31 Mayıs 2012 Perşembe

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ŞEHRİMİZİN ÜNLÜLERİ 4

Şehrimiz ünlülerini tanıttığım yazı dizimizin geçen bölümde başladığımız Reis-ül Kurra Abdurrahman Gürses hoca efendinin hayat hikâyesine bu bölümünde de devam ediyorum. Abdurrahman Gürses hoca efendi hayat hikâyesini kendisi şöyle anlatıyor.

“ABDURRAUF HOCA HEP FATİHALARIMDA”

“Velhasıl, Abdurrauf Hoca merhumdan çok şeyler öğrendim. Namazdan sonra onu mutlaka hatırlarım. Çünkü onların hizmetleri de Allah rızası içindi. Para-pul hiç öyle maddi bir şey yok. Bana söylemiştir zaten, hocam, “Ben senden bir şey beklemiyorum. Sadece bir fatiha ile hatırla yeter. Başka bir şey istemiyorum sizden” demiştir. Her zaman o fatihayı ismini yad ederek gönderiyorum.”

Üzerinizde emeği olanları hatırlamak yüce gönüllü olmaya giden ilk yoldur. Asıl yüce gönüllü olanlarsa bizim eğitilmemize emek harcayanlardır. O yüce gönüllüler emeklerinin karşılığı olarak sadece sevgi ve vefa beklerler.

“Talimden sonra bir kaç sene Hendek’te kaldım. Sonra da İstanbul’a gelerek medreseye girdim. Medreselerde okuduktan sonra gene Hendek’e döndüm. Hendek’te birkaç sene okuduktan sonra 1934 senesinde tekrar İstanbul’a döndüm. Bir müddet Üsküdar’da ikamet ettim. 5-6 sene. İşte o müddet zarfında, Üsküdar’da, Selimiye hatibi meşahir-i huffazdan, üdebadan, Allah rahmet eylesin - Fehmi Efendi hazretlerinden kıraat okudum. Fehmi Efendi merhum, 55-60 sene, vefatına kadar vazife görmüştür. O zaman Fehmi Efendi, hattat Necmeddin Efendi, Boyabatlı Mustafa Efendi, Atik Valide Camii imamı, Yeni Cami İmamı o gibi zevat. İstanbul’da Fatih imamları Bekir Efendi, Rasim Efendi başta, ondan sonra Aksaray Camii imamı Kamil Efendi v.s... Hepsi büyük hocalar... Yalnız bir edeb var hepsinde.. Tamamı mukri durumunda, yani talebe okutacak seviyede olmalarına rağmen herkes başkasına havale eder. “Git Rasim Efendi'den talim oku” der. “Kamil Efendi’ye git” der. Öyle idi.

Benim yaşımda olanlar sonuna da gelmiş olsa bile bu adetleri gördüler. O öğretmekten kaçınmak değil, sahip oldukları bilgiyle kibirlenme tehlikesini önlemek içindir. Ayrıca aynı seviyedeki kişilere saygı işaretidir. Günümüzde ustalar arası sevgisizliği bu tavırların olmayışına bağlayabilirsiniz. Oysa yaratılmışı severdik yaratandan ötürü. Kibirde neyin nesiydi. Hocamızın anlattıklarını, bu anlattıklarımı dikkate alarak okuyalım.

“İstanbul’da Fatih imamları Bekir Efendi, Rasim Efendi başta, ondan sonra Aksaray Camii imamı Kamil Efendi v.s... Hepsi büyük hocalar... Yalnız bir edeb var hepsinde.. Tamamı mukri durumunda, yani talebe okutacak seviyede olmalarına rağmen herkes başkasına havale eder. “Git Rasim Efendi’den talim oku” der. “Kamil Efendi’ye git” der. Öyle idi. Hürmeten ve edeben. Velhasıl Fehmi Efendi’den okumaya başladım. Üç sene devam ederek kıraati bitirdim. Ondan sonra 1938 senesi içerisinde Fatih’e geçtim. Orada otururken vazife meselesi çıktı. Edirnekapı Mihrimah Camiine imam oldum.”

BEYAZI T CAMİİ MİHRABINDA 35 YIL

“İlk vazifem miladi 1938’de resmen. Fakat aynı zamanda Teşvikiye Camiinin münhal olan imameti için müsabaka imtihanına girmiştim. Her ikisinde de önde gelmişiz. Beyoğlu Vakıflar Müdürü beni illa ki Teşvikiye’ye götürmek istiyordu. Cerbezeli bir adamdı. Yazdı, çizdi sonunda Mihrimah Camiinde vazifeye başladığıma bir ay olmadan Teşvikiye’ye geçtim. 1939 senesinde Teşvikiye Camiinde vazifeye başladım. 1944 senesine kadar orada kaldım. 1944 senesi, 22 mayıs bir perşembe günü, ikindi namazına Beyazıt’a naklen geldim ve vazifeye başladım. 6 Haziran 1979 senesinde emekli olarak ayrıldım. 36 sene. öbür tarafta da beş sene. 40 sene yapıyor. 40 sene bir şey değil. Geldi geçti ilk gün gibi.”

HASEKİ EĞİTİM MERKEZİNDE 23 YIL KIRAAT DERSİ VERDİ

Reis-ül Kurra Abdurrahman Gürses hocaefendi 1976’dan 1998 sonuna kadar görev yaptığı Haseki Eğitim Merkezi günlerini ise şöyle anlatıyor:

“Haseki’de, elhamdülillah, 11 seneyi doldurduk. 11 seneden beri burada tedrisat vardır. Tedrisat iki kısımda yürüyor. Ulûm-i islamiyye ve kıraat. Ulûm-i islamiyye bellidir. Tefsir, Hadis, Fıkıh okunuyor. Allah daim etsin. İlm-i kıraat kısmı da 3-5 ay farkla açılmış. Nasib olursa bu Ramazan bayramından sonra dördüncü devre başlayacak. Beher devre üç senedir. Üç sene olmak üzere üçüncü devreyi bitirdik. İlm-i Kıraat müstakil bir ilimdir. Bu ilmin sahiplerinin hepsi rahmete ermiş hocalarımız. Fabrika kapanır ise, mevcut olanlar çabuk biter. Hoca efendiler, rahmet-i Rahmana intikal edince, mevcut olan kimseler birer ikişer eksildikçe bu işi bilen kimse kalmamış oluyor idi. bu raddeye gelmiş iken yani ilm-i kıraatin nasıl bir ilim olduğunu bilen bir kimsenin hemen hemen kalmayacağı bir zamanda Cenab-ı Hak murad etmiş ve burada yeniden ihyasına başlandı. İlm-i kıraatin ne olduğunu bilen bir cemaatin olması lazım. Bu farz-ı kifayedir. Hepsi terkederse, herkes mes'ül olur. şimdi elhamdülillah bu mes'uliyet kalkıyor. 1.2. ve 3. devrede mezun olanlar aşağı yukarı 56 kişi oldu.”

Gelecek yazımızda Aşık Güvahi’yi tanıtacağım.

  
DEVAM EDECEK

  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 30.05.2012

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ŞEHRİMİZİN ÜNLÜLERİ 3

Geçmişte şehrimizin ünlülerinden biride Abdurrahman Gürses’tir. Bu yazı dizisini hazırlarken rahmetli Reis’ül Kurra Abdurrahman Gürses efendinin ismine rastladım. Kendisini bizlere Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Profesör Doktor Mehmet Erkal tanıtmıştır. Aynı zamanda Dolmabahçe camisinde imamlıkta yapan Mehmet Erkal “Reis’ül Kurra”lığın, Kurra Hafızlığı Reisi, Başı olduğunu belirtiyor.    

Saygın bir makam olan Kurra’lık güzel kur’an okuyanlar arasından en güzel okuyanın özel yetiştirilmiş olanıdır. Şehrimizden böyle bir isim çıkmış ve dünyaya bizim makamlarımızla bize özgü kur’an okuyuşunu göstermiş ve öğretmiştir. O kadar ki eskiden Araplar bu okuyuş biçimleri karşısında kendi okuyuşlarını terk edecek duruma gelmişler. Bunu musikilerinde itiraf etmişlerdir. Bizden aldıkları makamların komalı seslerini biraz daha komalaştırıp yada o seslerin komasını azaltarak bugünkü arap seslerini elde ettiklerini vurguluyorlar. Bunu bilmeyen bir kesim arap özentisi dindarlarımız en başta ilahilerde olmak üzere bize özgü okuyuşları bırakıp arap okuyuşlarına yöneliyorlar. Ortaya garip bir dini arabesk (makamsal olarak diyorum) çıkıyor. Böyle müthiş ve böyle muhteşem insanlarımız örnek alınsaydı dini musikimize arabeski bulaştırmamış olurduk. Ülkemizin genel karakteri bu galiba. Hep bir taraflara benzemeye çalışıyoruz. Oysa biz, bütün değerlerimizle “biz” oluruz. Başka değerlerle “biz” olmamız mümkün değil.

Profesör Doktor Mehmet Erkal saygınlıktan öte bir gücü olmayan bir makam olarak “Reis’ül Kura”lık için şunları söylüyor.

“Türk Dünyasına ait güzel bir geleneğimizdir. Araplarda böyle bir kurum ve gelenek yoktur. Beyazıt Camiinde bir odası olur. Sembolik bir şeydir. Merasimleri yönetir, taht gibi bir sandalyede oturur, kıraatte hata olduğunda eliyle işaret ederek düzeltir. Abdurrahman Gürses Hocaefendi vefat edince, en kıdemli kurra hafız olarak Taraklı’lı Hafız Saim Özel ağabeyimizindi hak, Saim Ağbi, “ben devamlı İstanbul’da ikamet edemiyorum” diyerek sırasını sonraki hafıza vermiştir. Bildiğim kadarıyla Asker Hafız’a verdi. Yani bize has güzel bir kurumdur.”

İşte böyle. Bize özgü kurumlardan yetişenler işlerini hakkıyla yapıyorlar. Fakat taşra günümüzde her türlü etkiye açık olduğu için İstanbul gibi birkaç büyük şehir dışında kalanlar kültürden uzaklıklarından dolayı her alandaki erozyondan nasiplerini almış oluyorlar. Şiddetle kendimize dönme arzusunu yükseltmemiz şart. Eskilerin biçimselde olsa kendimiz olma çabası bir ruh yaratmıştı. Asrın anlayışına “manayı” katmadan o ruhu yakalamamızın mümkün olmayacağını unutmayarak gelecekle ilgili izdüşümler ortaya koymalıyız.

Asıl konumuza dönecek olursak; 1987 yılında, İsmail Lütfi Çakan, Mustafa Eriş, Ahmet Maraşlı, Abdullah Sert, Hasan Kamil Yılmaz imzalı ve “Altınoluk Dergisi”nde yayınlanan  , Hafız Abdurrahman Gürses’le yapılan bir söyleşiden sözetmemiz gerekir. Gürses Hoca, o söyleşide hayatını şöyle anlatır:

“İsmim Abdurrahman Gürses. Babamın ismi Hafız Said. Babam merhum, cami imamı idi. Hayatı imamet ve hitabet ile geçti. 1325 tarihinde (miladi 1909) Sakarya Hendek’e bağlı Soğuksu köyünde doğdum. Çocuk yaşta Kur’an’ı babamdan hıfzettim. Takriben 13-14 yaşlarımda Kur’an-ı Azîm’in hıfzı bitti. (…) 2 sene mukabele okuduktan sonra Hendek’e gittim, 15 yaşlarındaydım. Hendek’te camii şeriflerde sure okuyorum. Tabiî gençlik var. Okuma hevesi var. Abdurrauf Hoca diye, bir hocaefendi vardı. Mübarek bir zat. Rahmetullah-i aleyh. Bir çok hoca efendi, kendisinden besmele çekmiş. Camilerde beni dinleyince, eniştem olan Yeni Cami imamı Hoca Osman Efendi’ye “Bu çocuğun istidadı var. Buna talim okutayım” demiş.”

Bir yeteneğin keşfedilişi böyle başlamış. Her zamanki gibi diyebiliriz sözün kısası. Yeterki yeteneğiniz olsun, onu bir gün biri muhakkak görür. Abdurrahman hocamızda da yetenek olunca... Allah ona güzel bir yetenek vermiş, inancı ve yeteneği birleşince hocaları yetiştiren bir hoca ortaya çıkmış. Hocamızın kendi anlatımıyla hayat hikâyesini okumaya devam edelim.

“Benim ağzım düzgündü. Talimim de iyi idi. Çünkü babam ehl-i Kur’andı. Fakat tabi talimi başından sonuna kadar okumak usuldendir. Abdurrauf Efendi, bu tarihte mahkeme-i şer’iyyede aza idi. Aynı zamanda Rüştiye mektebinde Gülistan okuturmuş. Uzun boylu, insan güzeli bir zat. Dihyesi de size benzerdi. (Abdurrahman Hoca burada, sohbetimize iştirak eden Büyükçınar Hoca’yı gösteriyor tebessümle) Yukardan kalkıp mahalleden geçtiği zaman herkes ona hürmet ederdi. Orada, çarşıda 3 tane cami var. Cemaat her sabah cami değiştirir. O sabah bu cami, öbür gün öbür cami, ertesi gün öbürküsü, böyle cami değiştirirler. Bu oraya mahsus bir adet de değil. İslamî bir rükündür. Çünkü bir kimse, bir caminin içerisinde, aynı yerde namaz kılmayı itiyad edinirse bu mekruhtur. Kasabanın şark tarafında Yeni Cami, orta tarafında Orta Cami, aşağıda batı kısmında da Ulu Cami vardır. O, Yeni Cami'ye gelir, ben de oraya giderim. Sabah namazından sonra okutur. Ertesi gün Orta Cami'ye gelir. Ben de oraya giderim. Orada okuruz. Üçüncü günü de Ulu Camide okuruz. Hoca bir sayfadan fazla dinlemez. Azami bir sayfa dinler. Böyle ağır bir şekilde okuduk. Bir misal vereyim: “Allahüekber” üzerinde on gün on beş gün çalıştık. Talim böyle okunur.”


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yazılış Tarihi: 28.05.2012

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 124

Merhaba sevgili okurlarım. Bu yıl bol yağışlı bir bahar geçiriyoruz. Umarım bereketi bol olur; meyve ve sebzeye doyarız. Geçen hafta yazımızın sonunda bu haftada Ahmet Oktay’ın şiirlerine yer vermeye devam edeceğimi duyurmuştum. Geçen hafta Ahmet Oktay’ı sizlere tanıtmıştım. Şairimizi bu bölümde de bir kere daha tanıtmam gerektiğini düşünüyorum. Geçen haftaki tanıtım bölümünü olduğu gibi aktarıyorum.

“1933 yılında Ankara’da doğdu. Yazmaya ortaokul sıralarında başladı. İlk şiiri, 1949-1950 yılları arasında Gerçek dergisinde yayımlandı. Öğrenimini lisede yarım bırakarak çalışmaya başladı.
Ahmet Oktay, 1950’li yıllarda Mavi Hareketi içinde yer aldı ve aynı adlı dergide yazıları ve şiirleriyle etkin bir rol oynadı. 1961 yılında Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda ‘parlamento muhabiri’ olarak profesyonel gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde ve TRT Haber Merkezi’nde muhabirlik, haber müdürlüğü yaptıktan sonra 1982’de TRT’den emekli oldu. Bir süre daha Milliyet gazetesi’nde çalışmaya devam eden Ahmet Oktay, 1993 yılında görevinden ayrılarak kendini tümüyle yazmaya verdi.
Başlangıçta yazdığı şiirlerle Ahmed Arif şiirinden etkilendiği izlenimini verirken, 1960’lardan sonra toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni’ye doğru yöneldi. Şiirlerinde destansı bir söyleyiş kullandı, zengin sözcük dağarcığı ile kendini hemen belli eden bir tarzla şiirler yazdı.
Şiir kitaplarından özellikle Yol Üstündeki Semender (1987) Behçet Necatigil Şiir Ödülü almasınında ötesinde içerdiği şiir isimleriyle de önem kazanmıştır. Her bir şiirinde intihar etmiş bir şairi şiire dönüştürmüş ve o şairin biçemiyle kendi biçeminin karışımı enfes bir biçem ortaya koymuştur. Türkiye’de birçok şiirsever bu şiir kitabı nedeniyle gizli kalmış Türk ve yabancı şairleri farklı yanlarıyla öğrenebilmiştir.”

...

BEŞ KURUŞA AŞK ŞARKILARI

Bir yalnızlık büyütürdüm saksıda
kalandı çok eski günlerden
bir bana yetsin, hıncımı arttırsın
aşkımı pekiştirsin diye sevince.
Günüydü, gelip durdu hüznümün önünde
gidilmemiş bir saklı deniz sandım.

Kıpırdamazdı yapraklar geceyle
tüketirdi çiçeği, kuşu sevdiremeyen konyak
bana neydi gülmeler, şarkılar
otobüs durakları, alandaki kalabalık
geldi durdu, alana merhaba dedim.

Bir göz bozgundur yerine göre
vururdu pencereme rüzgâr,
ben hep öyle bir gözdüm
çığlığını kendine saklayan.
Düş kurmazdım, beklemezdim şurda burda,
çiçek demetleri, bisikletler geçmezdi
apansız geliverdi sokağıma.

Hıncım bana kalsın gayrı
sen yalnızlığımı götür.
Bana çay demlemeyi öğret
elimi yüzümü yıkamayı,
ağzıma rakı koydurma.
Hıncım bana kalsın diyorum
çünki ben bu kenti kendimde büyüttüm
bir barbarın vahşi ateşiyle,
çünki yapılarının taşında onulmazlığım
çünki şarkılar kanımın bedeli.

En sevdiğim kelimeler gibisin
örneğin öfke gibi
hani bir zamanlar
dağda ve sokakta açan.
Örneğin umut gibi
günde, gecede yitip durduğumuz
zeytin dalını dal eden.
Örneğin aşk gibi
denizlerin üzerinde yürüten.
Örneğin kavga gibi
yüreğimi sıkı, saçlarımı kara tutan
kayaları yumuşatan kavga gibi.

Denizler benim kadar kıpırdayamaz
bak şimdi parklardayım
bir çocuğun menevişli gözlerinde.
Hüzünleri bırakmanın günü
günü çığlığı olmak dünyanın,
hüznümü iki kat ediyor ama
gecede alnıma dayalı alnın.

AHMET OKTAY

***

BEŞİR FUAT

-Enis Batur'a-

Gün doldu: Kendime bir aksisedayım
Ürktüm hep hayalâttan. Aklım
bana açıkla: Yırtılan
zaman mı gülün yaprağı mı? Elinde
buruşturuyordu validem. Kapatılmış
ve leyli bakışlı mecnune. Ömrüm
şimdiden “bir devr-i hüzün”
ve kapkara matem: Dizdizeyim
dalgın hayaletinle. Ufku
sen misin seyreyleyen
Darüşşifa'nın o tozlu
penceresinden, ben mi? Vehimler
ve cinnet korkusu
bana mirasın. Ölü oğul da
küçük, çıplak ayaklarıyla
geziniyor sofada, çatının
içindeki rüzgâr gibi.

Ey hafıza! Kanıyor
Ne varsa süzdüğün. Siyah zambak:
Koridorlarında usulca açan
o Cizvit mektebinin “Gecede
yazmayı mutad edindim”
daha o zamandan. Sırdır
çünkü yazı: Candan doğar
ve ayan ettikten sonra
sır olur

Nemsin benim
öteki zamanlardaki çocuk? Bir hasım
gibi mi büyüttüm seni kalbimde?
Sözüm sana yine de: Kimi gerçek
daha derin düşten. Düşler de
geleceğe gönderir ve Yitik Söz
dirilir okurun dilinde.
Yaşamım! Doğrusun
yanlış olduğun kadar. Bir diken
gibisin içimde.

Ah! Gülün yok.
Doğ karanlığın devâsa
rahminden de
okurum hisset beni:
“İntiharımı da fenne tatbik edeceğim:
Şiryanlardan birinin geçtiği mahalde
cildin altına klorit kokain şırınga
edip buranın hissini iptal ettikten
sonra orasını yarıp şiryanı keserek
seyelân-ı dem tevlidiyle terk-i hayat
edeceğim”

Zevcem! Kim kimin uçurumu?
Her ağuş, ne yapsak

bir serzeniş aslında. Metresim!
Kucaklaştık ama daha bir kez
buluşmadık. Tecilin
dolmasını bekledim ben.

Suret-İ Varaka
“Ameliyatımı icra ettim. Hiç
bir ağrı duymadım. Kan aksın
diye hiddetle kolumu kaldırdım”

Ki “kâğıt dahi kanla mülemma”

AHMET OKTAY

***

BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU


Ne çok iz bedenimde senden:

İki siyah haşhaş açtı
düşlerinle ısırdığın omuzlarımda;

göğsümdeki bu onmayan yara
gözyaşının damladığı günden kalma;

“Mutlu aşk yok” diye inildemişti Aragon,
uçurum gibi parıldayan Elsa’ya. Ah!
Zakkumsu ses; gümrah
bir bahçe olsun isterdim,
kederin ve deliliğin arkası.

– Ne kaldı bana senden – demiştin,
çürüyen güllerin anısı sadece
çürüyen güllerin anısı.

ah! Niye kesmedin
uyurken bileklerimi?

AHMET OKTAY

***

BİR PORTRE İÇİN TASLAK

Gece bir geyik bahçesidir bazan
ürkek, korkulu, nefes nefese,
çünki hep birileri gelecektir
hep birilerine gidecektir
düşlerin ve şarapların üstüne.
İşte düş de, şarap da bozgunda,
tatsızdır camın önündeki deniz
süzülen martılardan ne çıkar?
Geldiler gürültüleriyle
beşli, onlu bir can sıkıntısı.

Hiç kıpırdamaz, hiç anlamaz
çünki biz demek ben değiliz
kuşun nasıl uçtuğunu bilmeyiz
bir yeşilin ne olduğunu da.
Bir geceye mi çıkıldı? Onlar da var
yürekleri ve elleri nasırlı,
kimseler bir şey anlatmıyor
çiçeğe, suya, göğe ait
nasılsa bir aradalar.

Saatler ölümle bitişik ama bilinmez
işte gidiyorlar mı? Gitsinler
bardak ve sokak onun olur böylece.
Bozulmuş estamp bir gökyüzüydü
bazı adamlarla daralan.
Böylece kalkar engel
bir duyudur oturduğu yerde artık
çocuklarla çocuk olan.
Çıkarır salar mavi kuşları
kendi göğüne kendindeki ormandan.

Demek gittiler. İyi öyleyse
duyabilir saatlerle ölümü,
isterse eşkıya bir aşkla süsler
bazan da acılarla onu.

İskelede bir vapur vardır, o güzel
iki kişi yeter dünyayı anlamaya,
birinin ağlamasıdır herkesin ağlaması
tutar yüzünü elleriyle siler.

Ne olur geyikleri bahçede bırakın
ne anlatabilir çoklar çoklara?
İşte bir cam parçası, bir çakıl
hadi gidip biraz yalnız kalın.
Elbette kavgamız yine kavga
elbette aşkımız yine aşk.
Bakın, konyaklar içiliyor
hüzünden yapılıyor denizler
ama hadi, yalnız kalın.

Bir çocuk mu ağlıyor? Duydu
çünki bütün çocuklar ondan geçer
kırık oyuncakları, kirli yüzleriyle
Kamburunu çıkartır, usulca yürür
en iyi böyle duyulur gece.
Gece çoğaltılmış bir umudur
sessiz vapurlarla, kısık ışıklarla,
adamlar bir şey arar içkilerden
kadınlar bekler yünleri ve hüzünleriyle.

O da bir kadındır sıkıntılar yapan
renkli kağıtlar ve elişleriyle.
Elbette büyütür bir gökyüzünü
el sallar gece otobüslerine,
bir gazete alır, bir cümle yazar
çünki herkes korkar yalnızlıktan
ve her yerde bir intihar vardır.

Kendiyle yenilir her hüzün
bırakın geyikleri bahçesinde,
birlikte söyleyelim teklerden koro
‘her yerdeki intiharları durduralım
her biçimdeki intiharları durduralım’

Ama hadi, yalnız kalın.

AHMET OKTAY

***

BÜTÜN ERKEKLER ÖLÜR

Çünkü gök sıkıntıyla ağar
rüzgâr buruşur, bir yaprak düşer
ve kaçıyordur solgun mavilikte
maviler ve al geyikler.
İşte altın ve kara akıntılar:
analar, yitirilmiş resimlik
yoksulluk, o korkunç kadın.
Susun, tümünün anıldığı gündür
kara yağmur ve ebem kuşağı
usulca bütün erkekler ölür.

Kıpırdamasın insandan gelen sesler
kamyonlar devrilir dağ yolunda.
Rehincide kalan bir gümüş saat
emanetçide unutulan bavul
geçip giden gök taşlarıdır
havadan ve selüloit mavilikten.
Ey mermeri bozuk yalnızlık
sanki kutsal bir avdır suskuda
ve bir yakut parıltısıdır artık.

Çünkü gök kanla ağıyordur
soluk soluğa atan bir damar
kalbinde hırçın denizin
ve toprağın nabzında
unutulmak gibi bir şahdamar.
Ürperir aynı rüzgarla
darağacı, çarmıh ve çiçek
sussun yatakların fısıltısı
avuçlarda parıldayan kehribar:
ekmekli, zincirli ve başları eğik
kadınların erkekleri geçiyordur.
Ve üzgün deltası kısacık ömürlerin
bir albüm, bir şarkı, bir çocuk.

Hangi doldurulmuş hüznün yakutu
çocukluk defterlerince soluk
ki savaş alanlarında parıldar
bütün koruluklardır ay ışığı
ey ulaşılmayan dayanak aşklar
elleri kanatan kesici ağıt.
Hep unutuştur akılda kalan
sıçrayan, yenilen ve ölen geyikler
derdin eksilmediği kalem ve kağıt.
Kısa ve kesin bir sözdür erkekler
İspanya’da “Non Pasaran”
kızaran kilise çanları
katedrallere çöken gölgelik
İtalya’da “Mamma Mia”
işte avuçların dünyayı duyduğu kayalar
sarkık bir bıyık Meksika'da, “Viva”
Nehirler kurur, susar aşk
ve en katı sözdür erkekler
kıraç ve yoksul Anadolu’da.

Büyük ve yeniktir erkekler
söz dinlemez serüvenci çocuk
su şırıltısında sayıklayan hasta
ve deli bir sevgilidir sabaha kadar
bulgulu, korkunç ve utançla.
Yararsız bütün leylak ağaçları
hiç bilmiyor erkekler
doğan ve ölen çocukların hüznünü
çünkü daha önceden ölürler.

Çünkü gök ağıyordur kanla
hep yenik yıldızlar vardır
anı defteri, kum saati, savaş alanı
bir yüz
işte o kandır.

Ey ışığını dağıtan kristal
ölümsüzlük, ele geçirilmeyen gömü
ayışığı denizle kendini sürdürür
işte her şey geçip gitmede
usulca bütün erkekler ölür

AHMET OKTAY

***

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlarım. Hayatınıza bir küçücük tat bıraktığımı umarak hepinize iyi pazarlar diliyorum. 


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 27.05.2012

26 Mayıs 2012 Cumartesi

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ŞEHRİMİZİN ÜNLÜLERİ 2


Fahri tuna “Fiziğiyle, alışkanlıklarıyla, karakteriyle babanız nasıl bir adamdı?” diye Nihat Yıldız’a soruyor.

“Orta boylu, adaleli yapılı biriydi. Ölene kadar da göbek filan yoktu. Sportmenliği ölene kadar devam etti. Hatta biz çocukluğumuzda Kefken’e giderdik. O orada havada parende atardı, ondan başka hiç birimiz yapamazdık. Ehliyetli elektrikçiydi. El becerileri çok gelişmiş olduğu için, evimizin altında, bakkalın yan köşesinde, elektrikli aletler ve gaz ocağı tamiri yapardı. Şerefiye Camii’nin elektrik donanımını Elektrikçi Mustafa Amcayla birlikte ücretsiz olarak yapmışlardı. Bahçemiz genişti, bugünkü Yuvam Sokak’ta Belediye Çocuk Kreşi olan yer bizim bahçemizdi, yani evimizin arka tarafıydı. Bir dönüme yakındı. Babam marul, soğan, turp vs. kış sebzelerini eker, ucu delik şişi vardı, ipi geçirir, sebzeleri takar, sonra hediye olarak bizden her akşam komşulara gönderirdi: ‘al bunu oğlum, Zihniyehanım (Necdet Birgen’in kayınvalidesi) teyzene götür, al bunu Sabri Amcanlara (Kuaför Ayten’in babası) götür, al bunu Mustafa Amcanlara (Aldinç) götür, al bunu doktor Cavit Beye (Gürarda) götür, al bunu Leman Hanımteyzene (Fehmi Dericioğlu hanımı) götür.’ En büyük zevki bahçede ellerliyle yetiştirdiklerini eşe dosta dağıtmaktı. Elektriği, zili arızalı olanı ücretsiz tamir ederdi.”

Fahri Tuna Tel cambazı Abdullah’ın küçük oğlundan babasıyla ilgili bir anı anlatmasını rica eder:

“Annem anlatırdı, cambazlık yaparken bazen kızar, kahveyi telde, sandalye üzerinde içer" derdi. 25 yıl süreyle hiç düşmemiş. Dedem çok zengin olduğu için, babamın paraya ihtiyacı olmamış ama cambazlıktan da harçlık çıkartmış. Cambazlığı 25 sene önce zevk, alkış, şov için yapmış. Ama kazandığıyla evini de geçindirmiş. Babam anlatırdı. 1928’lerde 6 ay paralı askerlik yapmış babam, 950 lira ödedik derdi, çok büyük paraymış tabii o zaman. Tümende fırın yokmuş, babam subaylara demiş ki ‘buradaki herkes paralı, ben bir gösteri yapayım, para toplayalım da fırın yapalım’, teklifi kabul edilmiş, babamın yaptığı gösteride toplanan parayla Adapazarı Tümenine (Çark Caddesindeki) fırın yapılmış.”

Fahri Tuna’nın belirttiğine göre tel cambazı Abdullah yıldız’ın Amerika’da yaşayan ikinci kızı Nursen Tugaybatur 1940’larda babasıyla merdiven gösterisi yapmışlar. İstanbul’da oturan büyük kızı Nurhan Obüs’ün 1969 doğumlu oğlu Erkan Obüs ve 2000 doğumlu torunu Kaan Obüs akrobasi ve sihirbazlık dalında dedeleri gibi gösteri dünyasına katılmışlar.

Türkiye’nin tanıdığı mizah yazarı ve hoşsohbet 91 yaşındaki mimar Aydın Boysan “Bizim Samatya Narlıkapı Çıkmazı'nda... 1935’te ayrıldığımız mahalledeki... Bizim bayram yerinin en büyük numarası Cambaz Abdullah’tı. Siyahlar giyinen, çok yakışıklı balet gibi biriydi. Hakkında bir sürü rivayet dolaşırdı; çok iyi bir aileden geliyor. Cambaz Abdullah şöyle, Cambaz Abdullah böyle...”  diyerek Cambaz Abdullah Yıldız’la ilgili hatırladıklarını Yeşim Çobankent ve Janset’le yaptığı “bayram” sohbetinde belirtmişti.

Gazetemizin kurucusu sayın büyüğümüz Cezmi Hakman Beyefendi Abdullah Yıldız’ı bizlere şöyle tanıtmış.

“Sportif bir kişiydi, şimdi Büyükşehir Belediyesinin bulunduğu park, eskiden futbol sahasıydı, 1946-47’ye kadar, rahmetli Abdullah amcamız oradaki meydanda halka gösteriler yapardı, direkler kurulur, teller çekilirdi, genellikle bayram zamanlarında olurdu, binlerce Adapazarılı merakla izlerdik. 4-5 metre yükseklikteki ayaklarla şimdilerde “uzun adam” denildiği şekilde sokaklarda dolaşırdı. O zamanlar bizim gibi çocuklar için çok önemli bir eğlenceydi. Onunki bir sanattı, spor olduğu kadar. Rahmetlinin tel üzerinde kurban kestiğini bizzat görmüş kişilerden biriyim.”

Abdullah yıldız Sayın Cezmi Hakman beyefendinin sevgili eşi Ayhan Hakman hanımın amcası oluyorlarmış. Kendileriyle Fahri Tuna’nın bu konu hakkında yaptığı bir görüşmeyi gene Fahri Tuna’nın satırlarıyla aktarıyorum.

“Rahmetli Abdullah Yıldız, benim öz be öz amcamdı. Son derece duyarlı, hassas biriydi. Son derece iyi niyetli, herkese iyilik yapmak isteyen, bayramlarda bizleri beklemeden gelip ziyaret eden biriydi. Oğlu Nihat ona en çok benzer kişiliklidir. Sevgi dolu biriydi. Ayrıca çocukları da sevindirmek için, tel üzerinde, ayaklarına gaz tenekeleri bağlar, gider gelirdi. Telin üzerine bisikletle pedal çevirir gider gelirdi. 1920, 1930 ve 40'lı yılların Adapazarı’nda çocuklar için en büyük mutluluk Cambaz Abdullah Yıldız’ı seyretmekti. Pazar günleri ve özel günlerde gösteri yapardı. O zamanlar sinema yok, bir şey yok. Tek eğlencemiz oydu. Gösteriler açık alanda olur, çocuğunu kapan gelirdi. Amcam para falan da almazdı. Onunla birlikte yerde palyaçolar da gösteri yapardı. Amcam 1949’dan sonra cambazlığı bıraktı, vefatına kadar Çark Caddesinde bakkallık yapmıştı.”

Şehrimiz ünlülerini tanıtmaya çalıştığım ilk kişi cambaz Abdullah Yıldız’ı yaşımız dolayısıyla tanıyamadık. Onun hakkında yazılanları okuyunca eski zamanların o sihri sardı beni. Ne güzel anmışlar kendisini. Gelecek yazıda tanıtacağım şehrimizin ünlüsü Abdurrahman Gürses olacak.


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 25.05.2012

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ŞEHRİMİZİN ÜNLÜLERİ 1



ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Adapazarı 1956’da il olan ve içinde geçen nehrin adıyla anılan Sakarya ilinin merkezi konumundadır. Çok bereketli topraklara sahip tarımcılığına ilave olarak bir sanayi kentidir de. Özelde Adapazarı’nın, genelde Sakarya’nın bulunduğu bölgenin hızlı gelişmesine bakarsanız ülkemizin kalkınma hamleleri içindeki bu bölgede ön sıralarda yer alma konusunda biraz geride kaldığını görürsünüz. Öyle veya böyle bir gelişmenin içinde olduğuda görünür bir gerçektir. Böyle olduğu için hatırı sayılır göçler almaktadır. Bu sanayi ve tarımsal büyümeyle aşırı büyümeden gelişerek şirin bir şehir olma kararlılığını sürdürmekte olan ilimizde şimdiye kadar pek çok ünlü doğmuş ve/veya yaşamıştır.

Bir şehir ünlü kişilerle ünlenir. Bu kişiler ne kadar çoksa, şehirlerde o kadar büyük olur. Bazende bu sayıya bakmaz, nitelikçe bazen 1, 2’den değerli olabilir. Onun için nitelik nicelikten daha önemlidir. Şehirlerin niteliği yaşayanlarının niteliğiyle orantılıdır.

Şehrimizin ünlülerini anlatmayı amaçladığım bu dizi yazıda kişilere alfabetik sıralama uygulayacağım. Bunu özellikle belirtiyorum; çünkü hiçbir ünlü kişiyi diğerinin önüne geçirmek gibi bir niyetim yok! Her ünlünün eskilerin dediği gibi kişilikleri “nev-i şahsına münhasır”, yani kendine özgüdür. Kendilerini ünlü yapan özelliklerde kendilerine özgüdür. Bu durumda alfabetik sıralama uygulamam bana göre en adil tutum olacaktır.

***

TEL CAMBAZI ABDULLAH YILDIZ

Araştırmacı Fahri Tuna

“Adapazarı’nda eğlence” denilince, yaşı 70’in üzerinde olanların aklına ilk gelen isim “Tel Cambazı Abdullah”tır. Şöhreti sadece Adapazarı'nda değil bütün bir Türkiye coğrafyasının batı kesiminde yayılmış biridir Abdullah Yıldız.
Zamanında gazetelere “Türkiye'nin en uzun adamı” diye fotoğrafları basılan, tel üzerinde her türlü akrobasi hareketini “yolda yürürcesine” sergileyen bu Adapazarı kahramanı kimdir acaba?

Diyerek tel cambazı Abdullah Yıldızı tanıtmaya başlar.

“Emir Hafız” lakaplı Hafız Hattat İsmail efendi ile Hanife hanımın üç çocuğunun en küçüğü olarak 1908 yılında Adapazarı Saraçlar Sokağında doğduğunu belirtir.

İlkokulu bitiren Küçük Abdullah’ın, hareketliliği ve gözü karalığı tüm dikkatleri üzerinde toplar. Abdullah Yıldız henüz 16 yaşındadır. Yıl 1924’tür. O sırada Adapazarı’na Bulgar tel cambazları-akrobatlar gelir. Yaptıkları gösterileri hayranlık ve heyecanla izler. O gösterileri izledikten sonra Abdullah tel cambazı olmaya karar verir. Önceleri iki tahta ayak yapar, uzun mu uzun ve çevresindekilerin şaşkın ve hayran bakışları altında yürümeye başlar.

Fahri Tuna’nın satırlarıyla Abdullah Yıldız’ı tanıyalım.

Küçük oğlu Nihat Yıldız'a kulak veriyoruz: “Babam kendisini hiç anlatmazdı, sanki yaptıkları onun için sıradan, doğal şeylermiş gibi davrandırdı. Hep annem anlatırdı babamın yaptıklarını. Daha sonraları telde bisikletle, leğenle, gaz tenekeleriyle gezermiş. Onu yaşı 70'in üzerindeki eski Adapazarılıların hemen hepsi iyi hatırlar. O zamanlar tek eğlence oymuş. Hatta babam bir gün kızmış, telde sandalyeyle oturmuş. O fotoğrafların hepsini getirdim, sizlere takdim edeceğim.Fotoğraflardan da görüleceği gibi, babamın tel üzerinde yaptığı en önemli ve en zirve gösteri, 1936 yılında o günkü adıyla Araba Fabrikası, sonraki adıyla TZDK Fabrikası bahçesinde tel üzerinde kurban kesmesidir, ki fotoğrafı elimizdedir."

Zamanında şöhreti neredeyse tüm Türkiye’ye yayılmış olan tel cambazı Abdullah’ın, inşaat mühendisi olan oğlu Nihat Yıldız’a soruyoruz: “Bu sanatı babanız ne kadar süreyle yapmış?” Cevaplıyor: “1924 yılında başladığını söylemiştim. Ben 1948 doğumluyum. Hiç hatırlamıyorum. Babamdan dinlediğime göre 1924-49 yılları arasında sanatını icra etmiş. 25 yıl süreyle babam evini tel cambazlığıyla geçindirmiş. İstanbul başta olmak üzere, bütün Marmara, Ege ve İç Anadolu vilayetlerinde gösteriler yaparmış. Bırakma nedeni ise, o zamanlar oteller yok, çadırlarda filan konaklanmakta, çoluk çocuk da büyümeye başlayınca, 41 yaşında sanatını bırakmaya karar vermiş.”

Tel cambazlığını bırakınca çocukluk arkadaşı Ömer Canlı’yla (Fahri Tuna, Ömer Canlı’nın Dr. Sadık Canlı’nın babası olduğunu belirtiyor.) üç yıl ticarete atılmış ve elbise satmışlar. Tekrar Fahri Tuna’nın tel cambazı Abdullah Yıldız’ın oğluyla yaptığı röportaja dönelim.

“Bunları bana hep annem anlattı. 1930’larda anneannemden kalan Çark Caddesi’ndeki eve tanışmışlar (Cevat Bey Konağı ile Gazozcu Recep’in arasındaki binaydı binamız, sonra Yalçın Koçak’a sattık, şimdi dershane olan iş hanı). Babam 1952’den itibaren vefat ettiği 1966’ya kadar evimizin altında bakkal dükkanı işletti. 1966 ramazanında, 16 Ocakta, oruçluyken bir Pazar günü, henüz 57 yaşındayken dut ağacından düşüp beyin kanamasından vefat etti, Yorgalar Mezarlığının hemen girişte sağdaki aile kabristanına defnettik.”


DEVAM EDECEK


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 23.05.2012

İLİMİZİN ÜNLÜLERİNİ YAZMAYA BAŞLARKEN


İlimizin il olduğu tarih öyle çok eskilere dayanmıyor. Adapazarı 1956’da il olan ve içinde geçen nehrin adıyla anılan Sakarya ilinin merkezi konumundadır. Çok bereketli topraklara sahip tarımcılığına ilave olarak bir sanayi kentidirde. Bulunduğu bölgenin hızlı gelişmesine bakarsanız ülkemizin kalkınma hamleleri içinde yer alma konusunda biraz geride kalmaktadır. Öyle veya böyle bir gelişmenin içinde olduğu görünür bir gerçek olduğu için hatırı sayılır göçler almaktadır. Bu yüzden dönem dönem demografik yapı değişmektedir. Bu değişen demografik yapının gelecek nesillere güzel hikâyeler bırakacağını umuyorum. Tıpkı bundan önce bıraktığı gibi.

Geçen gün gazetemiz yazarlarından Sayın Sedat Balta’nın kentimizde doğup büyümüş ünlü hikâyecimiz Sait Faik’i konu edindiği “Sait Faik’in Değeri Adapazarı’nda Bilinmiyor” başlıklı yayınlanan yazısını okuyunca ilimizde yetişen ve unutulan değerler başka kimlerdir diye düşündüm. Bilmemek benim ayıbımdı. Sait Faik’e hakkı olan değeri göstermeyen il yöneticilerinin de ayıbı çok büyük.

Kim sorarsa il kültür müdürlüğümüz ve belediyelerimizin kültür daireleri var. Onlar kendilerine dinlenme tesisleri oluşturmaktan başka ne yapıyorlar? “Afa” Sakarya Üniversitesinden alınıp il kültür müdürlüğüne verildiğinden beri köhne bir görünüm aldı. İçinde bulunan 6 Nokta Körler Derneği’ne körleri kovamadıkları için (ellerinden gelse kovacaklar ama valiliğin engel olduğunu duyuyorum, Allahtan ki duyarlı valilerimiz var) çin işkencesi yaparcasına erişimi güçleştirmekten başka ne yaptılar? Sorumlu bir müdür aradığımda herkes kendinden başkasını gösteriyor. Dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimde müdürlerin yok olduklarını görüyorum. İşte ilimizin kültür işlerini yöneten kişiler bunlar! Bu yüzden Sait Faik gibi ilimizin övüncü bir hikâye yazarımıza hak ettiği değerin verilmesini beklemiyorum. Çünkü bunlar görevlerini yerine getirmekte olmaları gereken binaları “dinlenme tesisi” yapmakla meşguller. Gidin bakın; herkesimden insanın gelebilmesi için fiyatları ucuz tuttuklarını söyledikleri tiyatro oyunları sırasında salonlarda kaç tane engelli var? O kadar merdivenlerin olduğu yerde engelliler için bir tek rampa yoksa oyun seyreden engelli nasıl olsun?

Sayın Sedat Balta yazısında; “Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı başta olmak üzere belediyelerimizin ilgili birimleri dünya çapında önemli ve değerli bu hikâyecimize niye sahip çıkmıyorlar anlaşılır gibi değil” diye soruyor, gene Büyükşehir Belediyesi’nin 28 Mayıs tarihinde AKM’de yapılacak “Hemşerimiz Sait Faik” başlıklı paneli haber veriyordu. İşte bunlar güzel haberler. Bundan daha fazlasını beklemek böyle bir yazara sahip bir il olarak hakkımız. Mesela sokak adlarımız kaldırılıp numaralandırılacağına (bence numaralandırma şahsiyetsizleştirme anlamını taşır) ilimizin değerli insanlarının adı konsa daha güzel olmaz mı?

Sayın Balta Panele konuşmacı olarak AKP Milletvekili Ayşenur İslam, Necati Mert, Prof. Dr. Yakup Çelik, Prof. Dr. Engin Yılmaz’ın katılacaklarını duyuruyor. Haklı olarakta “Yeri gelince hemşerimiz dediğimiz Sait Faik’e sahip çıkılmaması ‘ideolojik’ olabilir. Öyküleri dünya görüşlerine uymayabilir. Ancak bu Sait Faik’in Adapazarlı bir hikâyeci olduğu gerçeğini unutturamaz.” diyor. İşte dayanak noktamız aynı kentlilik olmalı. Aynı kentliliği güdersek ayrımcılık kalkar. Buradan hareket edildiğinde aynı ülkenin yurttaşı olmak fikrine ulaşılır ki buda birleştirici unsur olmaya yeter. Fransızlar her görüşten yazar, sanatçı, bilim adamı ve politikacı için “onlar Fransadır” der ve eklerler, “birini bile içinden çıkarsanız Fransa, Fransa olmaktan çıkar!”

Öyleyse birini bile çıkarmadan her değerimize sahip çıkalım. Bizi biz yapan bu değerlerdir. Bunu hatırlamama yardımcı olduğu için Yazarımız Sayın Sedat Balta’ya teşekkür ediyorum.
Köşe yazısını okuduktan sonra ilimizdeki ünlülerin pek bilinmediklerini düşünerek bir dizi yazıyla bu ayıbımızı bitirmeye karar verdim. Gelecek yazımızdan itibaren ilimizin yetiştirdiği değerleri anlatmaya başlayacağım. Bu konuda araştırmalar yapan Fahri Tuna beyin doyurucu yazılarına rastladım. Ayrıca internet yoluyla aradığım isimlerde oldu. Birkaç kaynağa bilgileri doğrulatmaya çalıştım.

İlimizin yetiştirdiği 49 ünlü isim buldum. İlk listede anlatacağım 16 kişinin hikâyesi oldukça eğlenceli. 2. listedeki 33 kişi genelde bu günde yaşayan ünlülerden oluşuyor. Listelerde kimler var derseniz biraz sır verelim.

Cambaz Abdullah Yıldız, Reis-ü’l Kura Hafız Abdurrahman Gürses, Aşık Güvahi, Esin Engin, Faik Baysal, Falih Rıfkı Atay, Halit Çelikoğlu, Hamdi Özarutan, Hürrem Erman, Kerim Korcan, Saim Özel, Sait Faik Abasıyanık, Sezgin Burak, Yesari Asım Arsoy, Yıldırım Gencer, Ziya Taşkent.

Bu ilk listeydi. İsimler önem sırasına göre değil alfabetik dizilmiştir. İkinci listede şu isimler var:

Ahmet Toçoğlu, Aşkın Nur Yengi, Aykut Kocaman, Ayşegül Aldinç, Banu Güven, Bülent Uygun, Didem Uzel, Ebru Cündübeyoğlu, Eren Ermiş, Engin İpek, Engin Yüksel, Gaffar Okkan, Gürkan Uygun, Hakan Keleş, Hakan Şükür, Halil Mutlu, Kenan Sofuoğlu, Mahmut Hanefi, Oğuz Çetin, Orhan Ak, Sabri Ugan, Sadettin Tatan, Sedat Peker, Semih Saygıner, Süleyman Seba, Süleyman Vural, Şansal Büyüka, Tayfur Havutçu, Tuncay Şanlı, Timur Acar, Uğur Dündar, Umut Akyürek, Yılmaz Vural.

Daha benim bilmediğim ve ulaşamadığım kim bilir kimler vardır? Bu kişilerle ilimizi, dolayısıyla şehrimizi daha iyi tanıyacak ve değer vereceğimizi umuyorum. Bir şehir ünlü kişilerle ünlenir. Bu kişiler ne kadar çoksa, şehrimiz o kadar büyük olur. Bazende bu sayıya bakmaz, nitelikçe bazen 1 bile 2’den değerli olabilir. Onun için nitelik nicelikten daha önemlidir. Şehrimizin niteliği yaşayanlarının niteliğiyle orantılıdır. 

  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 21.05.2012 
  

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 123


Merhaba sevgili okurlarım. Bütüne baktığımızda zamanın nasıl geçtiğini fark etmeden yaza erdik diyoruz. Aşama aşama, yaşayarak baktığımızda da zaman geçmiyor, yaz bir türlü gelmek bilmiyor diyoruz. Oysa zaman bildiği hızda yolculuğunu sürdürüyor. O bizden sabırlı. Öyle pek koşmaya niyetli değil. Bugün zaman yolculuğundan tek şiir kitabı olan şair ve yazar Cevdet Kudret Solok’la Ahmet Oktay’ı seçtim. Cevdet kudret’in az sayıdaki şiirlerinden bulduğum 3 şiiri sizlere sunacağım. Her zamanki gibi şiirlerden önce şairlerimizi tanıyalım.   

Edebiyatımızda Yedi Meşaleciler olarak bilinen bir akımı başlatan edebiyat topluluğunun kurucuları arasında yer alan Türk edebiyatçı ve edebiyat tarihçisi, tam adı Cevdet Kudret Solok olan, en çok Cevdet Kudret adı ile tanınan şair ve yazarımız 7 Şubat 1907 tarihinde İstanbul’da doğdu..

1. Dünya Savaşı sırasında babası öldü. Annesi Cevdet Kudret’i babasız büyüttü. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Kayseri ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptı. Türk Ansiklopedisinde, Türk Dil Kurumunda, Bilgi Yayınevinde çalıştı. 1952’den itibaren başlarda takma adlarla (Abdurrahman Nisari, Suat Hisarcı gibi), daha sonra kendi adıyla edebiyat ders kitapları yazdı. Öğretim görevlisi olarak girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksek Okulundan emekli oldu.

Şairimiz hakkındaki bir tanıtım yazısında şunlar yazılmış:

“Yalnız bireyin dünyasındaki buruk, içedönük, karamsar ve kırgın duygularını yansıtan şiirler yazdı.

1928’de Birinci Perde adlı tek şiir kitabını yayınladı. Oyun, hikâye, roman türlerinde de eserler verdi. Oyunlarında bireylerin psikolojik saplantılarını işledi. Daha sonraki yıllarda edebiyat ve tiyatro tarihine ilişkin incelemler yaptı, yazınsal sorunlara ilişkin eleştirel denemeler yazdı. 1945’de hazırladığı Türk Hikâye ve Roman Antolojisi’ni daha sonra Türk Edebiyatı’nda Hikâye ve Roman adıyla genişletti.

Karagöz adlı eserinde 35 karagöz oyununu tarihçeleri ve hikâyeleri ile beraber topladı.

1973’te çıkan Ortaoyunu ile Türk Dil Kurumu Ödülü’nü, son deneme kitabı Kalemin Ucu ile 1991 Sedat Simavi Edebiyat Büyük Ödülü’nü aldı. Şair ve yazar Cevdet Kudret 1992’de yaşamını yitirdi.”

Şimdi sıra Cevdet Kudret şiirlerine geldi. 
...

DİLEK

Bir küçük, bir küçücük evim olsa;
İçinde bir küçük, bir küçücük halım olsa;
Bütün bunlar benim öz malım olsa.

Masam, mürekkebim, etajerim,
Penceresinde benim perdelerim,
Etajerinde kitaplarım olsa.

Bir ufak, bir minicik evim olsa;
İçinde bir kadın, beni parasız pulsuz seven bir kadın
Bu kadın karım olsa!

Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Bir küçük, bir küçücük evim bulunsun,
Bir ufacık halım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Etajerim, kitaplarım olsun,
Beni parasız pulsuz seven karım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

***

GECE YARISI

Dizilir ince ince, alnına bir soğuk ter!
Gâvur mahallesidir evimin yukarısı,
Rüzgârın salladığı bir çan durmadan öter.

Bu ses aynı şekilde uzayacak yarın da!
Bazan bir ışık gezer, tamam gece yarısı,
Karşıdaki bir evin pencere camlarında...

Şimdi gözyaşlarımla karanlığı delerim;
Bana hatırlatıyor uzun uzun her akşam
Simsiyah servileri bembeyaz perdelerim!

Korkudan büzülürüm usulca bir kenara;
Yatmak için yerimden azıcık kımıldasam,
Gölgem bir hırsız gibi tırmanır duvara.

***

ON ÖLÜM ŞARKISI

VII

Rüzgar değmez oldu artık yüzüme,
Gün ışığı kapıma boş yere gelir;
Kötü bir düş gibi dolar gözüme,
Bu toprak bana dağ, size tepedir!
Toprak yukarda, gül, aşağıda yılan!
Elimde kelepçe, gözümde burgu!
Toprak, kemiğimden etimi soyan
Hırsız, kanlı katil, kefen soyucu!
Bütün uzuvlarım bana darılmış,
Kulağım unutmuş artık sesimi;
Hepsi ayrı ayrı hayale dalmış,
Bu omuz, bu ayak bu el benim mi?
Girdiğim çukurdan iki facia:
Burda karınca dev, insan noktadır;
Toprağın altında bir zaman daha,
Tırnaklar ve saçlar uzamaktadır!
Ölüler, ölüler, koşun imdada!
Ölüler, sizin en yoksulunuzum!
Ölüler, koşun ki öbür dünyada
Topraktan bir sema ile mahpusum!
Yağmur çisil çisil üstüme yağar.
Tabiat kardeşim yasıma ortak;
Şehrin üzerinde uçan bulutlar
Serviler ucunda sallanan bayrak!

***

Şimdide Ahmet Oktay’ı tanıyalım. İkinci şairimiz hakkında bulduğum bilgileri olduğu gibi aktarıyorum.

“1933 yılında Ankara’da doğdu. Yazmaya ortaokul sıralarında başladı. İlk şiiri, 1949-1950 yılları arasında Gerçek dergisinde yayımlandı. Öğrenimini lisede yarım bırakarak çalışmaya başladı.
Ahmet Oktay, 1950’li yıllarda Mavi Hareketi içinde yer aldı ve aynı adlı dergide yazıları ve şiirleriyle etkin bir rol oynadı. 1961 yılında Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda ‘parlamento muhabiri’ olarak profesyonel gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde ve TRT Haber Merkezi’nde muhabirlik, haber müdürlüğü yaptıktan sonra 1982’de TRT’den emekli oldu. Bir süre daha Milliyet gazetesi’nde çalışmaya devam eden Ahmet Oktay, 1993 yılında görevinden ayrılarak kendini tümüyle yazmaya verdi.
Başlangıçta yazdığı şiirlerle Ahmed Arif şiirinden etkilendiği izlenimini verirken, 1960’lardan sonra toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni’ye doğru yöneldi. Şiirlerinde destansı bir söyleyiş kullandı, zengin sözcük dağarcığı ile kendini hemen belli eden bir tarzla şiirler yazdı.
Şiir kitaplarından özellikle Yol Üstündeki Semender (1987) Behçet Necatigil Şiir Ödülü almasınında ötesinde içerdiği şiir isimleriyle de önem kazanmıştır. Her bir şiirinde intihar etmiş bir şairi şiire dönüştürmüş ve o şairin biçemiyle kendi biçeminin karışımı enfes bir biçem ortaya koymuştur. Türkiye’de birçok şiirsever bu şiir kitabı nedeniyle gizli kalmış Türk ve yabancı şairleri farklı yanlarıyla öğrenebilmiştir.”

İçeriğindeki tadı almanızı umarak şairimizin şiirlerine geçiyorum.

...

ACI

Usandım taş basması günler yaşamaktan
yalnızlığımı büyütüyorum korkunç
yani bağırmak sana sulardan.

Her gün yeniden ölmek
elinden karanlık adamların
yalanla, ekmekle, silahla.

Üstümüze bakarken çağlar
her çocuk başı okşadığımız
suçlu bizmişiz gibi
büyüyor avcumuzda.

Gözlerinde bile
deniz dibi gözlerinde ölüler
askerler ve gemiciler halinde.

İhtiyar yüreği toprağın
buğdayı, elma’sı
korkuda.
Suskunluğum, utancım büyük
sıkıntım kara.
Gel dağıt mavini
kör kuyular uykuma.

***

ANI

Yazdı gözlerimi yumduğumda, öğle sonrası;
dayımdı dutu silkeleyen, çarşafın dört ucunda
Dört kadın; herhalde komşu kızları;
dedem de su çekiyordu kuyudan,
Hamidiye’nin güvertesindeydi sanki,
oysa abdest alacaktı birazdan.

Ah! Sonsuz biçimler veren bize
Bellek ve Zaman.

***

ANNELER GÜNÜYMÜŞ

Panjurları dövdü tüm gece yağmur,
şafakla açtım: dupduruydu gök.
Çektim içime güllerin kokusunu,
çoktan kesilmişti karşı koruluk
yine de bekledim bülbül sesini.

Kim bildi ki sözlerin imlemini?
Gözaltında olduğumuz koğuşta,
Son firarda da enselenen Mansur
şöyle demişti sıtma nöbetinde:
‘nerde benim eski nefti kaputum?’

Unutmam, Haziran’dan gün almıştık,
ürkmüştüm güllerin curnatasından:
sözleşmiştim okuldaşım Mehmet’le;
sancır yüreğim hala, tutuklanmış
bana ‘Cemiyetin Asılları’nı
verdikten az sonra Gençlik Parkı’nda.

Bugün ‘Anneler Günü’ymüş. Yıl olmuş
şuramda pıhtılaşan yara. Bir gül
aldım, zifiri çingene kızından;
savurdum komşu köşkün terk edilmiş
bahçesine. ‘Yeşert’ dedim her yeri.

***

AŞI

Bir balıkçının yüzü vapurdan inince
gözümü alıyor öğle güneşi gibi,
dokunup geçse bir serseri kuş
ikindi vaktince incelmiş hüznüne
anlatacak avsız mevsimlerin
ve Çengelköy’ün tarihini.

Sarhoşluğundan aymaz hangi ozan
gücü tükenmez hangi taş işçisi
derin bir solukla daha sağlığında
yazıp bitirecek her şeylerin tarihini?

Çok intihar kullanıldı tarihinde
darağacına gitti ustaların
ve ağularla sınandı ey şiir
isyan eden ve olumlayan sözlerin,
gülü darılttı, Nisan’ı küstürdü
bir elmas sesi çıkaran özlemin.

Tarih elbet gözlerindeki hipnozlu mavilik
geliyor kardeşinin elinden tutmuş
yağmur altında ta Bulgarya’dan.
Ey bir su kaynağı gibi
durmaksızın kendini damıtan,
gözümü kamaştırsan da Çengelköy’de
işleyen senin yüzün
Niğde’nin elma bahçelerinde
ve Ağustos der demez
Malatya’da pestil seriyorsun
61’de Cilo dağlarında rastladım
ayazlamış sıla özlemine,
gelecek yıl Kozlu’dasın.

Bir gün sonu ağzımda çalkaladım
tütün ve yağmur kokan yalnızlığını,
çürüyen bir başak gibi yazık
boğulmuş bir çocuk gibi korkunç
gurbetçiliğine aşılandım.

İşte aşılandığım öteki şeylerin:

Durmadan çay demleyen
fırtına gibi uğuldayan sohbetin,
çakmaktaşı gibi dayanıklı yüreğin
zeytin yıkayan ellerin
çaparideki ellerin
mavzer tutan ellerin.

***

BALKON..

Yağmur çiseliyor!
Akıp gitsin üstümdeki küf!
Yakam bağrım fora.
Üç duble votkanın beklentisindeyim; dört şiddetinde bir deprem!
‘Mal ve can kaybı: dokuz gökdelen çökmesi ve üç kalp krizi’.
Gündelik nefretin maliyetini kurtarmasa da fena değil.

Yine de güneşlik bir yer istiyorum.
Yeşillik bir yer.
Herkes Kır’a sığındı.
Kent’i bana, benim gibilere bıraktılar:
Pisliğim, Çukurum! Hayalin ve Güzelliğin rahmi!
Dört yanına yayıldım.
Yatıyorum bütün mezarlarında.

Benim gezinti alanım iki küçük saksı.
Yetiyor bu gümrah arazi:
Balkon, bahçe ve kabir:
üst kattaki dul her sabah ve akşamüstü
sularken çiçeklerini beni de suluyor çünkü.

***

BENGİ İZ

Bir kahkahayla silkindim
dalıp gittiğim mektuptan;
yaşam hep böyle uyarır bizi,
katıksız neşeye dönüşür
altuni bir sesle
en derin kederler;
mutlu bir düşteymiş gibi
zamanın dibinden gülümser,
artık yanaklarından öpemeyeceğimiz
sevgili yüzler.

Budur odaya süzülen mehtabın,
kurumuş eski çeşmenin
açıklayıp durduğu bilgelik ve giz

Sevinç de olgunlaştırır kalbi
acı ve ayrılık gibi;
süzülüp dibe çökeldikçe anılar
anlarız ki
çürüme ve tohum süreçtirler.

Yine de yetmez zaman
gecenin ve kitapların söylediğini çözmeye,
kaç kent, kaç aşk terk edilmiştir;
sinmiştir ölümler
satırlara bir koku gibi;
hep bir şeyler kalmıştır geride
asla unutmak istemediğimiz

Yüzyıllar içre konuşur farklı Yazılar,
solar, yıpranır meşin ve parşömen
bellekte kalır o bengi iz.

***

Haftayada Ahmet Oktay’la birlikte olmak dileğiyle, gözünüzden renkler, kulaklarınızdan sesler eksik olmasın. Sağlıklı çevik ayaklarla pür neşe mayıs’a yürüyün. O mayıs ki içinde destanımız başlar, kurtuluşumuz.. her mayıs, 19 mayıstır. İyi pazarlar sevgili okurlarım.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 20.05.2012

SPOR, AHLÂK VE DURUM


Bütün toplumlar için temiz ahlâk çok önemlidir. Temiz ahlâk adaletin tesis edilmesinde önemli rol oynar. Sağlam toplum yapısına sahip olmak bununla mümkündür. Onun için önce temiz bir ahlâka (o moda deyimle etik değerlere) gerek vardır. Ahlâkın temiz olabilmesi için vicdan süzgecinin çalışıyor olması gerekir. Peki vicdan süzgeci nasıl çalışır? Sevgiyle desek yanlış olmaz sanırım. Sevgi, her şeyi kucaklayan bir sevgi olursa vicdan süzgeci mükemmel bir süzgeç olur. Canlı cansız, olgu olay ne varsa bunu anlayıp kabul ederek sevmek şarttır. Gören bir akıl sevgiye yol olmalı bence. Çünkü akılsız sevgi, sevgi değildir. Akılsız sevgi daha çok göstermelik bir sevgi olur ve vicdanı köreltmekten başka bir işe yaramaz. Ortaya hep faydayı güden, fayda peşinde koşan, faydasız hiçbir işe el atmayan insanlar çıkar ki, asıl ahlâksızlığın temeli böyle atılmış olur. Bugün ülkemizde ahlâk çöküntüsünden çok sık söz ediyoruz. Nedenini araştırırken her şeyin arkasında bu eksiklikleri veya etmenleri görürsünüz.

Futbolda bulunduğumuz ortam konumuzla çok güzel örtüşüyor. Orda kazanmak tek esas haline getirilince sporun o kendine has yarışma ruhu gitti, yerine kavga üreten, toplumu geren bir ruh geldi. Bu ruhla ahlâk giderek varlık temellerini yitirdi. Orda adaletin yeri hiç olmaz, yok da. Onun yerine yayıncı kuruluşla, kumar üreten iddia şirketlerinin toplumu esir alan uygulamaları var.

Oysa seyirlik sporlar gerilim için değil, toplumun gerilen sinirlerini gevşetmek için yapılır. Bütün ülkelerde bizdeki gibi bir süreç yaşanmıştır mutlaka. İtalya’da sürekli olumsuz örneklerle karşılaşmıyor muyuz? Onlar çözüm yollarını bulmuşlar, ahlâk çökerten her durumu cezalandırmaktan çekinmemişlerdir. Biz ise çözümsüzlüğü severiz. Bir işi içinden çıkılmaz hale getirmekte üstümüze yok!

Yabancı ülkelerde uzlaşmaz çelişkiler gibi görünen her zıt şey barış içinde birlikte olabiliyor, bizde zıtlık içermeyen şeyler bile kavga sebebi oluyor. Bu toplumsal değerlerle birlikte aklımızı ve vicdanımızı yitirdiğimizi göstermez mi? Bakın yabancı futbol takımlarının dayandıkları temel dayanaklara.. Yılmaz Özdil gazetedeki köşesine dün bu konuda çok güzel, örnek olacak bir yazı yazmış. Şimdi o yazıdan esinlenerek bir sonuca varalım.

Biliyorsunuz “derbi” diye İngilizce bir sözcük futbol terimi olarak dilimize girmiştir. “Derbi” denilince büyük takımların maçı olarak anlıyoruz, yada en azından ben öyle anlıyordum. Oysa “derbi” sözcüğü aynı kentin iki takımı anlamındaymış. Büyüklükle ilgisi yok!

İlk örnek İskoçya’dan. İskoçya’nın Glasgow kentinin kulüpleri. Katolik Celtic ve Protestan Rangers. Bu derbi Din derbisi’dir.                                                                                                           
İkinci örneğimiz Arjantin’den. Buenos Aires kulüpleri olan Boca Juniors’u İtalyanlar, River Plate’iyse Arjantin’liler kurmuş. Bunların derbisi Irk derbisi’dir.
Gelelim İtalya’ya. İtalya’nın başkenti Roma’nın kulüpleri olan Lazio ve Roma’ya bakalım. Biri faşisttir, biri demokrattır. Bu derbide İdeoloji derbisi’dir.
(Lazio’nun tam adı, SS Lazio, güya societa sportiva, sportif müessese ama, taraftarları için anlamı farklı, Mussolini’nin torunları... Roma’nın amblemi ise mitolojik ikizler Remus ve Romulus’u emziren kurt figürü, yani parlamentonun ataları. -Yılmaz Özdil’den-)

Burnumuzun dibindeki Kıbrıs’ın Lefkoşa kulüpleri olan Apoel ve Omonia takımlarına bakalım. İç savaş derbisi’dir.
(Hep birlikte Apoel’i kurdular, Yunan İç Savaşı’nda sağcı-solcu diye bölündüler, sosyalist görüşe sahip olanlar ayrıldı, Omonia’yı kurdu. Apoel taraftarlarını Yunan İç Savaşı kesmedi, EOKA’ya katılıp, bizimle de savaştılar, bugün bile hâlâ tribünlerde Türk karşıtı pankartlar asarlar. Omonia taraftarları ise Che Guevara tişörtü giyer, Apoel’e inat, Türk bayrağı açar. -Yılmaz Özdil’den-)
İspanya unutulur mu? Ekonomilerinin tüm sıkıntılarına rağmen futboldaki kulüp ve milli takımlarıyla Avrupa ve dünya futboluna vurdukları damgayı bilmeyenimiz mi var? Başkentleri Madrid’in kulüpleri Real Madrid kralın, Atletico Madrid ise halkın takımıdır.
Sınıf derbisi’dir.
(Benzer rekabet, İtalya’da Milano şehrinin iki kulübünde, İnter’le Milan arasında da yaşanıyor. İnternazionale tribünlerini sıradan vatandaşlar doldururken, Milan localarında dük’ler, baron’lar filan oturuyor. “Ayol şu cahil İnterliler İngilizce bile bilmiyor şekerim” ayaklarına yattıkları için, kulüplerinin ismini, İtalyanca Milano yerine, kurulduğu şekliyle, İngilizce Milan olarak kullanıyorlar. -Yılmaz Özdil’den-)
Futbolun anavatanı olduğunu bildiğimiz İngiltere’nin Londra kulüpleri Arsenal ve Tothenham. Muhit derbisi’dir.
(Arsenal, Güneydoğu Londra’da kuruldu, 1910’da iflas etti, bi işadamı tarafından satın alındı, kulüp binası Kuzey Londra’ya taşındı. Doğma büyüme Kuzey Londralı olan Tottenhamlılar, dağdan gelip bağdakini mi kovuyorsunuz ulan
diye bayrak açtı, o gün bugün kapışıyorlar. -Yılmaz Özdil’den-)

Gene yakınımızdaki bir ülkeden, Romanya’dan söz edelim. Bükreş kulüpleri olan
Steau Bükreş askerin, Dinamo Bükreş polisin takımıdır. Derin devlet derbisi’dir.
(Genel olarak birbirlerini dövüyorlar, ahali rakip olarak çıkmaya kalkarsa, derhal birleşip, ahaliyi dövüyorlar. -Yılmaz Özdil’den-)
Dostluk ve düşmanlık arasında gidip gelen, rakıdan baklavaya, baklavadan dolmaya, dolmadan kahveye kadar her şeyimizi kendine mâleden Yunanistan’ın Selanik kulüpleri
Aris ve Paok. Bizans derbisi’dir.
(Aris taraftarları, forma rengimiz Bizans’ın sembolik renkleri olan sarı-siyah diye övünüyor. Paok taraftarları ise, biz zaten Konstantinopolis’te kurulduk, orijinal Bizanslı biziz diyor. -Yılmaz Özdil’den-)
Bakın şimdi ülkemiz futboluyla ilgili bulgulara. Yılmaz Özdil’den olduğu gibi aktaralım.

*
İstanbul kulüpleri.
Fenerbahçe-Galatasaray.
Din ayrımı yok.
Irk ayrımı yok.
İdeoloji ayrımı yok.
Sınıf ayrımı yok.
İnanılmaz nefretin...
Başka izahı da yok.
Sidik yarışı derbisi’dir.
*

İşte bu derbilere rağmen ahlakı bozacak hiçbir şeye izin vermeyen, holiganizmi (vandalizm’i) önleyen ülkelere bakarak, holiganizmi büyüten, bütçeleri hovardaca harcayan kulüp başkanları, kulüpleri çıkar kapısı olarak kullanan küçük insanlarla ahlâk tesis edilemez diyebiliriz. Hatta dememiz ve bunun çaresine bakmamız lazım.

Yitirilen toplumsal değerlerimizi tekrar kazanmamız için elimize sayısız fırsatlar geçiyor. Her felaket bir fırsattır. Fakat felaket fırsatlarını kişisel ekonomilerimizi ülke ve insanlık çıkarlarının üstüne çıkardığımız için bir bir kaçırıyoruz.

Oysa toplumsal değerler, toplumun varlığı ve kimliği için yaşatılması gereken değerlerdir. Bu değerler yaşadığı ölçüde toplumun iç dengesi, güveni, geleceği ile birlikte, toplumsal psikolojisi sağlam ve sağlıklı olur. Sporunda amacı sağlam kafa ve sağlam vücüt yaratmak değil midir?


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 18.05.2012 
   

VANDALİZM, YANİ YIKICILIK, YADA UYGARLIK DÜŞMANLIĞI 5


Yazı dizimizin son bölümüne geldik. Geçen bölümde “Vandalizm”in psikolojik nedenlerini inceleyen Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğr.Gör.Dr. Bora Boz ve Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Yrd.Doç.Dr. Fatma Yücel Beyaztaş’ın çalışmalarından alıntılar yapmıştım. O alıntılara sonuç bölümüyle devam ediyorum.

“Sonuç
Vandalizm özellikle kent toplumunu yakından ilgilendiren genç nüfusta sıklıkla karşılaşılan toplumsal ve güncel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Suç oranının bu gruplarda yoğunlaşma nedeni, adölesan dönemde meydana gelen hızlı emosyonel ve fizyolojik değişikliklere bağlanabilir.

Sivas’ta yapılan bir çalışmada, farik ve mümeyyizlik muayenesi için gönderilen kamuya zarar veren şiddet davranışlarında bulunan çocukların çoğunun ebeveynlerinden uzak oldukları belirtilmektedir. Eğitim ve ilgi, sevgi, şefkat gibi değerlerin verilemeyen yetişme çağındaki insanların suça eğilimli sosyal bir çevreye itildikleri düşünülebilir.

Batı ülkelerinde yapılan çalışmalarda, vandalizmin uygun eğitim ve psikiyatrik tedavi ile düzeltilebilir bir davranış olduğu belirtilmektedir. Bu kişilerin tedavisinin yanında, ailesiyle birlikte davranış eğitim programlarının düzenlenmesi gerekmektedir.

Sosyal katmanlar arasında derin farklılıkların olduğu, sağlıksız kentleşme sürecinin yaşandığı ülkemizde bu konunun ileride daha büyük sorunlara sebep olmadan, sözcük olarak bile çok iyi bilinmeyen vandalizmin varlığının kabul edilmesi ve ayrıca eğitim, pedagoji, psikiyatri, adli tıp gibi disiplinleri ilgilendiren bu konunun kapsamlı olarak araştırılması, çözüm önerilerinin gündeme getirilmesi gerekmektedir.”

Uzun süredir dünyadaki gelir adaletsizliğine dikkat çekiliyor ve kuzey yarım küreyle güney yarım kürenin gelişmişlik farkına vurgu yapılıyordu. Bugün kapitalizmin vardığı noktada bu daha da aşırılaşmış durumdadır. Her insanın insan hakları beyannamesine göre eşit yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmesine rağmen üretimin insansızlaştırılması durumu kas gücüyle geçimi sıfırladığı için bu hak sözde kalmaktan öteye gidemiyor. Böyle bir durumda eski yunan ve eski roma demokrasileri hortlamaya başlamıştır. Yani yurttaş tanımı içinde olanlar ve olmayanlar. Yurttaş tanımına girenler demokrasiden faydalanabilirken yurttaş olmayanların, kul veya köle olanların bu tip demokraside adı bile geçmeyecektir. Burada yurttaş olmayanların yerine mal varlığının, mülkün değeri vardır. Günümüzde de böyle değerlerin baş tacı edildiğini söyleyebiliriz. Yazımızın ikinci bölümünde tekrar döneceğimi belirttiğim paragrafla yazı dizimizi bitirelim.

Artık mal mülk savaşlarla yok edilmiyor. Hatta canlı organizmaları yok eden, binaları olduğu gibi bırakan bir teknoloji bile geliştirdiler. Adına Nötron bombası denilen bu teknoloji şöyle açıklanıyor:

Nötron bombası füzyon  ilkesiyle çalışmaktadır. Nötron ışınları, binalar ve çevreye bir zarar vermemekle birlikte insan hayatı için kesin öldürücü tehlike içermektedir.
Nötron bombasının yaydığı tritiumun yaklaşık 13,32 yıl ömrü vardır. Bu aktivasyon, atom bombasına göre on kat daha fazladır.

İşte bu “Vandalizm”in vardığı sonucu fazlasıyla açıklamaya yeter. Burada durum tersine dönmüş, varlığa sahip olma isteği öne geçmiştir. Ama bir gerçek vardır, bütün canlılarla birlikte insansızlık. Bu insansız uygarlık özleminden başka bir şey değil tabi. İyide uygarlığı yaratan insan! O olmadan uygarlık olmaz ki!.. savaştığınız yerin yer altı varlıklarından başka yer üstü varlıklarına göz dikmekte neyle açıklanabilir? Hele hele organik bir canlının olmadığı yerde endüstriyel uygarlık, dört başı mamur bir uygarlık olur mu? Alın size bir başka “Vandalizm” biçimi daha.

(“Vandalizm”in bu son biçimiyle ilgili ek bir bilgi:
1963 yılında Amerika’nın Nevada kentindeki bir yer altı üssünde yapılan denemelerle başlayan süreç, Sovyet bloğunun yıkılması üzerine bitti. Böylelikle sona eren soğuk savaştan 10 yıl sonra nötron bombası 2003 yılında kullanımdan kaldırıldı. Şimdilik bu tehlike yok gibi. Fakat Amerika’yı tehdit edecek bir güç ortaya çıktığında bu bombanın ortaya çıkmayacağını kim iddia edebilir? Bu bombanın üretiminde epey yol alınmışken tekrar başlamak zor olmasa gerek.)


BİTTİ


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 16.05.2012


VANDALİZM, YANİ YIKICILIK, YADA UYGARLIK DÜŞMANLIĞI 4


Bugün dördüncü bölümünü okuduğunuz “Vandalizm” yani “Yıkıcılık” konulu yazı dizimizde bireysel olarak “Vandalizm”in ruhsal-toplumsal nedenlerini inceleyeceğiz. 

Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğr.Gör.Dr. Bora Boz ve Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Yrd.Doç.Dr. Fatma Yücel Beyaztaş yaptıkları bir çalışmada “Vandalizm”i şöyle tarif ediyorlar:

“Vandalizm; bilgisizlik yüzünden ya da zevk için kamu veya sanat yapılarını büyük zararlara yol açarak yıkmak ve bu yıkımı kendi başına bir amaç durumuna getirmektir. “Kırıp geçirmek” anlamında kullanılan bu kavrama Fransız Devrimi sırasında rastlanmasına karşın daha eski zamanlardan beri görüldüğü bilinmektedir. Kavimler göçü sonrasında Barbar vandalların eski Roma ve Yunan medeniyetlerine ait sanat eserlerini tahrip edip yağmalamıştır. 1790’dan başlayarak krallığın, soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklarına ilişkin arşiv belgelerinin yakılması emredildi. Buna göre; Paris’teki heykel ve anıtlar kaldırılacak, bronzdan yapılmış olanlar top ve tüfek yapımında kullanılacak, altın olanlar eritilip külçe haline getirilecek, günlük araç ve gereçler de eritilecekti. 19. yüzyıldan başlayarak koruyucu bir sistem geliştirmeye çalışıldıysa da, vandalizm tümüyle önlenemedi. Günümüz modern kent toplumlarında da estetik ve güzel olan her şeye, ortak yaşam alanlarına saldırı olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde vandalizm de, şiddetin benzer şekli olan holiganizm gibi toplumsal güncel bir sorundur.”

Bugün “Vandalizm” görüldüğü gibi her alanda var. Sanattan spora, siyasetten eğlenceye kadar nereye baksanız “Vandalizm”i görürsünüz. Bundan medet uman yönetici kesimi “Vandalizm”i yeşertip büyütür bile. Çünkü onlara körü körüne itaat edecek, öyle uzun boylu düşünmeyen insanlar lazım. Sporda geldiğimiz nokta bizi bu konuda başımızı ellerimiz arasına alıp uzun uzun düşünmemizi gerektiriyor.

“Vandalizm, antisosyal kişilik bozukluğu olarak tanımlanmıştır. Erkek bireylerde daha sık görülmektedir. Kadınlarda daha az rastlanmasına karşın, antisosyal kişilik bozukluğu olan genç annelerin eşlerine ve çocuklarına karşı şiddet içeren davranışlarda bulunduğu bildirilmiştir. Vandalizmin özellikle adölesan çağda ilaç, uyuşturucu ve alkolün kötüye kullanımıyla ilişkili olduğu saptanmış olup; kokain kullanan adölesanlarda % 57 oranında vandalist davranışlar görülmüştür. Özellikle sosyoekonomik düzeyi düşük okul çağındaki gençlerde sık karşılaşılmaktadır. 16 ayrı liseden 7340 öğrenci arasında yapılan bir çalışmada öğrencilerin % 5’inde vandalist davranışların gözlendiği bildirilmektedir.”

Birde buna gelir adaletsizliğini ekleyin, fotoğrafın tamamı görünmüş olur. Ülkemizde ne fütursuz cinayetler işleniyor farkındasınız değil mi? Kadın ve çocuk dövmek vak-ayı adiyeden. Dayak yiyen çocukları kurtaran anne babaları değil. Çünkü onların gözü dönmüş durumda. Hatta bu gözü dönmüşlükten hayata mevsimsiz veda eden çocuklar var. “Vandalizm”in boyutları benim gözümü korkutuyor. Estetik kaygısı, insan sevgisi ve Allah’a, onun yarattıklarına hayranlıkla harmanlanmış bir saygı kazandırılmadan üstesinden geleceğimizi düşünmüyorum. Mutlaka sanatlarla at başı gidecek inanç sistemi oluşturulmalı, inançlar sadece ibadetle sıkıştırılmamalı. Çünkü bütün bu yapılanlar dinimizce asla affı olmayan kul hakkına tecavüzdür. Bunun önlenmesi için Vandalizm bitirilmelidir.

“Vandalizme kentsel toplumlarda değişik şekillerde karşılaşılmaktadır. ABD’de yapılan bir araştırmada, vandalların ve hırsızların özellikle yaşlı nüfusa karşı saldırılarında son yıllarda artış olduğu görülmüştür. San Francisco’da demiryollarının son yıllarda vandalist saldırılarda artış olduğu bildirilmiştir. Vandalizmde organik sebepler de araştırılmıştır. Nörolojik bir rahatsızlık olan Tourette Sendromu’nda vandalist davranışlara rastlanabileceği, organik beyin hastalığı olan 75 yaşında bir erkeğin telefon sistemine vandalist davranışların olduğu belirtilmiştir.”

“Vandalizm”in toplumsal etkenlerle beraber tıbbi bir hastalık olduğunu yapılan araştırmalar gösteriyor. Çocukluktan itibaren kendini gösteren bu hastalık önce oyuncaklara, daha sonra küçük hayvanlara haşin davranışla gün yüzüne çıkar. Oyuncağını ve hayvanları koruma ve sevme bebeklikten başlayarak öğretilmelidir.

DEVAM EDECEK
  
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 14.05.2012 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 122


Merhaba sevgili okurlarım. Bu haftaki şairimiz Kemal Özer 1935, İstanbul’da doğdu. Ölümüyse  30 Haziran 2009’dur. Şair ve yazar olarak tanıdığımız Kemal Özer İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Yazıları, henüz öğrenciyken yayımlanmaya başladı. Üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte, 1956 – 1960 yılları arasında “a” dergisini çıkardı. Kendisi hakkındaki bir tanıtım yazısı şöyle devam ediyor:

1960’da girdiği Cumhuriyet gazetesinde 1981’e kadar görev yaptı. Ardından 1982’ye kadar Karacan Yayınları’nda çalıştı. 1965 – 1970 yılları arasında kitapçılık ve yayıncılık faaliyetlerinde bulundu. Şiir Sanatı dergisini 1966 – 1968 yılları arasında yayınladı. 1972’den itibaren yayımlanmaya başlanan Yeni “a” Dergisi’nin kurucuları arasında bulundu, dergi için yazılar kaleme aldı. 1983’te üstlendiği Varlık Dergisi’nin yönetmenliğini 1990’a kadar sürdürdü. 1999 – 2000 yılları arasında Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ikinci başkanlığını yaptı. 1989’da Yordam Yayınevi’ni kurdu. Kemal Özer 15 günde bir sol gazetesinde yazmaktaydı. 30 Haziran 2009’da hayatını kaybetti.

Şairimiz ilk dönemlerinde İkinci Yeni Hareketi içinde yer aldı. İlk üç şiir kitabında bunun yansımasını görürüz. Daha sonra “toplumcu gerçekçi” diye nitelenen bir tarza yöneldi. Eleştirmenlere göre, bu dönemde, gündemdeki toplumsal ve siyasal olayların yanı sıra söz konusu olaylar karşısında insanların duygu, düşünce ve tepkilerine tanıklık etti. Toplumcu gerçekçi eğilimi 1970 – 1980 yılları arasında yayımlanan 4 eserine hakim oldu. Bu kitapları izleyen şiirlerinde yeni boyut ve ilgi alanlarına açılım arzusu gözlendi. 1983’te yayımlanan Araya Giren Görüntüler’de 12 Eylül dönemine ilişkin tanıklığını sergiledi. 1985 tarihli Sınırlamıyor Beni Sevda’da sevda olgusunu toplumsal bakış açısıyla yorumladı. 1995’te basılan Oğulları Öldürülen Analar ile bir başka toplumsal soruna, kayıp annelerinin sesine aracılık etti. Onların Sesleriyle Bir Kez Daha kitabıyla da uzun süreli bir baskı döneminin ardından seslerini yeniden yükselten çalışan kesimi aktardı.
Behçet Necatigil, Kemal Özer’i 1977’de şöyle değerlendirdi: “İkinci Yeni’nin en çok sözü edilen şairlerinden olan Kemal Özer’in şiirlerinde, uzak çağrışımların izinde yürümekle çözülebilecek gizli bir bütünlük kaygısı seziliyordu. Şairliği, yeni aşamalarda, toplumsal eylemlere, yurdun ve dünyanın politik-güncel olaylarını şiirleştirmeye yöneldi.”

Şimdi sırada şairimizin şiirleri var. Buyurun okuyalım.

...

AĞIT

annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar’la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği

***

ALIN YAZISI

Öyle inançlı yaz ki onu, ne silmek mümkün olsun, ne
saklamak gün ışığından. Yıksalar bile yazdığın duvarı, yine
de okunsun boşlukta. Geçsin bakışlardan ellere, ellerden
duvarlarına bütün sokakların.

***

ALKIŞLARLA YÜRÜMENİN ŞARKISI

Alkışlar, yürüyoruz, alkışlarla yürüyoruz
suskunluğa yenilmemiş ellerin çığlığıyla
her avuçta bir kanat, konup kalkan bir kanat
- çözülmesi bir düğümün, boşanması bir zincirin -
yürüyoruz sokakları çarparak sokaklara
çarparak, çınlatarak alanlarını kentlerin

Alkışlar bir güneşi katıyor alkışlara
- parmaklarımız yansa da o güneşi her ilmik
alev alev taşımıştı dokuduğumuz kumaşa,
harcını o karmıştı ördüğümüz duvarın -
alkışlar, yürüyoruz, her adımda bir şafağın
kabuklarını çatlatarak, çıkarak yeni bir sabaha

Çıkarak çıkararak eylemin kozasından
bunca yıldır kanımızda uğuldayan coşkuyu
yürüyoruz bugünden yarına alkışlarla
birimizin göğsünde hepimizin soluğu
her alkış bir yolculuk emeğin özgürlüğüne
yürüyoruz alkışları alkışlarla çoğaltarak

***

ARARKEN

Uçsuz bucaksız bir gömütlükteyim
gömütünü arıyorum Attila Jozsef’in,
yakıcı bir soluk geziniyor alnımda
- yıllar var ki unutmuş değilim -
ilk okuduğumda şiirlerini
yüz yüze gelmiştim çağdaş bir yazgıyla,
yaralı bir kıvılcım gibiydi
dağlıyordu okuyanın etini.

Uçsuz bucaksız bir gömütlükteyim
gömütünü arıyorum Attila Jozsef’in,
kime sorsam başka bir yeri gösteriyor
- karanfili eksik edilmemiş başucundan -
başka bir Attila Jozsef’i var
demek ki önüme çıkan herkesin.
aynı adla anılıyor demek ki her yürekte
bıraktığı titreşim çağdaş bir kederin.

