31 Mayıs 2014 Cumartesi

BU ÜÇ KONUYU BİRLEŞTİRİP YORUMU SİZ YAPIN

Elimden geldiğince eğitim konusuna da yazılarımda değiniyorum farkındaysanız. En son yazımda yüksek öğrenim görenlerinde işsiz kaldığını belirtmiştim. Hatta verdiğim iki örnekle gördükleri yüksek öğrenim dalından çok farklı işlerde çalışıp ilerlemek zorunda kalanlardan söz etmiştim. Bunlardan biri biraderim, biri de arkadaşımın oğluydu. Bu neyin göstergesidir? Bu bence eğitimdeki planlama düzensizliğinin göstergesidir. Devlet hangi sektöre ne kadar eleman yetiştirmek gerektiğini hiç bilmiyor olabilir mi? Bunu düşünebiliyor musunuz? Büyük ölçekte mutlaka nereye, ne nitelikte ve ne kadar sayıda eğitilmiş insana ihtiyaç olduğunu devlet biliyor. Peki o zaman yaşanan bu duruma ne denir?

Artan nüfusun oranında istihdam artmadığı için devlette çaresiz durumdadır. Hele hele ekonomik hayattan çekilince buna çözüm getirme yeteneğini de kaybetmiştir. Ortada tek bir çare vardır. O da çığ gibi gelen genç nesli umut tacirliğiyle bir şekilde oyalamaktır. Sadece devlet oyalasa iyi, özel sektörde gençleri dershaneler yoluyla oyalıyorlar. Aslına bakarsanız içlerinden çok azı hedefe ulaşmakta. Bunun için her ilde üniversiteler açıldı, açılıyor ve daha da açılacaktır. Her ilde bundan sonra büyük illerdeki gibi birkaç üniversite olursa şaşmayalım. Çünkü genç nüfusu oyalamanın başka yolu yoktur. Tabi sorunu kökünden çözmeye niyeti olan iktidarlar gelmediği sürece bu böyle sürecektir.

Ben 1968 yılında ilk okul 5’ten bitirme sınavıyla mezun oldum. O yıllarda lise mezunu olan direk yedek subay olarak askerlik yapmaktaydı. Yeri geldikçe her yerde belirtiyorum, o dönemde okuma yazma oranı düşüktü (bu yüzden liseliler yedek subay oluyordu tabi), ama verilen eğitim bugünküyle kıyaslanmayacak kadar kaliteliydi. O dönemde ilk okuldan lise öğretmenlerine kadar bütün eğitim kadrosu idealist insanlardı. Tek dertleri gelecekteki ülkemiz insanını iyi eğitmekti. Ücretleri başka iş yapmalarını gerektirmiyordu. Hatta gazete kitap ve dergi alabilecek ekonomik güce sahiptiler. Çoğunun mutlaka öğrencilerini özendirecek bir yeteneği vardı. Güzel sanatlara karşı eğilimliydiler. Kimi bir enstrüman çalıyordu, kimi  resim yapıyordu, kimi el becerileriyle hünerlerini ortaya koyuyordu.

12 mart sonrasında eğitimin yapısını bozacak af dönemlerinin ardından sınıfta kalmama dönemi başladı. 1980’lerin ortasında öğretmenlerin maaşları geçinmek için yetmemeye başladı, önceleri kaçak olarak, daha sonra açıkça ek işlerde çalışmaya başladılar. İçlerinde taksi şoförlüğü yada taksicilik yapanlarını bilirim. Açılan dershanelerde eğitimin köküne kibrit suyu ekti. Çünkü artık devlet okullarında temel dersler geçiştirilmeye başlanmış, üniversiteye girebilmek için o dersler dershanelerde (bilen ve çalışkan öğrencilere daha çok eğilerek, tembellerinin de sadece parasını almayı düşünerek) öğretilir olmuştu. Ne yazık ki ortaya yarış tayları çıkmıştı. Öğrenciler sınavlarda dereceye girmeye çalışan yarış taylarıydı artık.

Böyle bir durumda hangi eğitim kalitesinden söz edilebilir? Eğitim aynı kalitede sürseydi ülkemizin bugün içinde bulunduğu kargaşa yaşanır mıydı?

Başka bir konuya geçelim.

Geçmiş yıllarda gazetelerde bir haber dikkatimi çekmişti. Haber gazetelerden televizyonlara da taşınmıştı. Tarihi mirasımız olan kültürel varlıklarımızı Kültür Bakanlığı Milli Savunma Bakanlığından istemiş. Bunu duyunca kocaman bir “hayda” çekmiştim. Yahu bunlar ilgili Bakanlıkta neden değil? Oraları Milli Savunma Bakanlığına kim vermişti? O zamanın Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay kültür varlıklarımızı gene aynı dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönülden istemiş ve kendisinden söz almış. Verilen söz tutulmayınca habercilere şikayetle milli saraylarımızın battaniye ve ayakkabı deposu olarak kullanıldığını söylemişti. Vecdi Gönül’de bu şikayete alınmıştı.

Birde şu habere bakın:

“2010 yılı Fizik dalında Nobel ödülü, grafen ismi verilen iki boyutlu bir karbon bileşiğinin labaratuar ortamında üretilmesinde ve özelliklerinin incelenmesinde gösterdikleri çabalardan ötürü Manchester Üniversitesi’nden iki profesöre, Andre Geim ve Konstantin Novoselov’a, verildi.
İkilinin üzerinde çalıştıkları grafen, atom kalınlığında olduğu için iki boyutlu olarak tanımlanan, karbon atomlarının altıgen bağlantılarla bir düzlemde yan yana geldiği bileşik olarak tanımlanıyor. Fiziksel açıdan bilinen en sağlam madde olarak tanımlanan grafen, bu özelliğine elektrik iletkenliğinin yüksek olması da eklendiğinde, önümüzdeki yıllarda süper iletkenler başta olmak üzere birçok başlıkta bilim ve teknoloji dünyasını etkileyecek bir buluş olarak kabul ediliyor. Nitekim kendisine ve meslektaşına Nobel Ödülünü kazandıran grafen hakkında Andre Geim, ‘Plastik hayatımızda ne değiştirdiyse grafen de aynı potansiyele sahip’ açıklamasını yapıyor.”

Benim ne anlattığımı mı soruyorsunuz? Hiç canım. Ne anlatacağım? Her şey açık değil mi? Benden yorum beklemeyin, yorumu siz yapın.


Yayın Tarihi: 21.05.2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder