30 Ocak 2010 Cumartesi

TEVAZU/ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE 


         Bu sıralar bir hayli elektronik posta alıyorum sevgili okurlar. Çok güzel hikâyeler yollayanlarda var. Kimilerinden etkilenmemek mümkün değil. İçlerinden birini depremde evleri yıkılınca Karaman’daki kalıcı konutlara taşınan, eski komşum; hoş sohbet, şakacı, güler yüzlü ve gülmeye her an hazır, TEDAŞ’ta görevli, Hüsnü Yılmaz kardeşim yollamış. O hikâyeyi sizlerle paylaşmak istedim. Daha sonra hikâyenin üstünde durduğu kavram hakkında konuşuruz.  

***   ***   ***

         Evvel zaman içinde bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir 
inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir 
şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak 
bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi 
görüyordu. Durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır, Hacı Bektaş Veli 'helal 
değildir' diye kurbanı geri çevirir. 

         Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlâna'ya 
anlatır. Mevlâna hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye 
de anlattığını ama onun hediyeyi kabul etmediğini söyleyince Mevlâna şöyle 
der: 

         "Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe 
konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul 
etmeyebilir." 

         Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhına gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, 
Mevlâna'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip Hacı Bektaş Veli'nin görüşünü 
sorar. Hacı Bektaş da şöyle der: 

         "Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlâna'nın gönlü okyanus gibidir. 
Bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. 
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir." 


***   ***   ***

ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE 





         Hüsnü kardeşim hikâyenin sonunu şöyle bağlamış: “Böylesi tevazu ve incelikle, birbirini yermek yerine yüceltmeyi becerebilen insanlar olmamız dileğiyle...”

         Bir yazımda: kır yaşamını seven kralcı Honore De Balzac, Cumhuriyet kavramının fikir babası Jean Jacques Rousseau, kral karşıtı Emile Zola, sanayileşme ve devlet karşısında bireyin ezildiği düşüncesiyle bu duruma karşı çıkarak varoluşçuluk akımını kuran üç kişiden biri olan Jean Paul Sartre gibi birbirinden çok farklı, birbirine taban tabana zıt edebiyatçı ve düşünürlerin, Fransızlarca, Fransa’yı oluşturduğunun düşünüldüğünü, hiçbir yazar, düşünür ve bilim insanı arasında ayırım yapılmadığını belirtmiştim.

         Sonuç olarak yolları ve tarzları farklı olsa da (ilki ve bizim yabancısı olmadığımız tümden gelim –her şey Allah’tandır-  kuralını uygulayanlarla, ikincisi ve bizim görünüşte anladığımız, ama öte yandan hiç anlamadığımız bir kuram olan tüme varımcılık –her şey daha özgür bir insan için- kuralını uygulayanların) ikisi bir noktada buluşuyor. Yani ortaya toplumun kabul edeceği “değer üreten değerlidir” konusunda birleşiyorlar. Fakat arada bir fark var: “İlkinde tevazu, ikincisinde bütünü anlamak ve sonucu fark etmek” gibi..

         Peki tevazu ve tevazu sahibi demek olan mütevazi ne anlama gelir? Tevazu “alçak gönüllülük” mütevazi de “alçak gönüllü” anlamında değil midir?

         Neden “alçak gönüllülük” yada “tevazu?”

         Arada belirttiğim gibi tevazu “her şey Allah’tandır” kuralı gereğidir. Yukarıda gördüğümüz gibi “Tevazu” karşıtı “Kibirdir.” Allah’ın kullarında görmeyi hiç istemediği şeydir kibir. Çünkü kibrin bir adım ötesi kendinden başka şeyi tanımamaktır. Bu ölüm severlikten, ölüm saçarlığa kadar varan (burada anmak istemediğim birçok şeyde dahil olmak üzere) bir dizi olumsuzluklara yol açar. Tevazu sahibi, yani mütevazi, yada başka deyişle alçak gönüllü olmak edep gereğidir. Edepse varlığı; otu böceği, kurdu kuşu, insanı hayvanı, en küçük organizmadan galaksilere kadar ne varsa bir bütün olarak görmektir. Bunu gören büyük olamaz. O zaman haddini bilir. Haddini bilmek kapladığı alana sahip çıkacak kadar söz sahibi olmaktır.

         Çağımız ne yazık ki bireyleşme çağı. Eskiden toprağı sürüp ekmek, sonrada topraktan ürünü almak için insana ihtiyaç vardı. Çünkü tabiatın karşısında bir insanın yapabileceği çok fazla şey yoktu. Bu yüzden toplu hareket etmek zorundaydı. Şimdi insan kendi kendisini üretimin her aşamasından kovuyor. Bu insan koca koca kentlerde yapayalnız artık. Bunu hayata bağlamak için ortaya ne konabilirdi? İşte bakın ne kondu:

         Devir tevazu devri değildir. Devir “kendini şımartma'” devridir. Siz “en iyisisiniz” “kendinizi mutlu edin!” “İçinizde bir dahi var durmayın ortaya çıkarın!” “Dünyanın en güzel kadınısınız; veya en güçlü erkeği; aklınızı sevin.” “Yıllara meydan okursunuz bir çırpıda;” kırışıklıklar canınızı sıkmasın ve saçlarınızın güzelliği gözlerinize yansısın..çünkü size “hep bakacaklar;” “bakmalılar”.. trafik karışmalı siz yolda yürürken. Artık tevazu; zayıfların işidir. Yazıktır tevazuyla geçirilecek zamana.

         Sonunda çılgınca satın almaya başladı insanlar, önüne konan her şeyi.. İmparatorluklar bunun için çökertildi. Şimdi sıra ulus devletlerde. Ulus devletlerin var olma şartlarından biri olan gümrükler ortadan kalkmalı, varlığının temeli olan sınırları korumakla yükümlü (kaynak tüketerek ülke ekonomilerine yük oldukları gerekçesiyle) ordular yok edilmeli. Neden? Gelişmiş ülkeler dünyanın her yerinde daha çok ve daha kolay mal satsınlar diye.

         İşin başka bir boyutuna gelelim.

         Benim iktidarlara karşı çıkışımın bir nedeni var. İktidar olmak bir iddiayı gerektirir, tevazuyu değil. İktidar olanlar bu yüzden kötü olmaya eğilimlidir. İster ilahi kanunlarla idare etsinler, ister insanların oluşturduğu anayasa ve yasalarla. Kim ne derse desin bu böyledir. Bunun için mutlak idareye karşı (tek parti veya koalisyon hükümetleri fark etmez) denetim mekanizması şarttır. Çünkü onlardan “tevazu” beklemek fazla “iyimserlik” olur. İtalyan Faşistleri, Alman Nazileri, Rus, Çin ve Kamboçya komünistleri tevazu yoksunu insanlık kasabıydılar. Şimdinin Amerika’sı bunlardan daha iyi değil. Onları iyi gösteren kendilerini eleştirmeleri ve çok çabuk karar değiştirmeleri. Yoksa onlarda da tevazu denen şey yok! Tarihte de Emevi ve Abbasiler’de gücü yanlış kullanma, dinde boş tartışmalar çıkartma olduğunu görürsünüz. Bir tevazu eksiklikliği iktidarın bizzat doğası gibidir.

         Şu unutulmasın insan üstünde en şık duran şey tevazudur. Bunu giyebilen, yüzündeki neşesinden belli olur. Çünkü huzurludur. Çünkü şu kainatın içindeki milyarlarca galaksinin, milyarlarca sisteminden biri olan güneş sistemindeki bilinen  on gezegenin içindeki yer küresinde milyarlarca türdeşinden sadece bir tanesidir.   




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com



Yayın Tarihi: 29.01.10

28 Ocak 2010 Perşembe

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT 2


ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE



Tıkandı baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.
Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;

            “Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.”

            Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler.

Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu
baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya;
            “Taze baklava, güzel baklava!”

Bu esnada oradan geçen bir Yahudi Baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın.
Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi;
“Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım,” demiş. Tıkandı baba da “Peki,” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; Bizim Tıkandı baba'ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan;

            “Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş
            “Geldi sultanım”
            “Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?”
            “Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım.”

            Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş.

            “Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir,” demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.


            Sultan demiş; “Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git
onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış. “Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.


            “Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.”
            Baba, “Niçin,” demiş.
Askerler “Hele sen bir beğen bakalım” demişler.
Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline
            “Ne olacak şimdi,” demiş.
            “Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı,”demiş.


            Baba taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;

"VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT"


Şansınız bol olsun.




Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 27.01.2010

25 Ocak 2010 Pazartesi

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT 1



ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE




Eskilerin “hurafe” dedikleri boş inançlarım hiç yoktur. İşin özüne ve direk bilgiye inanırım, güvenirim. Bazı açıklanamayacak konularda yok değil. Şans bunlardan biridir. İnanırsınız veya inanmazsınız o sizin bileceğiniz iş. Ama gelin şunu bana açıklayın, açıklayabilirseniz..

Övünmek gibi olmasın  ama bir çok kağıt ve 3 çeşit tavla (normal tavla, gülbahar, hapis) oyununu iyi derecede oynamayı bilirim. Genellikle oyunlarda müzmin şanssızımdır. Bazı arkadaşlarımın şanslarına hayran kalıyordum. Bazen yerimi bu arkadaşlarıma bırakıyordum. Öyle ters ve öyle yanlış oynuyorlardı ki gene de onlar kazanıyorlardı. Yerime tekrar geçtiğimde şansızlığımı beni bekler bulurdum, yani durum eski hamam eski tas oluverirdi. Aynı masa, aynı sandalye, aynı oyun ve aynı oyun araçları, sadece oyuncu değişiyordu. Ama her şey anında o olumsuz görünüme bürünüyordu. Biz olacakları bulut gibi başımızın üstünde taşıyoruz. Arada yaptığımız seçim diğer seçim yapanların yaptıklarıyla uyum ve uyumsuzluğu yengiyi veya yenilgiyi belirliyor. Bu 4 bilmecenin içinde 1 bilineni inceleyip 3 bilinmezi görüp durdurarak sonuca ulaşmak ne kadar zeki olursanız olun imkansızdır. Ortada pasif bir 5. bilinmeyen olduğu için onu çözümlemek mümkün değil. Açık söyleyelim ki daha net anlaşılsın; 4 kişilik bir masada herkes tek (yani eşli değil) okey oynanıyor. Her oyuncu sadece kendi taşlarını görür. Kendisinden başka diğer 3 kişi her oyuncu için bir bilinmezdir (eğer oyunun içinde hile yoksa, hile konumuzun dışında çünkü). Oyuncu rakiplerinin aldığı ve attığı taşlardan onların nereye gittiğini az çok belirleyebilir. Bu 3 bilinmez bir ölçüde  çözülür. Ama ortada 5. bilinmez olarak sırası belli olmayan orta taşları vardır. İşte bu alış veriş bu sıraların değişmesine neden olur. Çok dürüst bir oyunda bu sırayı kimse bilemez. İşte buradan itibaren çözümü mümkün olmayan denklemle karşılaşılır. Bunun adı şanstır. Bu şans kimilerine en olmaz biçimde gelir, kimilerine hiç gelmez.

Bu konuyu geçelim. Şansla ilgili yaşadığım başka bir örnek vereyim:

1983 yılıydı, mahallemin 5 delikanlısı 20 gün sonra askere gidecekti. İçlerinden biri asker öncesi balık avlamaya gidelim dedi. Bir temmuz sabahı saat beşte üstü tenteli bir kamyonete bende  dahil 9 kişi doluştuk, Poyrazlar’a gittik. Gün ışıyordu. Genişçe bir çayırlık seçildi, araç gereç ne varsa açıldı, önce göle yemler ardından oltalar atıldı. Çok geçmeden ilk müjde geldi. Derken ikinci üçüncü müjdeler.. öyle şanslıydık ki orda yiyebileceğimiz kadar tutalım diye düşünürken evlere götürecek kadar balık avlanıyordu. Derken bizim yarım metre sağ tarafımıza balık avlamaya geldiler. Onların bizi görünce iştahı kabardı. Oltaları attılar, bekle Allah bekle tık yok!

Karşı kıyıda komşumuz, hem olta, hem ateşli silahla avlanmaya meraklı, rahmetli Ali Rıza Koçyiğit (bir kızı, bir oğlu vardı. Kızının adı Hülya idi. Soyadlarına bakar mısınız? Kızının adıyla soyadı birleşince, ortaya; Hülya Koçyiğit gibi, sinemamızın 4 yapraklı yonca olarak tanımlanan kadın oyuncularından birinin adı çıkıyordu.) ağabeyimizi gördük. Rüzgar bizim sesimizi oraya götürüyordu, çağırdık, motosikletiyle 5 dakikada geldi. O da bizim tuttuğumuz balıkları görünce “iyi ki geldim” dedi. Karşı kıyıda bir tane bile balık tutamamış. Onu da arkadaşlarım aralarına aldılar. Herkes çatır çatır balık tutuyor, ama o tutamıyordu. Sonunda balık pişirdik yerken o tutma inadından vazgeçmedi. Ama sıfır çekti inanır mısınız? Aramızda balık tutmaktan bir haber bir arkadaşımız vardı; Orman İşletmesinden memur Mümin Bozkurt. Aşka geldi kamış oltaların birini aldı, alelade yem koydu, atma oltayı karacaksın diyenlere rağmen attı, atar atmaz çekti, saniye bile sürmemişti. Sazlıklara attığı için olta kırıldı tabii. Ama ne görelim oltanın ucunda minik bir balık sallanmıyor mu?  O dönüşte kamyonetin ön camına asıldı, mahalleye geldiğimizde arkadaşlardan biri onu elektrik direğine örnek diye astı. O günden sonra zaten balık dediğimiz Mümin’in adı “Balık Mümin” olarak tescil edilmiş oldu.
  
Şansla ilgili rahmetli babamın bir sözü vardı, ilk ondan duyduğum sözdü:                “VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT”

Bunun bir hikayesini de anlatırdı. Size onu da anlatayım artık farz oldu.
 

****

            Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor. “Tıkandı baba, çay getir, Tıkandı baba, kahve getir. Tıkandı baba, şurup şerbet getir.”

            Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?

            Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.

            “Anlat baba anlat merak ettim” deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da “peki” deyip başlamış anlatmaya;

“Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, her birinin bir çeşmesi vardı ve
hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. -Benimki de onlarınki kadar aksın- diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden -Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın- dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı, hiç akmamaya
başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı. Hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.”

DEVAM EDECEK



Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 25.01.10



ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 28


Merhaba sevgili okurlar! Eni konu soğuklar bastırdı. Bu satırları yazarken dışarıda kar yağıyor. Zemheri aylarındayız şaka değil. Eskiden kışlar daha sert geçerdi. Yerde metreyi bulan kar olurdu. Sanayileşmenin ardından dünyadaki ısınmayla birlikte ülkemiz de ısındı. Bu yüzden eski kışlar yok artık!

Gene şiirlerin arasına girmeyeceğim. Önce şiirleri okuyun, daha sonra ekleyeceğim notlarla  şiirlerin açıklamalarını yapacağım.

….    ….    ….

79
Yıldızların gözyaşlarından
yani çiçeklerden bir buket
derledim
Kalbimi kattım içine
Kuşanıp sevgimi,
hiçbir şey giymeden içime
Kapına geldim yalınayak


Aydın Göle
24.11.2001

***   ***   ***

82
Günün aydın olsun
Gönlün zengin olsun
Kafan dinç olsun
Ruhun genç olsun
Yüreğimde çağlayan sevgimle
Yüreğine talibim
Bin yıl geçse vazgeçmem
Mahmur gözlüm vazgeçmem

Aydın Göle
24.11.2001

***   ***   ***

84
Kış kapıda
Hava da kar kokusu
Elimde bir roman
Kulağımda müzik çalar
Aklımda sen
Kışı karşılıyorum
Senin hayalin bile güzel

Aydın Göle
01.12.2001

***   ***   ***

85
Gecen hayırlı
Uykun huzurlu
Yarınların ümitli olsun
Meleklerin kanadında
Dudağım dudağında
Pamuk gibi uykular diliyorum
Sana yarim

Aydın Göle
02.12.2001

***   ***   ***

86
Nede çok korktum ölümden
Gündüzlerimi kararttım
Karanlıkta gelir diye
Işıklar açık yattım
Sende yoktun ki yanımda
Olsan elini tutacaktım

Aydın Göle
21.12.2001

***   ***   ***

87
Gecenin saklayan kolları
Seni kem gözlerden
ve acı sözlerden
Korusun!
Yok hafifliğinde
ipek kumaş gibi
sarsın yumuşacık

Aydın Göle
21.12.2001

***   ***   ***

88
Geceler tülün
Gündüzler gülün
Günlerin kölen
Yılların şölen
Olsun!
Umutla yat
Mutlu kalk yataklardan

Aydın Göle
01.02.2002

***   ***  ***

89
Sana iyi geceler
Bana çözümsüz bilmeceler
Sana tatlı uykular
Bana derin kuyular
Sana özgür uçaklar
Benim yüreğime paslı bıçaklar
Azdır
Sevdalar oldukça

Aydın Göle
02.02.2002

***   ***  ***

HASRETİNİ NASIL ÇEKEYİM

Güneşi sevdim ışıklar içindeyim
Geceleri sorma bana nerden bileyim
Ya sen gel bana, ya çağır geleyim
Böyle hasretini ömür boyu nasıl çekeyim

İste için için duman duman tüteyim
İste senin için ateşe yürüyeyim
Bir canım kaldı iste vereyim
Söyle hasretini nasıl çekeyim

Aydın Göle
04.02.2002

***   ***   ***

NOTLAR:

Numaralı şiirlerin kısa mesajla yollanmış şiirler olduğunu biliyorsunuz artık. İşte bunlardan bir demet daha:
79: Bu şiirde sevginin kazanılan bir duygu olduğunu anlatıyorum.
82: Bu şiirle günaydınla birlikte iyi dileklerimi sundum.
84: Kış mevsimine uygun şiirde sevgilinin hayalinin her şeyden güzel olduğunu anlattım.
85: Gece duası ve dileği şiiridir.
86: Ölüm herkes için korkunçtur. Elimizi tutan bir sevgili olsa ölmeyeceğimizi sanırız. İnanan insan için ölüm vuslata ermekten başka bir şey değildir. Bir gün herkes Ona (yüce mevlaya) döndürülecek madem bu korku neden? Biz yüce yaratıcımızdan değil, günahlarımızdan korkalım. Çünkü Allah yarattığı kullarını kendisini inkar etmezlerse cezalandırmak istemez. Bu en büyük günahtan başka günahları olanlarda cezalandırılırlar.  
87: Başka bir gece dileği şiiri. Gece gerçekten sihirli değnek gibidir. İnsanı sarar sarmalar. Önemli olan ipek şal gibi sarmasıdır sizce de öyle değil mi?
88: Bu şiirde bugün aktardığım diğer şiirler gibi dilek şiiridir. Benzetmeleri beğenirsiniz umarım
89: Sevdanın kendisi çözümsüz bilmecedir. Kâh derin kuyulara düşülür, kâh paslı bıçaklar saplanır yüreklere. Her seven biraz kuşkucu değil midir zaten? Sevgiliye iyi dileklerimi sunarken kendimin bu durumda olduğunu belirtiyorum.  
HASRETİNİ NASIL ÇEKEYİM: Sevdalının sevgilisi kendisine güneş gibidir. O durumda sevgilinin yokluğu çekilir şey midir? Bu şiirden daha çok şarkı sözüne yakındır. Fakat bu sözleri bestelemedim.

Bu günlük bu kadar sevgili okurlar. Haftaya başka şiirlerle buluşmak üzere hepinize iyi pazarlar diliyorum.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com


Yayın Tarihi: 24.01.10


22 Ocak 2010 Cuma

NOBEL VE YABANCILAŞMAK - 2



      ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE


Bu dizinin ilk yazısını bitirirken  Özdemir İnce’nin Orhan Pamukla ilgili bir önceki yazısına bakmayı bu yazıya  bırakmıştım. Oradan devam ediyorum.
“SİZE bir soru: Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazarın ödülü aldığı yıl ve daha sonra İsveç'te devlet yardımı ile yayınlandığını hiç duydunuz mu?
Duymadınızsa duyun: 


Yazarın Adı: Orhan Pamuk! Kitabın adı: Cevdet Bey ve Oğulları; Masumiyet Müzesi. Yayınevinin adı: Norstedts. Çevirmen: Mats Müllern.”

“TEDA Türk Kültür, Sanat ve Edebiyatı ile İlgili Eserlerin Türkçe Dışındaki Dillerde Yayımlanmasına Destek Projesi'dir.

           
TEDA, Türk kültür, sanat ve edebiyatının klasik ve çağdaş eserlerinin ilgili ülkelerin tanınmış yayınevlerince Türkçe dışındaki dillere çevrilmesi, o dilin konuşulduğu ülke veya ülkelerde yayınlanması, tanıtılması ve pazarlanması esasına dayalı özünde bir “çeviri ve yayım”destek projesidir.

            Projenin esası; Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca belirlenen Yönerge ve Sözleşme çerçevesinde, yayınlanacak olan eserlere çeviri veya baskı desteği sağlanmasıdır.


            TEDA Projesi'nin hedefi; Türk kültür, sanat ve edebiyatını yurtdışında entelektüel hedef kitle ile buluşturarak Türk kültür, sanat ve edebiyatının kaynaklarına yönlendirmektir.”

Bu açıklamalar sonunda nereye geleceğiz bakın görün!


2005 yılında başlayan destek programının 2009 yılı ikinci dönem itibariyle 634 kitaba ulaşmış olduğunu öğrendiğim zaman mutlu oldum ve gurur duydum. Ancak, yayını devlet tarafından paraca desteklenen bu 634 kitabın 52 (elli iki)'sinin Orhan Pamuk imzası taşıdığını öğrendiğim zaman ağzım bir karış açık kaldı.
2005 yılında Orhan Pamuk'un dünyanın dört bir yanında yayınlandığını biliyor ve en yakın zamanda Nobel Edebiyat Ödülü alması için uluslararası bir tezgâh kurulduğunu duyuyorduk. Hedef 2006 yılında on ikiden vuruldu. Tezgâh muradına erdi!

            TEDA'nın amacı türlü nedenlerle yurtdışında yayınlanma olanağı bulamamış eski ve yeni, değerli yazarları desteklemek değil miydi?


            Nobel Ödülü sahibi Orhan Pamuk'un kitapları devlet desteği ile Slovakya, Güney Kore, Romanya, Brezilya, Estonya, Polonya, Ukrayna, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Gürcistan, İspanya, Mısır, Bosna-Hersek, Hindistan, İsveç, Letonya, Norveç, İsrail memleketlerinde yayınlanmış. Bu ne biçim bir tanıtım politikası ki Nobelli yazar tanıtım için destekleniyor?


            Bu nasıl bir Nobelli yazardır ki yurtdışında yayınlanmak için devlet desteğine muhtaç?”


Nobel ödülü bilindiği gibi devletle arası iyi olmayan muhalif yazarlara verilir. Devletin sağladığı imkanlarla romanların dünya dillerine çevrilsin. Hem devletten paraları indir, hemde devlete muhalif ol! Bu nasıl dürüstlüktür böyle? Özdemir İnce’nin bu konudaki fikirlerine sonuna kadar katılıyorum.

“Orhan Pamuk, Nobel’i alıp, Türklerin soykırıma uğrattığı Ermeni ve Kürtlerin çetelesini tutmayı bıraktıktan sonra, şimdi demokrasi müfettişliği rolünü üstleniyor.
Amerikan PBS televizyonunda “Charlie Roze Show” adlı programa katılan beyimiz, ülkedeki dengesizliği “laik/şeriatçı” çekişmesine bağladıktan sonra “Demokrasinin din devletine dönüşeceğinden mi korkuluyor” sorusunu şöyle yanıtlıyor:
“Hayır böyle söylüyorlar, ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bence bahane bu. Maalesef, Türk bürokrasisi ve ordudaki bazı kesimler, sahip oldukları ayrıcalıklarını kaybetmek istemiyor. Bu kesimler, AB ile müzakerelerden de memnun değiller. Çünkü ayrıcalıklarının bazılarını kaybedebilirler.”
 “Kendimi kültürel olarak onlara (laiklere) yakın hissediyorum. Daha Batılılar, ancak, kendi otoriter hallerinin, hoşgörüsüzlüklerinin, ifade özgürlüğü üzerinde durmamalarının, Türkiye insanlarının oylarına saygı göstermemelerinin sorununu yaşıyorlar. Laiklerin birçoğu iyi insanlar ama demokrasiye, halkın oylarına ve insan haklarına saygıları yok.” (Hürriyet, 30.12.09)

Evet sevgili okurlar, bir yazar dünyada seviliyorsa, dünya ülkelerinin yayın evleri kendileri gelir, çevirecekleri kitabın yayın hakkını bedel ödeyerek alırlar. O çok sevildiği söylenen İsveç’te bile Türk devletinin parasıyla İsveç dilinde basılmış. Nobel ödülünü aldıktan sonra hem de..

Bu işin bir yanı, diğer yanı da yaptığı akıl daneliği.. her konuda ahkam kesiyor. Bütün liberaller gibi bir aymazlığın içinde yüzüyor.

Özdemir İncenin dediği gibi;
“Bu ne ödenmez borçmuş, bu ne tükenmez kin ve nefretmiş! Büyük yazar kimseye borç ödemez; gerçek yazar kimseye kin duymaz ve kimseden nefret etmez!”

Nobel ödülü bir zamanlar Jean-Paul Sartre’a verildi. Varoluşçuluk akımının babası, düşünür ve yazar, akademik adamlar benim düşüncelerimden ve Fransa’dan büyük değil diyerek ödülü almaya tenezzül etmezken en aşırı rejim muhalifliğinden vazgeçmiyordu ama hem ülkesini hem kendisini ülke insanı içinde devleştiriyordu.

SÖZÜN ÖZÜ: Bizim gerçeklerimiz bizi ilgilendirir. Başkalarını değil! Başkalarının ödülü gözlerimizi kamaştırır ama bizi bize yabancılaştırır.

BİTTİ

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarihi: 22.01.10

20 Ocak 2010 Çarşamba

NOBEL VE YABANCILAŞMAK - 1



ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE 


















          07 haziran 1952 yılında İstanbul’da doğan yazar Ferit Orhan Pamuk , 2006 yılında Nobel Ödülünü kazanarak bu ödülü alan en genç iki kişiden biri olmuştur. Kitapları elli sekiz dile çevrildi ve yüzü aşkın ülkede yayımlandı. 2005 yılında Prospect dergisi tarafından dünyanın 100 entelektüeli arasında gösterilirken, 2006 yılında ise TIME dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisinden biri seçildi. (Ansiklopedik bilgiler böyle. Asıl gerçekleri yazının ilerleyen satırlarında okuyacaksınız.)

Suriyeli şair Ali Ahmet Said ile aday olduğu yıl İsveç Akademisi, kendisine Nobel Ödülünü verirken
“2006 Nobel Edebiyat Ödülü ‘Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan’ Orhan Pamuk’a verilmiştir.” Demişti.

Bu ödülü alana kadar aşağıda verdiğim listedeki son iki kitap hariç 7 roman, 1 senaryo, 1 yazı ve söyleşilerinden seçmeler ve 1 anı kitabı yayınlanmıştı.


Cevdet Bey ve Oğulları, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1982,
Sessiz Ev, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1983,
Beyaz Kale, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1985,
Kara Kiyap, roman, İstanbul, Can Yayınları, 1990,
Gizli Yüz, senaryo, İstanbul, Can Yayınları, 1992,
Yeni Hayat, roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994,
Benim Adım Kırmızı, roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998,
Öteki Renkler, yazılarından ve söyleşilerinden seçmeler, 1999,
Kar, roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002,
İstanbul: Hatıralar ve Şehir, anı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003,
Nobel ödülünden sonra yazdığı son iki kitabı şunlar:
Masumiyet Müzesi, roman, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008,
Babamın Bavulu, anı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007,
Yazar Leyla Erbil, Orhan Pamuk’un romanlarındaki soğukluğu, içinde kendisinin olmayışına bağlar. Ona göre yazarın romanları Ortadoğu ve Hint  destanlarının izlerini taşır. Bu destansı özelik nedeniyle romanlarda kaygan zaman geçişleri ve farklı zamanların üst üste binişleri görünür. Bu yüzden kahramanları soyuttur, yaşayan varlıklar değillerdir.
Leyla Erbil’in Orhan Pamuk hakkında  söyledikleri bu kadarla kalmıyor. “Orhan Pamuk kendisinin Türk romanına uzun cümlelerle yazmayı getirdiğini belirterek, solcu yazarların kısa cümlelerle yazmalarının anlamı kolaylaştırdığını, fakat edebi dilin bozulduğunu söylüyor.”                                                                                                                                                                             “Bu yüzden Türk romanı çok sığ ve çok yoz kaldı” diyen Orhan Pamuk’a Leyla Erbil sade ve basit yazmanın zorluğundan dem vurarak ve nice klasik eserlerin sade basit ve duru anlatımıyla değer kazandıklarını belirterek karşı çıkıyor.

Şimdi gelelim işin başka tarafına. Biz yaratılan Orhan Pamuk efsanesiyle uyutulduk mu acaba? Evet uyutulduk! Nasıl mı dediniz? Buyurun Özdemir İnce’nin bu konuda yazdığı iki yazıdan yaptığım alıntıları okuyalım:
“EN eski arkadaşlarımdan, Can Yayınları’nın kurucusu rahmetli Erdal Öz’e danışmanlık yaparken Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”nı yayınlamasını desteklemiştim.  
Bu destek çok önemliydi, çünkü kaldırıma düşmüş ve işportada bile satılamayan bu kitabı yayınlamak konusunda kararsızdı Erdal.”

Özdemir İnce daha sonra Orhan Pamuk’un romanlarının edebiyat değeri olarak değerlendirme yazısı yazma yerinin edebiyat dergileri olduğunu belirterek, bir bakıma Hürriyet Gazetesindeki köşe yazısı içinde anmasa bile görüşlerini ima etmiş oluyor.

“Bu satırlardan anlaşılabileceği gibi Orhan Pamuk hakkında olumlu bir duygu ve düşüncem yok. Hele dünkü yazımda yazdıklarımı ve “Masumiyet Müzesi” tasarısınıİstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinden aldığı (alacağı) para ile gerçekleştirdiğini (gerçekleştireceğini) öğrendikten sonra olumsuz duygu ve düşüncelerim iyice azdı.”

İşin burasında bu yazıya ara verelim, Özdemir İnce’nin o yazısına da  gelecek yazıda bir göz atalım.


DEVAM EDECEK









Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Yayın Tarih: 20.01.10



19 Ocak 2010 Salı

SİGARADAN ÖĞRENDİKLERİMİZ







                 ÇİZGİ-YORUM COŞKUN GÖLE

Kapalı mekanlarda uygulanan sigara içme yasağının ardından yeni yılla birlikte sigaraya gelen zamlar tüketimi hızla düşürünce şirketler bu duruma iki gün dayanamadılar ve fiyatları eski fiyatlara geri çektiler.
Benim geçen günkü yazımda demokratik tepki dediğim olay bir yanıyla gerçekleşmiş oldu. Ne ki örgütlü bir tepki değil, kendiliğinden oluşan bir tepki olması dikkat çekici. Bu bile bir şeyleri değiştiriyorsa dediklerimde haklı olduğum sonucu doğmuş olur.
Fakat gelin görün ki hükümetlerin elindeki koz bitmez. Yeni vergi korkutmacasıyla fiyatlar tekrar zamlı tarifelere çekildi. Tam bir komedi yaşadık. Domuz gribi aşısında başbakanla sağlık bakanlığı arasında çıkan komik çekişmeden sonra bu son olay çok fazla değimli sizce? Millet gülmekten ölecek korkuyorum inanın. Zamların geri çekilmesi konusuna kurguladığım yazıda neler demişim bakın.
“Bu konunun neresinden bakalım şaşırdım. O kadar çok anlatılacak yönü varki.. iktidarlar ne derse desin son kertede üreticilerle tüketicilerin dediği olur. Hükümetler üretici ve tüketici, o çok meşhur söylemle “piyasa” hareketlerinden doğan gelirden “bir çeşit komisyoncu ücreti” sayabileceğimiz vergi ile pay alarak üzerine vazife olan hizmetleri gerçekleştirir. Bunun ölçüsünü “hizmet binası yapımı onarımı ve personel giderleri yanı sıra yandaş kayırmaları nedeniyle” kaçırdığında üstüne ek vergiler yani “ek komisyon ücretleri” koyarak açıkları kapatmaya çalışır. Her açık kapatma girişimi yeni bir ek vergi demektir. Ek vergiler de zam..
Bu defa öyle olmadı. Neden? Çünkü gerileyen ücretler sonucunda tüketici son zamlarla lüks tüketim (yani en kolay vazgeçilecekler) tanımına sigaraları da sokunca marka sigaraların satışı sıfır düzeyine düştü.  İşte kendiliğinden bir eylemi eylemcilerin, yani tüketicilerin bir birinden habersiz başlatması bu sonucu doğurdu. Paranın gücü herkesi bir noktada birleştiriyor. Biri yani çalışan kesim, doğal ve gerektiği kadar bir tüketimi yapabileceği paraya sahip olamayınca, diğeri firma ve şirketler sahip olduklarını kaybedeceğini anladılar.”
“Bu duruma neden geldik? Her zamanki nedenlerden tabii. 2010 bütçesi hazırlanırken öngörülen bütçe açıklarının tutturulamayacağını ve bir önceki yıldan devralınan açıkla büyüyeceğini düşünen hükümet komisyon ücretini yani vergiyi arttırdı. Artan vergiler de zamları getirdi.
Sigara şirketleri bu nedenle maliye “maktu (değişmez- sabit) vergileri belirlesin nispi oranlardan vaz geçsin.” Diyor. Böyle olursa fiyatlarda artışlar olmaz, hatta rekabet sonucu ucuzlama bile olurmuş (Sözün burasında sigara tüketiminin azalması taraftarı olduğumu belirteyim. Gençler sigara içerek körpe ciğerlerini mahvetmesinler. Fakat bu sektörde de eskisi kadar olmasada azımsanmayacak sayıda çalışan var ve ekonomiye önemli bir girdi sağlıyorlar. Bunu göz ardı edemeyiz).”                 
Ülkemizde dolaylı vergilerin en önemli ürünlerin başında sigara geliyormuş. Hükümetin yılbaşından itibaren yeniden vergiyle yüklendiği sigara sektörü üzerinden alınan dolaylı vergiler (ÖTV ve KDV) toplam 15 milyar lirayı bulmuş. Bunun 7.5 milyar lirası Philip MorisSa’nın ürettiği markalar üzerinden Maliye’ye akmış. Sigara üzerinden alınan vergiler, 2009 bütçe gelirlerinin yüzde 8’ini oluşturmuş. (Farkındaysanız marka adları vermiyorum. Gizli reklama girdiği için ürün marka adlarını kullanmak yasak! 68 TL cezası var! Şirket adları bu tanımın dışında olduğu için kullanılabilir.)
Bilindiği gibi Philip MorrisSa, en çok satan markasının fiyatını 4 Ocak’ta 5.50-5.75 liradan 7 liraya yükseltti. Şimdi tekrar 31 aralık 2009’daki satış fiyatlarına 5.50-5.75 liraya indirildi.
Philip MorrisSa, 5.5 liralık sigara paketi üzerinden geçen yıl 3.19 lirası ÖTV, 84 kuruşu da KDV olmak üzere 4.03 lira vergi ödüyormuş.
Bu sigaranın fiyatı 4 Ocak’tan itibaren 7 liraya çıkınca, vergisi de 4.41 lirası ÖTV, 1.07 lirası KDV olmak üzere 5.48 liraya yükselmiş.
Şirket eski fiyata dönmeye karar verince, 5.50 liralık sigara paketindeki vergi ÖTV’de 3.47 liraya indi. KDV’si 84 kuruşa döndü. Toplamı 4.31 liraya inmiş oldu.
Philip MorrisSa, 4.31 liralık vergiyle 31 Aralık 2009’daki paket başına 4.03 liralık vergiyi karşılaştırınca, aynı paketten 28 kuruş artı vergi aktardığını ortaya koymuş. “Maliye, yine de nispi vergiyi yüzde 63’e çıkardığı için eskisine oranla 28 kuruş fazla vergi alabilecek” mesajı vermiş.”
İşte bunları yazmışım, aşağıdaki satırlarla da bitirmişim.                                                                                                                                                     
“Yani sevgili okurlar gerçekte bir paket marka sigaranın fiyatı 5.5 tl değil 1.19 tl imiş. Ne vahşi bir devlet sömürüsü var görüyorsunuz. Benzinde de durum böyle, elektrikte de, doğalgazda da.. bu önlenemez mi? Önlenir elbette. Önce yeni yatırımlar ve bol üretim. Üretimde marka oluşturmak, iç ve dış satım için çok gerekli. Çalışandan çok hizmetçi olmaz. Bunun için birinci derecede hizmetçi olan devlet kurum ve kuruluş personeli verimli çalışabilir düzeye indirilmeli veya getirilmeli. Birde hiçbir iktidarı uzun süre tek başına iktidar yapmamalı. Alıştıkları gelirlerden kopamadıkları gibi her türlü cambazlığı öğrenmiş oluyorlar ve daha acımasız oluyorlar. Halk ve ülke yararına çalışmayı ancak ilk kez iktidar olduklarında yapıyorlar.”
Gelir ve vergiler hakça dağıtılsa ve alınsa bu komedi yaşanır mı? Hükümetler kolay yolu seçtikleri için her açığı yeni vergilerle kapatırsa sonunda bu durum komedi olmaktan çıkacak. Bunu bilmezler mi?

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com




Yayın Tarihi: 18.01.10




ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 27




Kamelyalı kadın Alexandre Dumas’nın klasikleşmiş ünlü aşk ve romantizm romanıdır. Yazarın anlattığı kadın kendi sevgilisidir. Gerçek hayatta bir hayat kadınıdır.


Herkesin kamelyalı bir kadını vardır. İşte aşık, o kamelyalı kadının kim olduğuna bakmaz. Tıpkı Mecn’un; Leyla’nın kim olduğuna bakmadığı gibi. Bence aşıka kim olduğu değil, kim olarak göründüğü daha önemlidir. Sevgilidir, yardır işte! Başka şeyler ayrıntıdır. Ayrıntıysa aşık usandırır. Bu şiirler Leyla’ya Şirin’e, kamelyalı kadına yazıldı.

69
Uykusuz gecelerin ardından
Yorgun gözlere müjdedir gün ışığı
Sevgide yorgun kalplere müjde
Sen benim tatlı müjdemsin
Her sabah yanımda bulduğum


Aydın Göle
11.10.2001

***   ***   ***
Sevgisizliğin nelere benzediğini sonunda da ne olduğunu anlattığım bir şiir. Yazılışı biraz uzun (nerdeyse 9 yıl) sürdü. Ancak siz okumadan iki gün önce bitti.
….    ….

70
Bulutsuz gök
Kuşsuz dam
Meyvesiz dal


Bebeksiz beşik
Ayaksız eşik
İnsansız döşek


Unsuz elek
Ekmeksiz fırın
Umutsuz yarın


Yazısız kağıt
Kağıtsız kalem
Kalemsiz mürekkep


Karşıtsız zıtlık
Zıtlıksız birlik
Birliksiz dirlik


Kitapsız bilmek
Bilmeksiz eylem
Eylemsiz hayat


Susuz dünya
Güneşsiz evren
Sevgisiz insan


Sönmüş yıldızdır
Kara deliktir
Kuşkusuz deliliktir


Aydın Göle
13.10.2001-15.01.2010                                                             

***   ***   ***
Geceler sanki sevdaların azması için yaratılmıştır. Hele yalnızlık, hele yalnızlık.. Kimsesizliği değil ama yalnızlığı severim. Yalnızlığın içinde ne hülyalar ne hayaller var. Sevgilinin kendinden çok hayali çıkar gelir yalnızlığımıza.

71
Yalnız kaldığım için geceyi
Senle dolduğum için yalnızlığımı
Geceme parlayan ışığını
Hasılı seni çok seviyorum seni


Aydın Göle
14.10.2001

***   ***   ***
Hangi sevdada seven bir bütündür ki?.. karanlığın ışığa yenilmesi gibi seven sevdiğine paramparça olarak yenilir .

72
Güneş ışıdı dünyaya
Karanlık ipek şal gibi kaydı günden
ışığa yenildi
Ben sana yenildim ışığım
Bin parçaya böldün beni
Bütün olamıyorum


Aydın Göle
24.10.2001

***   ***   ***
Bu şiiri yazdığımda baba Bush Irak’a naklen yayınlanan savaşla saldırmıştı. Şiirde bu saldırının öncesine ve sonrasına gönderme var. Bir aşk şiiri olmasına rağmen Amerika’yı hafiften alaya alıyorum.

73
Usame bin Ladin’e inat
Seni usanmadan
SEVİYORUM!
Yanlış yerleri bombaladı
Beni vurmalıydı Amerika
Çünkü
Seni sevmekten vaz geçmiyorum


Aydın Göle
24.10.2001

***   ***   ***
“Sevinçler paylaşıldıkça artar, üzüntüler paylaştıkça azalır” boşuna dememişler. Üzüntülü sevgiliye sunulan başını koyacağı bir omuz, bir tunç siperi sine her ilaçtan daha etkili tedavi edicidir.

74
Bir damla göz yaşın
benim ölümü yıkasın
Ağlama sen gül daima
Bırak kendini kollarıma
Başını göğsüme koy
Ne dertler erir sinelerde görünmez


Aydın Göle
03.11.2001

***   ***   ***
Eskilerin bir sözü vardı. Karşılıklılık ilkesini bir güzel anlatır. “Sev beni, seveyim seni” derlerdi. Bu şiir bu sözü başka türlü anlatmanın yoludur. İkincil olarak öpmek sevginin hasadı olduğunu vurgulamak istedim. Öyle ya, sevmediklerimizi hiç öpmeyiz.

75
Dudaklarını öpmek
Bağdan üzüm yemektir.
Sevginin hasat mevsimi geldi
Bağdan üzüm koparır gibi
Öp beni, öpeyim seni


Aydın Göle
07.11.2001

***   ***   ***
İnsanın en uzun yürüyüşü bir kalbe olan yürüyüşüdür. Göründüğü kadar kolay değildir ama. İçindeki hayal kırıklıkları, içindeki kıskançlıklar, içindeki ümit ve ümitsizlikler bu yolculuğu çok zorlaştırır. Yara bere içinde kalsak da bu yürüyüşten vazgeçmeyiz. İyi ki vazgeçmeyiz. Yoksa hayat çorak topraklara dönerdi.


76
Sen hayatım boyunca
hep özel kalacaksın
Yıllara kafa tutup
hep güzel kalacaksın
Uzun bir yürüyüşteyim kalbine doğru


Aydın Göle
08.11.2001

***   ***   ***

İç çekmelerimizin şahidi gündüz çiçekler, gece ise yıldızlardır. Sevdada iç çekmeyen nerdeyse hiç yok! Belki bu yüzden bizi hiç bıkmadan dinlerler. Ne sırlarımızı bilirler kim bilir?

78
Çiçekler yıldızların
göz yaşlarımıdır yere düşen
Yıldızlar çiçekler midir
göğe ekilmiş
Gündüz çiçeklere,
gece yıldızlara bak!
Onlarda sevdadan çekilmiş
ne ahlar göreceksin


Aydın Göle
24.11.2001



İyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya gene şiirlerle görüşmek üzere esen kalın.

Yayın Tarihi: 16.01.10