Elimden geldiğince eğitim konusuna da yazılarımda
değiniyorum farkındaysanız. En son yazımda yüksek öğrenim görenlerinde işsiz
kaldığını belirtmiştim. Hatta verdiğim iki örnekle gördükleri yüksek öğrenim
dalından çok farklı işlerde çalışıp ilerlemek zorunda kalanlardan söz etmiştim.
Bunlardan biri biraderim, biri de arkadaşımın oğluydu. Bu neyin göstergesidir?
Bu bence eğitimdeki planlama düzensizliğinin göstergesidir. Devlet hangi
sektöre ne kadar eleman yetiştirmek gerektiğini hiç bilmiyor olabilir mi? Bunu
düşünebiliyor musunuz? Büyük ölçekte mutlaka nereye, ne nitelikte ve ne kadar
sayıda eğitilmiş insana ihtiyaç olduğunu devlet biliyor. Peki o zaman yaşanan
bu duruma ne denir?
Artan nüfusun oranında istihdam artmadığı için devlette
çaresiz durumdadır. Hele hele ekonomik hayattan çekilince buna çözüm getirme
yeteneğini de kaybetmiştir. Ortada tek bir çare vardır. O da çığ gibi gelen
genç nesli umut tacirliğiyle bir şekilde oyalamaktır. Sadece devlet oyalasa
iyi, özel sektörde gençleri dershaneler yoluyla oyalıyorlar. Aslına bakarsanız
içlerinden çok azı hedefe ulaşmakta. Bunun için her ilde üniversiteler açıldı,
açılıyor ve daha da açılacaktır. Her ilde bundan sonra büyük illerdeki gibi
birkaç üniversite olursa şaşmayalım. Çünkü genç nüfusu oyalamanın başka yolu
yoktur. Tabi sorunu kökünden çözmeye niyeti olan iktidarlar gelmediği sürece bu
böyle sürecektir.
Ben 1968 yılında ilk okul 5’ten bitirme sınavıyla mezun
oldum. O yıllarda lise mezunu olan direk yedek subay olarak askerlik
yapmaktaydı. Yeri geldikçe her yerde belirtiyorum, o dönemde okuma yazma oranı
düşüktü (bu yüzden liseliler yedek subay oluyordu tabi), ama verilen eğitim
bugünküyle kıyaslanmayacak kadar kaliteliydi. O dönemde ilk okuldan lise
öğretmenlerine kadar bütün eğitim kadrosu idealist insanlardı. Tek dertleri
gelecekteki ülkemiz insanını iyi eğitmekti. Ücretleri başka iş yapmalarını
gerektirmiyordu. Hatta gazete kitap ve dergi alabilecek ekonomik güce
sahiptiler. Çoğunun mutlaka öğrencilerini özendirecek bir yeteneği vardı. Güzel
sanatlara karşı eğilimliydiler. Kimi bir enstrüman çalıyordu, kimi resim yapıyordu, kimi el becerileriyle
hünerlerini ortaya koyuyordu.
12 mart sonrasında eğitimin yapısını bozacak af dönemlerinin
ardından sınıfta kalmama dönemi başladı. 1980’lerin ortasında öğretmenlerin
maaşları geçinmek için yetmemeye başladı, önceleri kaçak olarak, daha sonra
açıkça ek işlerde çalışmaya başladılar. İçlerinde taksi şoförlüğü yada taksicilik
yapanlarını bilirim. Açılan dershanelerde eğitimin köküne kibrit suyu ekti.
Çünkü artık devlet okullarında temel dersler geçiştirilmeye başlanmış,
üniversiteye girebilmek için o dersler dershanelerde (bilen ve çalışkan
öğrencilere daha çok eğilerek, tembellerinin de sadece parasını almayı
düşünerek) öğretilir olmuştu. Ne yazık ki ortaya yarış tayları çıkmıştı.
Öğrenciler sınavlarda dereceye girmeye çalışan yarış taylarıydı artık.
Böyle bir durumda hangi eğitim kalitesinden söz edilebilir? Eğitim
aynı kalitede sürseydi ülkemizin bugün içinde bulunduğu kargaşa yaşanır mıydı?
Başka bir konuya geçelim.
Geçmiş yıllarda gazetelerde bir haber dikkatimi çekmişti.
Haber gazetelerden televizyonlara da taşınmıştı. Tarihi mirasımız olan kültürel
varlıklarımızı Kültür Bakanlığı Milli Savunma Bakanlığından istemiş. Bunu
duyunca kocaman bir “hayda” çekmiştim. Yahu bunlar ilgili Bakanlıkta neden
değil? Oraları Milli Savunma Bakanlığına kim vermişti? O zamanın Kültür ve
Turizm Bakanı Ertuğrul Günay kültür varlıklarımızı gene aynı dönemin Milli
Savunma Bakanı Vecdi Gönülden istemiş ve kendisinden söz almış. Verilen söz
tutulmayınca habercilere şikayetle milli saraylarımızın battaniye ve ayakkabı
deposu olarak kullanıldığını söylemişti. Vecdi Gönül’de bu şikayete alınmıştı.
Birde şu habere bakın:
“2010 yılı Fizik dalında Nobel ödülü, grafen ismi verilen
iki boyutlu bir karbon bileşiğinin labaratuar ortamında üretilmesinde ve
özelliklerinin incelenmesinde gösterdikleri çabalardan ötürü Manchester
Üniversitesi’nden iki profesöre, Andre Geim ve Konstantin Novoselov’a, verildi.
İkilinin üzerinde çalıştıkları grafen, atom kalınlığında
olduğu için iki boyutlu olarak tanımlanan, karbon atomlarının altıgen
bağlantılarla bir düzlemde yan yana geldiği bileşik olarak tanımlanıyor.
Fiziksel açıdan bilinen en sağlam madde olarak tanımlanan grafen, bu özelliğine
elektrik iletkenliğinin yüksek olması da eklendiğinde, önümüzdeki yıllarda
süper iletkenler başta olmak üzere birçok başlıkta bilim ve teknoloji dünyasını
etkileyecek bir buluş olarak kabul ediliyor. Nitekim kendisine ve meslektaşına
Nobel Ödülünü kazandıran grafen hakkında Andre Geim, ‘Plastik hayatımızda ne
değiştirdiyse grafen de aynı potansiyele sahip’ açıklamasını yapıyor.”
Benim ne anlattığımı mı soruyorsunuz? Hiç canım. Ne
anlatacağım? Her şey açık değil mi? Benden yorum beklemeyin, yorumu siz yapın.
Yayın Tarihi: 21.05.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder