Annemin beni kucağına alıp Guraba Hastanesinde felç
hastalığından yürüyemeyişime çare ararken kendimi hatırladığım en küçük halim
3-4 yaş civarı olmalı. Tabii ondan önceside vardı, ama insan hafızasının
hatırlamaya başlaması, bilincinin açılması çok daha erken çağlar olamıyor ne
yazık ki. Kendimi hatırladığım o yaşlardı işte. Yani bundan 54-55 sene öncesi..
annemin yanında kardeşi kadar yakını can yoldaşı halası oğlu vardı. Babam uzun
yol şoförüydü, her hastaneye gidişimizde bizimle olamıyordu. Annemin halası
oğlu, benim canım ağabeyim (nedense dayı dememiştim kendisine, kız kardeşi
vardı onada teyze demedim, ablamdı o benim), öyle umulmadık zamanda karşımıza çıkardık
ki, annemin üstünden yükünü alırdı. Beni kucağında bıkmadan taşıyan annem koca
İstanbul’larda hastane ile ortopedik araç gereçler yapıp satanlar arasında
gidiş gelişinde nefes almaya fırsat bulurdu böylelikle. Annem, halası, eniştesi
ve çocukları gurbet kuşlarıydı. Çaresiz birbirlerinden kuvvet alacaklardı,
çünkü sırtlarını dayayacakları başka kimseleri yoktu.
Eski Yugoslavya’nın Makedonya’ya bağlı Ohri’nin ilçesi
Struga’da öğretmenliği bırakıp anası babası ve kız kardeşiyle beraber
Türkiye’ye göç etmişti. Tıpkı servetlerini bırakıp gelen babamlar gibi.. o
dönem, kimliklerinden vazgeçmeyip Sırplaşmaya, Makedonlaşmaya direndikleri için
Türklerle birlikte bütün Müslüman halkların
her çeşit baskı ve göz açtırmayan vergiler yoluyla ellerindeki mallarını
bırakıp doğup büyüdükleri toprakları terk etmeleri sağlanmıştı. 1956 sonrasında
Türkler kafileler halinde ya mallarını yok pahasına satıp, yada olduğu gibi
bırakıp bireysel çabalar ve büyük umutlarla adeta kaçarak Türkiye’ye, anavatana
gelmişlerdi. Bu göçmenler devletten devlete anlaşmalı gelmedikleri için her
konuda çok zorluklar çektiler. İşsizlik, açlık, sefalet, hastalık kaderleri
olmuştu. Ama bu kadere teslim olmamışlar, direnmişler ve topluma kendilerini
kabul ettirmişlerdi. Çok çalışkan bir nesildi o nesil. Çok da kahraman.. aradan
geçen zaman, onları hayata karşı galip ilan etti.
Devamlı gülen bir yüzü vardı. Onun yüzünü görmek insanın
içini açardı. Sohbetiyle güzel bir yemek yemiş gibi olurdunuz. Anlattıklarından
çok, anlatış biçimi önemliydi. Kesinlikle içinize işleyen sesle konuşurdu.
Zarif ve yumuşacık.. bizim oraların ses tonlaması ve vurguları onu simgeliyordu
adeta. Kibar adamdı.
2005 yılında kalın bağırsak kanserine yakalandı. Sayısız
ameliyatlar oldu. Sayısız kemoterapiler gördü. Birkaç ay sonra babamda cilt
kanserine yakalandı. Geçmiş olsun telefonu açtığında babama Çapa Tıp Fakültesini
önerirken, cesarette veriyor, hastanelerimizi övüyordu.
Babam 05.11.06’da vefat etti. Cenazeye hasta haliyle
Adapazarı’na gelmiş, beni çok şaşırtmış, duygulandırmış, bir o kadarda gururlandırmıştı.
Bu çok değerli ağabeyim kanserle girdiği amansız mücadeleyi
4 sene önce kaybederek vefat etti. Mekânı cennet olsun. Her ölüm bir kayıptır,
her kayıpsa yalnızlığın basamakları. Hayat bizi yalnızlaşmaya doğru ister
istemez sürüklüyor ne yazık. Bugün bunlar aklıma geldi ve hiç tadım yok! Kusura
bakmayın.
Yayın Tarihi: 28.05.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder