşme oranı yüksektir.)”

         İnsanlar üzerinde denenen ilaçlar hakkında bir çok şey söylenmiştir. Her halde en önemlisi ilaç firmalarının her fırsattan faydalandıklarıdır. Amerikalı yetkililerin söylediklerine bakar mısınız?


         “Ulusal Aşılama Merkezi Başkanı Barbara Loe Disher, konunun ciddiyetine değinerek, “Bu durum, toplumun aşı konusundaki uyanışının bir parçası” diye konuştu. Disher, hükümetin korkulduğu kadar ölümcül olmayan domuz gribine karşı verdiği tepkinin durumun gerçekliğiyle bağdaşmadığını savundu.”  Daha ne desin ki?

         Amerika’dan Avrupa’ya geçelim ve oradaki konuyla ilgili tartışmalara bakalım:
 
         “Der Spiegel dergisinin haberine göre, federal hükümet üyeleri, askerler ve bürokratlar, kamuoyunda yan etkileri bulunduğu iddiasıyla tartışma yaratan domuz gribi aşısı yerine, yan etki içermeyen farklı bir aşıyla aşılanacaklar. Spiegel’in haberine göre Federal İçişleri Bakanlığı, Baxter adlı ilaç üreticisinden 200 bin doz ‘Celvapan’ isimli aşı satın aldı. Halk için kullanılacağı belirtilen domuz gribi aşısı ise GlaxoSmithKline (GSK) isimli firmanın ürettiği ‘Pandemrix’ adlı aşı. İddiaya göre Celvapan’da, yan etki güçlendirici olarak bilinen ‘Adjuvan’ maddesi yok.

         Çok sayıda sağlıkçı Pandemrix aşısının çok güçlü yan etkileri bulunduğunu, savunma sistemine zararlı maddeler içeren bu aşının bünyede aşırı reaksiyonlara neden olabileceğini iddia etmişti. Sağlık Meslek Birliği’ne bağlı İlaç Komisyonu Başkanı Wolf Dieter Ludwig, politikacı ve bürokratlara yönelik özel aşılamanın ‘skandal’ olduğunu belirtti. Alman Tıp Birliği Başkanı Michael Kochen de, denekler üzerinde yapılan araştırmalarda kişilerde eklem ve baş ağrıları, titreme nöbetleri, ateş ve yorgunluk belirtileri görüldüğü gerekçesiyle ev doktorlarına Pandemrix ile aşılama yapmamaları çağrısında bulundu. Aşı iznini veren Paul Ehrlich Enstitüsü yetkilileri ise halk için kesinlikle büyük bir risk bulunmadığı açıklamasında bulundu. Almanya’da 26 Ekim’de öncelikle sağlık personeli ve kronik hastalar aşılanacak.”


         “Ülkemizde de görülmeye başlanan salgın A(H1N1) virüsüne, yaygın adıyla domuz gribine karşı yürütülen çalışmalarla ilgili olarak Sağlık Bakanı Recep Akdağ ve bakanlık yetkilileriyle görüşen Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölgesi Danışmanı Mark Miller, “Bütününe baktığınızda mükemmel bir plan yönetimi olduğu görülüyor” dedi. Miller, Türkiye’nin,  salgına hazırlık açısından sistematik olarak epey yol aldığına ve geniş bir uzmanlar ve akademisyenler grubuyla değerlendirmeler yapıldığına dikkat çekti.
Geniş bir kadroyla doyurucu tartışmalar yapıldığını, toplumun bilgilendirilerek ihtiyaçların giderilmeye çalışıldığını kaydeden Miller, “Aşıların alımı ve dağıtımıyla ilgili finansal kararların verilmiş olması da önemli” diye konuştu.”

         Olan bitenler konusunda bu kadar bilgi elbette yeterli değil. Hiç değilse biraz benimde bilgim oldu sizlere de bunu aktardım. Anladıklarım arasında her ilaca güvenmeme ve aşıların bağışıklığı yok edebileceği var. Aşılarda kobay olacağımız korkusunu bundan dolayı taşıyorum.

         Gelişmiş ülkelerin sicili pek temiz değil. Uygarlıklarını geri bıraktırdıkları ülkelere borçludurlar. Artık ateşli silahlarla savaş ve o ülkelerin işgal dönemi bitti. Çok çaresiz kalmıyorlarsa bu yola baş vurmuyorlar. Ekonomik, kültürel ve biyolojik savaşlar dönemindeyiz. Buna bu yüzyılın başında eklenen GDO’lu besinlerde var. Bu aklımızın bir köşesinde devamlı durmalı bence. 



Yayın Tarihi : 23.10.09

21 Ekim 2009 Çarşamba

AJDA PEKKAN, YAŞAYAN EFSANE!

         Her gün iç karatacak değiliz ya. Bugün gelin sizlerle dev bir sanatçımızı konuşalım. Ajda Pekkan’ı bilmeyen var mıdır desem kaç kişi çıkar hiç düşündünüz mü acaba? Benim kuşağım mutlaka bilir orası kesin. Günümüz gençlerinde çoğu biliyor. Peki kaç kişi asıl adını biliyordur? Kaç yaşında olduğunu bilen kaç kişidir? Bu soruları bir kenara bırakalım, Ajda Pekkan’ın kimliğini bir görelim bakalım.

         Tam adı Ayşe Ajda Pekkan olan sanatçı, 12 Şubat 1946'da İstanbul'da dünyaya geldi. Yani bu gün tam tamına 63 yaşında. Kim inanır, görünümüne bakarak siz inanır mısınız? Hala genç bir bayan değil mi? Babası Rıdvan Pekkan deniz binbaşısı, annesi Nevin Dobruca ev hanımıydı. Babasının görevi dolayısıyla çocukluğu Gölcük'te, Amerikan askerlerinin ailelerinin arasında geçti. Modern bir ortamda ancak ailevi sorunlar arasında geçirilen çocukluk, Ajda Pekkan'ın gençliğini etkileyen önemli bir dönem oldu.

         Şarkıcı olmayı çok isteyen Çamlıca Kız Lisesi öğrencisi Ajda Pekkan, kısa bir dönem kendisi gibi şarkıcılık yapan kardeşi Semiramis'in de desteğiyle 1962 yılında dönemin en ünlü gece kulübü Çatı'nın sahibi olan İlham Gencer'le karşılaştı. Bir televizyon programında bu olayı ilham Gencer anlatmıştı, ordan da şahidim. İlk olarak seslendirdiği Mina'nın "Il Cielo In Una Stanza" şarkısıyla kendini kabul ettirdiği Çatı gece klubünde Los Çatikos (Türkçe ismi eklerle İspanyolca bir isme çevirdiklerine bakmayın, orkestranın adı gece kulübünün adı gibi Çatı’ydı.) topluluğu eşliğinde bir müddet sahne çalışması yaptı. 1963 yılında bir aile dostlarının teşvikiyle Ses dergisinin, sinemaya yeni yüzler kazandırmak amacıyla açtığı kapak yıldızı yarışmasına katıldı. Ediz Hun'un erkekler dalında birinci, Hülya Koçyiğit'in bayanlar dalında ikinci olduğu yarışmada, birinci seçilen Ajda Pekkan'ın profesyonel kariyeri böylece başlamış oldu.

         Avrupai görünümü ve cüretkar tavırlarıyla Yeşilçam'ın gözde sanatçılarından biri olan Ajda Pekkan, beyaz perdeden gelen teklifleri değerlendirmeye başladı ve 1963 yılında "Adanalı Tayfur" ile ilk kez çıktığı kamera karşısında, 1967 yılındaki son filmi olan "Harun Reşit'in Gözdesi"ne kadar baş rollerini Ayhan Işık, Cüneyt Arkın ve Tamer Yiğit gibi sanatçılarla paylaştığı 47 film çevirdi. Çoğumuz televizyon sayesinde o dönemin Ajda Pekkan’ının oynadığı o filmleri seyrettik. Gene hepimiz biliriz; o dönem Ajda Pekkan son derece iri hatlıydı bu yüzden onun gençlik resimlerine şimdi baktığımda, ileri yaşlarındaki kadar güzel bulmam. Bence geçen yıllar ve bir dizi estetik ameliyatları onu çok zarif hale getirdi ve çok güzelleştirdi.

         Ses kabiliyeti rol aldığı filmlerdeki yapımcıların da dikkatinden kaçmadı ve pek çok filminde şarkıcı rolü üstlendi ve çeşitli şarkılar seslendirdi. İlk filmi "Adanalı Tayfur"da seslendirdiği "Göz Göz Değdi Bana" şarkısı, arka yüzünde Öztürk Serengil'in seslendirdiği "Abidik Gubidik" şarkısıyla birlikte 45'lik plak olarak yayınlandı.

         1965 yılında kendine ait ilk plağı olan "Her Yerde Kar Var” ve “17 Yaşında" isimli iki şarkıyla piyasaya sürüldü. Fecri Ebcioğlu'nun yabancı şarkılar üzerine Türkçe sözler yazarak ülkemize benimsettiği "aranjman" tarzının en büyük starı, Adamo'nun ünlü şarkısını yine Adamo gibi Fransız aksanıyla söyleyerek, yavaş yavaş ismini duyurmaya başladı. İleride pek çok kadın sanatçının uzun yıllar taklit ettiği bu yabancı aksanlı şarkı söyleme tarzını böylelikle yerleştirmiş oldu.

         Sahnelerden sinemaya geçen sanatçıların aksine, sinemadan sahneye geçen Ajda Pekkan, birkaç plak denemesinden sonra, 1968 yılında çıkardığı "İki Yabancı" 45'liği ile aranjman dalında onbinlerce plak satarak satış rekoru kırdı. "Dünya Dönüyor", "Saklanbaç" ve "Üç Kalp" gibi üstüste çok başarılı plaklar yaptı. Yalnız unutulmasın bu plaklar iki yüzünde birer şarkı olan 45’lik denen plaklardı. O yıllarda sanatçılar bir yılda birkaç 45’lik plak çıkarıyordu. Daha sonra 1970’lerde 33’lük yada diğer deyişle LP (Long Play) yapma modasıyla senede 1 plak yapmaya başladılar.

         Çeşitli festival ve yarışmalarla geçen yıllardan sonra her ülkenin starlarını bünyesinde barındırmaya özen gösteren Philips firması, Türkiye'den seçtiği Ajda Pekkan'ı kanatlarının altına aldı ve kayıtları Fransa'daki stüdyolarda gerçekleştirilen, Fikret Şeneş'in sözlerini yazdığı şarkılarla, Ajda Pekkan'ın diğer şarkıcılardan bir adım öne fırladığı yıllar başladı. Üstüste gelen hit plaklarla Ajda Pekkan'ın sesi tüm ülkede keyifle dinlendiği gibi, şık giyimi, sürekli kendini yenileyen görünümü ve değişime açık tavrıyla sadece müzikte değil moda konusunda da hayranlarını etkileyen bir model haline geldi. Ajda, etrafında doğal çekim alanı yaratabilen ender sahne ustalarının ustasıdır.

         "Sensiz Yıllarda", "Yalnızlıktan Bezdim" gibi şarkılarla fırtına gibi girdiği 70'lerin ortalarında seslendirdiği ve herkesin çok sevdiği "Tanrı Misafiri", "Kimler Geldi Kimler Geçti", "Hoşgör Sen", "Sana Ne Kime Ne" gibi ileride birer Ajda Pekkan klasiği haline gelecek şarkılarıyla Türkiye sınırlarını zorlamaya başladı. Bu üstün performansının sonucunda 1976 yılında Paris'in ünlü Olympia müzikholünde, pek çok şarkısının Türkçe versiyonlarını seslendirdiği, dönemin ünlü Cezayir asıllı Fransız şarkıcısı Enrico Macias'la seri konserler verdi.

         Daha sonra Ajda Pekkan’a Star tanımını yetersiz bulan Sedat Simavi’nin kendisine koyduğu Süperstar tanımı bir albümüne isimde oldu. Bu albümünde de “kim ne derse desin aşk için” ve “hancı” adlı parçaları çok tutuldu.

         Halk konserleri, sahne çalışmaları ve konuk sanatçı olarak katıldığı uluslararası organizasyonlar ile başarısını pekiştiren Ajda Pekkan, 1979 yılında "Bambaşka Biri", "Haykıracak Nefesim" gibi şarkıların yer aldığı Süperstar serisinin ikinci albümü

         "Süperstar 2" de kariyerinin doruğuna çıktı. 70'li yıllarda defalarca yılın sanatçısı seçildiği gibi şarkıları da liste başlarından inmedi, çeşitli ödüller kazandı. Ajda nerede, kime, neyle hitap edeceğini bilen bir repertuvar zenginidir. Her konserine hala hayatının ilk konseri gibi hazırlanan bir ciddiyet ve disiplin kumkumasıdır.

         Eurovision şarkı yarışmasına 1980 yılında atama yoluyla Ajda Pekkan seçildi. İlk önce belirlenen 5 bestecinin şarkılarının jüri tarafından 3'e düşürülmesiyle, "Bir Dünya Ver Bana", "Olsam" ve "Pet'r oil" ile televizyon ekranlarında boy gösterdi. "Pet'r oil"ın Türkiye'yi temsil etmesine karar verilen gece sonunda, ülkemizde hiç olmamış birşey oldu ve henüz plağı satışa sunulmamış bir şarkı tüm halk tarafından ezbere söylenir oldu.

         Arabesk müziğin çok tutulduğu dönemde “Sen mutlu ol yeter” ve “Sevdim seni” hafif müzik ve arabesk sentezli iki albümle istediğini bulamayan sanatçı 70’lere tekrar döndü ve Fikret Şeneş'le birlikte çalıştığı "Uykusuz Her Gece", "Son Yolcu" gibi şarkıların yer aldığı "Süperstar 83" albümüyle yeniden gönülleri fethetti. Ajda yaşı olmayan bir ömür sevdasıdır...

         1984 yılının sonlarında yapımcılarının ve yakın çevresinin ısrarıyla dönemin popüler gruplarından Beş Yıl Önce 10 Yıl Sonra ile bir albüm hazırladı. "O Benim Dünyam" şarkısıyla yeniden çıkış yakalayan Ajda Pekkan, şarkılardaki üstün yorumlarına rağmen şarkıların özensizliği ve zorlama bir albüm olmasından dolayı, yeni ekibiyle beklediği ilgiyi göremedi. 1987 yılında Ülkü Aker ve Fikret Şeneş'in sözlerini yazdığı "Kim Olsa Anlatır", "Yalnızlık Yolcusu" gibi şarkılarla, özel hayranları için eşsiz olarak nitelenen ancak hit şarkı eksikliği nedeniyle, fazla tutulmayan "Süperstar 4" albümünü hazırladı. Sonrasında yaptığı evlilik nedeniyle aldığı müziği bırakma kararı tüm müzik severleri üzse de, müzikten ayrı geçen günlerinde yaşadığı boşluk hissi sonucunda yeniden müziğe dönüş kararı verdiği sıralarda evliliği de sona erdi.

         Çeşitli sahne çalışmalarına devam ederken 1998 yılında eski şarkılarının yeni düzenlemelerini seslendirdiği "Best Of" albümü müzik marketlerdeki yerini aldı. Yüksek satış grafiği yakalayan bu albümün devamı niteliğinde, 2000 yılında 2 CD'den oluşan "Diva" albümü piyasaya çıktı. Bu albümde Ajda Pekkan'ın eski şarkılarının yeni yorumlarının yanı sıra, "Mutlu Bütün Şarkılar" ve "Aşka İnanma" gibi iki yeni şarkı ve kardeşi Semiramis Pekkan'ın eski şarkılarından "Dert Ortağım" ile "Bu Ne Biçim Hayat"ın da Ajda Pekkan yorumları yer aldı.

         Atilla Dorsay, “Ajda'nın Yüzü” başlıklı yazısında şöyle diyordu: "Bir toplumun sürekli idolü olmak, güzelliği temsil etmek, kusurlarını yok edip, varolmayan güzellikleri de güzelliğine eklemek... Sanki neredeyse yeni bir yaratık yaratmak... Ama o, tüm bu çabaya, belki sanıldığı kadar bencil olmayan bir amaç uğruna girişmişti. Koca bir topluma sürekli bir güzellik duygusu vermek, kendinden emin bir kadının zamana meydan okuyuşunu simgelemek...

         Pınar Çekirge – Nuh Köklü’nün “Profili Olmayan Kadın Bir Süperstar'ın Yaşamından” adlı kitaptaki saptamalarını okuyalım: “Ajda, bir simgeydi... bir efsane. Eskimekten korkan, konuşurken... Fransızca ve İngilizce sözcüklere sığınan, kaliteli hayatı... first class uçmayı, hayvanları seven... Kendi deyişiyle "ekstrem tenakuzlar içinde" yaşayan bir "süperstar

 
Yayın Tarihi: 21.10.09

19 Ekim 2009 Pazartesi

MOZAİK DEĞİL EBRUYUZ

         Yazmaya başladığım günden bu yana beni gören arkadaşlar konu sıkıntısı çekmiyor musun diye soruyorlar. Cevap olarak bende onlara “bu ülke Türkiye ise konular tükenmez” diyorum. Canınızın sıkılmasına bile fırsat bulamazsınız. Boş oturmanın, aylak aylak dolaşmanın can sıkıntısını bilirim. Kaldırım mühendisliğini bu yüzden icat etmedik mi? Alem bir milletiz, yaptıklarımız da elbette alemlik olacak. Şöyle etrafınıza bakın alemlikle nitelendireceğiniz çok şey bulacaksınız. Kimine gülersiniz kimine kızarsınız. Alemlik olayların içlerinde benim çok kızdıklarım da var çok güldüklerimde.. kızdıklarım arasında sanatçı tutumu gereği gösterilen, kim sorarsa tarafsız duruş dedikleri alemlik durumlarda var. Biz bir mozaiğiz demiyorlar mı birde.. dünya da mozaik ona bakarsanız, ama herkes birbirini boğazlıyor.

         Biz hiç kimseyle mozaik olmayışımızdan boğaz boğaza değiliz. Mozaik dağılmaya uygun bir birleşimdir. Dağıldığında da her rengi sağa sola saçılır. Oysa biz Yılmaz Özdil’in dediği gibi ebruyuz, ne yaparsanız yapın renkleri birbiri içine giren ve kaynaşan ebruyu ayıramazsınız. İçimizde kürt-laz, laz-arnavut, çerkez-boşnak, abaza-tatar gibi daha bir çok örnek gösterebilir evlilik yapmamış kaç kişi vardır? Benim bir komşum çingeneyle evliydi, bir arkadaşımın annesi laz babası çingeneydi. Yeğenlerimden biri bir ermeni vatandaşımızla evli. Kardeşim laz anadan kürt babadan doğma bir kız aldı. Bizim annemiz Arnavut babamızsa Konya’dan Rumeli’ye giden Türk’lerdendir. Böyle bir karışım kaç ülkede var ki? Sonra kalkıp soruyorlar; bu ülkede Türk var mı? Evet kardeşim ben bir Türküm. Bütün taşıdığım renklere rağmen ben Türküm. Çünkü bu topraklar Türklükle yoğrulmuştur. Atalarımız üstüne de islamiyeti katarak Türk zenginliği olarak yoğurmuş bu toprakları. Nereye giderseniz gidin bunun kokusunu duyar, bunun rengini görürsünüz. Ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sözüyle de belirttiği gibi istediği de bu değil miydi.?

         Önemli olan insan olmak! Millet ayrımı yapan insan ayrımı yapıyor demektir. Milletlerin sadece iyisi ve sadece kötüsü yoktur. Ama insanın iyisi ve kötüsü vardır. Biz ayırımı bu yönde yapmak zorundayız. Yoksa iyi özelliklerine hayran olacağımız bizden olmayan diye ayırdığımız insanlardan mahrum kalırız.

         Bazı kesimlerce Türk olmak faşist olmakla eş görülür oldu. Şimdi Türküm demek ayıp karşılanıyor. Türküm demek faşistlik oluyorsa kürdüm demek olmuyor mu? Ezilen milletler bir takım haklara sahipmiş kimilerince.. onun için bir çeşit ayrılıkçı tavır denilecek davranışlar doğalmış. Ezilen görmemişler de ondan böyle diyorlar. İmparatorlukların egemen olduğu eski dönemlerde, kentin meydanında yerel halkın atla dolaşmasına izin verilmezmiş. İngilizlerin Hindistanı sömürgeleştirdiğinde yaptığı buydu. Gene o dönemlerde yerel halk, egemen halkın bırakın yöneticilerini, sıradan bireyinin bile önünden geçemezmiş. Durum böyle olursa o asli unsurlar yerel halka muhtarlık bile vermezler. Bizde ise cumhurbaşkanı bile olurlar. Bumudur ezilme? Niye diğer unsurlar ezilme teraneleriyle vakit geçirmiyorlar? Çünkü onlar zenginleşmenin istemekle değil, ayrışmayla değil, çalışmakla ve üretmekle mümkün olacağını kabul etmişlerdir. Sonra onlar, ürettiği artı değeri vergi yoluyla bu vatandaşlarımızla paylaşmışlardır. Bumudur faşistlik?

         Bir toplumsal dönüşümü başarıp henüz köylüleşemeyen bölge insanının birden bire kentli olacağını mı sanıyorsunuz? Bir şekilde İstanbul’a göç ederek bu mümkün değil, olmaz. Onun için koca kentler birer köyden farksız. Epey oluyor, ulusal televizyonların birinde verilen bir haberde dört katlı bir binanın dördüncü katında inek beslediklerini görmüştüm. Onlara da bu davranışlarından dolayı hak vermiyor değilim. İnsan alışkanlıklarından kolay vaz geçemez.

         Başa dönecek olursak vergilerimizle yurdumuzun her yanının kalkınmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bunda hepimizin, alt kimlik üst kimlik demeden, payı var. Biz hepimiz bu yurdun asli unsuruyuz. Yerel öğelerimizi kaşıyıp öne çıkaran bizim servetimize, doğal varlıklarımıza göz diken yabancılardır.

         Ekonomik gelişmemiz sürdüğü sürece zenginleşiriz. Zenginleştiğimiz oranda dinlenilir olacağımızı unutmayalım. Zenginlikler ayrılıklardan değil en az çalışma kadar birlikteliklerden doğar. Kimse bizim mozaik olduğumuzu söylemesin. Mozaik değil Ebruyuz

Yayın Tarihi : 19.10.09

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 17

         İlk gençlik yıllarının, okul yıllarının sevdaları bizi derinden etkiler. Yıllarca ilk sevgilimizi unutamayız. Eskiden sevdalılar bu kadar rahat edemez, el ele bile kolay kolay gezemezlerdi. Taşra kentleri katı gelenekçiydiler. O durumda sevdanın değeri ölçülemeyecek kadar büyüktü. O zamanlarda sevdalananın bugün aşık olanlara göre daha yoğun duygularla yüklü olduğu kesinlikle söylenebilir. Aradan seneler geçtiği halde bir gün bunları düşününce bu şiir ortaya çıktı.

Azgın atların üstünde dünyayı dolaştık
Bir sevgili uğruna günlerce ağlaştık
Razıydık süngü üstünde olsada başlarımız
Bir tebessüm etse sevgili uzaklardan
Bizimde yüzümüz gülerdi çatılmazdı kaşlarımız
Kördüler, her biri sağırdılar
Bizi görmezdiler, hem hiç duymazdılar
Beyaz çorap giyerlerdi liseli kızdılar
Caddelerde bir neşe estirirlerdi
                                    okul dönüşü
                                    akşam üstleri
Caddelerde kestaneciler
                             uzaklardan kokusu
                               “Kestane kebap
                                   Yemesi sevap”
Aceleyle evlere giderdik
             yüreklerde geç kalma korkusu
Eylül gökleri hüzün yağdırır
Saçlarımız, delikanlı saçlarımız
Sırılsıklam hüzünlü, sırılsıklam aşık
                                 “Kestane kebap
                                     Yemesi sevap”
Aşık olmak, sevdalanmak
                           sıcak kestaneler gibi
                          hem elimizi yakardı,
                                     hem yüreğimizi

Aydın Göle
02.11.98

*** *** ***

         Kendinizi yalnız hissettiğiniz çok olmuştur. Elleriniz bile yabancı gelir size o zaman, eminim. Ceplerinizde ellerinizi gizler öyle gezersiniz. Sokakların garip bir tadı vardır. Kaldırım taşları her an sizi dinlemeye hazırdır. Sizi ya sevdadan, ya ucuz rakıdan, yada her ikisi yüzünden sarhoş, az taşımamıştır o kaldırım taşları. Ben Yeşilaycı olduğumu hep söyledim, ama sarhoşluğun şiirsel yanı ilgimi çekmiştir, ondan şiirlerimde ve yazılarımda sarhoşluktan söz ederim. Bu şiirde içmek, bir unutulmuşluğu unutmak için içmektir. Yalnızlık unutulmuşluktan başka nedir ki zaten?

.... …. ….

Kopkoyu bir yalnızlığın içindeyim
İçimde tarifsiz kederler
Nasıl dua edeyim kime küfredeyim
Limana girmemiş yorgun şilepler
Ahırkapı açıklarında benim gibi yalnızdılar
Işıklarını yakmışlardı bütün ışıklarını
İçimde tarifsiz kederler
Kopkoyu bir yalnızlık içindeyim
İçsem körkütük olana kadar
Ne var ne yoksa her şeyi unutsam
Kaybolmuştum bir yolculukta
                    yol nereye gidiyordu
Kimse bana sebebini sormadı
                   ben nereye gidiyordum
Ellerimi uzattım, tutan olmadı
Yalın ayaklı cadılar, gardroplardan fırladılar
Kopkoyu bir yalnızlığın içindeyim
İçimde nice cenazelerin resmi geçidi
Oysa ölen yok, ardından ağlayanda
Ama ben kaybolmuştum
                               bir hiçtim
                            yaşamıyordum
Bir kısa mazi sırtımda yüktü,
                             ihanet yollara düştü
Ümidim hayallerim her şeyden büyüktü
Yalan olamaz hiçbir sevgi,
                                  belki bir düştü
               muhakkak ben kaybolmuştum,
                                            bir hiçtim,
                                         yaşamıyordum



Aydın Göle
25.12.98

*** *** ***

         Bazı şiirlerde farkına vardıysanız sayı var. Bunlar aynı isimde olan birden fazla şiir için verildi. Kan kardeşime yazdığım ONDOKUZ adlı şiirlerde bunu uyguladım. Aşağıdaki şiir bu serinin 11. şiiridir. Bunların hepsini bazıları nerdeyse hep aynı amacı taşıdığı veya aynı sonuca vardığı için sizlere yazmadım. Aşağıdaki şiir kan kardeşimin dernek sekreterliğinden ayrıldıktan sonraki duygularımın eseridir.


ONDOKUZ /11


Bir kara bulut aceleci
Sağanak boşalttı geceye
Seni bıraktı kaldırımlar üstüne
                  ve kiremitler
                  ve otlar
                  ve çiçekler üstüne
Sonra yıldızlara bıraktı yerini
    bir el bile değmemiş yıldızlara
Gökyüzü alabildiğince göz
                       alabildiğince fısıltı
Kaldırımlar öğreniyor senin adını
Her sarhoş adımında
                  ve koca şehir
                  ve koca ülke
                  ve koca dünya
Senin adını koca evren
Ondokuzlum, badem gözlüm, bal damlam
Seni görenin başı dönmüş
Senin nefesinle güneşler sönmüş
Ne fark eder sen yoksan
                  ha yaşamış, ha ölmüş
                  bu koca şehir
                  bu koca ülke
                  bu koca dünya


Aydın Göle
25.12.98

*** *** ***

         Aşağıda 99 yılındaki o büyük deprem döneminin şiirleri var. Bunları o yıl aldığım cep telefonuyla mesaj olarak çoğunu kan kardeşime olmak üzere, bütün sevdiklerime yolladım. Bu şiirlere o gözle bakarsanız anlatılanları daha iyi anlarsınız.



Mesajlarda Şiirler

1
Gözlerin daldı mı uykuya mihrimahım
Varsın ya ak şimdi her siyahım
Ben ki hem yorgun hem bezgin seyyahım
Uzaklardan öpse doymaz seni dudağım


Aydın Göle
23.10.99/İstanbul




2
Seneler geçer rüzgar gibi
Hasret büyür dağlar gibi
Kuşlar öter ağlar gibi
Sensiz geçen her günümde


Aydın Göle
27.10.99/İstanbul


4
Özledim seninle bir sigarayı paylaşmayı
Aynı suyu içmeyi bir bardaktan
Seninle kaygılanmayı özledim,
Seninle sevinmeyi
Ellerinin saçlarımda dolaşmasını
Bütün yüreğinle sevilmeyi


Aydın Göle
04.11.99/İstanbul


6
Uçurtmaları uçuran çocuklar gibiyim
Yüreklerinizi uçurmaya geldim
                    sevgi rüzgarlarımla
                      öylesine bir günde
                         ölesiye sevgileri
                           ezgi ezgi getirdim
Ben sevgi yıldırımlarıyla çarpılmış
                                   dut ağacıyım
             yapraklarım delik deşik ipek
Sarmaşık gülleri sarsın bedenimi
Öylesine bir günde sevgiden ölebilirim


Aydın Göle
03.03.2000/Ankara


7
Kendime baktım şöyle bir uzaktan
Seni düşünürken yakaladım beni
Çaresiz düşmüş aşktan
Kurtuluşu yok anladım
Beklediği tatlı bir söz
Bir ılık gülüş, iç ısıtan


Aydın Göle
03.03.2000/Ankara


İyi pazarlar sevgili okurlar.

 
Yayın Tarihi : 18.10.09

15 Ekim 2009 Perşembe

İKİ YAZI BİR KONU

1. Yazı:

FUTBOLDA DÜNYA KUPASINA KATILMAYI KAÇIRDIK,
      DÜNYAYI HER ALANDA KAÇIRMAYALIM


         Sürekli yakınır dururuz, en küçük umutsuzluğumuzda ne olacak bu milletin hali deriz. Bizim adam olmayacağımız fikri kendi aramızda pek yaygındır. Oysaki içimizdeki cevherleri ortaya çıkarıp onları işlemek gerekir. Her ne kadar gördüğümüz tablo hoş almasa da bu bizi yanıltmasın. Ülkemizin gizil gücü (hani potansiyel denir ya, işte o) her şeyin üstesinden geleceğimizin garantisidir.

         Bütün olumsuzlukların nedeni Asya tipi üretim tarzından kalma alışkanlıklardan kurtulamadığımız için kayıtlı ekonomilerin güdümünde kentsel dönüşümü yapamamış olmamızdandır. Her alanda tek adama oynamamız da bunu gösteriyor. Rahmetli Özal’ın cumhurbaşkanı olmasıyla Anap’ın bitmesi tesadüf değildir. Çünkü Özal ikinci adamı yetiştirmedi, tıpkı şimdi sayın başbakanın yaptığı gibi.. Sayın Deniz Baykal onlardan geri durabilir mi? Onunda yanında yıllardır ikinci adam olmaya aday birini görmüyorum. Eski cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’de kendinden sonrasını düşünmedi. Her alanda durum aynı. Tek adamlık kanımıza işlemiş. Geçen hafta A Milli Futbol takımımızın dünya kupasına katılamayacağının belli olmasıyla Fatih Terim milli takım antrenörlüğünden istifa edince tek adamlığın en çarpıcı örneklerini gördük. Arkasından gelecek bir selefi yoktu.

         Ekip oyunu dediğimiz futbol gibi bir oyunda tek adamlılık, değişik kimlik yapısının dışa vurumudur. Bu toprakların genel karakteri de ne yazık ki budur. Eskiden hiç değilse nezaket vardı şimdi o da yok! Geçen hafta Habertürk televizyonunda Yiğit Bulut’un sunduğu ve depremde erken uyarı konulu “Sansürsüz” adlı programda da bunu çok seviyesiz biçimde gördüm. Bilim adamı kimlikli iki jeolog'un birbirlerine karşı saygısı yoktu. Tahminler üzerine akıl yürütülen bir konuda kimsenin ortak bir fikirde olması mümkün değilken biri diğerine ilkokul çocuğu muamelesi uyguluyordu. Bu ikinci adama tahammülsüzlüğün belirtisidir.
         Bilim adamları böyleyse siyasetçilerden ne beklenmez ki?
         Bütün gizil gücümüze rağmen dünyayla rekabet edecek kadar gelişemeyişimizin nedeni budur. Gelen başarı da bu yüzden sürekli olmuyor. Konuyu en belirgin ve herkesin anlayacağı konu olan futbola getirecek olursak son yirmi yılda bir kere dünya kupasına, iki kere Avrupa şampiyonasına katılmışız. Bir takımımız bir kere eski adıyla UEFA kupasını kazanmış. Toplamda bakarsanız çok şeyler yapılmış sanırsınız. Evet şimdi sözün burasında ne dediğinizi duyar gibiyim. Eskiden bunlar bile yoktu diyorsunuz biliyorum. Eskiden bunlar bile yoktu diye şimdi olanla yetinelim mi yani? Bizde geliştik diyoruz ya, yerimizde saymadık ki.. fakat çok dalgalı seyrediyoruz. Yani inişimiz çıkışımız çok. Neden bu karasız gidiş? Neden bu kadar istikrarsızlık? Cevaplarını aradığım soru bu. Başından beri anlattıklarımda, bu sorunun cevaplarıydı.

         Ya yetinme duygusuna çok çabuk sahip oluyoruz, yada kendimizi gereğinden fazla abartıyoruz. Herkes kendini en harika görüyor. Kimsenin gerçekleri görmeye tahammülü yok! Kimsenin yetkilerini paylaşmaya niyeti yok. Ne olursa olsun zamanla bu tarafımızda törpülenecektir. Şartlar devamlılığı gerektiriyor çünkü. Devamlılığı sağlayan ayakta kalacak ve başarılı olacaktır. Ülkeler içinde bu böyle, şahıslar içinde..

         Futbolda dünya kupasına katılmayı kaçırdık, dünyayı her alanda kaçırmayalım

*** *** ***

         2.Yazı: DÜNYANIN HER YERİNDE USULSÜZLÜK, YOLSUZLUK VE HİLE YAPILIYOR

         Geçenlerde bir video çekimi gördüm. O kadar şaşırdım ki.. İsveçin uefa kupası kazanmış takımı IFK Göteborg’un Danimarkalı kalecisi Kim Christensen Orebro takımıyla yaptıkları maçta kale direklerini yerinden oynatarak kaleyi küçültürken kameralara yakalanmış. Bir süre sonra hakem kalenin daraldığını fark edince gidip direkleri yerine koyuyor, fakat kalecinin bunu yaptığını görmediği için kaleci maçı tamamlıyor. İsveç futbol federasyonunun kaleci Christensen’e kaç maç ceza vereceği merak ediliyor doğrusu.

         Hile, adam kandırma sadece bize özgü bir olay mı sanıyordunuz? O zaman durun bitmedi, bir olay daha anlatayım.
         Almanların iri yarı, boylu poslu Hıristiyan Demokrat bir başbakanları vardı. Almanlar başbakanlara şansölye derler. İşte o Şansölyenin adı Helmut Kohl’dü. Bu Helmut Kohl ne yapmıştı biliyor musunuz? Örtülü ödenekten parti kasasına para aktarmıştı. İktidardan düştükten sonra bunu kanıtladılar. Sonucun ne olduğu konumuz açısından pek önemli değil. Bizim açımızdan önemli olan bu yolsuzluğun yapılmış olması..

         Şunu demeye çalışıyorum: hile, adam kandırma, nüfus kullanma, idareyi kötüye kullanma dünyanın her yerinde var. Hem bunun için ülke olarak zengin olmak yada fakir olmak önemli değil. Her türlü durumda kolay yoldan bol kazanç edinmek isteyen her ülkede bolca insan var. kabul ediyorum; böyle hızlı değişimlerde yolsuzluk artar. Bizde yolsuzluğun fazla olması bu yüzden. İşsizlik arttıkça, gelir düzeyi düştükçe yolsuzlukların arttığı da bir gerçektir.

         Sözün kısası dünyada neler oluyor neler.. kimse kendini kötü hissetmesin. Bir gün bu ülkede gelişmiş ülkeler katına yükselince bu tip rahatsız edici olayların bittiğini göreceksiniz. Ne tek adam olma yarışı kalacaktır, ne her alanda adam kayırma, ne yolsuzluk nede hile..


Yayın Tarihi : 13.10.09

13 Ekim 2009 Salı

SAYIN BAŞKANLAR ZEKİ TOÇOĞLU VE CAVİT ÖZTÜRK’E TEŞEKKÜR FATMAHANIM SAĞLIK OCAĞINA YERGİ

         Hizmetin partisi olmaz. Bir yere seçilene kadar particilik yapılması çok doğal ve gereklidir. Seçildikten sonra parti kimliği bir tarafa bırakılıp halkın başkanı olmak için hizmet edilmelidir. Halka hizmet, hakka hizmettir sözünden yola çıkarak bunu kim başarırsa onun adı unutulmaz olur.

         Semtim olduğu için alt geçit sonrası bakallar durağındaki yaşanan bütün trajik olayları yakından biliyorum. Bu konuda da dikkatleri çekmek ve süratli giden arabaların süratini kesmek için önerilerde bulunduğum birkaç yazı yazdım. Bir ara kör kuyuya seslendiğimi sanmaya başlamıştım inanın. Hiçbir gelişme olmadığı gibi, bu konuda bir açıklamada yapılmadı. Geçen Cuma bakkallar durağına geldiğimde sürati kesmek için set yapıldığını gördüm. Çocuklar gibi sevindim inanın. Nasıl sevinmeyeyim? Orda az can yitirmedik. Kimin yüzünden ve neden? Aziz Duran’ın araç üstünlüğünü tanıyan, insanı hiçe sayan alt geçit fantezisi ile kent trafiğini hızlandıran ihtirası bir katliam değimlidir? İşte buna engel olduğu için yola set konması beni çok sevindirdi. Sayın Başkan Zeki Toçoğlu duyarlılığınıza ve ilginize çok teşekkür ederim.  O setin daha caydırıcı olmasını rica ediyorum. Çünkü halâ hız kesmeden geçenler var. Orası akıncılar mahallesinden Kavaklı Camiine Tren İstasyonuna, Doğum evine ve Ana Sağlığına giden yoldur. Bebek arabalarıylada hanımlar oradan karşıya geçiyorlar.

         Bir teşekkür de Sayın Cavit Öztürk’e. Yaptıkları düğün salonu çok muhteşem. Adapazarı’nda bir eşi daha yok! Hizmet veren  personel son derece seviyeli ve samimi. Ne zaman gitsem bana karşı saygı ve ilgilerini hiç eksik etmediler sağ olsunlar. Salon müdürü Ahmet beyle kısa zamanda yakınlık kurabildim. Şimdi kendisini kırk yıldır tanıyor gibiyim. Fakat bütün bu güzelliklere rağmen, salonun özürlüler için bir rampası yoktu. Konulmuş olan rampa servis rampasıydı. Banketin darlığı yüzünde o rampa su, ayran, gazoz gibi içecekleri getiren araçların kolayca yüklerini taşımaktan başka işe yaramıyordu. Bunu sayın başkana yüz yüze bir görüşmemizde ilettim. Ayrıca akülü arabamızla asansörü küçük olduğu için kullanamadığımızı söyledim. Büyütülmesini rica ettim. Olmazsa oraya bir tane tekerlekli sandalye konulmasını istedim. Rampa sözünde durmuşlar. Ana cadde yönündeki girişe bir rampa yapmışlar. Buna da az sevinmedim inanın. Toplumsal diyalogla üstesinden gelinmeyecek zorluk yoktur. Şimdi o asansör sorununun çözümünü bekliyorum. En azından bir tekerlekli sandalye konulacağına inanıyorum. Bu şart, çünkü wc’lerde üst kattaymış. Onu da dün öğrendim sayın başkan. Sizlere bir kez daha teşekkür ederim.

         Geldik bu gün yergi alacak konuya.. yergi hoş bir şey değil biliyorum. Hayatı kolaylaştırmayan her şey yergi alır, bu doğal, değil mi? Cuma günü her kışa girişimde yaptığım gibi grip aşısı olmak üzere ilkez FATMAHANIM SAĞLIK OCAĞI’na gittim. Kapının ağzında kala kaldım. Ne çok basamak vardı bilseniz.. bebek arabasıyla bir anne söylene söylene bebeğini indiriyordu. Vatandaşlardan biri yardıma geldi. Allahtan bu özelliğimizi kaybetmedik henüz. Merdivenlerin solunda binaya paralel bir rampa varmış. O rampaya geldiğimde ilk şaşkınlığı hem aşağıda hem yukarıda kapısının olmasından dolayı yaşadım. Neden yapılmıştı bu kapı? O rampanın tehlikeli olduğunun farkındalar her halde. Bir “L” harfini duvara yapıştırın. Üstüne de sola doğru bir çizgi çekin. Ne olur sizce? Bence ayağa kalkmış “Z” olur. Yardımsever vatandaşımızla beraber o rampanın daha başında geri geri kaymaya başladık. Can korkusuyla beni bırakmayın dediğimi hatırlıyorum. Rampanın bitiminde kısa sola dönüş ayrı bir rezalet! Ancak bebek arabasıyla dönülür, fakat  hiçbir anne oradan bebek arabasıyla çıkamaz. Bu rampayı hangi aklı evvel üretti merak ettim. İlgili ve yetkili birini istedim. Maalesef yoklarmış kendileri. Aşımı oldum ve çıkış serüvenimiz başladı. Rampayı çıkmak kadar inmekte zormuş meğer. Arkamdan arabam uçmasın diye tutan başka bir yardımsever nerdeyse düşüyordu. İnanın arabamın birinci kademe hızıyla gitmeye çalıştığımda korktum. Hareket koluna dokunur dokunmaz takla atacağımı sandım. O yardımsever olmasa belki de atardım. Bu hizmet midir şimdi? Belli ki o rampa yasak savmak amacıyla yapılmış. Bunu bildikleri içinde hem aşağıya hem yukarıya kapı koymuşlar. Yahu hangi rampada kapı var? Yan tarafta koruma demirleri olurda kapı olmaz. Sayın FATMAHANIM SAĞLIK OCAĞI ilgili ve yetkilisi o rampayı adam gibi kullanılabilir yapmadığınız takdirde başınızı uzun süre ağrıtacağımdan emin olabilirsiniz. Hiç kusura bakmayın.

         Bu ve buna benzer her türlü şikayet ve dileklerinizi bekliyorum. Takdir edersiniz ki her şeyi benim görmem imkansız.

e-posta adresim: www.goleaydin@hotmail.com