31 Mayıs 2014 Cumartesi

YALNIZLAŞMAYA DOĞRU

Annemin beni kucağına alıp Guraba Hastanesinde felç hastalığından yürüyemeyişime çare ararken kendimi hatırladığım en küçük halim 3-4 yaş civarı olmalı. Tabii ondan önceside vardı, ama insan hafızasının hatırlamaya başlaması, bilincinin açılması çok daha erken çağlar olamıyor ne yazık ki. Kendimi hatırladığım o yaşlardı işte. Yani bundan 54-55 sene öncesi.. annemin yanında kardeşi kadar yakını can yoldaşı halası oğlu vardı. Babam uzun yol şoförüydü, her hastaneye gidişimizde bizimle olamıyordu. Annemin halası oğlu, benim canım ağabeyim (nedense dayı dememiştim kendisine, kız kardeşi vardı onada teyze demedim, ablamdı o benim), öyle umulmadık zamanda karşımıza çıkardık ki, annemin üstünden yükünü alırdı. Beni kucağında bıkmadan taşıyan annem koca İstanbul’larda hastane ile ortopedik araç gereçler yapıp satanlar arasında gidiş gelişinde nefes almaya fırsat bulurdu böylelikle. Annem, halası, eniştesi ve çocukları gurbet kuşlarıydı. Çaresiz birbirlerinden kuvvet alacaklardı, çünkü sırtlarını dayayacakları başka kimseleri yoktu.   

Eski Yugoslavya’nın Makedonya’ya bağlı Ohri’nin ilçesi Struga’da öğretmenliği bırakıp anası babası ve kız kardeşiyle beraber Türkiye’ye göç etmişti. Tıpkı servetlerini bırakıp gelen babamlar gibi.. o dönem, kimliklerinden vazgeçmeyip Sırplaşmaya, Makedonlaşmaya direndikleri için Türklerle birlikte bütün Müslüman halkların  her çeşit baskı ve göz açtırmayan vergiler yoluyla ellerindeki mallarını bırakıp doğup büyüdükleri toprakları terk etmeleri sağlanmıştı. 1956 sonrasında Türkler kafileler halinde ya mallarını yok pahasına satıp, yada olduğu gibi bırakıp bireysel çabalar ve büyük umutlarla adeta kaçarak Türkiye’ye, anavatana gelmişlerdi. Bu göçmenler devletten devlete anlaşmalı gelmedikleri için her konuda çok zorluklar çektiler. İşsizlik, açlık, sefalet, hastalık kaderleri olmuştu. Ama bu kadere teslim olmamışlar, direnmişler ve topluma kendilerini kabul ettirmişlerdi. Çok çalışkan bir nesildi o nesil. Çok da kahraman.. aradan geçen zaman, onları hayata karşı galip ilan etti.

Devamlı gülen bir yüzü vardı. Onun yüzünü görmek insanın içini açardı. Sohbetiyle güzel bir yemek yemiş gibi olurdunuz. Anlattıklarından çok, anlatış biçimi önemliydi. Kesinlikle içinize işleyen sesle konuşurdu. Zarif ve yumuşacık.. bizim oraların ses tonlaması ve vurguları onu simgeliyordu adeta. Kibar adamdı.

2005 yılında kalın bağırsak kanserine yakalandı. Sayısız ameliyatlar oldu. Sayısız kemoterapiler gördü. Birkaç ay sonra babamda cilt kanserine yakalandı. Geçmiş olsun telefonu açtığında babama Çapa Tıp Fakültesini önerirken, cesarette veriyor, hastanelerimizi övüyordu.

Babam 05.11.06’da vefat etti. Cenazeye hasta haliyle Adapazarı’na gelmiş, beni çok şaşırtmış, duygulandırmış, bir o kadarda gururlandırmıştı.

Bu çok değerli ağabeyim kanserle girdiği amansız mücadeleyi 4 sene önce kaybederek vefat etti. Mekânı cennet olsun. Her ölüm bir kayıptır, her kayıpsa yalnızlığın basamakları. Hayat bizi yalnızlaşmaya doğru ister istemez sürüklüyor ne yazık. Bugün bunlar aklıma geldi ve hiç tadım yok! Kusura bakmayın.


Yayın Tarihi28.05.2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder