Türk
devletine liberaller, “fikri hür, vicdanı hür” sloganlarıyla ihanet etmiştir.
Onların kurdurduğu sağ partilerin hiç biri laik olamadığı için cumhuriyetin
oluşturmak istediği akıl devleti kavramının sürekli altını oymuştur. Bu
dediklerime sakın CHP mantığı denmesin, çünkü onlarda bu konuda suçludurlar.
Tabansız ve seçkinci aydınlardan kurulu sol anlayışın temsilcisi CHP her
seferinde iktidarı sağ partilere kaptırmıştır. Sosyal gelişmenin üst yapı
kurumlarının dönüştürülmesiyle mümkün olacağını düşünerek ekonomik yapı ihmal
edilmiştir. Oysa gerçek dönüşümü sadece üst yapı kurumları sağlamaz. Toplum bu
yüzden görünürde iktisadi gelişmeyi savunan liberal görüşteki sağ partileri
desteklemiştir. 1950 yılından itibaren Cumhuriyet iki başlı olmuş ve bu iki
başlı görünümden kurtulamamıştır. Bu durum 1970’lerde bir dönem Rahmetli Bülent
Ecevit’in ismine gösterdiği ilgi dışında halkın CHP’den devamlı olarak uzak durmasıyla
günümüze kadar sürmüştür. O yıllarda esen sol rüzgârlarını, sadece adı sol olan
CHP’nin, eski yöneticilerini partiden uzaklaştırarak değerlendiren Ecevit,
çalışma hayatına getirdiği yeniliklerle halkın güvenini kazanmıştı. Daha sonra
CHP iç çekişmelerin partisi olarak tarihe geçmiş, doğru dürüst politikalar
üretemediği için iktidarı giderek aşırı sağa yönelen partilerden alamamıştır.
Konumuz CHP
değil, fakat değinmeden bu günü anlatmak imkânsız olduğu için CHP’den birkaç
satır yazmayı gerekli buldum.
Türkiye demokrasisinin kutsal simgesi(!) Demokrat Parti’nin mirasçısı bir parti
dirilmeye başlıyor ama yıllardır o partiyi putlaştıranlar tedirgin oluyorlardı.
Bu konuyu onun için açtım.
Konuyu cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren incelemek gerek. Birinci Meclis’te Mustafa Kemal önderliğinde, daha sonra CHP’nin özünü oluşturacak olan Birinci Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasından sonra, organize muhalefet olarak İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulur. İkinci Grubun temel özelliğinin “kişi istibdadına karşı mücadele olduğu” kurucuları tarafından söylenmiştir. Burada sözü edilen kişi Mustafa Kemal’dir. Bu mücadelede bakın ne yaparlar.
Konuyu cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren incelemek gerek. Birinci Meclis’te Mustafa Kemal önderliğinde, daha sonra CHP’nin özünü oluşturacak olan Birinci Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasından sonra, organize muhalefet olarak İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulur. İkinci Grubun temel özelliğinin “kişi istibdadına karşı mücadele olduğu” kurucuları tarafından söylenmiştir. Burada sözü edilen kişi Mustafa Kemal’dir. Bu mücadelede bakın ne yaparlar.
Kurucularından Mersin Mebusu Selahattin Bey’in ifadesine göre, İkinci
Grup, “Her türlü şahıs istibdadını önlemek, şahsi hakimiyet yerine kanuni
hakimiyetler ikamesi gayesi ile kurulmuştur; Meclis diktatoryasına taraftar
olup şahıs otokratlığına muhalefet etmiştir”. Bunun için meclise seçim yasasını
değiştirme teklifi verirler. Yasa teklifine göre
belirli bir yerde 5 seneden fazla ikamet etmemiş olanlar o bölgeden
milletvekili seçilemeyecek; Misak-ı Milli sınırları dışında doğmuş olanların ve
Türk kökenli olmayanların yine milletvekili seçilme hakkı olmayacaktı. Yani
diyorlar ki; “biz meclisin baskıcı ve diktatör olmasını sakıncalı görmüyoruz,
fakat bu hareketin lideri bizim hayat sahamızı kapatmayı düşünen Mustafa Kemal
mecliste bile olmasın.”
Bütün sağ parti iktidarlarının neden daha fazla yetki istedikleri, güçler
dengesini oluşturan kurumları neden istemedikleri belli olmuyor mu? Onlar
meclis diktatörlüğünün şiddetli savunucularıdır. Rahmetli Menderes’inde
Demirel’inde, rahmetli Özal’ında, şimdide sayın başbakanında meclisin kurumlar
üstü, hükümetlerinde meclis üstü olmasını istemesi boşuna değildir. Günümüz liberal
demokratlarının atalarının demokrasi anlayışı böyle özetlenebilir. Oysa Mustafa
Kemal ülkenin gelişmesini, donmuş, değişmeye direnen Osmanlı dinsel yapılarını
kaldırmakta görüyor, medeni bir devletin ancak akılcı ve güçler ayrılığını
kabul eden demokrasinin temellerini oluşturacak siyasi ve ekonomik şartlarını
hazırlıyordu. Kaldı ki o dönem diktatörlerin dönemi olmasına ve yarı mutlak
gelenekten gelmesine rağmen Mustafa Kemal çoğu yöneticiden daha demokrattı.
Demokrat Parti kuruluncaya kadar dini cemaatler ya yeraltına inmişti ya da CHP
içinde kılık değiştirerek yuvalanmıştı. Bu durum 1945’te Demokrat Parti’nin
kurulmasına kadar devam etti. Demokrat Parti’nin kurulması ve 1950’de iktidara
gelmesiyle tarikatlar ve cemaatler siyaset sahnesine çıktılar ve her gün
giderek daha etkin olmaya başladılar. İşte bu tarikatlar DP'yi sürekli
olarak desteklediler.
Demokrat Parti’nin bir merkez sağ, bir demokratik sağ parti olmak şansı vardı
ama özellikle DP bünyesi içinde yeraltından çıkan siyasal islamcı kadrolar
yüzünden marazlı milliyetçi-muhafazakâr, bir partiye dönüştü. Bu süreç içinde
tarikat kadroları devlet yönetimine sızmaya ve etkin olmaya başladı. Böylece,
ideolojik olarak laik bir merkez sağ, liberal parti olmak şansını yitirdi ve ne
yazık ki yeni bir İkinci Grup kimliği kazandı. Bu kimlik kendisinden doğan yeni
partilerin de kimliği oldu. Bu kimlik hiçbir zaman demokrasiyi halkın
yönetime katılması olarak görmediği gibi, önceleri delege sistemiyle parti içi
dengeleri gözeten demokratik görünümü lider egemenliğine girerek terk etmiş,
bir siyasi görüşün iktidara taşınma çabası olarak kalmıştır.
Adalet Partisi’nde de bu durum devam etti. Adalet Partisi gibi DYP de uzun süre
siyasal islamcı ideolojinin seraları olarak kullanıldı.
DEVAM EDECEK
Yayın Tarihi: 15.07.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder