Her haberde, her söyleşide, konu dönüp dolaşıp ahlâk
anlayışımıza geliyor. Bundan epey süre önce yapılan bir televizyon söyleşisi toplum
olarak ahlâki çöküntümüzün bilinen ama kulak ardı edilen ve görülmek istenmeyen
boyutunu ortaya koyması açısından ilginçti. Ahlâk mı değişiyor, yoksa o an
işimize nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranmayı mı ahlâk ediniyoruz? Ahlâk
diye uygulaya geldiğimiz eski alışkanlıklar, yeni tip üretim çağının durumuyla
çeliştiği için verimliliğe engel mi oluyor da, toplum olarak bu davranışı
sergiliyoruz?
Gelişmiş
kentlerdeki kent insanını yalnızlaştıran bireyciliği, kişisel özgürlüğü
sınırsızlaştırarak dokunulmazlığı sağlayan ahlâkı beraberinde getirdi. Burada
bireylerin kendiliğinden davranışlarıyla birbirinden habersiz ortak davranışı
sağlayan bir ahlâkın geliştiğini görüyoruz. İletişime bağlı olarak etkileşim
içinde olan, daha az ve daha yavaş gelişme gösteren kentlerde, geleneklerin
henüz bireyleşmeye engel olmasına rağmen, ahlâki tavrın yozlaştığını ve bireyin
uçlar arasında kalarak iki yüzlü olduğunu söylemek, sanırım yanlış olmaz.
***
Sözünü
ettiğim televizyon söyleşisine konu olan haber buna güzel bir örnektir.
Haberi o söyleşideki bir konuşmacı şöyle
anlattı:
“Doğu
Anadolu’ya atanarak bir ilçede ev bakan bir arkadaşıma ev sahibi, musluklara
ilişkin açıklama yapar:
“Mutfak
musluğu ile banyo musluğu kaçağa bağlı; lavabo musluğu su saatine.”
Arkadaşım
şaşkınlıkla sorar:
“Neden
ikisi kaçağa bağlı da, lavabo saate ?”
Evin
sahibinin cevabı muhteşemdir;
“Lavaboda
aptes alıyorduk; haram karışmasın diye kaçağa bağlamadık!”
***
Bugün,
yönetici sınıf dahil, sanayicisi, esnafı, işçisi, köylüsü olmak üzere büyük bir
kesimde böyle bir anlayış var. İbadette titiz ol, gerisini boş ver.
Madem konu
ibadete geldi devam edelim. Oysa ameli düzgün olmayanın ibadeti gölgeli olur.
Ameli düzgün olmayanın inancı ne kadar düzgündür? İnancı sarsıntıda olanın
ibadeti bence jimnastik hareketinden başka bir şey değildir.
Bizde örnek
çok! Vermek istesek, hiç sıkıntı çekmeden çok örnek verebiliriz. Alın size
yakın bir geçmişten bir örnek:
Kentimizde
deprem sonrası apartman dairelerinde oturanlar, hasarlı dairelerini
terkettiler. Fakat daha sonra terkettikleri dairelerini, patlak ve çatlaklarını
sıvayarak kiraya verdiler.
Elektrik;
ısınmadan aydınlanmaya, yemek pişirmekten banyo yapmaya ve çamaşır yıkamaya,
yiyecek ve içecekleri soğutmaktan, ev temizliğine, hatta eğitimden haberleşmeye
kadar gerekli olan ve belkide sudan daha çok kullandığımız bir enerjidir. Bu
enerjiyi o kadar çok kişi yurdun her yerinde kaçak kullanıyor ki..
Çoğumuz şu haberle irkilmişizdir: “Doğuda tüketicinin %85’i kaçak
elektrik kullanıyor. Bedava elektrik kullananlar bu konuda o kadar rahatlar ki,
besicilikle geçinen birine yapılan ziyaret sırasında ev ve besi ahırı olan
binayı tavana astıkları akkor haline gelmiş divan bozmasından bir ısıtıcıyla
ısıtıyorlardı.” resmi ve özel bütün kurum ve kuruluşlarda kullandıklarını
ödemek gibi bir alışkanlık nerdeyse olmadığından devlet ya dolaylı vergilerle,
yada bu ürünleri fahiş fiyatlarla satarak gelirlerindeki açığı kapatıyor.
Sonuçta olan, kullandığını ödeyen masum vatandaşa oluyor.
Gördüğünüz
örneklerle anlaşıldığı gibi bu insanlar küçük kentlerden göç ederek
davranışlarını da büyük kentlerin karmaşasıyla derinleştirerek taşıdılar.
Nasıl bir
toplum oluyoruz diyerek şaşırmayan nerdeyse yok! Niye şaşırıyoruz ki? Bu sözde
bizim değil mi?
“Gemisini
yüzdüren kaptan!”
Başımıza ne
geliyorsa bu anlayış yüzünden gelmiyor mu zaten? Önemli olan bu sözü kıracak
anlayışı getirmektir.
Yayın Tarihi: 17.02.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder