31 Temmuz 2015 Cuma

EKMEĞİ ÖPER GRAMAJINDANDA ÇALARIZ

Her türlü başarısızlıkta veya her türlü olumsuzlukta suçlu arar dururuz. Az okuyan toplum olduğumuz için, matematik hesapçılığı gerektiren (zaman ve kredi kullanımı dahil) kentliliği köylülükten kurtaramayışımızla birlikte bildiklerimizin azlığı, yetersizliği bizi epey yanlışa yönlendirir tabii. Suçlu aslında hep bellidir; karşımızdaki... neden hep karşımızdaki suçludur? Neden böyle bir rahatlama yolunu seçeriz düşündünüz mü? Bir işteki başarısızlığa suçlu aramak ve o suçun kendi dışındaki kişilerde olduğunu düşünmek işin en kolayıdır da ondan. Her konuda bu böyledir. Sınavda öğrenci gibiyiz; aslında biz çok çalışırız ama öğretmen hep kazık sorular sorar. Bize kesinlikle takmıştır. İş yerinde amirimiz boş yere azarlar bizi, oysa çalışma saatleri içinde biz var gücümüzle çalışıyoruz. Trafiktede durum bundan farklı değil. Bir kaza sırasında kendi hatalarımızı görmeyiz. Karşımızdaki ya sinyal vermeden yapacağını yapmıştır, yada aniden önümüze çıkmıştır. İş kazaları da bundan farksızdır. İş ve işçi güvenliği için önlemlerin yetersiz olduğunu söyleyen işçide bolca bulursunuz, önlem amacıyla güvenlik araç ve gereçlerinin kullanılmadığından şikayet eden amir veya patronuda. İşçiyi anladık araç kullanma alışkanlığı yok! Peki gerçekten kusurlu veya suçlu olan patron, suçlu olan amir yok mudur? Olmaz mı? Onlarda toplumun bir parçası olarak aynı alışkanlıklara sahipler. Hiç tertemiz olmaları mümkün mü? (Kimi zaman iş kazalarını azaltacak yada tamamen ortadan kaldıracak araç gereçleri tasarruf önlemleri adı altında almayabiliyorlar örneğin.)

İç meselelerde de böyle, dış meselelerde de... çok sabıkası olan batı hazır suçludur zaten. İsrail’de Araplarda gözümüzde suçludurlar. Bir zamanlar Rusların, bir zamanlar Yunanlıların olduğu gibi... şunu neden dikkate almıyoruz, insanız, hata yaparız. Çünkü herkes kendi varlığının telaşı içinde. Herkes kendi çıkarının acımasızlığını takınıyor. Ülkelerde insandan farklı değil. Öncelikle kendi çıkarlarını kollarlar.

Sorun batı değil sadece. İnsan denilen canlı türü doğayı değiştirdikçe kendide değişiyor, değiştiği kadar bozuluyor. Bunu yapan insan denen canlı en az üç sene yürümeyi öğrenmeye çalışıyor. Üç senede yürüyemeyen, hiçbir zaman uçamayan, oksijensiz üç dakika yaşayamayan insandan kusursuzluk bekliyoruz; olacak şey mi? Şaka mı bu demeyin, çünkü şakayla birlikte anlatılan akılda daha çok kalır diyerek bu yolu seçmedim. Gerçekler böyle, ne yaparsınız. Karıncaların yüz yılda yaptığı şehirleri ancak makinelerle yapabiliyoruz. Yaptığımız şehirlerin içinden çıkılamaz hale getiren trafiği icat edende biziz. O kadar yüzsüzüz ki kendimizi bütün canlılardan üstün görerek, her türlü hataya rağmen her şeyin en iyisini hak ettiğimizi düşünüyoruz. Tıpkı reklamlardaki gibi.

Batı ile aramızdaki ahlak farkı, ahlaksızlık farkına dönüşmekte. Üç kağıt, hırsızlık, yalancılık, kıvrak zeka konusunda giderek rakipsiz olmaktayız. İş cinayetlerini onlar soruşturup sebepleri en aza indirmeye çalışırken biz “kaza” diyerek savsaklıyoruz. Kadınlar üzerindeki sahiplik hakkının sınırsızlığıyla öldürmeyi bile hak görerek “namus davası” diyende biziz. Rüşvetin adı ne biliyor musunuz? “İş bitiricilik!” En hafif deyimiyle hediye vermekte böyle. Yoksa bugün git yarın gel müessesesi devreye girer. Sokakların, yolların, caddelerin, sinemaların sadece sağlıklı insanlar için olmadığını unutuyor, engellilere ve yaşlılara erişilemeyen ulaşılamayan çevre düzenlemesi, toplu taşıma sunuyor ve binalar yapıyoruz.

Batı, bizler gibi sitkom dizilerden başını kaldırmıyor. O kim sorarsa yarışma olan, yarışmadan başka her şeye benzeyen yarışmaları onlarda izliyor. Bir sürü soytarının ünlü olmaya yırtındığı programlarıda..

Ama toplu taşıma araçlarıyla, otogarlarda gazete kitap okuyanları görenlere sorabilirsiniz. Kadınlar öldürülse, tecavüze uğrayan çocukların cesetleri çöplükten toplansa, kadın ve çocuklara şiddeti durduracak yasa tasarısı ertelense, engellilerin erişimi ve ulaşımının sağlanmasına yönelik süre defalarca uzatılsa seçtikleri vekillere dünyayı dar ederler. O vekil o ilden seçilmeyi bırakın orda yaşamayı bile göze alamaz.

Batılılarda ekmek kutsal değil mesela. Bir dilim ekmek yere düşse öper başımıza koyarız da bir Alman bizim gibi ekmeğin gramajından çalmıyor. Biz ekmeği öper alnımıza koyar,  gramajından da çalarız.

Suçu başkasında aramayalım. Suç işlemeye müsait olunca her türlü haksızlığa uğramamız çok doğal değil mi?


Yayın Tarihi: 31.07.2015

ÖFKE VE SALDIRGANLIK 3

Bu yazı dizimizde özelde Emre Belözoğlu konu edinilmiş görünsede genelde öfke ve saldırganlık üstüne kurulmuş ırkçılığı anlatmak amacını güdüyordum. Oysa Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu Emre’nin suçunu ırkçılık suçu olarak kabul etmemişti. Maç içinde işlenmiş hakaret suçu olarak gördüğünü belirterek futbolcu Emre’ye ırkçılık suçları için verilmesi gereken 4-8 maç oynamama cezası yerine 2 maç oynamama cezası vermişti. Buna ne dersiniz bilmiyorum. Bana sorarsanız bir çok nedenle bu görüşe yönelmişlerdir. Öyle bir yönelme ki 7 kişilik ceza kurulu 4’e 3’le bu karara varıyor. Oylama sayısı bile sizce düşüncemde haklı olduğumu göstermez mi?
Neyse bu konuyu burada bırakalım. Yazarların ne dediklerine konu değişmiş olsa bile bakmaya devam ederek dizimizi bitirelim. Ahmet Hakan’da kalmıştık.

***

Bilimsel kanıtlarla desteklenmemiş, araştırma verilerine yaslanmayan bir tezim var benim.
Şudur:
Eğer bu memleketteki Afrika kökenlilerin sayısı yüzde 30’lara falan varsaydı...
-  “Pis zenci” lafı bizde de meşhur olurdu.
-  “Ku Klux Klan” türü kukuletalı madrabaz örgütlenmeleri bizde de ortaya çıkardı.
-  “Siyahlar da insandır” falan diyenlere “Zenci dostu” türü çıkışmalar bizde de alır başını giderdi.
-  Amerika’da Afrika kökenlilere yapılanların benzerleri bizde de yapılırdı.
Afrika kökenlilerin yaşamadığı bir toplumda “biz siyahları çok severiz” demek kolay.
Mesele Afrika kökenlilerin sayıca fazla olduğu bir toplumda “siyah dostu” olabilmekte...
Sirkeci taraflarında Afrika kökenli işportacıların sayısı birazcık artınca ortaya çıkan homurdanmalara bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.
Ya da Festus Okey adlı Afrika kökenli gencin başına gelenleri bir araştırın bakalım.
“Bizde Afrika kökenlilerin sayısı fazla olsaydı neler olurdu?” konusunda elimde “bilimsel kanıt yok, araştırma verisi yok” dedim ama aslında var:
-  Mesela... Katledilen bir Ermeni yazarın ardından “hepimiz Ermeni’yiz” sloganının atılması karşısında “sizi gidi Ermeni dostları sizi” türü çıkışmalar “kanıt” sayılmaz mı?
-  Mesela... Mahallesinde başörtülü kadınları gören cicili bicili insanların, “bunların burada ne işi var” demeleri bir tür “veri” değil midir?
-  Mesela... Batı Anadolu kasabalarında en küçük bir kıvılcımın çakması halinde Kürt işçilerinin yaşadıkları mahallelerin etraflarının kuşatılması bir tür “delil” olmaz mı? 

***

Ahmet Hakan’ın soruları yanlış değil. Bu yaşa kadar gördüklerim, zaman zaman bilerek bilmeyerek içine düştüğümüz davranışlarımız bundan farklı değildi. 1980’lerde rahmetli Özal’ın Afganistan’lı göçmenleri kabul ettiğini hatırlayınız. 1989 yılında Todor Jivkov zulmünden İsveç’e, daha sonra Türkiye’ye kaçan Bulgaristan’daki soydaş göçünü hatırlayınız. Devletin göçmenleri kucaklayıcı tavrı birçok insanımızın en azından kıskançlık krizine girmesine sebep olmadı mı? Bir çatışma halinde olmasa bile bu konuda herkes daha duyarsızlaşabiliyordu.

Gelelim işin başka bir boyutuna. Onuda milliyet gazetesinden Mehmet Tezkan belirtmişti, okuyalım.  

***

Yobo’yu çıkaranlar Emre kadar ırkçı
Emre’nin suçu yok..
Suç ona o formayı giydirende.. Fenerbahçe kulübünün kapısından sokanda.. Kapının önüne koymayanda..
Suçuna ortak olanda!..
Bu kaçıncı vakası.. Sahada yaptığı hırçınlıkları, ona buna sataşmasını, küfür etmesini, kavga çıkarmasını saymıyorum.. Milli Takım’a bile ceza aldırmış adam!..
Sadece ırkçı hareketlerini söylüyorum..
Bu kaçıncı..
İngiltere’de iki kere yaptı.. Irkçılığa karşı bugünkü kadar sert önlemler olmadığı için yırttı..
Bu üçüncü..
Ağzındaki laf aynı laf; pis zenci..
Dün başkasına bugün Zokora’ya..
Zencileri insandan saymıyor, teninin rengi nedeniyle bir insana hakaret edebiliyor..
Kafası bu..
*
olayların ardından Emre’nin yaptığından daha büyük ayıp işlendi..
Basın toplantısı düzenleyen Emre’nin yanına Yobo çıkartıldı.. Emre’nin siyah tenlilere düşman olmadığı anlattırıldı..
Emre’yi kurtaracaklar ya!..
Samimi fikrim şu..
Yobo’yu Emre’nin yayına oturtup; iyi çocuktur kefilim dedirtenler Emre kadar ırkçı..  
Çünkü yaptığını onayladılar..

***

İşte dar görüşlünün günü kurtarma sevdası böyle olur. Buradan işi nasıl kendimize döndürebiliriz hesabı hiçte zeki olmayan yöntemle uygulamaya sokulur. Ne yazık ki giderek kültürsüzleştiğimiz bir ortamda bundan farklı davranış gösterilemezdi.


BİTTİ



Yayın Tarihi: 29.07.2015

ÖFKE VE SALDIRGANLIK 2

Ağzından çıkanı kulağı duymamak diye bir deyimimiz var. Öfkelerimizi tutamamak üzerine, boş boğazlık üzerine söylenmiş deyimdir bu deyim. Hayatımızın her evresinde karşılaştığımız böyle kişi veya kişiler var. Zamanımızdan örneklerle işi tehlikeli boyuta getirmemek için geçmişten ve bugün daha önemsiz duruma düşen futbolcu Emre Belözoğlu üstünden bu durumu anlatmayı seçtiğim yazı dizimize devam ediyorum.

Öfkenin abidesi baş mimarımız 1. Emre Bey kendisini eleştirenlere karşı “Türk futbolunda benim kariyerimde bir oyuncu olduğunu da düşünmüyorum. Rıdvan Dilmen dahil kimsenin, bana çantamı toplamam gerektiğini söyleyebileceğine inanmıyorum. (...)” dedi ya pişkinliğin, aymazlığın bu kadarına pes denir artık. Bununla ilgili yazdıklarımı okudunuz. Bu yazıda Emre’nin Trabzonsporlu oyuncu Didier Zokora’ya “pis zenci” demesi üzerine köşe yazarlarının yazılarına yer vereceğim.

Hıncal Uluç böyle oyuncuları denetlemeyen, aksine payeler veren yönetim ve hocalara karşı çıkmıştı. Oysa 1. Emre Bey’imiz hocaları ve yöneticileri tarafından tedavi görmesi için ilgili yerlere ve yetkili kişilere gönderilmeliydi demiş ve herkesin bu konuda sorumlu olduğunu vurgulamıştı

HINCAL ULUÇ

“Süper Final’e Fenerbahçe, Trabzon galibiyetiyle başladı ancak Emre’nin, Zokora’ya söylediği ırkçı sözler gündeme bomba gibi düştü.
Avrupa’da olsaydı Emre’nin futbol hayatı bitmişti.  Şimdi de ona Avrupa yollarının kapandığını düşünüyorum.
Fenerbahçe’nin bu sene sonunda anlaşma yapmayacağı neredeyse kesin...

Bu sene boyunca Emre diyelim; 25 maç oynadı. En az 15’inde kırmızı kart görmesi lazımdı. Emre sarı bile görmeden sahadan çıktı.
Fenerbahçe yönetimi onun ne halde olduğunu görüyor. Bu Emre’nin tek başına hakkından geleceği bir şey değil. Emre’nin psikolojik, profesyonel yardıma ihtiyacı var. Dünyada ‘öfke kontrolü’ diye bir tedavi var. Fenerbahçe yönetimi tam tersine Emre’nin arkasında durdu! Kulağını çekeceğine, tedavi ettireceğine... Sonunda bu hale getirdiler.
O lafı ettiği için Emre’nin, Zokora’dan daha üzgün olduğunu biliyorum. 

Cezayı verecekler ama ceza Emre’yi kurtarmaz. Emre’nin tedaviye ihtiyacı var.
Emre’den sorumlu olanları ben saymaya kalkarsam bitmez! Fatih Terim hocam dahil!.. Tedavisi gereken adamı milli takım kaptanı yaptı, gençlerin önüne ‘örnek’ diye koydu. ‘İşte buna benzeyin arkadaşlar, bakın bu üstün vasıfları dolayısı ile milli takım kaptanlığına layık görülmüştür.’ Türk Milli Takımı, Emre’nin arkasından çıktı!
Kızdığı anda, ‘F..king nigger’ diyebilecek bir adamı kaptan yaptık biz ve başımıza neler geldi! Milli maçlar da dahil...
Onun için federasyon da kabahatli, Fenerbahçe de kabahatli, hocaları da kabahatli, Türk spor medyası da kabahatli!..
Emre şu anda kurbanlık koyun; kesin kafasını!..”

Ahmet Hakan bizde ırkçılığın olmadığı sözüne takmıştı. Gösterdiği gerekçeler çok sağlam. Bu gerekçelere bakarsanız çok haklıydı. Bizde olmayan bir şey üstüne kesin hüküm vermek adetide vardır. Bu hükümlerin ne kadar tutarsız olduklarını söylemeye bile gerek yok!

AHMET HAKAN

“ -Pis zenci- meselesi

FUTBOLCU Emre Belözoğlu’nun Trabzonspor’un Fildişi Sahili vatandaşı futbolcusu Didier Zokora’ya -pis zenci- dediği iddia ediliyor.
Aslında İngilizce daha ağır bir ifade kullanmış ama bizim basın o ifadeyi “pis zenci”olarak yansıtmayı tercih ediyor.
Neyse... 
Emre Belözoğlu böyle bir şey yapmış mıdır?
Bilmiyorum.
“Günahı boynuna” deyip geçelim.
Ama “Türkler Afrika kökenli insanları çok sever” diye bir klişe var ya...
İşte bu klişeyi geçmeyelim.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 27.07.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Sunucu, televizyoncu, şair ve tiyatrocu 1963 İstanbul doğumlu İbrahim Sadri Eren’i tanımayan kaldı mı acaba? Şiiri pop müzik gibi bir kalıba sokan, nerdeyse herkesin öyle şiir yazmasına ve herkesçe kendisinin okuduğu gibi şiir okumasına neden olan adamdan söz ediyorum. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Kasımpaşa’da tamamlayan ve kendini şair olarak görmeyen şairimizin şiiri tekrar sevdirdiğini, şiir dinletileri verdiğini herkes bilir. İstanbul Üniversitesi işletme Fakültesi’nde okuduktan sonra, yedi yıl tiyatroyla uğraştı. Turnelere çıkarak, Anadolu’yu yakından tanıma imkânı buldu. Çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve şiirleri yayımlandı. Bir eleştirmen şairimiz hakkında “İbrahim Sadri’nin şiirlerinin belli bir dönemin ruh yapısını yansıttığı belirtiliyor. Şiirlerinde, Türkiye’de 60’lı yıllarda doğan ve 70’li, 80’li yılların kargaşa ile sükun arasında aykırı yaşam biçimlerini idrak eden gençlerin bakış açılarını, yaşadıklarını ve geçirdikleri süreçleri ifade ediyor. İbrahim Sadri bu dönemin kuşağına ve yaşadıklarına tanıklık etmek istediğini sık sık belirtmiştir” satırlarını yazmıştı.
Bu gün sayfamda onun şiirlerini bulacaksınız.

...

ADAM GİBİ

Ben seni hiç sevmedim ki
Durgun akşamlarda söylediğimiz şarkıları sevdim
Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim
Birde yıldızları sevdim
Eylül akşamlarında gelip,
Gözlerinde tutulan.
Ben seni hiç sevmedim ki
Beni yola koyduğunda ayrılmayı sevdim
Kurşunları sevdim beni vurduğunda
Ağlamayı sevdim unuttuğunda
Yalnız olduğumu anladığımda
Ayakta kalmamı sevdim
Yıkılmamı sevdim seni hatırladığımda
Ekmeği sever gibi sevdim sensizliği
Su gibi özledim Temmuz güneşinde sesini
İkindide yağmur gibi
Geceleyin yağan yağmur gibi sevdim seni sevdiğimi
Ben seni hiç sevmedim ki
Kuşlara şarkılar öğretmeni sevdim
Menekşeyle konuşmanı
Nisan’a hatırlatmanı
Baharın bir adının da yalnızlık olmadığını
Düştüğün zaman kanayan yaralarını
Ve tuhaflığını üşüdüğün zaman
Sakız satan çocukları
Yeni çıkan şarkıları
Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim
Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe
Ben yangını sevdim yandığım zaman böyle işte
Ben seni hiç sevmedim ki
Bir gece bir ceylan indi dağdan kalbine
Bir gece bir şiir gibi kibrit alevinde
Alemin ortasında, kimsesizliğin sesinde
Buğusunda sabahın, acımasızlığında ahın
Ağlayan yüzünde İsa'nın
Ferahlatan gücüyle duanın
Korkutan yanıyla nar’ın
İncenin, zeytinin ve kalbin üstüne
Gülün üstüne
Tutunduğum umudun üstüne
Korkunun üstüne
Hep senin üstüne, hep senin üstüne
Ben seni hiç sevmedim ki
Gittiğin zaman gitmeni sevdim
Evreni sevdim geldiğin zaman
Kalmanı sevdim
Korkuyordum sana alışmaktan
Yine de sevdim gülümsemeyi
Mendilimi sallarken, seni götüren trenin arkasından
Kırlara ilk kar düştüğü zaman
Ölümünün ne güzel olduğunu sevdim
Seni içimde öldürdüğüm zaman
Ben seni hiç sevmedim ki
Durgun akşamlarda söylenen şarkı neyse
Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim
Birde yıldızları sevdim
Eylül akşamlarında gelip,
Gözlerinde tutulan.
Düştüğün zaman kanayan yaralarını
Ve tuhaflığını üşüdüğün zaman
Sakız satan çocukları
Yeni çıkan şarkıları
Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim
Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe
Ben yangını sevdim yandığım zaman böyle işte
Ben  sevdim mi adam gibi severim

İBRAHİM SADRİ

***

ADIN BATSIN

yüreğime bir gül çizdim kanlı yaş ile
yaktın beni küle döndüm dumana döndüm
nasıl edem nere gidem dertli baş ile
bilemedim teli kırık kemana döndüm

canım aldın, can evimden vurdun ya sende
küstüm sana, faydası yok, geri dönsen de
sende vefasız çıktın, sende hayırsız çıktın
sen de vicdansız çıktın adın batsın

zaman ola devran döne sen de çekesin
yitiresin umudunu heder olasın
aşka düşe kahrolasın candan bıkasın
ömrün boyu bir kez olsun gülmeyesin

sen ki beni rezil ettin yedi cihanda
yalan oldum talan oldum senin sayende
sende vefasız çıktın, sende hayırsız çıktın
sen de vicdansız çıktın adın batsın

beni özleyince bir nehir yatağını bulsun
kor düşsün dağlarına, ceylanlar suya insin
sesime bakıpta ağlıyorum sanma
seni özleyince böyle olsun birazda

ayrılıversin yaprak dalından
insan sevdiğinden ayrılıversin
kan damarımdan can pazarından
adam baharından ayrılıversin

dağda dört mevsim erimeyen kar varya
yokluğum öyle erimesin
sende vefasız çıktın, sende hayırsız çıktın
sen de vicdansız çıktın adın batsın

İBRAHİM SADRİ

***

ALDIRMA REİS

Sen içerdeyken ben
Sinemalara gittim
Bütün filmlerini seyrettim
O sevdiğimiz artistin
Sen içerdeyken ben
Vita kutularında çiçek yetiştirdim
Sokakta top oynadım çocuklarla
Ayakkabılarımı eskittim
Güneşe karşı durdum sabahları
Geceleri bir başıma yıldızları bekledim
Annenin gönlüne su serptim
Aldırma dedim aldırma
Bir şarkı söyle bir dilek tut herkes için
Bir ada rüzgârı gibi
Sürtünerek geç hayata
Bir sarmaşık gibi tutun
Ve değer ver hatıralara
Aldırma dedim
Sen annesin, aldırma
Sen içerdeyken ben
Kiramı ödedim pijamalarımı giydim
Haber bültenlerini izledim
Gazetelerden kupon kestim
Sen içerdeyken ben
Sigara içtim, öksürdüm
Otobüse bindim
Fotoğraflarımıza baktım
Acıyan yanlarımı körelttim
Deniz kıyısında yürüdüm
Manavdan soğan aldım
Yeni çıkan şarkıları dinledim
Kafeste beslediğimiz kuşu saldım
Islık çaldım
Sen içerdeyken ben
Hep uyandım, sayıkladım
Kanadım boyuna
Takvimler aldım
Her gün bir yaprağını kopardım
Deli ayrılığın
Sen içerdeyken ben
Gömleğimi ütüledim
Sobada elimi yaktım
Bir şiir yazdım
Bir hercai menekşe aldım çiçekçiden
Hani o alnına kader değmiş
Hani o dudaklarına deniz tuzu dokunmuş
Hani o erken vurulmuş
Gençliğimiz gibi dağıldım
Sen içerdeyken ben
Bir adını söyleyemedim
Şöyle bağıra bağıra
Bir yüzünü göremedim
Görüş günlerinde
Bir de eline değemedim
Bir de yüreğine
Şöyle kucaklayamadım bir de
Ölümüne
Sen içerdeyken ben
Kapı kapattım, pencere açtım
Mutfakta oyalandım
Kanepede yattım
Hatta bir yolluk aldım odaya
Çok ta kulak asmadım
Çokta koymadı bu bana
Alt tarafı içerdeydin
Alt tarafı bir yanımı alıp götürmüştün
Bir yanımı
Yani adamlığımı
Yani gözlerimin ferini
Yani canımı
Alt tarafı şarkılar ölecekti
Alt tarafı kanayacaktı kalbim
İşte sensiz
İşte nefessiz
İşte kimsesiz bir sesti alt tarafı
Her tarafım
Yıldızlar yine oradaydı oysa
Yazdıklarım
Gözden kaçan o defter yapraklarında
Boşver yüzyirmisekiz
Hayat bir gemi
Yürüt onu göreyim seni
Boşver yüzyirmisekiz ha...
Boşveriyor ya
Aldırma reis
Reis aldırmıyor ya
Bir adını söyleyemedim
Şöyle bağıra bağıra
Bir yüzünü göremedim
Görüş günlerinde
Bir de eline değemedim
Bir de yüreğine
Şöyle kucaklayamadım bir de
Ölümüne
Sen içerdeyken ben
Vitrinlerin önünden geçtim
Minibüs duraklarında bekledim
Simitçilerle yarenlik ettim
Üstüme bir ceket aldım
El tezgâhlarında kitaplara baktım
Sen içerdeyken ben
Hiç oturup ağlamadım
Hiç karartmadım umudu
Hiç bulandırmadım onuru
Öyle dimdik durdum ortada
İşte burada ulan işte burada
Böyle burada
Hiç yıkılmadan
Hiç utanmadan
Ve hiç unutmadan
Sen içerdeyken ben
Gülen resmimi yaptırdım
Sokaktaki ressama
Her zaman yaptığım gibi
Buzdolabını ayağımla kapadım
Parkların banklarına adını kazıdım
Adını kazıdım duvarlara
Adını, adımın yanına yazdım
Hiç unutmadım, utanmadım
Korkmadım

İBRAHİM SADRİ

***

ALİ MUNZUR

Açıldı ömrümün haritası
Bir omzu düşük ağır delikanlı
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı
Sağ yanım bıçak yarası sol yanım hicran
Ve emanet kalmıştır bir köylü kızında kalbimin yarası
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı

Benim ömrümde, bir kırlangıç ağıdı vardır bildiğim
Benim ömrümde, tel örgüler kuşluk ayazında
Kör karanlık yağlı kurşun
Birde yanık türküsü anamın
Her biri bir başka seherinde güz dönümümün
Vurup gitmiştir sessizce oğulları
Şu gurbet denen şu belalı buğ yılanı, şu bilinmez sefere

Benim ömrümde, bir ırmak vardır
Durup önünde taş yüzdürdüğümüz ak köpüklerinde
Sesine sesimizi kattığımız
Ve anamızın patiskadan biçtiği uzun donlarımızla
Bir turna balığına gençliğimizi sattığımız
Aylandığımız,
adamdan sayılıp delikanlı halaylarına karıştığımız
Yıldızların altında, dam bacalarında aşık attığımız

Benim ömrümde, yarı çıplak popil delikanlısı ortalığın
yağmurların sevdalısı ve parlayan yusuftutan kuşları
Benim ömrümde, mor menekşe
Yediveren gülleri ve böğürtlen
Birde sen!
İçime işleyen ah sen!
Ondokuz yaşımın
Ve ırmağımın
Ve toprağımın hakkına birde sen! ..
Bulutlarıma kına yaktığım sebebin
Namerd olayım sevmedim hiç kimseyi böyle bu kadar! ..
Ya da sevemedim
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı
Sağ yanım bıçak yarası sol yanım hicran
Ve emanet kalmıştır bir köylü kızında kalbimin yarası

Bu da bir gurbettir yıkar adamı içine
Bu da bir rivayettir, on iki yıl bilmem kaç bin gece
Bir türkü sesinde..
Dumanlı dağları duman kaplamış
Yine mi gurbetten kara haber var?
Seher vakti bu yerlerde kimler ağlamış?
Çimenler üstünde gözyaşları var..
Benim ömrümde..

Şimdi vur, vur içine onca talanı
Onca sevdayı vur, vur Ali Munzur
Bu sol yandaki hicran yarası öyle çok ki..
Benim ömrümde çiçeğin bozamadığı
Karanlığın düşemediği yüzüm
Bana mahsus kor ayazda üşüdüğüm
Hercanın yeşili, Cemilin üzüm gözlü güzeli
Ve hüzün yaprağını dökende dut ağacın
Kalbime bir gül dikeni, fikrime sevda batanda.
Kemahın istasyonuna doğu expresi demir atanda
Murat suyu Fırata karışır üç gün üç gece kan akanda
Ben belki bin gece sayanda gurbet akşamlarında yıldızları
Emanetime iyi bakasın köylü kızı
O elinde tuttuğun kanayan şey Ali Munzurun kalbinin yarası

Benim ömrümde, yarı çıplak popil delikanlısı ortalığın
Yağmurların sevdalısı
Ve parlayan yusuftutan kuşları
Benim ömrümde, mor menekşe
Yediveren gülleri ve böğürtlen
Birde sen!
İçime işleyen ah sen!
Ondokuz yaşımın ve ırmağımın ve toprağımın hakkına
Birde sen!
Bulutlarıma kına yaktığım sebebin
Namerd olayım sevmedim, hiç kimseyi böyle bu kadar
Ya da sevemedim.
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı
Sağ yanım bıçak yarası sol yanım hicran
Ve emanet kalmıştır bir köylü kızında kalbimin yarası
Açıldı ömrümün haritası..

İBRAHİM SADRİ

***

Bu haftada yazımızın sonuna geldik sevgili okurlar. Gelecek hafta gene şiirlerle buluşmak üzere dilinizden şiir, kulağınızdan müzik eksik olmasın. Hepinize bol bol dinlenebileceğiniz bir hafta sonu tatili dilerim. Hoşça kalın!



Yayın Tarihi: 26.07.2015

ÖFKE VE SALDIRGANLIK 1

Ülkemiz bulunduğu coğrafyanın özelliğiyle daima hareketlidir. Bundan mıdır bilinmez; insanlarımızda hareketli ve öfkelidir. Her alanda bunu görmemiz mümkün. Her alanda insanlarımız patlamaya hazır bir bomba sanki. Bunun yararlı yönü de vardır, fakat çoğunlukla zararlarını görüyor ve çekiyoruz. Ülkemizin bulunduğu coğrafyanın özelliği dedik ama bu öfkenin nedeni sadece buna bağlanamaz. Öfkemizin birazda korunma ve savunma güdülerimizden kaynaklandığını söylersem yanlış yapmış olmam herhalde. Korunma ve savunma güdülerimizde bu konuda kendimize duyduğumuz güvenin azlığını ele veriyor bence. Yada hiçbir kültürel donanıma sahip olmadan, aşırı güvenimiz sonucu kendimize taparcasına toz değdirmeme azmimizde öfke patlamalarımızı doğuruyor. İnsan kendini büyüttüğü oranda kişiliği küçülür oysa. Tersine durumla kişilik gelişmiş olur. Gelişmiş kişilik kimseye huzursuzluk vermez. Böyle kişiliğe sahip insanın kendisi de rahat eder. Çünkü her olayda bin dert yaratmaz; aksine ortada bulunan sorunları çözer.

Bugün buna örnek olarak bir futbolcuyu göstereceğim. Çok uzun zamandır kendisini tanıyoruz. Bir Pazar günü İstanbul Kadıköy’de Fenerbahçe’nin 2-0 kazandığı Fenerbahçe Trabzonspor maçı yapıldı. Fenerbahçe’nin Trabzonsporla arasında, 1995-96 sezonunda Trabzon’da 2-1 yenip şampiyon olduğu yıldan bu yana süregelen bir düşmanlık vardı. 2010-2011 sezonunda çıkan şike iddiaları da bu duruma tuz biber ekmişti. Son oynanan maçtan sonra Trabzonsporlu futbolcu Didier Zokora televizyonda Erme Belözoğlu’nun kendisine “pis zenci” dediğini belirterek yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi. Bu fitil öyle böyle bir fitil değil. Irkçı çağrışımları olan bir fitil.

İşte “fitbolcu” (kültürsüz, küçük insanların kolayca sınıf atlamasına imkân veren sporu halkımız böyle adlandırıyor) Emre böyle bir tartışmanın baş mimarı. Büyük baş mimarımız 1. Emre bey öteden beri maçlarda çok manalı bakışlar atıyordu zaten. Her an birini tepelemeye hazır horoz duruşu sergilemekten hiç çekinmiyordu. Galatasaray’dan İtalya’nın İnter takımına adeta kaçarak gidişide bu günlerin habercisiydi. Hatta ilk adımlardan birini İngiltere’nin Newcastle United takımında oynarken, şimdilerde Fenerbahçe’de de birlikte oynadığı Yobo’ya aynı ırkçı hakarette bulunarak atmıştı. O zamanlarda UEFA ırkçılık karşıtı politikalar uygulamadığı için ucuz kurtulmuştu. Bu kez kazın ayağı öyle değil. Bakalım ne cezalar alacak.

Konum Emre’nin alacağı ceza değil. İşin o tarafı beni ilgilendirmiyor. Türkçemizde güzel bir deyim var; “kendi düşen ağlamaz”. Oda hareketlerinin sonuçlarına mecburen katlanacak. Ama bence daha vahim bir sonuç daha var. İnsanlar kariyerleri kadar mı konuşma hakkına sahipler? Çünkü büyük baş mimar 1. Emre bey; “Türk futbolunda benim kariyerimde bir oyuncu olduğunu da düşünmüyorum. Rıdvan Dilmen dahil kimsenin, bana çantamı toplamam gerektiğini söyleyebileceğine inanmıyorum. (...)” demişti.

Ne yapmış emre bey, gençliğine rağmen İnter’de devamlı forma bulamamış, Newcastle United’da da bekleneni verememiş ve mecburen ülkeye, adeta kaçtığı ülkesine geri dönmüştü. Kariyer dediğine bakın. Her dış geziye giden turiste öyleyse biz kariyer yapmaya giden temsilcimiz olarak bakmamız lazım. Çünkü 1. Emre bey yurt dışında turist gibi dolaştı. Diyelim ki dolaşmadı da kariyer yaptı, kimse kendisine hatalarını söyleyemeyecek miydi yani? Her tartışmada kariyer denkliği mi aranır? Eğer öyle bir adet gelişirse çok eski tarihlerde önce eski yunanda uygulanan, daha sonra roma imparatorluğunda da kabul gören demokrasi anlayışına dönülür. Orda yurttaş sadece soylular, tüccarlar ve subay düzeyindeki askerlerdi, diğer kesimler hiçbir söz hakkı olmayan köleydi. Üstlerinden kırbaç hiç inmez, her yerde evcilleştirilmiş güçlü hayvanlarla beraber kullanılırlardı. Ölmeyecek kadar bir tayınla idare ederlerdi.

Kısaca bugün gelinen noktaya öyle kolay gelinmedi. Herkes nasıl ki aynı havayı kokluyor, aynı suyu içiyorsa demokrasi vasıtasıyla aynı yurttaşlık haklarına sahiptir. Bu hak sadece bir zümrenin veya bir kişinin hakkı değildir. Kimsenin tekeline bırakılamaz. Kimsenin denetimine de tabii.  

Bugünkü yazımızı burada keselim. Bundan sonraki bölümde konu hakkında yazılanları değişik açılardan değerlendireceğim.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 24.07.2015

SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 4

Önceki yazımızı şöyle bitirmiştim:

“Ben dinime saygılı, belki her ibadete değil ama yetişebildiğim ibadetleri yerine getirmeye çalışan biriyim. Lakin din kisvesi altında yenilen herzeleri de görürüm. Son örnek ebediyete göç eden rahmetli bir siyasetçimizin çocuklarının verdikleri miras kavgasıdır. Ortaya konamayan yolsuzluklar bir ölümün ardından kendiliğinden kamuoyunun bilgisine dahil oldu.”

Yazımızın bu bölümüne başlarken hemen belirtmeliyim bilimsel sığlık toplumun her katmanına kazanç hırsı yükler. Bu yüzden vereceğim örnek çok kişinin hoşuna gitmeyecektir. Ama durum bu; ne yapabilirim?  Şu kıyaslamayı yapmaya kimse yer verecek şekilde yaşamasaydı, herkes ‘olduğu gibi görünseydi’ samimi davranmış olmaz mıydı?

Örneğe bakın bakalım. Bakın ve üzülmeyin de göreyim; 

“ATEİSTİN BİRİ-DİNCİNİN BİRİ”

Ateistin biri, kitaplarıyla edindiği servetini yoksul çocuklara adadı.
Ölümünden sonra kendisi için şatafatlı mezarlar yapılmadı; yeri bilinmiyor. Ama yüzlerce yoksul çocuğa, onun bıraktığı eserlerin geliriyle halâ eğitim olanağı sağlanıyor.

Dincinin biri, akıl almaz ve şaibeli bir servetin sahibi oldu.
Şatafatlı düğünler, ailesinin lüks hırsı ve kendisine emanet edilen trilyonlar, kendi partisi tarafından bile sorgulandı. Mahkeme kendisini suçlu buldu; talebeleri O’nu kurtarmak için özel yasa çıkardı. Bugün evlâtları o şaibeli mal varlığı için birbirine düştü..!”
(Özellikle isim vermedim; önemli olan konumuza örnek olan olaylardır. Olaylarda gerçektir. Olaylardaki isimlerini anmadığım kişilerde toplumun o kadar bildiği kişilerdir ki, en küçük bir ima bile isimlerini anmak gibi olurdu.)

Ya, işte böyle. Paranın dini imanı yoktur boşuna dememişler. Herkesi yoldan çıkarmaya gücü yeter.

Şimdide ülkemizde sevindirici bir gelişmeden söz edeceğim. Boğaziçi Üniversitesi görme engellileri düşünmüş. Nasıl mı? Buyurun epey bir süre önce Radikal gazetesinde çıkan haberi okuyalım, nasıl olduğunu öğrenelim.


“GÖRMEZLERE SESLİ KİTAP”

Boğaziçi Üniversitesi’nin Türk Telekom’un desteğiyle kurduğu sesli kütüphane, görme engellilerin yüzlerce kitap arasından istediklerini dinlemelerini sağlıyor.
Radikal gazetesi projeyi, merkezin direktörü Engin Yılmaz’dan dinledi ve haberleştirdi.
Yönetmenliğini Gürkan Kurtkaya’nın yaptığı reklam filmi Kiev de çekilmiş. 20 gün süren çekimlerde 18. yüzyılın Rusya’sı canlandırılmış, hatta Suç ve Ceza’daki saman pazarı yeniden inşa edilmiş.

Boğaziçi GETEM’in (Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı) telefonları susmuyordu. Türk Telekom’un desteğiyle kurdukları ‘Telefon Kütüphanesi’ açılmıştı. Merkezin görme engelli direktörü Engin Yılmaz, telefonu açıyor, ekranı kapalı bir bilgisayar karşısında üye olmak isteyen bir kullanıcıdan aldığı bilgileri giriyor: ‘Adınız? Soyadınız?’ Bilgisayarının ekran okuyucusu, hızlı hızlı ekrandaki bilgileri okuyor. Yılmaz, soruyor: ‘Görme engelli misiniz? Hayır mı? Telif haklarından dolayı yalnızca görme engelliler kullanabiliyor. Evet... Özür dilerim.’
Röportaj sırasında görme engelli olmayan ama kütüphaneden yararlanmak isteyen birkaç kişi daha arıyor. Projenin popülaritesinin artmasında, Türk Telekom’un Kiev’de çektiği çarpıcı reklamın da etkisi olduğu şüphesiz. Reklamda, telefondan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını dinlerken Raskolnikov’u hayal eden bir görme engelli canlandırılıyordu, ben bugünde hatırlıyorum.

YEMEK KİTABINDAN FOUCAULT’YA

Aslında GETEM, 2006’dan beri internetten sesli kütüphane hizmetini sunuyor. 11 bin eser var e-kütüphanelerinde, hepsini gönüllü okuyucular seslendirmiş. 2500 görme engelli üye, bu dosyaları internetten indirip bilgisayardan dinleyebiliyor. Yemek kitabından çocuk kitaplarına, Foucault’dan radyo tiyatrolarına her şey var...

Uzak illerden insanlar arıyor,
-Sayenizde hayata bağlandım diyor.
-Belki de onları dışarı açan tek şey bu diyor Yılmaz. Herkesin kendisine kitap okuyacak biri olmuyor hayatında. Kişi, aslında bir şeyleri bağımsız olarak, tek başına yapabildiğinde müthiş bir güven kazanıyor. Körlüğün doğru imkânlarla kötü bir şey olmadığını o zaman anlıyor, erişebilirliğin ne olduğuyla bu şekilde tanışıyor”

Bir ara bu reklam ekranlarda çok yer tutmuştu. Devam etseler keşke. Bu reklamla istedikleri yardımı daha kolay alabileceklerini düşünüyorum. Yardımda ne biliyor musunuz? Düzgün okuyabilenlerin okudukları kitapları sesli okuyarak kayıt yapmaları.. birde ders kitapları özellikle sesli okunmalı. Çünkü görme engelli öğrencilerin bu konuda şikâyetleri çok. İşte bunları olsun çözümlemek ve görme engellilerin taleplerine cevap verebilmek için gönüllülerden yardım istiyorlar.

NASIL GÖNÜLLÜ OKUYUCU OLUNUR?”

“Gönüllü okuyucu olmak için, GETEM’in internet sitesindeki formu doldurduktan sonra beş dakikalık bir deneme kaydı yolluyorsunuz. Sonra, listeden okumak istediğiniz kitabı
seçerek sesinizi kaydediyor, CD ile üç ay içinde GETEM’e ulaştırıyorsunuz. Okuduğunuz kitap, GETEM’in dışında birçok sesli kütüphanenin arşivine de giriyor.”


BİTTİ



Yayın Tarihi: 22.07.2015

SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 3

Dün ramazan bayramının 3. gününüde yaşayarak 3 aylarla başlayan ramazan ayıyla yoğunlaşan bir ibadet ve arınma dönemini bitirdik. Ramazan bayramının gerçek adının ne olduğunu biliyor musunuz? Fitreden gelme fıtr. Yiyecek alabilme gücüne sahip olanların alamayanlarıda düşünerek muhtaç kişilere bir kişinin beslenebileceği kadar bir miktar ödeme yapmasının adıdır fıtır. Fıtırlar ramazan ayının sonuna doğru ödendiği için bayramda yiyeceksiz evin kalmaması bayramın adının fitir bayramı olmasını sağlamıştır. Amerika’daki teyzemle Almanya’daki teyzem çocukları Arnavut yeğenlerimin viber ve facebook üzerinden fitir bayramı adıyla mesajlaştıklarını gördüm. Buradan da şunu anlıyoruz, İslam alemi içinde bu bayramın adı fitir bayramıdır. Söz uzar gider, onun için daha fazla uzatmadan geçmiş bayramınızı kutlayarak konumuza dönüyorum. 

Nerde kalmıştık?

*

Elektriğin saklanması kadar iletilmesi de önemlidir. Bu iletim sırasında oluşan kayıplar
önemsiz olmasa gerek. Önemli olduğu için bu konuda da Amerika’da yapılan bir araştırma meyvesini vermiş.

KABLOSUZ VE PRİZSİZ ELEKTRİK

“Elektrik kablosu ve priz tarih mi olacak?

Amerikalı bilim adamları, elektrik kablosu kullanmadan bir cihaza enerji iletmenin yöntemini buldu.

Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) yapılan araştırmada, elektrikli cihazlara kablo kullanmadan elektrik iletebilen bir sistem oluşturan bilim adamları, enerji kaynağından 2 metre uzaklıktaki 60 vatlık bir ampulü kablo olmaksızın aydınlatmayı başardı.

Buluşlarını Science dergisinde yayımlayan araştırmacılar, enerjiyi, biri ampulde, diğeri enerji kaynağında bulunan iki bakır bobin arasında elektromanyetik dalgalarla iletti.

MIT'den Profesör Marin Soljacic başkanlığında yürütülen araştırmada oluşturulan sisteme, kablosuz elektrik sözcüklerinden türetilen ‘WiTricity’ adı verildi.

Prof Soljacic, bu yöntemle iletilen enerjinin bir dizüstü bilgisayarı çalıştırmak için gerekli olandan çok daha fazla olduğunu belirtirken, iletilen enerji miktarının artırılması için sistemin daha da geliştirilmesi gerektiğini kaydetti.

Bilim adamları, bu yeni enerji iletim sisteminin özellikle geri dönüşümü sorun olan batarya probleminin çözümü için kullanılabileceğini belirtti. Buna karşın, elektromanyetik dalgalarla enerji iletim yönteminin bazı araştırmalara göre kansere yol açabilecek olması, sistemin yararlılığı konusunda endişeye sebep oldu.”

Haberin sonu iç karartıcı. Bunun günlük hayatta kullanımı çok düşük yoğunluktaki bir kullanım için belki olabilir. 

Beyin organlarımız içinde en az yenilenen, ileri yaşlarda yenilenmeyip hatta kimilerinde gerileyen, hiçbir şekilde de ameliyat yoluyla müdahale edilemeyen organımızdır. Çünkü bıçağın değdiği yer vücudumuzun herhangi bir yeri gibi tedavi olamıyor. Fakat bir haber beni çok umutlandırdı. Beyin hücresi üretmeyi Amerikalı bilim adamları başarmışlar. İşte haber:

“BEYİN HÜCRESİ ÜRETİLDİ

Amerikalı bilimadamları ilk kez deriden beyin hücresi yaratmayı başardı

55 yaşındaki bir kadının cildinden alınan hücrelerden üretilen nöronlar birbirlerine sinyal gönderebildi.

California Üniversitesi’nden uzmanlar önce deri hücrelerini kök hücreye dönüştürüp ardından mikro RNA denilen genetik maddeyi hücrelere aktararak bunların beyin hücresine dönüşmesini sağladı.

Daily Telegraph’ta yer alan habere göre bu; Alzheimer ve Parkinson gibi beyni etkileyen hastalıklar için de umut verici bir gelişme olarak tanımlanıyor.

Bu yöntemle ileride nakil için beyin dokusu da üretilebileceği düşünülüyor.”

Umudum arttı artmasına da, içimde gizli gizli kuşkular filizleniyor. Günün birinde beynin tamamen üretilmesi durumunda insanın kişiliğine etkisi ne olacak? Beyindeki eğitim yoluyla, yada yaşayarak edinilen tecrübeye dayalı bilgiler üretilen beyne nasıl aktarılır? Bunlarla beraber insanın özünü oluşturan bu bilgilerle içli dışlı olan ruh nasıl etkilenir? Bunlar silinirse bize yüzü bedeni tanıdık gelen robotlar üretilmiş olmaz mı?

Ben dinime saygılı, belki her ibadete değil ama yetişebildiğim ibadetleri yerine getirmeye çalışan biriyim. Lakin din kisvesi altında yenilen herzeleri de görürüm. Son örnek ebediyete göç eden rahmetli bir siyasetçimizin çocuklarının verdikleri miras kavgasıdır. Ortaya konamayan yolsuzluklar bir ölümün ardından kendiliğinden kamuoyunun bilgisine dahil oldu. Gelecek yazımız bu konuyla başlayacak. Bu bölüme kadar neleri anlattık, burada bir sapmamı olacak, demeyin. Hayır sapma yok! Devamda göreceksiniz.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 20.07.2015

SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 2

Sevgili okurlar; yarın Ramazan Bayramı. Bir ay boyunca oruçlar tuttunuz, ibadetler edip, güzel ameller işlediniz. Allah kabul etsin. Toplumsal birliğimizin işareti olan bayrama ramazan ayının ardından ermekte insana mutluluk verir. Mutluluklarımızı çoğaltması için Şanı Yüce Yaratanımıza dua eder, en içten duygularla bayramınızı kutlar, sağlıklı ve huzurlu nice bayramlar dilerim.

Gelelim yazımıza...

*

Kendi kendine elektrik üreten düzeneğe sahip olmayan fakat uzun süreli kullanıma sahip piller, bataryalar var. Örnek vermek gerekirse bir telefonun şarjı tam 15 yıl gideceği söyleniyor. Haber şöyle: 

ŞARJI 15 YIL GİDECEK TELEFON

“Doğal afetler ve çığ düşmesi gibi acil durumlarda kullanılmak üzere tek pille yıllarca çalışabilen telefon geliştirildi. Telefonların pil ömrü her zaman kullanıcılar için en önemli problemlerden biri olmuştur. Xpal Power adlı bir firma bu sorunu aşmaya aday bir cihaz tanıttı.

Firmanın tanıttığı Spare One adlı telefon tek bir AA kalem pille 15 yıl boyunca çalışabiliyor. Sadece arama yapabileceğiniz telefon özellikle doğal felaketler gibi acil durumlarda kullanılmak üzere tasarlanmış.

Energizer’ın da desteğiyle hazrılanan Spare One yakın gelecekteki akıllı telefonlar için pil ömrü açısından ilham kaynağı olabilir. SpareOne isimli telefon tek bir kalem pille tam 15 yıl boyunca çalışabiliyor.

Sadece arama ve yer belirleme özelliği olan telefon 15 Mart’tan itibaren ABD ve İngiltere’de 70 dolardan satışa sunuldu. Telefon önümüzdeki yıl piyasaya sürülecek.”

Akümülatör, batarya veya pille kullanılan aygıtlar ne kadar çok işlevselse sarfiyatı o kadar çok oluyor. Tek işlevli aygıtlar bunun için daha az sarfiyata sahipler. Düşünsenize evinizin aynı anda bütün lambaları açıksa ne kadar elektrik yakar, tek lamba açıksa ne kadar elektrik yakar? Aygıtlar içinde aynı şey geçerli. Bunun için akıllı telefonlardan tutunda tablet bilgisayarlardan, laptop, notbook yada netbook bilgisayarlara kadar pek çok aygıtın şarjı öyle çok uzun olamıyor. Hepsinin o kadar çok işlevi varki, muhakkak gün içinde birden fazla işlevini kullanma ihtiyacı doğar. Başta sesli görüşme, ardından görüntülü görüşme, resim çekme, video çekme ve oynatma, müzik dinleme.. sadece dinleme değil tabi; bunları kablosuz yanındakine iletme, yanındakinden aynı şekilde alma hep enerji sarfiyatı demektir. Bunada çözüm aranıyor doğal olarak. Sıkı durun bu konuda bir haberim var. Hatta “olmaz artık” dedirten bir haber..  

DOKUNDUKÇA ŞARJ OLACAKLAR

“Bu tablet bilgisayarın elektriğe ihtiyacı yok; zaten şarjı da hiç bitmiyor.
Piyasada tahmin ettiğinizden bile çok daha fazla tablet bilgisayar bulunuyor. Birçok ülkede sadece Samsung ve iPad gibi markalar ön planda olsa da aslında durum bundan çok daha farklı.

Desingboom isimli siteyse; yaptığı bir yarışmayla geleceğin bilgisayar tasarımlarını ön plana çıkarmak istedi. Fujitsu Desing Award 2011 adı altında yapılan ve 3,000 civarı farklı tasarımın katıldığı yarışmayıysa, Ecopad isimli bir tasarım, jüri özel ödülüyle birlikte kazandı.
Ecopad’ın çalışma mantığı tamamen ‘greener computing’ yani doğa dostu bir şekilde çalışmaya dayanıyor. Piezoelektrik (Basınca dayalı elektrik) olarak bilinen bir teknolojiyle, tabletin şarjının sürekli dolması sağlanıyor. Ecowizer’e göre ortalama bir tablet bilgisayar kullanıcısı, cihaza günde 10,000 kereden fazla kez dokunuyor. Yapılan tasarımsa uygulanan bu basıncı enerjiye dönüştürmeye odaklı ve her dokunuşta ortaya çıkan enerjiyi, dokunmatik ekranın altındaki bir başka haznede depolamaya yönelik.

Hali hazırda bulunan dokunmatik ekranlar ile kullanılabilir gibi gözüken sistem, bilindik şarjlı ürünleri ortadan kaldırabilecek gibi gözüküyor.”  

Bu haberi vermeden önce çok işlevli aygıtların daha çok sarfiyatlı olduğunu belirtmiştim ya, bu haber gerçekleşirse durum tersine dönecek. Ne kadar işlevsel olursa o kadar kullanılır. Kullanıldığı, yani dokunulduğu anda şarj olacağı için sarfiyat konusu ortadan kalkar.

Elektriğin saklanması kadar iletilmesi de önemlidir. Bu iletim sırasında oluşan kayıplar
önemsiz olmasa gerek. Önemli olduğu için bu konuda da Amerika’da yapılan bir araştırma meyvesini vermiş. Gelecek yazıda bu konuya değineceğim.

Bayramınızı bir kez daha en içten duygularla kutlar, huzurlu ve mutlu bayramlar dilerim.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 17.07.2015

SON ARAŞTIRMA VE BULUŞLAR ÜSTÜNE 1

Bugüne kadar aşk için denilmedik şey kalmamıştır. Bunların birçoğunu biliyoruzdur mutlaka. Aşkın gözü kör ettiği herkesin aklına gelirde, aklı baştan uçurduğu gelmez mi? Aşık aşkı için dağları deldiği gibi, ateşlerin üstünde yürümez mi? Bütün bunlar neyin işaretidir diye sorsam ne dersiniz? Sevginin büyüklüğünün mü, sevginin kutsallığının mı? Aşk fiziksel bir olay mıdır, ruhsal bir duygu yoğunluğu mu? Bütün bunlara bir kırmızı çizgi çekmek gerekecek sanırım, çünkü; aşkın sağlıksız bir gelişmenin işareti olduğunu Londra Üniversitesi’nde yapılan küçük bir araştırmayla bulmuşlar.

Haber şöyle:

“AŞK NEDİR?

Aşkın, beyinde muhakeme yeteneğini çalıştıran bölümü etkisiz hale getirdiği, beyindeki kimyasallardan serotoninin aşıklarda ve saplantılı kişilik bozukluğu olanlarda aynı seviyede olduğu belirlendi.

İnsanoğlunun en güçlü ve coşkulu ruh hallerinden olan aşkın nörolojik temellerini araştıran nörologlar, bu sevgi ve arzunun yoğunluğunu ölçtüler. Londra Üniversitesi Nörobiyoloji profesörlerinden Semir Zeki, fonksiyonel MRI kullanarak yaptığı araştırmada, 17 kişiye önce sevdiği kişinin, ardından da arkadaşlarının fotoğrafları gösterilerek, serebral
kan akışları izlendi. Araştırmada insana müthiş mutluluk ve haz veren aşkın, kişilerdeki ‘muhakeme yeteneğini yitirdiği’ ve ‘saplantılı kişilik bozukluğuna’ neden olduğu ortaya çıktı.”

Aşık olduğu kişiye azap çektiren, bunu sevgisinden dolayı sevdiğini kıskanarak yaptığını söyleyenlerle, gene aynı gerekçelerle cana veya canına kıyanlara bakınca görüyoruz. Aşkın pek sağlıklı davranış yolu olmadığını mı söylemek zorunda kalacağız? Aşkın içinde böyle bir ihtimal kuvvetle muhtemel olabilir. Hatta mümkündür bile. Ama bu aşkın güzelliğini gölgelemeye yetmiyor. Ne büyük çelişki..

Biliyorsunuz her işin başında enerji gelir. Dünya savaşları enerji savaşlarıdır. Konuyu dağıtmayalım, enerjiyi saklama konusuna gelelim. Kömür, doğal gaz ve petrol türevleri kolaylıkla depolama yöntemiyle saklanabilirken, bir şekilde enerji ileri tarihlerde kullanılmak üzere saklanmış oluyor. Fakat elektrik enerjisini saklamak çok zor. Batarya, akümülatör, pil ile saklanan elektrik enerjisi diğer enerji ürünlerinin depolarda saklandığı gibi hem miktar olarak hem zaman olarak uzun süre saklanamıyor. Çünkü her türlü şart elektriğin akıp gitmesine sebep olmaktadır. Gene de bu konuda, en temiz enerji elektriği saklamak konusunda çalışmalar yapılmakta.

Gel gelelim bu konuda şaşırtıcı bir habere rastladım. Bu kadar uzun süre elektrik saklanması nasıl mümkün olmuş, görelim.      

60 YILLIK PİL

“Tam 60 yıldır zamana meydan okuyan, bitmeyen ve hala çalışan pil, bilim dünyasını şaşırttı...

Zamanlı zamansız biten piller kimin en büyük dertlerinden biri olmadı ki? Bitmeyen bir pil herkesin hayali ancak 1950’lerde yapılan bir pil üzerinden 60 yıl geçmiş olmasına rağmen halen dolu. 60 yıldan beri çalışan pili bilim adamları açıklamakta zorlanıyor.

Vasile Karpen tarafından tasarlanmış bir daimi hareket makinesine bağlı pil, bundan on yıllar önce bitmiş olmalıydı. Romanya’daki Ulusal Teknik Müzesi’nde bulunan cihaz için bilim adamlarının bir kısmı ısı enerjisini mekanik enerjiye dönüştürdüğünü söylese de bazı bilim adamları olayı termodinamikle açıklamaya çalışıyor.
Cihaz şu şekilde çalışıyor; Seri şekilde bağlanmış iki elektrik pil, küçük bir motora bağlı. Motor, bir düğmeye bağlı olan bıçağı hareket ettiriyor. Her yarım harekette bir devreyi açan bıçak, ikinci yarının başlangıcında devreyi kapatıyor. Bıçağın bir devri hesaplanmış ve bu şekilde piller yeniden dolabiliyor, ayrıca devre açıkken de polarizasyonu sağlayabiliyorlar.”

Anlaşıldı, demek ki elektrik kendi içinde tekrar tekrar üretilirse saklanabiliyor. Kendi kendine elektrik üreten düzeneğe sahip olmayan fakat uzun süreli kullanıma sahip piller, bataryalar var. Örnek vermek gerekirse bir telefonun şarjı tam 15 yıl gideceği söyleniyor.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 15.07.2015

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 9

Yazı dizimizin sonuna geldiğimiz bu bölümde Osmanlıdan Cumhuriyete anayasa serüvenimizi özetlersek gelgitleri olsa bile özgürlük yolculuğumuzdan başka bir şey olmadığını görürüz. Bu ister dış destekli, ister tepeden inme yoluyla olsun bir gurubun yada bir şahsın buyruklarıyla ülke yönetmesini bitirmiştir. Keşke iç dinamiklerimiz sonucu demokrasiyi talep eder bir toplum olsaydık. Bugün modası geçmiş bir Marksist söylem olsa bile söylemeden geçemeyeceğim; “Asya Tipi Üretim Tarzı”na sahip bir imparatorluk anlayışının ürünü olmamız yüzünden demokrasiyi talep eden yerli sermayemiz, yani burjuvazimiz oluşmadığı için iş aydınlara kaldı. Bu yüzden batıda görülen tarihsel süreç burada işlememiştir. O kadar mesafe almamıza rağmen hala daha demokrasi konusunda olgun bir toplum olduğumuz kanısında değilim. Tekrarlamadan edemeyeceğim; keşke iç dinamiklerimiz sonucu demokrasiyi talep eder bir toplum olsaydık. Çünkü o zaman korkulardan uzak bir toplum olurduk. Sistemimiz sağlıklı yol alırdı.

Daha anayasa hazırladığımız ilk aşamada bile aydınlar ve padişah birbirleriyle çelişmişler ve baskın basanın mantığıyla hareket edilip bir iktidar kavgası vermişlerdir. Bu kavgada ilk aşamayı Sultan Abdülhamit kazanmıştır.

İlk anayasamız olan “1876 Kanun-i esasisi” toplumsal ihtiyaçların değil, güçsüz düşen bir imparatorluğun içişlerine karışan o günkü büyük devletlerin zorlamasının eseridir. Padişah fermanıyla mutlakiyetten, yani padişah buyruğundan kanun devletine böylelikle geçilmiştir.

“İlk anayasada padişahın yetkilerinin fazlalığı Heyet-i Mebusanın yasama sürecine katılma ve hükümetleri denetlemesine izin vermiyordu.”

1876 yılında Anayasal monarşiye dönüşen Osmanlı İmparatorluğunda Sultan Abdülhamit’in kendi koyduğu kanunu kaldırarak sekteye uğrayan süreç, 8 Ağustos 1909 yılında birçok maddesi değiştirilip yenilenerek tekrar yürürlüğe giren “Kanun-i Esasi”yle bir kez daha başlarken, padişahın yetkileri sınırlandırılıyordu.

“Söz konusu değişikliklerle padişahın yetkileri önemli ölçüde sınırlanmıştır. Sadrazamı ve onun seçtiği Heyet-i Vükela üyelerinin Padişah tarafından atanmasına rağmen, Heyet-i Vükela bireysel ve toplu olarak Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu tutulmuş; bir konuyu görüşmek için Padişah’tan izin alma zorunluluğu kaldırılmıştır. Parlamento’nun Padişah’ın daveti olmaksızın kendiliğinden toplanması ve Padişah’ın iznine gerek olmadan yasa önerebilmesi mümkün hale getirilmiştir. Padişah’ın ‘mutlak veto’ yetkisi ‘geciktirici veto’ya dönüştürülmüştür.”

Cumhuriyetin kuruluş aşamasında ikinci, tüm demokrasi tarihimizin üçüncü anayasası “1921 Teşkilat-ı Esasiye” kanunu adıyla tarihe geçen, “Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu’ ilkesi ilk kez bu anayasada ifade edilen, iktidarın kaynağında köklü bir dönüşümü gösteren” TBMM ile halkı kurtuluş ve kuruluş mücadelesine dahil eden, yerel yönetimlere oldukça yetkiler veren bir çerçeve anayasadır.

Cumhuriyet kurulduktan sonra 1924 anayasası kabul edildi. Yarı başkanlık sistemini andıran Cumhurbaşkanlığı makamının gücüne karşılık meclisin denetleyiciliği de konularak bir tür parlamentarizmin uygulanmasını sağlamıştır.

1924 Anayasasının özgürlük ve eşitlik anlayışı genel ve soyuttur. Klasik ve siyasi hak ve özgürlükler tanımış olmasına rağmen, ilköğretimin devlet okullarında parasız olması dışında, sosyal ve ekonomik haklar hiç yer almaz. Anayasa, düzenlediği hak ve özgürlükler için güvenceler öngörmemiş; milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM tarafından yasa yoluyla söz konusu hak ve özgürlüklerin düzenlenip korunacağını varsaymıştır. 1921 Anayasasının benimsediği yerinden yönetim ilkesi bu Anayasada benimsenmemiş ve yerel yönetimler merkezin denetimine bırakılmıştır. 

1924 anayasasının kuruluş amacından saptırılabileceği sanısıyla 1960 ihtilalinin ardından bireyi ön plana koyan, egemenliğin kullanımını sadece parlamentoya bırakmayan, cumhurbaşkanını (Avrupa’daki kralların temsili özelliğinin dışında yetkisiz olması gibi) yönetimden ayıran bir anlayış 1961 anayasasınca kabul edilmiştir.  “2. maddesi cumhuriyetin niteliklerini sıralamıştır. Bunlar içinde devletin insan haklarına dayanması, aynı zamanda sosyal bir hukuk devleti olması önceki anayasalarımızda yer almayan özelliklerdir.”

Bu anayasa sayesinde bireyin korunduğunu ve çalışanların örgütlenip kendilerini ifade edebildiğini görüyoruz. Geçen süre içinde kendisini geleceğe taşıyacak sınıfsal temele dayanmayan cumhuriyet bu anayasa ile sınıfsal ayrılığı kabul etmiştir. İş dünyası ilk kez toplu sözleşmeler dönemine girmiştir.

Daha önce bütün esaslarıyla andığımız anayasalarımızı bu bölümde özet olarak ele aldığımız için bazı bölümler atlanmış gibi gelebilir; amacım öze dokunan noktaları belirtmek olduğu için kimi yerleri es geçiyorum. Elbetteki tamamının asıl etkiyi oluşturduğunu unutmuş değilim. Bu bakımdan 1961 anayasasının rejimi koruyan diğer esaslarına hiç itirazım yok. Daha sonra 1982 anayasasıyla yetkileri arttırılacak olan Milli Güvenlik Kurulunun oluşturulması bence demokrasiye güvensizliğin işaretidir.

1982 anayasasını anlatırken 5. bölümde şunları yazmıştım.

“1982 anayasası1924 anayasası gibidir, yer yer somut içerikten uzaklaşır. 1924 Anayasası bir kuruluş ve modernleşme anayasasıdır. Toplumsal veri çok fazla olmadığı için soyut içerikle hedefe yürüyüşü gerçekleştirmiştir. 1982 anayasası ise giderek keskin bıçak gibi ikiye ayrılmış toplumu birleştirmek için soyut kavramları seçmiştir.”  

Buna şunlar eklenirse yerinde olacaktır. 1982 anayasası devletin yüceltildiği, halka güvenin olmadığı bir anayasadır. Her maddesiyle önce devlet korunmaktadır. Bunun için çalışma yaşamında çalışanların aleyhine tutumlar sergilenir. Yüksek öğretimden radyo televizyona kadar birçok özel ve tüzel kurum ve kuruluşları denetleyen üst kurumlar kurulmuştur.

Özet olarak anayasa serüvenimiz yabancı ülkelerin Osmanlıyı denetim altına alma amacıyla başlamış olsa bile bireysel olarak özgürlük mücadelemizin izlerini taşıdığını söylemek mümkündür.  


BİTTİ



Yayın Tarihi: 13.07.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bu Pazar şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca. Sizlere şairimizin şiirlerinden seçtiklerimi 2. kez sunmadan önce kendisini kısaca tanıtmak istiyorum.

1914 yılında İstanbul’da doğdu. Kuleli Askeri Lisesi’ni ve1935’te Harp Okulu’nu bitirdi. 1950 yılında kendi isteği ile ordudan ayrıldı. 1960 yılında Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü’nde, Çalışma Bakanlığı’nda İş Müfettişi olarak çalıştı. İstanbul Aksaray’da Kitap Kitabevi’ni kurdu, yönetti. 1960-1964 yılları arasında Türkçe adlı bir dergi çıkardı. Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyesiydi.
Yavaşlayan Ömür adlı ilk şiiri 1933’te İstanbul dergisinde çıktı. Aile, Ataç, Çağrı, Devrim, İnkılapçı Gençlik, Kültür Haftası, Türkçe, Türk Dili, Türk Yurdu, Varlık, Vatan, Yeditepe, Yücel, Yenilik, Yön, gibi dergi ve gazetelerde şiirlerini yayımladı. Şiirlerinde mağara devri insanlarından günümüz insanına dek insanın, iç ve dış dünyasını benzersiz anlatımıyla işledi. İlk yapıtından başlayarak Türk şiirine yepyeni bir anlam, kavrayış ve ses getirmiştir. Şiirimizin en verimli sanatçısıdır, şiirini sürekli olarak yenileyen özelliği ile Türk Şiirinin Ses Bayrağı nitelemesine değer görüldü. 

İşte övgüye değer şiirlerinden seçtiklerim.

...

AĞIR HASTA  

Üfleme bana anneciğim korkuyorum
Dua edip edip, geceleri.
Haytayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.

Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgârlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir.

Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.

Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış.
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona, susamış.
...
Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

AKDENİZ ŞİİRLERİ

Sen Deniz Gök,
Bir an dursanız uykuda
Büyür bir yosun geceye karşı.

Tedirgin olur ölüler
Bir an yaşlansanız karanlığa,
Sen Deniz Gök.

Dalarım engine
Ki yaşadığım
Anıladığımdır.

Roma'yla Kartaca'nın arasında
Yüzer, sevgi sevgi
İstanbul.

Böler bir kuş düşüncemi ikiye
Maviden
Yarıda kalır içki.

Dersin ki
Ellerimize değecek
Yıldızlar
Büyüyecek büyüyecek de.

Dersin ki
Bir aydınlığı var
Sevgililer için,
Karanlık sessiz de.

Dersin ki
Uyuyamıyorum
Yalnızız
Gece, mavi de.

Sessizdi yeryüzü
Yeryüzünde biricik Akdeniz vardı
Akdenizde
Yalnız ikimiz.

Beni seviyor musun dedim,
Yumdu gözlerini uzaklığa,
Tam sorulacak an, diye gülümsedi,
Tam sorulacak yer.

Bir kocaman yeşil bir kocaman boz
Yellerde
Çarpar birbirine çarpar enginlere dek.

Dalgaların ucunda yıldızların ucu
Her köpük bir fırtına
Her köpük bir evren.

Şu deniz şu gök gizlenebilir
Seni sevdiğim
Gizlenemez.

Havaya da yalıma da ağaca da benzer ama
En çok suya benzer
Sevgimiz.

Morluğun acısı var sonu yok
Karışır yaşamımıza
Kendiliğinden.

Herkes ölünce toprak olurmuş
Hayır hayır
Bizim su olacağımız besbelli.

Akdeniz enginlerde kararmaktadır
Ama
Ben
Öyle maviyim ki.

Akdeniz bir gitmişlikle eski, uzak,
Ama
Ben
Sahibi gibiyim yıldızların.

Akdeniz seni bir daha yaratamaz
Ama
Ben
Seni bir daha sevebilirim.

Deli gibi bir gürültü, ansızın,
Yırtılırcasına yarılır sessizlik,
Düşünür Akdeniz.

İşte uçaklar geçer havalarından
Kalır mavilik üstünde apak izleri,
Akdeniz anlar ve sever.

Denizdir,
Her akşam üstü
Bütün düşüncelerde
Gelip gider.
7nin le
Acısı
Uzunluğu
Aksi.

Ve gece yarısıdır bu masmavi şey,
Senin
Uzaklarda
Unuttuğun sessizlik.

Duymuştun
Bu türküyü
Çok eskiden de.

Bu türküyle anılarsın yelden
Yeşilden
Kadırgaların dibindeki sessiz yosunları.

Bu Akdeniz dalgalarında bu türküde sen
Varsın ışıl ışıl
Ve yoksun biraz.
İyice düşün bu bütün yaşamamızdır.
...
Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

ANKARALI HASAN

Altı kere aldılar Şehitler Tepesi'ni,
Altı kere geri aldık.
Ovalar şahidimiz,
Sonunda biz aldık.
İlle dermiş gavur,
Gülerim illesine!
Gece atar, gündüz atar, yorulmaz,
Delik delik oldu nazlı yer.
Yanaşmaz ki iki nefes sorasın,
Kimi arar, ne söyler?
Deli midir, kör müdür,
Şaşarım güllesine!
Yaralarım köyceğizi düşünür,
Kanımın boşuna akası yok.
Düşmana malum ola,
Dipçiğim yüreğimdir çarpınca, şakası yok
Ayacığıma düşmüş,
Acırım kellesine!...
...
Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

BİR MEMET DAHA

Topraktan mı çıktı yarı toprak bir yaratık,
Gökten mi indi yarı gök bir kartal.
Bir Memet daha var oldu o sıra,
Tepenin doruğunda kalpağı al.

Bir Memet olduğu besbelli,
Saçları başakta, gözleri çiçekte.
Elleri ayakları öylesin kocaman,
Yüzü altı Memet'in yüzüne öylesin benzemekte.

Vardı üç adımda masalcana,
Ağzı duman tüten makineliye, dev.
Kabzayı kavrar kavramaz bastı tetiğe
Fışkırdı namludan sonsuz bir alev.

Allah Allah, şaştı bütün dağlar, bütün gök,
Şaştı dost düşman.
Bu kimdir, bu kaçıncı Memet'tir,
Ölülerde dirilerde dondu kan.

Görsen efsane, görmesen efsane,
Duysan efsane.
Uzak mıdır bayraktan düşen,
Yakın mıdır ne?

Bir parıltı bir parıltı tarihten,
Tanrıca dik.
Yurdun ulusun kutsal gücü,
Bu yedinci Memet, Memetçik.
...
Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

BU ELLER MİYDİ  

Bu eller miydi masallar arasından
Rüyalara uzattığım bu eller miydi.
Arzu dolu, yaşamak dolu,
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan.

Bilyaların aydınlık dünyacıkları
Bu eller miydi hayatı o dünyaların.
Altın bir oyun gibi eserdi
Altın tüylerinden mevsimin rüzgarı.

Topraktan evler yapan bu eller miydi
Ki şimdi değmekte toprak olan evlere.
El işi vazifelerin önünde
Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi.

Kaybolmuş o çizgilerden
Falcının saadet dedikleri.
O köylü çakısının kestiği yer
Söğüt dallarından düdük yaparken...

Bu eller miydi kesen mavi serçeyi
Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık.
Yorganın altına saklanarak
Bu eller miydi sevmeyen geceyi.

Ayrılmış sevgili oyuncaklardan
Kırmış küçücük şişelerini.
Ve her şeyden ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allaha açılan !
...
Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

BÜYÜMEK 

Büyür ağaçlar maviliklerde,
Bulutlar, aydınlıklar, uzaktan.
Büyür şehirlerin yatakları,
Mevsimlerin üstü, yaşamaktan.

Bir anne gibi genişleyen sabah aydınlığı,
Büyür kanatları yavru serçelerin.
Büyük şehirler ve şehirlerde,
Korkunç hayatı, gecelerin.

Büyür hatıralar gibi ihtiyarlar,
Yaşamayı hatırlarken.
Büyür güzellikleri, vücutları kısmetleri,
Çocuklar uyurken.

Vakit büyür habersiz,
Bir serinlik düşer her cama.
Çiftçiler bile anlamadan
Büyür topraklar daima.
...
Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

DENİZ FENERİ 

Uzanmış koca burun açık denize doğru,
Lacivert ve gri gecenin değerinde.
Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi,
Deniz feneri parlar,
Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.

Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde,
Çöker uzak limanlardan bir sis.
Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin,
Bildirir, yanınca yanınca,
Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz?

Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında,
Bırak anılar gitsin biraz daha geri.
Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir,
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,
Hep bu benekte bu deniz feneri.

Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara,
Uçan dalgalara, uyuyan rüzgara bakmış,
Bir tek göz kadar kara ve mavi,
Enginle boş,
Kısmetsiz balıkçılara bakmış.

Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik,
Yüzünde bir fırtına tadı.
Durursun yorgun, umutsuz,
Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin,
Bir şey, belki de yaşaman uzadı.

Yaslıdır dulların ölçülmez özleminde,
Güçlüdür kocaman geceleri taşır.
Delidir, konuşmaz, uyumaz,
Sonrasızlığın iyiliğini bekler, kötü günlerden,
Akıllıdır.

Sarhoş gemilerimiz sallanır sallanır,
Gömülmüş kasırgaların uykusuyla belli,
Kayalar mezarlara benzer enginlerden,
Duyulur sudan göğe kadar,
"Ölüsü kandilli."

Vakit yok olur, zamandan boşalır varlık,
Düşmez burçlardan haber.
Bir uğursuzlukla ağır ve yorgun,
Bütün insanlar bitti sanırsınız,
Deniz feneri gülümser.
...

Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

Bu haftada yazımızın sonuna geldik sevgili okurlar. Gelecek hafta gene şiirlerle buluşmak mümkün olamayacak. Çünkü bayramın son gününe denk geliyor. Ben şimdiden bayramınızı dilinizden şiir, kulağınızdan müzik eksik olmasın dileğiyle kutluyorum. Hoşça kalın!



Yayın Tarihi: 12.07.2015

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 8

Bugüne dek yaptığımız anayasalarımızı incelediğimiz yazı dizimize kaldığımız yerden devam edelim. 

***

Demokratik Devlet: “Farklı ve tarihsel demokrasi anlayışları içinden 1982 Anayasasının kastettiği demokrasi türü, Batıda biçimlenmiş olan liberal demokrasi anlayışıdır. Anayasanın 6. maddesine göre, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Ulusal egemenlik ülkedeki yönetim biçiminin halkın kendi kendisini yönetmesi esasına dayanan demokratik sistem olmasını gerektirir. Egemenliğin ulusa ait olduğunu söylemek, en üstün iktidarın bir tek kişi ya da gruba değil, bütün ulusa ait olduğu anlamına gelir. Anayasa, egemenliğin kullanılmasının hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağını belirterek de bu noktanın altını çizmektedir. Millet egemenliğinin anayasanın koyduğu esaslara göre kullanılacağının Anayasada düzenlenmiş olması, egemenliğin sınırsız kullanımına izin vermez. Seçimlerin halk egemeliğini hayata geçirebilmesi için genel, eşit, serbest, gizli oy, açık sayım ve döküm gibi ilkeler esas alınarak yapılması gerekir. Anayasa, seçimlerin dürüstlüğünün sağlanması görevini Yüksek Seçim Kuruluna vermiştir. Çağdaş demokrasinin vazgeçilmez öğelerinden biri de Siyasal partilerdir.. Bu nedenle, Anayasa siyasal partilerin kuruluş ve çalışmalarını garanti altına alan düzenlemelere yer vermiştir. Anayasa’da 1995 ve 2001 yıllarında yapılan değişikliklerle siyasal faaliyet ve siyasal partiler alanındaki yasaklar büyük ölçüde kaldırılmış ve özgürlükler genişletilmiştir. Serbest seçimlerle siyasal partilerin anayasada güvence altına alınması, demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan siyasal çoğulculuğun gerçekleştirilmesi açısından da önemlidir.”

Demokrasilerde kendi içinde farklılıklar gösterir. 1982 anayasası devletin liberal demokrasiyi öne çıkararak ülke ekonomisinde ana belirleyici olmaktan çıktığını, karma ekonomilerle beş yıllık kalkınma planlarından vazgeçildiğini görürüz. Devlet sadece hizmet sektöründe olmakla yetinecektir. İç ve dış güvenliği sağlayacak sağlık, eğitim yasama konularının dışında kalan her konuda hakemlik yapmaktan başka bir şey düşünmeyecektir.  Bunun eseri olarak liberallerin savunduğu gibi emeğin değeri katma değerin içinde sayılmadan hep maliyet arttırıcı unsur olarak görülerek her geçen yıl biraz daha düşürülmüştür. Devlet sınıfsal temele dayalı sendikaları komünizmi savundukları gerekçesiyle durdurmak için liberallerin safında yer alarak baskı unsuru olmayı yeğlemiştir.


Sosyal Devlet:Bu ilke, sosyal adalet içinde refahı yaygınlaştırmayı amaçlamak olarak tanımlanabilir. 1982 Anayasası, sosyal devletin gerçekleştirilmesi amacıyla bireylere tek başlarına veya toplu olarak kullanabilecekleri çeşitli haklar tanımıştır. Bunların bir bölümü çalışma ve emeğin korunmasına ilişkin düzenlemelerden (çalışma hakkı ve ödevi; zorla çalıştırma ve angarya yasağı; ücrette adaletin sağlanması vb.); bir bölümü gelir ve servet farklılıklarının azaltılmasına yönelik hükümlerden (vergi adaleti; özel mülkiyetin kamu yararı amacıyla sınırlanması; sosyal güvenlik; eğitim ve öğretim; sağlık; çevre ve konut hakkı vb) oluşmaktadır. Ayrıca sendika, toplu sözleşme ve grev gibi toplu olarak kullanılabilen haklar da Anayasamızda düzenlenmiştir. Anayasa, değişik 65. maddesinde, "Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikler gözeterek mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getirir." diyerek, devletin bu alandaki sorumluluğunun sınırını çizmektedir.”

1982 Anayasası da sosyal devlet yapısına vurgu yapmıştır. Çalışanların hakkını, gelecekteki
durumunu belirleme, sağlık hizmetlerinden sınırsız yararlandırma, eğitim ve öğretim, konut gibi daha bir çok konuda düzenlemeler getirmiştir. Sosyal devletçilik vasfı çağdaş devlet olmanın bir ölçütüdür. Bir devletin sosyalleşmesi zenginliğinin ve bireye verdiği değerin göstergesidir. Yaşlısını, güçsüzünü, sakatını sokakta bırakmayan devlet, devlet olmayı hak etmiş devlettir.   


Hukuk Devleti: “Anayasanın 2. maddesinde cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, bireylere hukuk güvenliği sağlayan, yöneticilerin de hukuka bağlı olduğu devlet olarak tanımlanabilir. 1982 Anayasasına göre, yürütme yetkisi ve görevi anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirilir. Anayasa, ayrıca, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğunu belirterek devlet organlarının hukuka bağlılığını güvence altına almaktadır. İdarenin işlemlerinin yanı sıra, yasaların anayasaya uygunluğunun da yargı organı denetimine tabi tutulmasının hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesi açısından büyük önemi vardır. 1961 yılında hukuk sistemimize giren Anayasa Mahkemesi, 1982 Anayasasında da aynen korunmuştur. Anayasa Mahkemesi, Anayasada belirtilen diğer yetki ve görevlerinin yanı sıra yasaların, kanun hükmünde kararnamelerin ve meclis içtüzüğünün anayasaya uygunluğunun denetimini yapma yetkisiyle donatılmıştır. Anayasanın 10. maddesinde yer alan kanun önünde eşitlik; 38. maddesinde sayılan suç ve cezalara ilişkin evrensel ilkeler; yargı organının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamaya yönelik düzenlemeler hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesini sağlayan güvencelerdir.” 

Hep duyarız; “bugün hiç ihtiyacı olmayana bile bir gün hukuk gerekebilir” denir. İnsan ve insan ilişkileri, insan ve eşya ilişkileri, insan ve mülkiyet hakları devam ettiği sürece hukuk her zaman varlığını sürdürecek ve her insanın hukuk’a ihtiyacı hep olacaktır. Hukuk devleti (ihtiyarlar heyetinin bilgileri ve gönlünün dilediği gibi hareket etmeyen) yazılı kuralları olan devlettir. Devlet yönetiminden paylaşıma, ödüllendirmeden cezalandırmaya kadar her şeyi kapsayan hukuk kurum ve kuruluşlarla birlikte bireylerin uyum içinde davranmasını gücü yetenin, gücünü zayıfa karşı kullanma hakimiyetini engellemeyi sağlar. 

1982 Anayasası da bugüne kadar 15 kez değişikliğe uğramıştır. Bir çok yönden artık o ilk kabul edilişindeki Anayasa değildir. 


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 10.07.2015

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 7

Yazı dizimizin giriş bölümde yeni bir anayasa hazırlanma aşamasında engelliler olarak katkıda bulunmak istediğimizi vurgulamış, anayasa yapmanın temel esasları üzerinde durmuş, cumhuriyet tarihi boyunca 3 kez, Osmanlı geçmişimizle birlikte 5 kez anayasa yaptığımızı ve anayasaların incelenirse özgürlüğe gidişin kilometre taşları olduğunun görüleceğini belirtmiştim.

İlk anayasanın kabul edildiği 1876 yılından günümüze kadar yaptığımız 5 anayasadan sonra 6.’sını yapma aşamasına geldik. Bizde anayasalar olağan üstü durumlar sonrasında ortaya çıkmıştı. İlk sivil anayasayı büyük uzlaşma ile tek parti dayatması olmadan daha özgür bir gelecek için yapmayı denedik. Uzlaşma kültüründen uzak iktidar ve muhalefetiyle bu fırsatı ne yazık ki boşa harcadık. Ama bu özlem bitmeyecektir. Muhakkak her fırsatta anayasa yapma düşüncesiyle karşılaşacağız. Bir gün bu düşünceyi siviller gerçekleştirirse demokrasimizin epey yol aldığını söylemek mümkün olacaktır.

Bugüne dek yaptığımız anayasalarımızı incelediğimiz yazı dizimize kaldığımız yerden devam edelim. 

***

“İnsan haklarına saygılı devlet: Anayasanın 2. maddesinde yer alan ‘insan haklarına saygılı devlet’in ne anlama geldiği, ancak Anayasanın diğer maddelerinde insan hakları konusunda yapılan düzenlemelere bakılarak anlaşılabilir. Bu hükümler, Anayasanın en uzun bölümü olan ikinci kısmını oluşturmaktadır. Anayasamızda temel hak ve özgürlükler üçlü ayrıma uygun olarak düzenlenmişlerdir: Kişinin hakları ve ödevleri, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler, siyasal haklar ve ödevler. Bir temel hak ve özgürlük, ancak yasa ile ve Anayasada kendi maddesinde sayılan nedenlerle sınırlanabilir. Bu sınırlamalar temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunamaz; aynı zamanda demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun olmak zorundadır.”

1982 Anayasası insan haklarına saygıyı toplum düzeni gereklerine uygun ölçüler diyerek, temel hak ve özgürlükten ne anladığını özgürlükleri kendi içinde üç guruba ayırarak göstermiştir. Burada söylenmiş olmasa bile bireyin sadece yaşam hakkını tanıyarak, diğer hakları sınırlandırmıştır. Devletin uygun görmesi hallerinde öncelik hep devletindir. Borçlar veya ceza kanununda devlet birey konusundaki uygulamalar bile bunu göstermeye yeter sanırım. Devlet bir yanlış hesabın faturasını önce tahsil eder, sonra inceler, geri ödemesi gerektiği hallerde taksitle öder. Demokratik ölçülülük tıpkı bunun gibi bir şeydir. 

Laik Devlet: Laiklik ilkesi, yalnızca Anayasanın 2. maddesinde devletin nitelikleri arasında yer almamakta, aynı zamanda başka Anayasa hükümlerinin de konusunu oluşturmaktadır. Laik devlet, vatandaşlarının dinsel inançları ve tercihlerine saygılı olan, bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede duran ve aynı zamanda kutsal din duygularının kötüye kullanılmasını önleyen devlettir. Laikliğin unsurlarından biri olan ve 1982 Anayasasında güvence altına alınan din özgürlüğü, herhangi bir dini inancı benimseme ve ibadet etme özgürlüğünü de içerir. Resmi bir devlet dininin olmaması, devlet kuruluşları ile din kurumlarının birbirinden ayrılması, devletin işleyişini ve toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralların dini kurallarına dayanmaması laiklikten anlaşılması gereken diğer unsurlar olarak sıralanabilir. Devletin resmi bir dininin olmamasının bir başka önemli sonucu da, belli bir dinin ya da mezhebin öğretilmesinin zorunlu kılınamamasıdır. Anayasanın, din özgürlüğünün kötüye kullanılmasını engellemeye ve devrim yasalarının korunmasına ilişkin olarak koyduğu düzenlemeler de laik devlet ilkesini gerçekleştirmeye yöneliktir.

Kişiler birey olarak bir yaratıcıya inanıyorsa laik olması mümkün değildir. Çünkü o yaratıcının gösterdiği yolları günlük yaşamında uygulamak zorundadır. Yoksa bir insanın iyi bir inanan olması mümkün değildir. Laiklik anlayışı örgütlerde, dolayısıyla en büyük örgütlenme biçimi olan devletçe uygulanması uygundur. Çünkü modern devlette hiçbir grubun başka bir gruba baskın olmasına izin verilemez. Dinler devlet modelleri önermemiştir. Sadece uyulması gereken adalet ve hakkaniyet kurallarını devlete önerir. Bundan ötesi yöneticinin hoş görü ve kültürüne bağlıdır. Hoşgörü ve kültür yoksunu bir yönetici, biat eden insanların arttığı, eşitlikçi ve uygar vatandaş olmanın hiçbir öneminin olmadığı bir toplum özlemiyle kendisine bağlı ve bağımlı bir kitle oluşturmaya çalışır. Laiklik bunun için demokrasinin olmazsa olmaz kuralıdır. 


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 08.07.2015

OSMANLIDAN CUMHURİYETE ANAYASALAR 6

Bir çok maddesi değişmiş olsa da bugün yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın temel özelliklerini incelemeye başlayalım.

***

“Cumhuriyetin temel nitelikleri Anayasanın 2. maddesinde sayılmıştır. Buna göre, ‘Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.’ 

Başlangıç ilkeleri, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı: 1982 Anayasası Başlangıç bölümünü anayasa metnine dahil saymakta; 2. madde de başlangıçta belirtilen temel ilkelere atıfta bulunmaktadır. Edebi bir dille yazılmış ve anayasa koyucunun dünya görüşünü yansıtan Başlangıç bölümünden çıkarılabilecek ulusal egemenlik, güçler ayrılığı, Atatürk milliyetçiliği anlayışı gibi ilkeler Cumhuriyetin nitelikleri arasında kabul edilmektedir. ‘Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde’ ifadesi ise somut bir içeriğe sahip olmadığından ancak Anayasanın diğer maddelerini yorumlamada göz önünde bulundurulabilir.” 

1982 anayasası 1924 anayasası gibidir, yer yer somut içerikten uzaklaşır. 1924 Anayasası bir kuruluş ve modernleşme anayasasıdır. Toplumsal veri çok fazla olmadığı için soyut içerikle hedefe yürüyüşü gerçekleştirmiştir. 1982 anayasası ise giderek keskin bıçak gibi ikiye ayrılmış toplumu birleştirmek için soyut kavramları seçmiştir. 

1982 anayasasında yer bulan ‘Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde’ sözleriyle anlamını bulan kavram, Anayasanın diğer maddelerini de bağlayıcı nitelik taşımaktadır. Bütün esaslar bunun üzerine kurulmuştur. Atatürk milliyetçiliği anlayışı bundan ayrı düşünülemez. İfadesini ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözünde bulan Atatürk milliyetçiliği yalıtılmış, içindeki diğer unsurlara kapalı, bir milliyet ve bir ırkçı anlayışı değildir. Bu açıdan bakılırsa ikiside soyut içeriklerdir ve toplum idaresinde ideal oluşturmaktadırlar. 1961 anayasası somut öğelerle toplumsal hakları arttırınca ortaya çıkan hak arayışları ve yükselen ayrımcı sol fikirler 1982 anayasasının bu soyut içeriğiyle durdurulmak istenmiştir.

Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet: ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlılık’ devletin hangi milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. Bu milliyetçilik, ırk, din, mezhep esasına değil, kültür birliğine ve birlikte yaşama istek ve iradesine dayanır. Dolayısıyla Atatürk milliyetçiliği ırkçı ve şovenist bir nitelik taşımaz. Anayasanın 66. Maddesi de bunu desteklemektedir. Bu madde uyarınca, ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür’. Bunun anlamı, ulusun parçası olmanın tek ölçütünün hukuki bir bağ olmasıdır. ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlılık’ aynı zamanda devletin ulusal (Ulus-Devlet) niteliğine de işaret etmektedir. Bunun Anayasadaki yansımalarından biri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğuna yönelik düzenlemedir. Bu hüküm, devletin tek bir ulusa, Türk Ulusuna dayanmasını ifade eder. Türk Ulusu, yukarıda da belirtildiği gibi, sübjektif millet anlayışına göre tanımlanmıştır. Söz konusu düzenleme uyarınca, Ülkenin ve ulusun birliği anayasa ile güvence altına alınmıştır. Resmi dilin Türkçe olduğuna ilişkin düzenleme de, Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet ilkesinin bir başka hukuki sonucudur. Bu düzenleme, resmi yazışma ve işlemlerin Türkçe yapılmasını zorunlu kılmakla beraber, vatandaşların özel yaşamlarında başka dilleri kullanmalarını yasaklamaz.”

Anayasa koyucuları 1980 sonrasında çıkan post modernizmin geleceğini sanki biliyorlardı. Yoksa bu kadar soyut milliyetçilik anlayışı ortaya konmaz. Belkide Yugoslavya örneği (ki henüz parçalanmamıştı ama bünyesindeki diğer milletler aşırı sırp milliyetçiliği nedeniyle iyice ayrışmaya başlamıştı) bu konuda uyarıcı etkide bulunmuştur.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 06.07.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Gene bir Pazar günündeyiz. Gene şiirlerle karşınızda olmanın sevincini yaşıyorum. Her tatil gibi hafta sonu tatilleri de hevesle beklenir. Kısacıktır, kimseye yetmez bile. Bir gün dediğiniz nedir ki? Akşam olur olmaz gelecek hafta sonuna kalan programları düşünür ve o andan itibaren bir sonraki hafta sonu beklenmeye başlanır. Tıpkı gül bahçesine girip, tekrar geriye dönmeden bir gül seçerek, çıkış kapısına gelmek gibi. Ömürde böyle bir şeydir işte. Gülleri beğenmemezlik ne haddimize.. daha güzelini aramaksa bahçeden eli boş çıkmaya yol açabilir. Ne olursa olsun çıkış kapısında güzelliğe dair çok şey olsun elimizde. Şairler bunun özlemini, çilesini anlatır dururlar. Çünkü onlar bunu öyle derin yaşarlar ki, ancak gene kendileri dile getirebilirler. Bu hafta bu ince duyuşları anlatan şairimiz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerine yer veriyorum. 

...

ÖZLEM

Kime dokunsam sensin
Kimi çağırsa dudaklarım...
Başımın tacı, canım efendim.
Görünmez çığlıklarımı gören

Eğilmez başımı öpensin.
Sen bir deniz derinliğisin
Uslanmak bilmez kederler ülkesi...
Coşup yağan fırtına sessizliğim
Kül kedisi yorgunluğunda kalbim
Masalcı ninesini arıyor

***

AŞK

Aşk dediğin nedir ki
Tenden bedenden sıyrık
Çocukların içinde
Yaşadığı bir çığlık
Aşk dediğin nedir ki
Histen nefesten varlık
Umutsuzluk içinde
Karanlığa son ıslık

***

BİR ADIN KALMALI

bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam
dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç

*** 

MAVİ MAVİYDİ GÖKYÜZÜ

Mavi, maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı
Boşluğu ve üzüntüsü
İçinde ne garip yazdı...
Garip, güzel, sonra mahzun
Işıkla yağmur beraber,
Bir türkü ki gamlı, uzun,
Ve sen gülünce açan güller,
Beyaz, beyazdı bulutlar,
Gölgeler buğulu, derin;
Ah o hiç dinmeyen rüzgâr
Ve uykusu çiçeklerin.
Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde;
Mahmur süzülen bakışlar
İkindi saatlerinde...
Birden gülümseyen yüzün
Sabahların aynasında
Ve beni çıldırtan hüzün
İki bakış arasında.

***

SONBAHAR

Durgun havuzları işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle, ufkuna bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu
Eser rüzgârların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgârlara sen kendini ver.

***

AĞLAMA

Ağlama, gözleri kızarmış çocuk!
Tek damla yaşın düşmesin yere.
Bak, tek güzelliğimiz yokluk,
Sana bir öğüt; ağlama boş yere.
Ne olursa olsun hiçbir şey değmez,
Senin bir damla gözyaşına.
Ağlayana kimse boyun eğmez.
Kimse bakmaz kimsenin yaşına.

Ne kadar kötülük, pislik varsa;
Sen herşeyi tertemiz öğren.
Eğer yüzüne gözyaşı yağarsa;
Seni garip sanır her gören.
Ağlama sakın çocuk, ağlama!
Korkmayana zarar gelmez, bunu bil.
Sevgini hep söyle, sakın saklama.
Aklından korkuyu, gözünden yaşı sil.

***

YAĞMUR

Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde,
Bir parça uzaklaş kederlerinden.
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden,
Mehtabın ördüğü saatler nerde?
Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin,
Yağmur ince ince toprağa sinsin,
Bir başka alemden gelmiş gibisin,
Dalmış gözlerinle pencerelerde.

***

ANNEM İÇİN

Bir günümüz bile sensiz geçmezken
Şimdi mezarına hasretiz anne...
Issız bir mezarlık, kimsesiz bir yer
Gölgesinde ulu, loş bir mâbedin
Bir yığın toprakla bir parça mermer
Sırrıyla haşr olmuş orda ebedin.
Bir yığın toprakla bir parça mermer,
Üstünde yazılı yaşınla, adın;
Baş ucunda matem renkli serviler
Hüznüyle titreşir sanki hayatın.
Seni gömdük anne yıllarca evvel
Göz yaşlarımızla bu ıssız yere
Kimsesiz bir akşam ziyaya bedel
Matem dağıtırken hasta kalblere.
Kimsesiz bir akşam, ezelden yorgun
Hüznüyle erirken Dicle de sessiz,
Öksüzlük denilen acıyla vurgun
Bir başka ölüydük bu toprakta biz.

***

GÜL

Ey bâkir cümbüşü her özleyişten sıcak
Bin uykuya yaslanmış sessiz kamaşan şafak;
Her bahçenin üstünde ve her ufuktan başka,
Yıldızların tuttuğu ayna, ezelî aşka,
Bir sır gibi hayattan ve ölümden öteye
İlk arzunun toprağa mal olmuş lezzetiyle...
Ardından ağlanacak ne varsa ömrümüzde,
Tekrar doğuşun sırrı gülümseyen bir yüzde,
Uykusuz geceleri içten kemiren hüzün,
Bin azabın çarkında gerilmiş ağaran gün;
Öpüşler, gözyaşları, vaitler ve hicranlar;
O derin sükutların aydınlattığı anlar
Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden
Sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden;
Doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası,
Gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyası!

***

HERŞEY YERLİ YERİNDE

Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi
Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dokunuyor bir yerde yaprak yaprak…

Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.
Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.

Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgârda.

***

HATIRLAMA

Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak
Rüyaların kadar sade, güzeldin,
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerinde yaz bahçelerinin.
Ömrün gecesinde sükun, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından

***

BİR GÜL BU KARANLIKLARDA

Bir gül bu karanlıklarda
Sükute kendini mercan
Bir kadeh gibi sunmada
Zamanın aralığından.
Başında bu mucizenin
Sesler, kokular ve renkler
Ebediyete kadar derin
Bir anın vadiyle bekler.
Ve diyor fecirden berrak
Sesiyle her ürperişte
Geceyi yumuşatarak
Bütün gözyaşlarım işte.
Serinletmesin, ne çıkar
Bu ümitsiz yalvarışı
Hiç bir meyve ve pınar
Ne de günlerin akışı.
Yetmez mi bu müjde sana
Aydınlatırsam alnını
Ben her rüyayı zamana
Taşıyan yıldız kervanı.

*** 

AYNA

Derin sularında bu ayna her an
Sizden bir parıltı aksettirecek
Kah çıplak bir omuz sessiz düşecek
Eriyen bir kuğu beyazlığından
Bazen bir tebessüm, tutuşmuş mercan
Rüyasıyla sanki bir kızıl çiçek
Ve saçlar öyle ümitsiz yüzecek
Olgun akşamların ağırlığından

***

Hepinize mutlu pazarlar dileyerek huzurunuzdan ayrılıyorum. Tekrar buluşmak dileğiyle.



Yayın Tarihi: 05.07.2015