***

AYLI KARANLIK

saklı tuttun saklı tutmanı sevdim
en karanlığa açılan kapını sevdim
yüzümü döndürmek için az mı
denizler dalgalar az mı yangınlar bulutlar
geldi savruldu üstüme geldi yıkıldı

bir nice batık taşlara gemilerim
yıkılmış ağaçlara bir nice gölgelere
gemilerim dedim beni alır götürür
onun kıyısına bırakır onun ülkesine
koskoca bir uykunun ardında
bir ormanın ardında karıncaların

olmadı mı en çok onu sevdim
saçlarını kurutmağa yaz güneşi
olmadı mı ellerini sevdim gülüşlerini
ateşler yaktım ısındım karanlığında
yoluma çıktıkça gözlerinin akşamı
ne ürkek ne büyük olduklarının akşamı

sevdim çağrıladım ben seni geceler
günler yalnız olduğumun kıyılarında
aydınlığı sürüp giderken yan yana gelmelerin
dedim elleri kim bilir kimin elinde
saçları dudakları kim bilir kimin

***

BANA BULAŞMASIN

Yağmur çiseliyor ya
bana bulaşmasın der gibi
çekinerek bakıyor penceredeki saksı

kente uzak, kırlara yabancı

***

BİLDİRİ

Yürüdüğün vakit seninle birlikte yürüsün diye kentler-
deki daracık sokaklar,
geniş alanlarına çıksın diye alınterinin,
yürüdüğün vakit değişsin diye dünya
ve yaşam mutlu bir türkü olsun diye

dağlarda tek tek yakılan bu ateşler

***

BİR ALEV GİBİ

Bir alev gibi ozanın karısı.
Nereye yürüse onunla karşılaşıyor,
onun tuttuğu aynada görüyor ozan
ilerde şiire dönüşecek ilk ipuçlarını.

Bir alev gibi ozanın karısı.
Kaşlarının birbirine değecek kadar
yakın olması ve değmeden kalması,
omuzlara doğru akacak olması
ve durması saçlarının ensede öylece
duyumsatıyor ozana durmadan
baktığı zamanki başdönmesini
bir uçurumun kıyısından.

Sürekli açık kitabından gözlerinin
okuduğu satırlarla eğitti yüreğini,
sürekli dönüştüren ellerinden öğrendi
ne vakit bir işe sarıldıysa
sonuç alana kadar direnmeyi.

Bir armağan. Güneşli günlerin
solduramadığı bir alev, söndüremediği
en başa çıkılmaz fırtınanın bile.

Küçük bir alev. Duyarlı ve titreşimli.

***

BİR ENGEL ÇIKINCA

Yokuş aşağı koştunuz mu hiç?
Durdunuz mu hiç
bir engel çıkınca
birdenbire?

Bileceksiniz öyleyse...

Bir başdönmesi alır
kesilen hızın yerini
ve bacaklarınızda gelen rüzgâr
sizden önce aşar engeli.

***

BİR GELGİTİN İKİ UCUNDA

Kimi sabahlar işe giderken
ikiye bölüyor
yirmi dakikalık yolculuğu
denizin ortasında karşılaştığımız
yabancı bayraklı bir gemi

Bulutlardan sıyrılmış bir demet ışığın
daha da irileştiği gemide
göz göze geliyoruz kimi sabahlar
küpeştede bakan biriyle
kısacık bir an

Günlük kaygıların iğdiş ettiği
çağdaş bir kentli görüyor bana bakınca
benim gözümde ise o
kanat açan bir düş yeni kıyılara doğru
buluşuyoruz bir gelgitin iki ucunda

***

BİR KIZ

Güneş altında titreşen
yağmur damlası gibi
ışık içinde bir kız
on iki - on üç yaşlarında
dolaşıyordu gördüm
boynunda bir tasmayla

Bir ülkü mü, bir düş mü
bir yaşam mı bilinmez
neyse aradığı ona
bağlamaya hazır kendini

***

BİR YÜRÜYÜŞÜN SONUNDA ŞARKI

Gökyüzü ilk kez benim, çünkü yukarıya
kaldırınca parmağımı değecek kadar yakın

Deniz benim, ilk kez benim, sularını ayaklarımla
köpürtecek, sesini dolduracak kadar avuçlarıma

Rüzgâr ilk kez, sözcükler ilk kez benim, yelelerine
tutunup da uçacak kadar, uçuracak kadar yüreğimi

Bir yürüyüşün sonunda uç veren kanatlarla
acıyı silebilirim, yazıldıkça alnına çocukların

Bir adımda geçebilirim kentin ıssızlığından
göğün, rüzgârın, denizin coşkulu kalabalığına

İlk kez benim, ilk kez soluğunu elimde
bir bayrak gibi tutuyorum,
bir daha bırakmamak üzere

***

BİRİKİME İNANMAK

Dalgayı haber veren yakamoz
kimin gözüne çarpar kıyıda?
Çiçeğe durduğunu kim ayırt eder
tepeden tırnağa giyinmeden ağaç?
Kimin dikkatini çeker küçücük bir bulut
güneşi kapatmadan önce?

***

DENİZ ORAKÇISI

Sor kendine bir sabah,
av hazırlığına başlarken;
sulara kim salar ilk güneşi
sen kayığına binmesen,
orağını almasan eline
ilk ürünü kim biçer denizden?

Kent niye bir büyük gergeftir,
geçirmiş ilmiğini alın terine?
Niye aç ağızlardan örülü
bir martı çığlığıdır gök;
iner kalkar başının üzerinde,
küçük dalışlarla yoklar tekneni?

Bir başınasın yaşamı üretirken
zıpkın çizer, kürek acıtır, ağ yorar.
neden elleri bulunmaz elinin yanında,
yorgunluğu neden paylaşmazlar
sofrasına çökerken yeryüzünün,
sor kendine bir sabah.

***

DÜLGER

Bakışın donup kalmış aşağıda,
belli uçan kuşları görmediğin.
Donup kalmış boşluktaki elin
uzanırken ördüğün duvara.

Yürüyorlar kırlardan sokaklara,
sımsıkı kapılardan içeri
dağlarda bekleyenler, kar altında.
ilkyazın amansız sürgünleri.

Baş aşağı ediyorlar ne varsa
çarşılar, sunaklar, pazaryerleri.
Toprağın horlanmış onuruyla
denize döküyorlar kenti.

Bakıyorsun ördüğü ellerinin
duvar değil koskoca bir dünya.
Hazır başka kentleri de yıkmaya
yeniden kurmak için yüreğin.

***

Bu haftada yazımızın sonuna erdik. Nice güzel duyularınızın, gözlerinizden kulaklarınızdan, teninizden, dilinizden eksilmemesi dileğiyle.. hoşça kalın!...


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 13.05.2012

VANDALİZM, YANİ YIKICILIK, YADA UYGARLIK DÜŞMANLIĞI 3


“Vandalizm”i yani “Yıkıcılık”ı, kısacası “Uygarlık Düşmanlığı”nı anlattığımız yazımızın 2. bölümünde Moğollarında “Vandalizm”le adlandırılması gerektiğini belirtmiştim. Bu konuda araştırma yaparken karşıma çıkan Erciyes Üniversitesi Yardımcı Doçent Doktoru Rahmi Tekin’inle aynı düşünceyi paylaştığımızı görmüş ve kitabının Moğollar bölümünden alıntılar yapmıştım. Kaldığımız yerden devam edelim.

“Celaleddin Suyuti ise, Moğolların tahribatını Buhtunnasara’nın İsrailoğulları’nı katl ve Beytu’l-Makdis’i tahribatına benzetmektedir.[4] İbni Haldun da Moğol tahribatını uzun uzun anlatarak, yapmış oldukları tahribat hakkında eserinde geniş yer vermektedir.[5]

Moğol tarihçisi Cüveyni de Buhara ve Semerkand’da ki tahribatı ve katliamı anlatırken şöyle diyor, kıyamete kadar bunların nesilleri çoğalsa dahi, eski nüfuslarının onda birine çıkamayacaktır, diye belirtmiştir.[6]”

O zamanın teknolojileri ve nüfus yoğunlukları kıyaslandığında ortaya çıkan vahşet hiçte azımsanacak boyutta değildir. Orta Asya’dan ve yakın doğudan Anadolu’ya yapılan Türk göçleri bunu açıklıkla göstermektedir. Rahmi Tekin’in satırlarından bunu da görüyoruz.

“Moğol katliamından kaçan Türk göçebeleri ile birlikte pek çok ilim ve kültür mensubunun Anadolu’ya göçmesinin şüphesiz Anadolu’da İslam medeniyetinin ilerlemesinde katkısı olmuştur. Bir çok Müslüman Türk oymağı kütleler halinde Horasan’dan, Harezm’den Anadolu’ya gelerek Anadolu’nun tahkim ve imarında büyük rol oynamışlardır. Fakat bunlara rağmen, istiladan sonra başlayan imar ve kültür faaliyetleri geniş medeniyet harabeleri yanında çok sönük ve küçük kalmıştır.”

Göçlerin Anadolu’ya katkısı mutlaka olmuştur. İkiye bölünmüş Romanın Trakya ve Anadolu’daki bölümü olan Doğu Roma, diğer adıyla Bizans her kurumuyla donmuş, değişemediği için gelişemeyen güçsüz bir devlet durumuna düşmüştü. Türk göçleri Bizans için bir yandan yaşamsal tehdit oluştururken, bir taraftan da Bizans şehirlerinin yenilenmesine yol açmıştır. Moğol istilasının böylede bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz.    

“Moğol istilasının İslam aleminde bu kadar yankılanmasına rağmen, bazı tarihçiler, Moğol tahribatının, Anadolu’ya kazandırdıkları yanında pek önemli olmadığını, dolayısıyla Moğol tahribatını kaynaklarda anlatıldığı şekliyle kabul etmemektedirler. Konuya daha değişik bir yorum tarzı getirmektedirler.[7]

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Moğol tahribatı bir çok yerde hükmünü icra etmiş ve bir çok şehri harabe haline getirmişti. Biz bunların tamamını tafsilatıyla anlatacak değiliz. Ancak elimizde bulunan kaynaklara göre, Moğollar’ın Buhara ve Semerkand’da yaptıkları tahribata kısaca değindikten sonra, Moğollar’ın Ahlat ve çevresinde yaptıkları tahribatı çeşitli yönleri ile kaydetmeye çalışacağız.

(Rahmi Tekin “Ahlat’ın Tarihi” adlı kitabı. Bu yazıdaki alıntılar o kitaptaki Moğol istilaları bölümündendir.)

Semerkand ve Buhara Maveraunnehr’in başlıca iki önemli şehirlerindendir. Buhara 4 Zilhicce 616/10 Şubat 1220’de Cengiz Han’a teslim olan ilk şehirlerdendir. Ardından Rebiülevvel 617/ Mayıs 1220’de Semerkand düştü. Bu arada Cengiz Han şehirlerin yağmalanmasına müsaade etti. Her iki şehir de yağmalanarak yangınlar çıkartıldı. Buhara’da Cuma Mescidi ile bir kaç saray haricinde, şehir baştan başa yandı. Bu şehirlerde bulunan halkın tamamı öldürüldü veya başka bir yere sürüldü. Semerkand bu ağır tahribattan sonra, yüz elli yıl harap bir vaziyette kaldı. Hatta İbni Batuta 1350 yılında Semerkand’a uğradığında harabeler arasında az miktarda ev bulabilmiştir. Semerkand’ın yeniden imarı ancak 771/1369’da gerçekleşebilmiştir.[8]

Semerkand kaynaklara göre, sarayları, köşkleri, medreseleri, türbeleri ile şehir civarında geniş sahaları kaplayan bahçeleri ve meyveleri ile ma’mur bir şehir ve o dönem için dünyanın en büyük merkezlerinden biri idi. Moğollara karşı yüz on bin kişi şehri müdafaa etti. Bunlardan yetmiş bini ölünce şehrin ileri gelen kadı ve şeyhülislâmı Moğollar’la anlaşarak kırk bin insanın kurtulmasını sağladılar. Binlerce insan kapatıldıkları ev veya camilerde diri diri yakıldılar. Moğollar istilasından önce Semerkand’da yüz bin hane mevcut iken, Moğol istilası sonrası bunun dörtte biri ancak kalabilmiştir.[9]

Şehir ve şehirleşmeye karşı olan topluluklar konar göçer topluluklardır. Bu topluluklar günlük ihtiyaçların dışında kalan her birikime, şehirli hayatı oluşturan bilgi ve kültür birikimine pek ilgi duymazlar. Kitaplarla başları hoş değildir. Her şeyi birbirlerine sözle aktararak öğrenir ve öğretirler. Böyle bir topluluğun tek derdi vardır, var olmak için savaşmak. Savaş caydırıcı unsur olarak anlatılsa bile yok etmek üzerinedir, var etmek üzerine değil. Yok ederseniz var olabilirsiniz mantığı egemenliğini sürdürürken Vandalizm’i durdurmak mümkün müdür?


DEVAM EDECEK

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Gazete Adresimiz: www.anadolumedyagrup.com

Yayın Tarihi: 11.05.2012