Okula gitmeyen, öğrenim gördüğü devreleri hatırlamayan, o
yılları andıkça özlemle karışık duygular yaşamayan var mıdır? Benden daha genç
olup da, daha geç mezun olanlar bilgisayar kullanmayı, internette gezinmeyi
bildikleri için o eski arkadaşlarını facebook denen toplumsal buluşma sitesi
aracılığıyla bulabiliyorlar. Ben istesem de bulamam. Birincisi benim kuşağımda
olanlar bilgisayarla tanışmayı, ondan korkup ürktükleri için inatla
istemiyorlar. Aslına bakarsanız çoğu onu kutsallaştırıp hayranlık besledikleri
halde birazcık kafayı çalıştırmak zor geliyor. Baksanıza çocuklarına bilgisayar
almayan kalmadı nerdeyse. Neyse.. konudan sapmayalım. İkincisi ben şimdi arkadaşlarımın
çoğunun ad ve soyadlarını hatırlamıyorum.
Okul yılları ne taze umutlar taşıdığımız yıllardı değil mi?
Beni; mübarek kadın, canım annem karnında bebesi ile kucağında okula götürdü,
merdivenlerle okulun üçüncü katlarına çıkardı. Göçmen ve yapayalnız olarak ne
muhteşem bir hayata tutunuştur o.. zaten okul hayata tutunmanın ilk aşamasıdır.
Annem böylelikle beni hayata bağlamış oldu.
Daha sonra evlâtlarımızı okula göndermeye sıra geldi. Aynı
duyguları tekrar bu kez başka biçimde yaşadık. Eğitimli olsunlar, zorlanmadan
hayat kursunlar istedik. İşçilik, ırgatlık zor zanaattı. Az mı çilesini
çekmiştik? Bizden önceki kuşaklar doğru dürüst işçi bile olamamıştı ya.. bunun
adı gelişmeydi kime sorarsanız. Dünya yerinde durmuyordu.
Yazılarıma derinlik katan karikatürlerini gördüğünüz
kardeşimi babam bu düşüncelerle okuttu. Günde kimi zaman 18 saat direksiyon
sallayarak kazandığı maaşla çocuk okutmak kolay iş değil. O zamanlar bütün
okullar parasızdı. Çok cüzi bir kayıt ve kayıt yenileme parası ödenirdi. Ona
rağmen annemle babam ekonomik yönden az güçlük çekmemişti.
Kardeşim şimdiki Marmara üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesinin ilk mezunlarındandır. Okulu bitirdikten sonra işe girmek ayrı bir
dertti. Ankara Siyasal (eskiler mülkiye mektebi derlermiş) elindeki ayrıcalığı
kaybetmemek için o mezunlara az engeller koymadılar. Bir kere dış ilişkiler
bölümlerinden mezun olanlara elçi, kamu bölümünden mezun olanlara vali ve
kaymakam olma hakkının tanımamasını hükümetlere uygulatıyorlardı. Şimdiki
mezunlar bu engelleri aştılar mı bilmiyorum. Geriye sadece müşavirlikler
kalmıştı. Onun için de az ter dökülmedi. Yazılı sınavlar kazanılıyor sıra mülâkata
geldiğinde “biz sizi ararız” denilerek körpecik beyinler umutsuz bir beklenti
içine sokuluyorlardı. Tabii aranmıyorlardı. Bu söz halâ nazikçe “sizi işe
alamıyoruz” demek için kullanılıyor. Daha doğrusu adayları başından savma
sözüdür bu söz.
Kardeşim o dönemlerde çizgi dünyasına yeni girmiş ve adını
kabul ettirmişti. Ama karikatüristlikle hayatını kurmak istemedi. Muhasebe
bürolarında muhasebeciliğe başladı, sonunda mali müşavirliğe yükseldi. Tekstil piyasasında
mali müşavirlik yaptı. Bir ara bir tekstil firmasının kurucu ortağı oldu. Bu
aşamaya gelene kadar otellerde kaldı, arkadaşlarıyla bekâr evlerini paylaştı, pansiyonları
yıllarca mesken edindi. Çok zorluklar çekti. Annem o eve gelmeden güzel
yemekler yapmazdı. O geldiğinde evimize bayram gelmiş olurdu. Tıpkı Gurup
Gündoğarken’in “Ankara’dan ağbim geldi” şarkısı gibi bir durum bizim evimizde
de yaşanırdı. Bir farkla; ağbi olan bendim. Ve kardeşimin İstanbul’dan
gelmesini dört gözle beklerdim. Düşününki o zamanlar cep telefonunu bırakın,
evlerde doğru dürüst telefon bile yok! Hafta; ay kadar, ay; yıl kadar uzun
gelir, zaman geçmek bilmezdi.
Bu konuda yazılacak o kadar çok şey var ki…
Aynı çileleri işçi ailesinden gelip okuyanlar arasında
çekmeyen yok! Kapı komşum İsmail T’de, büyük oğlu Ahmet’le aynı durumu yaşadı.
Ahmet Orman fakültesini bitirdi. Bitirdiği yıl mühendis adayları için yapılacak
KPSS sınavlarına nerdeyse iki yıl vardı. Geyve orman işletmesi şefliğinde
ihtiyaç gereği geçici olarak çalıştı. Sonrasında KPSS sınavlarına girmiş,
sonuçlar belli olana kadarda İzmir’e gezmeye gitmiş, orda bir restoranda iş
bulup bütün bir yaz kalmış. Ahmet’le bu arada karşılaştığımda anlatmıştı; önce
komi olarak başladığı işte patronlara, gitar çalıp şarkıda söylediğini
söyleyince bu kez müzisyen olarak işe devam etmiş. Ona müziği ve gitar çalmayı
öğrettim. O öğrettiklerimin üstüne bin koyarak gelişti. Onunda niyeti müzisyen
olmak değil. O da yüksek okul okuduğunun karşılığını mesleki olarak görmek
isteyenlerden. KPSS sınavlarını kazanmış. Orman işletmelerinde mühendis personel
alımı yok sanırım. İşte bu yüzden bir
ara polisliğe başvuruda bulunmayı düşünmüş.
Kapı komşum İsmail fabrika ve öğrenci servisliği yapan bir
firmada şoförlük yaptı. Ahmet’le karşılaştığım gün kardeşi küçük bir operasyon
geçirdiği için babası İsmail hastanede refakatçi olarak kalmış. O da kız
kardeşine refakat eden babasının yerine 4-12 fabrika servisini çekmeye yarım
otobüsü hazırlıyordu. Ahmet ayrıca ehliyetli bir şoförde..
Bu iki örnek, yüksek öğrenim görenlerin, gördüğü eğitime
bağlı olarak mesleğini yapamadığını gösteriyor. Çoğu böyle. Yeteneksiz olarak
elenseler diyecek sözüm olmaz. Bunlar genellikle fırsat bulamadan
eleniyorlar.
Başbakanımız ne demişti, “her okuyanın iş bulacağı kuralı
yok!” dememiş miydi? O zaman bu gençleri neden okutuyoruz? Pıtrak gibi her ile üniversite neden açıyoruz?
AB’de en çok yüksek öğrenim mezunu olan toplum olarak görünmek için mi? Adamlar
bu kez de yüksek okul okumuş işsizler nüfusumuzun arttığını (biz görmesek de) görmezler
mi?
Yayın Tarihi: 19.05.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder