30 Eylül 2013 Pazartesi

İNSANSIZ İNSANİYET (İNSANLIK) 1

Bir çarpıklık var bu işte. Kesin bir çarpıklık var! İnsansız insaniyet gösterileri başladı. İlk uzay araştırmalarında Ruslar Sputnikleri, Amerikalılar Apolloları uzaya insansız yollamışlardı. Hadi onlar bir denemeydi ve insanı feda etmemeyi amaçlıyorlardı. Daha sonra edinilen bilgilerle uzayda insanla dolaşmaya başladılar. Sözünü edeceğim konudaysa tersine bir gelişme gözlüyorum. İnsanla başlayan her şey insansızlaştırılıyor giderek. Ne için? İnsanlık için! İnsana hizmet adı altında kapitalizm yeni kazanç kapılarıyla kapsamını genişletiyor.  İnsansız insaniyet dönemi başlamıştır kutlu olsun!

İlk insansızlaştırma hareketi makineleşmeyle birlikte tarımdan sanayiye çalışma alanlarında başladı. O geçiş döneminde çok insan işsiz kalarak ziyan oldu. Daha sonra otomatlaşarak fabrikalardaki üretim 5-10 kişinin olması gereken yerlerde 1 kişiyle, hadi birde yedeğini diyelim 2 kişiyle sağlanır oldu. Devlet dairelerinin evrak bölümü artık bilgisayarlara emanet. Başında sadece 1 kişi bulunuyor. Haberleşmeye ne buyrulur? Postacılar artık resmi evrak taşıyıcısı oldular. O güzelim mektupları getiren postacıların yolunu gözleyende yok artık. Herkesin elinde cep telefonu, ya mesajla, yada konuşarak birbirlerinden haberdar oluyorlar.  İlerlemeye karşı olduğumu sanmayın. Ben insansızlaşmaya karşıyım. Çünkü gidişat o yönde. O yöne son sürat gidiyoruz.

Hele internet çağında insansızlaşma alanları o kadar genişledi ki, saymakla bitmez. Cep telefonlarına internette girince bu gidişle erişilmeyen yer kalmayacak. İnsanın yüz yüze gelme özelliği kalkıyor. Artık her şey parmağın altında. Kıtalar arası nükleer füzede atabilirsiniz, bir restorandan dönerde ısmarlayabilirsiniz. Alış verişten, kredi çekmeye kadar doğru bilgiler girildiği takdirde hiçbir engele takılmaz, hiçbir insana rastlamazsınız. Bunun adına yazılışıyla “online,” okunuşuyla “onlayn” sistem deniyor. Bu sözcük açık sistem demekmiş. Yani açık kapı. Açık kapının gerisinde insan aramayın, yok!

Bu kadar insansız işler olurken ibadetler de bundan nasibini aldılar bu arada. Öyle şaşırdım ki, modern kentleşme yalnızlaşmaktı biliyordum bunu, ama konunun buralara kadar geleceğini bilmiyordum ve bunu düşünemediğimi itiraf edeyim.

Önümüz kurban bayramı. Hali vakti yerinde olan, gücü yeten kurban kesecek ya, bu konuda da yukarda anlattığım şeyler uygulanmaya başlanmış. Birkaç yıl önce yayınlanan şu habere bakar mısınız? Bugünde güncelliğini koruyor. Tek farkı fiyatlardır.


Hipermarketlerin “kurbanlık” yarışı

Kurban Bayramı yaklaşırken, veteriner hekim kontrolü ve dini vecibelere uygun şekilde kurbanlık kesim ve teslimat garantisi sunan hipermarketlerin müşteri kapma yarışı hız kazandı.
         AA muhabirinin (…)
(eski bir haber olduğu için süper marketlerin adlarını kaldırdım A.G.) kurbanlık satış kampanyalarından derlediği bilgilere göre, son yıllarda hipermarketlerin kurban kesim organizasyonları büyük ilgi görüyor.
         Kent yaşamının yol açtığı yoğunluk, kısıtlı zaman ve kurban kesim yeri gibi sorunları ortadan kaldırarak, canlı hayvan satışı yapan ya da hijyen koşullarda kesim yaparak “kurban paketi” hazırlayan hipermarketler, müşterilerine sipariş verdikleri mağazalardan bayramın birinci ve ikinci günü teslimat yapmayı vadediyor.
         Kurbanlık siparişlerini (…) almaya başlayan hipermarketler, (…)Arefe gününe kadar sipariş kabul edecek.
         (…), İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yetiştirilen “Akkaraman” ırkı bir yaşını geçmiş koçlardan seçilen kurbanlıkları, bayramın 1.  günü noter huzurunda din görevlileri eşliğinde, hijyenik koşulların sağlandığı mezbahalarda, veteriner hekimlerin kontrolünde kesildikten sonra, özel kolilerinde, müşterilere teslimatın yapılacağı mağazalara soğutucu donanımlı araçlarla nakledecek.
         Müşterilere teslim edilecek olan yaklaşık 19-22 kilo ağırlığa sahip kolide, kesilen kurbanlığa ait, 2 kol, 2 but, 2 kafes, 1 gerdan, muhtelif yağlar ve sakatat (akciğer, yürek, karaciğer) yer alacak.
         Kurban derileri ise kesim salonunda hazır bulunan Türk Hava Kurumu (THK) yetkililerine teslim edilecek ve makbuzu müşteriye gönderilecek. Online kurban alımıyla online bağış imkanı seçeneği de sunan (…), müşterilere ilgili mağazadan teslim almadan Lösemili Çocuklar Vakfı (LÖSEV) bağışları da kabul ediyor.
         Bir adet kurbanlık koç için katma değer vergisi (KDV) ve bütün hizmetler dahil 575 lira talep eden (…), kredi kartına 8-12 taksit imkanı sunuyor.

BÜYÜKBAŞ HAYVAN İÇİN HİSSE TOPLAMA
“(…)tarihlerinde (…)’e gelip kurbanlık siparişinizi verin,
 İslami kurallara ve hijyenik koşullara uygun olarak kesip, paketleyip Kurban Bayramı’nın 2. günü teslim edelim” sloganıyla kurban kesim organizasyonu düzenleyen (…) ise büyükbaş hayvanlardan seçilen kurbanlıklar için hisse de topluyor.
         Kurbanlık teslim şartları ve hisse toplama konusunda ise firma, şu bilgileri veriyor:
         “Küçükbaş kurbanlıkların canlı ağırlıkları yaklaşık 45 kilogram, kesilmiş ağırlıkları Karaman cinsi için yaklaşık 18, Kıvırcık cinsi için yaklaşık 16 kilogram. Büyükbaş kurbanlıkların canlı ağırlığı 270-300, kesilmiş büyükbaş dana kurban ağırlığı ise kemikli olarak yaklaşık 140 kilogram olacaktır. Küçükbaş kurbanlıklar 9 parçaya ayrılıp 2 adet kemikli but, 2 adet kemikli kol, 2 adet kanat kafes, 1 adet kemikli gerdan, 1 adet ciğer takımı, 1 adet kuyruk yağı olacak şekilde parçalanıp koli içinde teslim edilecektir. Kıvırcık 8 parçadır, 1 adet kuyruk yağı sadece Karaman için geçerlidir. Tüm mağazalarımızda paketli büyükbaş dana satışları; hisseli satış olarak gerçekleştirilecektir, bir dana için en fazla 7 hisse olabilmektedir, mağazalarımızda 4-5-6-7 hisseli dana satışları yapılacaktır.”
         Kurbanlık hayvanların derileri THK’ye bağışlanırken, ayrıca talep edilmesi halinde İstanbul Zihinsel Engelliler için Eğitim ve Dayanışma Vakfı için de bağış toplanıyor.
         (…)’de, kesimi yapılmış “Karaman” ırkı 575, “Kıvırcık” ırkı 649, dananın 7’de 1 hissesi 560 liraya satılırken, canlı kurbanlıkların kilo fiyatı “Karaman” ırkı için 11,49, diğerleri içen 11,99 olarak belirlendi.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 30.09.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 17

         İlk gençlik yıllarının, okul yıllarının sevdaları bizi derinden etkiler. Yıllarca ilk sevgilimizi unutamayız. Eskiden sevdalılar bu kadar rahat edemez, el ele bile kolay kolay gezemezlerdi. Taşra kentleri katı gelenekçiydiler. O durumda sevdanın değeri ölçülemeyecek kadar büyüktü. O zamanlarda sevdalananın bugün aşık olanlara göre daha yoğun duygularla yüklü olduğu kesinlikle söylenebilir. Aradan seneler geçtiği halde bir gün bunları düşününce bu şiir ortaya çıktı.

*

Azgın atların üstünde dünyayı dolaştık
Bir sevgili uğruna günlerce ağlaştık
Razıydık süngü üstünde olsada başlarımız
Bir tebessüm etse sevgili uzaklardan
Bizimde yüzümüz gülerdi çatılmazdı kaşlarımız
Kördüler, her biri sağırdılar
Bizi görmezdiler, hem hiç duymazdılar
Beyaz çorap giyerlerdi liseli kızdılar
Caddelerde bir neşe estirirlerdi
                                    okul dönüşü
                                    akşam üstleri
Caddelerde kestaneciler
                             uzaklardan kokusu
                               “Kestane kebap
                                   Yemesi sevap”
Aceleyle evlere giderdik
             yüreklerde geç kalma korkusu
Eylül gökleri hüzün yağdırır
Saçlarımız, delikanlı saçlarımız
Sırılsıklam hüzünlü, sırılsıklam aşık
                                 “Kestane kebap
                                     Yemesi sevap”
Aşık olmak, sevdalanmak
                           sıcak kestaneler gibi
                          hem elimizi yakardı,
                                     hem yüreğimizi

Aydın Göle
02.11.98

***

         Kendinizi yalnız hissettiğiniz çok olmuştur. Elleriniz bile yabancı gelir size o zaman, eminim. Ceplerinizde ellerinizi gizler öyle gezersiniz. Sokakların garip bir tadı vardır. Kaldırım taşları her an sizi dinlemeye hazırdır. Sizi ya sevdadan, ya ucuz rakıdan, yada her ikisi yüzünden sarhoş, az taşımamıştır o kaldırım taşları. Ben Yeşilaycı olduğumu hep söyledim, ama sarhoşluğun şiirsel yanı ilgimi çekmiştir, ondan şiirlerimde ve yazılarımda sarhoşluktan söz ederim. Bu şiirde içmek, bir unutulmuşluğu unutmak için içmektir. Yalnızlık unutulmuşluktan başka nedir ki zaten?

*

Kopkoyu bir yalnızlığın içindeyim
İçimde tarifsiz kederler
Nasıl dua edeyim kime küfredeyim
Limana girmemiş yorgun şilepler
Ahırkapı açıklarında benim gibi yalnızdılar
Işıklarını yakmışlardı bütün ışıklarını
İçimde tarifsiz kederler
Kopkoyu bir yalnızlık içindeyim
İçsem körkütük olana kadar
Ne var ne yoksa her şeyi unutsam
Kaybolmuştum bir yolculukta
                    yol nereye gidiyordu
Kimse bana sebebini sormadı
                   ben nereye gidiyordum
Ellerimi uzattım, tutan olmadı
Yalın ayaklı cadılar, gardroplardan fırladılar
Kopkoyu bir yalnızlığın içindeyim
İçimde nice cenazelerin resmi geçidi
Oysa ölen yok, ardından ağlayanda
Ama ben kaybolmuştum
                               bir hiçtim
                            yaşamıyordum
Bir kısa mazi sırtımda yüktü,
                             ihanet yollara düştü
Ümidim hayallerim her şeyden büyüktü
Yalan olamaz hiçbir sevgi,
                                  belki bir düştü
               muhakkak ben kaybolmuştum,
                                            bir hiçtim,
                                         yaşamıyordum



Aydın Göle
25.12.98

***

         Bazı şiirlerde farkına vardıysanız sayı var. Bunlar aynı isimde olan birden fazla şiir için verildi. Kan kardeşime yazdığım ONDOKUZ adlı şiirlerde bunu uyguladım. Aşağıdaki şiir bu serinin 11. şiiridir. Bunların hepsini bazıları nerdeyse hep aynı amacı taşıdığı veya aynı sonuca vardığı için sizlere yazmadım. Aşağıdaki şiir kan kardeşimin dernek sekreterliğinden ayrıldıktan sonraki duygularımın eseridir.


ONDOKUZ /11


Bir kara bulut aceleci
Sağanak boşalttı geceye
Seni bıraktı kaldırımlar üstüne
                  ve kiremitler
                  ve otlar
                  ve çiçekler üstüne
Sonra yıldızlara bıraktı yerini
    bir el bile değmemiş yıldızlara
Gökyüzü alabildiğince göz
                       alabildiğince fısıltı
Kaldırımlar öğreniyor senin adını
Her sarhoş adımında
                  ve koca şehir
                  ve koca ülke
                  ve koca dünya
Senin adını koca evren
Ondokuzlum, badem gözlüm, bal damlam
Seni görenin başı dönmüş
Senin nefesinle güneşler sönmüş
Ne fark eder sen yoksan
                  ha yaşamış, ha ölmüş
                  bu koca şehir
                  bu koca ülke
                  bu koca dünya


Aydın Göle
25.12.98

***

         Aşağıda 99 yılındaki o büyük deprem döneminin şiirleri var. Bunları o yıl aldığım cep telefonuyla mesaj olarak çoğunu kan kardeşime olmak üzere, bütün sevdiklerime yolladım. Bu şiirlere o gözle bakarsanız anlatılanları daha iyi anlaşılır sanırım.

*

Mesajlarda Şiirler

1
Gözlerin daldı mı uykuya mihrimahım
Varsın ya ak şimdi her siyahım
Ben ki hem yorgun hem bezgin seyyahım
Uzaklardan öpse doymaz seni dudağım

Aydın Göle
23.10.99/İstanbul

*

2
Seneler geçer rüzgar gibi
Hasret büyür dağlar gibi
Kuşlar öter ağlar gibi
Sensiz geçen her günümde

Aydın Göle
27.10.99/İstanbul

*

4
Özledim seninle bir sigarayı paylaşmayı
Aynı suyu içmeyi bir bardaktan
Seninle kaygılanmayı özledim,
Seninle sevinmeyi
Ellerinin saçlarımda dolaşmasını
Bütün yüreğinle sevilmeyi

Aydın Göle
04.11.99/İstanbul

*

6
Uçurtmaları uçuran çocuklar gibiyim
Yüreklerinizi uçurmaya geldim
                    sevgi rüzgârlarımla
                      öylesine bir günde
                         ölesiye sevgileri
                           ezgi ezgi getirdim
Ben sevgi yıldırımlarıyla çarpılmış
                                   dut ağacıyım
             yapraklarım delik deşik ipek
Sarmaşık gülleri sarsın bedenimi
Öylesine bir günde sevgiden ölebilirim

Aydın Göle
03.03.2000/Ankara

*

7
Kendime baktım şöyle bir uzaktan
Seni düşünürken yakaladım beni
Çaresiz düşmüş aşktan
Kurtuluşu yok anladım
Beklediği tatlı bir söz
Bir ılık gülüş, iç ısıtan


Aydın Göle
03.03.2000/Ankara

***

İyi pazarlar sevgili okurlar.



Yayın Tarihi29.09.20.13

BÜROKRASİ: KRAL KILIKLI HİZMETÇİLER

Bürokrasiden yakınmayan nerdeyse yoktur. İşlerin savsaklanması, adam sendecilik, bu gün git yarın geller herkesi canından bezdirir. Eğer bir tanıdığınız yoksa işinizi halledip bir rahata eremezsiniz. Hele bayan bürokratlar yok mu? Onlar sanki daha bir acımasız, daha bir zorbalar. Onların çay ve kahve molaları iş saatlerinin tamamını kapsar. Devlet dairelerinde kazak örmek gibi, dantel yapmak gibi ikinci bir işleri daha vardır. Arada sakız patlatanlarını da görebilirsiniz. Eskiden kitap okuyanlarına rastlardınız, şimdi gazete okuyanlarını bile zor bulursunuz. Sonra bunlar memur sendikaları kurup garantili işlerine fazladan garantiler isterler. Memur dediğiniz -istisnalar hariç, ki o istisnalar namus ve ahlak anlayışının değişmesi veya ortadan kalkması nedeniyle azalmaktadır- devlet dairesini aracı kurum gibi kullanır.

Benim memurum işini bilir felsefesinin doğu toplumuna özgü olduğunu bizzat devlet başkanı olmuş rahmetli büyüğümüz kanıtlamıştır. Daha önce yürüyen memurlarımız o sözden sonra koşmaya başlamışlardır.

Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası/İş Bankası Kültür Yayınları arasında yayınlanan Halil İnalcık’ın yazdığı “Devlet-i Aliyye” adlı bir kitapta bu durumu anlatan satırları okuyalım mı? Bakın bu konu ne kadar eski. O dönemlerin memurları ne yolsuzluklar yaparlarmış. Sözü ünlü tarihçimize bırakıyorum.

“Merkezi otoritenin sarsıldığı dönemde, Osmanlı idaresindeki bozuklukları bize en yetkili bir biçimde yansıtan kaynak, hiç şüphesiz, adaletnamelerdir. adaletname, devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya (bugünkü işçi köylü, çalışan kesim, bu kesim her zaman sağmal inektir zaten –Aydın Göle-) karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını; olağanüstü önlemlerle yasaklayan beyanname şeklinde padişah hükümleridir.”

Günümüzde atasından dedesinden duyduklarıyla ahkâm keserek eskiye övgü düzenlerde az değildir. Bürokrasi sadece bu gün bozulmuş değil ki.. 

1609’da Osmanlı Padişah’ı 1. Ahmet’in “adaletname”de onlara, yani Beylerbeyi, Sancak Beyi ve Kadılara neler dediğini Halil İnalcık’tan öğrenmeye devam edelim:

“Siz vilayeti dolaşıp suçluları izleme göreviniz için değil, fakat yalnız kanuna aykırı olarak halktan para toplamak için devre çıkmaktasınız. Bu amaçla gereğinden fazla atlı ile bizzat yaptığınız bu devirler sırasında şu yolsuzlukları yaptığınız duyurulmuştur: Birisi ağaçtan düşmüş olsa, siz buna bir katil süsü vererek o köye gidip yerleşiyor, sözde katili ortaya çıkarmak için köylüleri zincire vurmak veya dövmek suretiyle onlara kötü muamele yapıyorsunuz. Oşr-i diyet adı altında yüzlerce altın ve guruş aldıktan başka, salgun adı altında köylüden ücretsiz at, katır, arpa, saman, odun, ot, koyun, kuzu, tavuk, yağ, bal vesair yiyecek topluyorsunuz.”

*
Padişah hepsini bir bir sayıyor:
“Hukuki işleri görme bahanesiyle voyvodalar ile birlikte köy köy dolaşmakta, maiyetlerini ve hayvanlarını besletmek için reayanın koyun, tavuk, yağ, bal, arpa, saman ve otunu ücretini ödemeden almaktadırlar. Kadılar, miras taksiminde, binde 15 veya 20 resim almaya yetkilidirler. Fakat çağrılmadan veya gereksiz miras taksimine karışmakta, ölenlerin gömülmesi için kendilerinden izin alınmasını şart koşmaktadırlar. Gayrimüslimlerden de ölenlerin gömülmesine para almadan izin verilmemektedir. Köyleri devre çıktıkları zaman mezarlıkları geziyor, yeni mezarları sayıyor, izinsiz gömenleri cezalandırıyorlar. Miras taksiminde başka yolsuzluklar da yapmaktadırlar. Aldıkları resimleri yükseltmek amacıyla eşyanın değerini yüksek gösteriyor, yahut taksim edilen bir mirası adil taksim edilmemiş diye bir daha taksime tabi tutuyorlar; sonuçta mirasın büyük bir bölümü kadılar tarafından resim olarak alınıyor.”
*
“Kadılar vergi defterlerini düzenlerken vergi yükümlülerini, rüşvet koparmak için, bilerek fazla göstermektedirler. Reayanın mahkemeden aldıkları belgelerden ve kopyalarından, kanunda yazılan orantıdan fazla resim almaktadırlar. Keza, bir tımar, zaviye veya dini görev üzerinde aynı zamanda hak iddia eden birden fazla kimse var ise, çok rüşvet verene bu yeri sağlayan belge çıkarmakta, padişah emirlerini dikkate almamaktadırlar.”
*
Aradan tam tamına 400 sene geçmiş görüyor musunuz? Ne değişmiş? Hiçbir şey! Sözün kısası devlet bir hizmet kurumuyken bazılarına zengin olma kapısıdır. Bir bakın hepsinde de göreceksiniz, onlar, yani bürokrasi kral kılıklı hizmetçidirler Devletten emekiliye ayrılanlar alıştıkları hayattan kopunca işte bu yüzden attan düşmüş karpuz gibi oluyorlar.


 Yayın Tarihi: 27.09.2013

TARİHİN MESELELERİ TARİHTE KALMALIDIR - 3

(TARİHİN MESELELERİNİ TARİHE BIRAKMAK)

  
Tarihin meselelerini tarihe bırakmak barış anlaşmaları içinde söylenecek bir söz. Bu gözlerimizi kapatıp uyuyalım demek değil elbette. Uyuduğumuz ve uyutulduğumuz için AB anlaşmalarını yaşıyoruz. Uyuduğumuz için bir çok açılımın temelini bilmiyoruz. Sonrada orgüt veya örgütlerin çeşitli savlar ileri sürüp büyük gösteriler düzenlemelerine kızıp duruyoruz. Kızmakta pekte haksız sayılmayız ama gerçeği bilirsek tabii. Çünkü o arada başka mevzilerde neler gözden kaçırılıyordur kim bilir?

Herhalde ortaya çıkan veya çıkacak olan durumla kimse ilelebet övünemeyecektir. Annelerin göz yaşı dinsin derken ülkenin onurunu kıracak (kim hangi alanda onur bıraktı, onu da çok merak ediyorum ya..) tavırlara maruz kalmak kimsenin istediği şey değildi çünkü. Bu yüzden kafalar karışık ve gönüller son derece yorgun. Başka kimseyi bilmem ama ben gelecekten endişeliyim. Kimsenin umudunu kırmak istemem. Duyup gördüklerim, okuyup öğrendiklerim gaflet uykusundan beni çoktan uyandırdı.

Her sözümü dayanaksız söylememe huyuna sahibim. Bu yazı dizisini hazırlarken Hürriyet Gazetesi yazarları Ferai Tınç ve Özdemir İnce dayanaklarımdı. Bu günde Özdemir İnce’nin yazdıklarını aktararak yazımı bitireceğim.

“BİR televizyon sunucusu (…) (sınır kapısındaki A.G.) muhabirlerine, (…) (örgüt üyeleri A.G.) ve onları karşılamaya gelen yandaşlarında bir zafer kazanmışlık havası olup olmadığını ısrarla soruyordu.
Sonra kendisi açıklıyordu: Muzaffer eda yok ise “iyi” imiş, varsa açılım tehlikeye düşermiş. Bu, kendi düşüncesi miydi, sivil veya resmi ileri kişilerin görüşü müydü, bilemedim.

Sunucu (ve öteki sunucular) muhabirleriyle muhabbet ederken ekranda poster ve bayrak taşıyan, “V” zafer işareti yapan insanlar, yüzlerce arabalık uğurlama ve karşılama konvoyları görülmekteydi.

Ardından Türkiye’ye gelen (…)-giden “Barış Grubu(!)” nun getirdiği mektup-muhtırası okunup söyleniyordu ekranlarda. Tam anlamıyla bir bayram, bir zafer havası görülmekteydi kıyafet ve davranışlarda.
OSMANLI-RUS SAVAŞI
Bu sırada, biraz tarih bilgisi olanlar 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nı anımsadılar. Bu antlaşmadan sonra Rusya, Osmanlı Devleti’nin Ortodoks Hıristiyan uyruklarının koruyucusu oluyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bu nedenle çıkmış, imzalanan 3 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile Osmanlı’nın Tuna vilayetinde Bulgar devleti kurulmuştu.

Ayastefanos Antlaşması’nda Ermenilerle ilgili reformlar yapılmasını öngören bir madde de (Madde 16)  vardı. Bunun ardından imzalanan 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’na göre (Madde 61) Osmanlı Devleti Ermenileri Çerkeslere ve Kürtlere karşı korumayı üstleniyordu. Oysa üç topluluk da Osmanlı vatandaşı idi.

Gerçekte, Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Ermenileri, Bulgarlara öykünmeye davet etmekteydi. Osmanlı Avrupa’sında Bulgarlar kendi devletlerini nasıl kurdularsa Ermeniler de kendi “Büyük Ermenistan Devleti”ni Anadolu’da kurabilirlerdi. Bulgarlar gibi, çeteler, komitalar kurarlar, isyan ederler, kan dökülür ve başta Rusya olmak üzere Berlin Antlaşması imzacısı Düvel-i Muazzama savaşa girip Osmanlı’yı ezerdi. İşte o zaman Büyük Ermenistan kurulurdu. 1878’den sonra bu strateji ve taktik uygulandı zaten.
1774-2005

Artık her şeyin Televizyonlarda naklen (canlı) yayınlandığı bir çağdayız. Her şey halkın gözünün içine bakılarak yapılıyor. İşin içine halkta sokulmak istenmektedir. Eskiden böyle bir imkân olmadığı için olanlar yönetici dar çevrede kalıyordu. O zamanın Düvel-i Muazzaması işi kolayca istediği biçimde hallediyordu. Düvel-i Muazzama ile Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği ve BM’nin 5 karar ülkesinin farksız olduğunu söyleyebiliriz. Geçmişi bilerek bugünü anlamak için Bilâl N. Şimşir’in “Ermeni Meselesi, 1774-2005” (Bilgi Yayınları) adlı kitabının ilk 100 sayfasını okumalarını önermek gerek
KIRIM SAVAŞI SONRASI
Bunları bizim siyasilerin görüşlerini dinlemeden, televizyonlarda tele-âlimlerin bombardımanına uğramadan yazıyorum. Osmanlı Devleti galip geldiği savaşlardan sonra imzaladığı antlaşmalarda bile zararlı çıkmıştı. Örneğin, müttefikleriyle birlikte kazandığı Kırım Savaşı’ndan sonra ilan ettiği Islahat Fermanı ile yıkılışını da ilan etmişti.

Bu yüzden tarih meselelerini tarihe bırakırken tarihi sosyo-kültürel açılarıyla anlamanın ne olursa olsun, herkese yararı var!”


-SON-


Yayın Tarihi: 25.09.2013

TARİHİN MESELELERİ TARİHTE KALMALIDIR -2

Her taşın altından bir Sezen gibi her sorunun içinden bir soran çıkmıyor mu, artık iyice öfkelendiğimi hissediyorum. Oysa soranda Sezen’de sorunu tam bilmiyor. Onlar sorunlara karşılarında yaralı ve sevimli bir ceylan varmış gibi, acıma duygusunun mantığıyla yaklaşıyorlar. Hiçbir zaman tarihe böyle yaklaşılmaz. Siz nerede insancı bir tarih gördünüz? Tarih sadece olayların meydana geliş sebebini ve sonucunu anlatır. Bunu resmi tarih diye küçümsemenin mantığı var mı? Ona bakacak olursanız her ülkenin tarihi resmidir, resmi tarihi istemiyorsanız o zaman dünya üzerinden devleti (ama bütün devletleri) kaldırın olsun bitsin. Devlet kalkarsa tarih olarak yazacak bir şey kalmaz, sizde kurtulursunuz. Madem devletler var bu tarihi bilmek sizin içinde öncelikli şarttır.

Geçen hafta 28.10.2009 Çarşamba günü Haber Türk televizyonunda Ermeni açılımıyla ilgili tartışma vardı. Yusuf Hallaçoğlu’nun da katıldığı programda konuşmacılar tarihi, bir reçete veya bir tedavi metodu gibi anlatmaya özen gösteriyorlardı. Ermeni konusunda uzmanlaşan tarihçi Yusuf Hallaçoğlun’u konuşturmadılar bile. Bir komşunuzu, bir arkadaşınızı veya bir zümreyi acımanızı, koruyup kollamanızı anlarım, ama bu tarih olmaz ki. Bunun adına başka her şey diyebilirsiniz, tarih asla..

Hem içte hem dışta bu konuyla ilgilenen herkeste şunu gördüm: Ermeni sorunu 1915'te başlamıştı, daha öncesi yoktu. Anadolu'da her şey güllük gülistanlık iken Osmanlı kendi Ermeni kökenli vatandaşlarını kılıçtan geçirmiş ve tehcir uygulamıştı. İzninizle romantik tarihçi diyeceğim böylelerine. Hadi Sezen’i anlarım diyelim, nede olsa duygulara hitap eden bir sanatçıdır o. Diğerlerine ne oluyor? Star gazetesinin 18 ekim 2009 tarihinde verdiği “açık görüş” adlı ekinde tarafsızlık adıyla ortaya çıkan bir yazar tarafından yazılan şu satırlara bakar mısınız?

“Diaspora hakkında söz söyleyecek olanların, eğer biraz olsun vicdan taşıyorlarsa, diaspora lafını ağızlarına almadan önce oturup şu soruların yanıtını düşünmelerinde, üstelik kırk kez düşündükten sonra konuşmalarında yarar var.
Diasporanın nasıl oluştuğunu, 1915'te yaşananlar olmasaydı, diaspora dediğimiz insanların bugün birer Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olacağını, bu insanların, buradan, bu topraklardan, Sivas'tan, Malatya'dan, Diyarbakır'dan, Tekirdağ'dan, Samsun'dan dünyanın dört bir yanına dağıldığını ve bunun sebebinin yine bu topraklar üzerinde uğradıkları insanlık dışı tavır olduğunu hatırda tutmadan, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar? Yerinden yurdundan edilmiş, mülklerine, topraklarına el konmuş, kiliseleri yağmalanmış, yıkılmış, cami, kaymakamlık binası, ahır, silah deposu yapılmış bu insanlardan kalan mülkler üzerinde güzel güzel oturup, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?”

Bunu Ermeniler için  söyleyenlerin balkanlardaki Türk ve Müslüman göçünü incelemelerini salık veririm. Ben balkanlardan gelen bir ailenin evladıyım. İkinci dünya savaşı öncesinde, savaş sırasında Alman, İtalyan, Bulgar işgallerinde cana gelen tehditleri, savaştan sonra kurulan komünist sistem sırasında yıldırıcı vergi politikalarıyla, ölüleri için bir metre kefen bezi istemek konusunda çıkarılan bin bir zorlukları duyarak büyüdüm. 1989 Bulgar zulmü sonrasında önce İsveç’e sonra Türkiye’ye göçen soydaşlarımız hala akıllarda olsa gerek. Ermeni yurttaşlarımız başımızın tacıdır. Ama Ermeniciler işin aslını bilmiyorlar. Bunu 1915 tarihiyle sınırlamak büyük haksızlık olur. 

1915 tarihi Osmanlının bitmek üzere olduğu tarihtir. Bundan sonrasını Türkiye Cumhuriyetine yüklemek hangi akla sığar? Kaldı ki bu tarih ermeni olaylarının başlangıç tarihi de değildir. Daha öncesi de vardır. Ama buna sıkı sıkıya sarılanlar öteden beri cumhuriyetimizin demokratlaşmasını istedikleri savıyla iddialarda bulunuyorlar. Ben inanamıyorum.

Sözü Özdemir İnceye bırakmanın tam sırası. Hürriyetteki köşesinde Özdemir İnce  şöyle yazmış:
“KAN GÖLÜNDEN 1915'E
Bunların hepsi doğru, belki eksiği var ama fazlası yok! Ama öncesini unutup tarihi 1915'te başlatmak da hangi vicdana sığar? 1774 ile 1915 arasında ne oldu? Bunun yanıtını bulmak ve bilmek zorundayız. “Ermeni Gailesi” denen Ermeni meselesi, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'na dayanarak Rusya'nın Ortodoks Hıristiyanların, dolayısıyla Ermenilerin koruyucusu rolünü üstlenmesiyle başlamadı mı?
Erzurum'daki İngiliz Konsolosu Trotter “Hiç kuşku yok ki, (1877-1878) Rus işgali sırasında yerel polis teşkilatına alınan birçok Ermeni, fırsattan yararlanarak Müslümanlara eziyet etmişlerdir” demiyor mu? Bir zahmet edip Bilâl N. Şimşir'in belgelere dayalı “Ermeni Meselesi” (Bilgi Yayınevi, s. 54) okunmalı.
1880 sonlarında başlayan kanlı Ermeni eylemleri, 1915'e kadar devam etmedi mi? Taşnak ve Hınçak'lar pek çok kan döküp pek çok insanın canına kıymadılar mı? (s. 66)
Rumeli'de isyanlar sonucu (ve Rusya sayesinde) Bulgar devletinin kurulmasını örnek alan Ermeni komitacıları Doğu Anadolu'yu kan gölüne çevirmedi mi?
Protestan misyonerlerin ABD'ye gönderdiği Ermeniler orada vatandaşlık hakkı kazandıktan sonra Anadolu'ya geri dönüp Ermeni çeteler oluşturmadılar mı?  Yakalandıklarında, ABD pasaportu taşıdıkları için cezalandırılmaktan kurtulmadılar mı?
1 YILDA 25 AYAKLANMA
Hınçak ve Taşnak komitacıları İstanbul'da sayısız suikast düzenlemediler mi? Sadece 1895 yılında 25 Ermeni ayaklanmasında binlerce insan öldürülmedi mi? Ermeniler Van'ı 80 bin insanın yok edildiği bir mezbahaya çevirmedi mi? Birinci Dünya Savaşı'nda Rus üniforması giyen Ermeniler Doğu Anadolu'da  hiç katliam yapmadılar mı? Diaspora bunları da öğrenmek, bilmek ve konuşmak zorunda. Sadece küçük bir bölümünü hatırlattığımız ihanet eylemleri hiç konuşulmadan Ermeni diasporasının hal ve gidişini anlamak mümkün mü? Bu da hangi vicdana sığar?”

Bu soruyla bu yazıyı bitirelim. Hangi yurt sever bunu bilmeden Ermenici olabilir. Evet “tarihi tarihe bırakalım”, yoksa Yahudi - Arap sorunu gibi bitmeyen bir sorun olarak daha binlerce yıl sürecek yeni bir sorunu gelecek nesillere bırakırız.  


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 23.09.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 16

         Çetin Altan diyalektikle (yada şöyle diyelim; ilişkilendirerek kıyas ve eleştiri ile) gerçeği bulup uygulayabilen ender yazarlardandır. O hamasete karşı çıkar, aklın ışığında gerçeği bulmayı önerir. Bu çağın kahramanlık çağı olmadığını, ancak çalışmakla esas hedefe varılacağını söyler. Bugünkü teknolojik gelişmeyle sıradan vatandaş Kanuni Sultan Süleyman’dan daha iyi yaşıyor der sık sık. Ona göre devlet teknoloji kullandığı ölçüde hantallıktan kurtulur, insan devlet için o zaman at ve saman gibi malzeme olmaktan çıkar. İnsanın mutluluğu burada gizlidir. Görüşünün özeti budur ve çok haklıdır. Bu haklı görüşüne rağmen kendisi ve çocukları Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, bu görüşlerini demokratik gelişme adıyla cumhuriyeti yok etmek için kullanırlar.

*

DÜNYA KÜÇÜK PORTAKAL

Gece yarısı
Sessiz bir ışık kayıyor gökyüzünde
Bulutların üstünden yıldızlara yakın
Şimşek flaşları kısa bir mavi yalım
Ürkütüyor insanları
                          siz ürkütmeyin sakın
Peri masalları anlatın her kese,     
                                         ateşler yakın
Derinden, çocuk neşeleriyle
                                        flütler şakısın
Gece duasına çıkın alın sevgilinizi
Yüzyıl önce sevgiliniz değil,
                               dedeniz tutardı elinizi
Deseydik o zamanlar
                                gece yarısı dedemize
“Bulutlar üstünden yüzerek geleceğim”
Yüzünü buruşturup,     
                   bir şaplak indirirdi ensemize
Midye yavruları gibi
                          kabuğumuza kapanırdık
Efsunlandığımızı düşünürdük korkarak
Yine deseydik gece yarısı dedemize
“Bir zaman sonra tüm evlerde
Bir pencereden aynı anda görüneceğim”
Kâfurlar yakarak bizi tütsülerdi
Hemen açıp kutsal kitabı okuyup üflerdi
Gece yarısı uçmak kanatsız
Gün ortası yazmak postasız
Sabah sabah almak parasız
Şimdi dünya sınırsız
Şimdi dünya bir küçücük portakal

Aydın Göle
17.10.98

         Çetin Altan’ın bir yazısından alıntılarla bu şiir çıktı.

***

         Sevgiye ulaşmak her insanın özlemi. Ama nasıl ulaşacağız? Kim biliyor bu sorunun cevabını? Bu soruya kalbini her şeye kapatanlar cevap vermiyorlar mı, kendimi kaybediyorum. Şiir buna bir cevap olarak doğdu.

*

Arala biraz kalbinin perdesini
Bulursun muhakkak sevginin adresini
Sevgi küçücük bebektir ilgi ister,
                                                  özen ister
Sarıl sevgiye, ona şefkat göster
O ancak sen büyütürsen büyür
Gördüğünde şaşarsın bir gün
                                         ayaklanır yürür

Aydın Göle
17.10.98

***

         Bu şiirle bildiklerimi bilmek istemeyen ve bilmeyerek mutlu olacağını düşünen tarafımı açığa çıkarıyorum. Bu tam bir kaçışı anlatan şiirdir. Ne kadar kaçsak da gerçek her yerden karşımıza çıkar. Kaçış faydasız mücadele biçimidir. Bu mücadelenin kaçana dahi olmak üzere kimseye faydası yoktur.

*

İçimde üzülen ağlayan bir çocuk
Tenha sokaklarda ağzında bir ıslık
Geçmiş günleri arıyordu
Anıları dağılmıştı odaya
Her birinde rastlardınız sevdaya
Çünkü sevgisiz yaşayamazdı o
Gizli bir alışkanlığıydı içimdeki çocuğun
Bir tek adını bilirdi varlıkla yokluğun
Her yağmur ona yağardı
Her rüzgâr ona eserdi
İçimdeki çıkmaz sokaklarda
                                   usanmadan gezerdi
Clinton’la Monica Lowinsky’nin
                 seks skandalını hiç duymamış
Rusya’da kaç başbakandan sonra
           yedek başbakanı onaylamış duma
Kimler hainlik etmiş yurduma
Asya kaplanları
         bir gecede nasıl dönmüşler kediye
Hükümet borsayı düşürmüş
                                           vergi diye diye
Biz biraz diklenince
                             Apo’yu kovmuş Suriye
Önce Rusya’ya gitmiş Apo,
                                         sonra İtalya’ya
İtalyan mallarına ambargo,
                                        Apo’ya küfürler
Galatasaray Juventus maçını
                                      neden ertelemiş UEFA
Bilmezdi
İçimdeki çıkmaz sokaklarda 
                              usanmadan gezerdi
Gözleri; çakmak çakmak,
                        yıldızlardan ışığını alırdı
Bulutlar insede kirpiklerine,
                             bakışlarından dağılırdı
Hayaller ülkesindeydi
                                       gerçeklerden uzak
Gerçekleri yaşamak ona göre tuzak
İçimdeki çıkmaz sokaklarda
                                        usanmadan gezerdi
Her kapıda bir sevgi bir özlem
İki arada bir derede çaresiz
Akşamın karanlığına kendini gizlerdi

Aydın Göle
19.10.09   

***

         Sadece umudun bitmesi değil, umudun yorulması bile hayatın devamını etkiler. Şiirde batış bunun simgesel anlatımıdır. Her batış kendi içinden yeni doğuşları sağlar, inciler bu batıştan hayat bulur. Bu yönüyle umut yeniden dirilir. Şiir karamsarlığımın karlı doruklarında yeni başlangıçlara sıkışmış bir tarafımı anlatıyor.

*

Bir yorgun gemiydim battım
Mavi derinliklerde yan yattım
Ahtapotlar geziyor kamaralarımda
Mürekkep balıkları gözyaşı döküyor
                                             yalnızlığıma
Yosunlar sardı paslı demirlerimi
Midyeler paslarımı yiyor,
                                          inci büyütüyor
Gelirsem bir gün sana inci getireceğim
Gözyaşlarımla yıkanmış
Bir tanrı kadar yalnızım
Yalnızlığımdan sıkıldım utandım
Senin güzelliğindi beni yaşatan
Nisan bahçelerini özledim
                              mayıslardaki kokunu
Seni giydim deri diye etime
Soyunsam bir kemik kalacaktım
Dokunsalar üç gün üç gece ağlayacaktım
Göklerde yok başımın üstünde
Işıl ışıl yıldız dolu göklerde
Söyler misin balım
                           mutluluk şimdi nerde
Bir cadı beni aldı
                            mahzun kaldı o yerde
Dişlerinin arasında beyaz peynirde
Unutma balım ben varım
Okyanus balıklarında yüreğim
Bir küçük filikada kaldı küreğim
Seni kimlere sorayım
                         buralara gelen giden yok
Kuşlar uçuyor mu yine başının üstünde
Kanatlarında geliyor mu selamım
Balıklar karaya vuruyor mu ara sıra
Pullarında umudum saklı unutma
Bir gün o derinliklerden çıkıp geleceğim

Aydın Göle
23.10.1998

***   ***   ***

         21. yy, 20. yy’dan verilmiş cevabın hükmünü dayatmaya başladı. Yeni cevaplar için yeni sorular gerek. Sorular sınavlarda çalındı bilmiyor musunuz?  Çiçeği soldurmamak nasıl mümkündür ki…

*

Pandomimciler gibi sessiz
Kırmızı sahne ışıklarında
Strip_tease yapıyordu kızlar
Kimi kayıtsız kimi aç bakıyordu gözler
Ellerde şampanyalar
Köpük köpük dünya
İki dudak arasında yaşamak var ya
Birinde kelebek öpüşü
Kulaklarda kanarya ötüşü
Bu yürek bir sevgiye kanar ya
Ötekinde idam sehpasında ölüm
Bir çiçek vazoda ağır ağır solar ya
Yaşamak bir ikilemdir gülüm
16 mm’lik sinemaskop film midir
                            asırlarca her yaşanan
Genel evlerde yalan orgazmlar
Midelerde açlık spazmları
Ağızlarda havana puroları
                              ellerde şampanyalar
Köpük köpük dünya
Günahlarımız yatıyor mezarlıklarda
                                              bizle beraber
Yaşamak iki dudak arasında
Birinde kelebek öpüşü
Kulaklarda kanarya ötüşü
Bu yürek güzel sese kanar ya
Ötekinde salgınlarla
                       bombalarla gelen ölüm
Bir çiçek vazoda ağır ağır solar ya
Yaşamak bir ikilemdir gülüm

Aydın Göle
23.10.98

***   ***   ***

         İyi pazarlar sevgili okurlar


Yayın Tarihi22.09.2013

TARİHİN MESELELERİ TARİHTE KALMALIDIR - 1

Son yıllarda unutuldu; epeyce Ortadoğu konularına gömüldük. AB üyeliği sürecinde her ülke ile AB arasında ilginç gelişmeler yaşanıyor. Hiçbir ülkenin üyeliğe geçiş süreci diğeriyle benzeşmiyor. Fakat son zamanlarda ilginç gelişmeler var. Bazı ülkelere dayatılan maddeler süreci durdurunca özel şartlar eklenerek o maddeler iptal edilmiş oluyor. Çek Cumhuriyeti bu konuda bizler için çok güzel bir örnektir. İkinci Dünya Savaşının sonrasında yapılan anlaşmalarla kendi sınırları içinde kalan, Hitler’le işbirliği yapmış Almanları sınır dışına sürmek için çıkardığı ve anayasasında da bulunan bazı kanunları kaldırma isteği Alman hükümetinin ısrarlı tutumuna rağmen bertaraf edildi.

O yıllardaki Hürriyet gazetesinde bu konudaki yazısını okuduğum Ferai Tınç adlı bayan köşe yazarına sözü bırakıyorum:

“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çekoslovakya Yönetimi, sınır boylarındaki Almanları, savaş sırasında Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Almanya’ya göçe zorladı. İnsanlar hapislere atıldı, öldürüldü ve mal varlıklarına el konuldu.
Bu operasyonun hukuki temeli, zamanın cumhurbaşkanı Beneş’in adını taşıyan ve Çekoslovakya Anayasası’nda da yer alan kanunlardı.
Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri sırasında, Almanya’nın baskısıyla bu kanunları anayasadan çıkartması istendi. Ama mümkün mü? Bunun yapılması demek, Sudeten Almanların açacakları tazminat davalarına davetiye çıkartmak demekti. Çek Cumhuriyeti bu isteğe karşı koydu ve Anayasa’daki Beneş kanunlarını korudu.
Dönemin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen, Çek Cumhuriyeti’nin tam üyelik müzakerelerini noktalarken, “Tarihin meseleleri tarihte kalmalı” sözlerini kayıtlara geçiriyordu.

TARİHİN meseleleri tarihte kaldı ama Vaclav Klaus ve Avrupa Birliği’ne şüphe ile yaklaşan Bazı Çek’lerin içi rahat etmedi. Almanya’daki Sudeten örgütlerinin “biz milyonlarca mağdur” diye başlayan açıklamaların ve taleplerin sonu gelmiyordu ki.
Avrupa Birliği’den yana olan Çeklerin karşı çıkmalarına ve Çek Parlamentosu’nun Lizbon Anlaşması’nı onaylamasına rağmen Klaus, Almanlara tazminat hakkından kurtulmak için garanti istedi.
Ve Cuma günü bu garantiyi aldı.

Slovakya da (Eskiden Çekler  ve Slovaklar, Çekoslovakya adını taşıyan tek cumhuriyettiler. Komünizm sonrasının ilk cumhurbaşkanı olan ünlü yazarları Vaclav Havel’in yumuşak geçişiyle iki ayrı cumhuriyet oldular. Bu iki ayrı cumhuriyetin o zamandan kalan ortak konularından biride bu konudur. –aydın göle-)    kendi anayasasındaki Beneş yasaları için güvence istedi. Bu kez söz konusu olan azınlık Almanlar değil Macarlardı. Onun isteği, Hırvatistan ile katılım anlaşmasına eklenecek bir cümle ile çözümlenecek.
İRLANDA da Lizbon Anlaşması’nı referanduma götürürken, kürtaj yasasını korumak ve İrlanda Hükümeti’nin koyduğu vergi yasalarında AB’ye uyum aramamak konularında ayrıcalıklar elde etmişti.”

Bu konuya neden değindiğimi tahmin edin bakalım.
Evet yanılmadınız, sözü bizi ilgilendiren iki konuya getireceğim.
Biri Ermeni konusu, biri de Kıbrıs konusu.

Kendi içimizdeki Ermenicilerde dahil (Ermeni vatandaşlarımızı ayrı tutuyorum. Ama unutulmasın ki, Ermeni olmayıp kraldan çok kralcı olan Ermenicilerimiz var) bin dereden sular getirerek sorunu diri tutmaya çalışıyorlar. Özürcüler mi ararsınız, bir cenaze sonrasında milliyet değiştirenler mi? Ne o cinayeti savunurum, ne o cinayete kurban gideni, nede cenaze sonrası ortaya çıkan manzarayı..

Çek Cumhuriyetinin AB üyeliği sürecinde elde ettiği ayrıcalık bize bu konuda önemli bir koz sağlamalıdır diye düşünürüm. Uluslar arası bir yaptırım olarak Demokles’in kılıcı gibi tepemizde tutulan ermeni sorunu artık aşılmalıdır. Herhalde buna en çokta içimizdeki Ermenici şampiyonları üzüleceklerdir.

Gelelim Kıbrıs sorununa.. Kıbrıs sorunu iki toplumu ilgilendiren bir sorundur. AB üyeliği ile kendilerine koruyucu bulan Rumlar bu sorunu iki toplumun sorunu olmaktan çıkardılar. Bizim liboşlar Kıbrıs kesiminin üyeliğinden önce bu sorunu çarçabuk çözmemizi, yoksa AB üyeliğinde bu konunun çok büyük bir ayak bağı olacağını savunuyorlardı. Gelinen noktada bu artık epey zor: Ülkemiz Ortadoğu liderliğine soyunduğu için eskisi gibi üyeliğe olmazsa olmaz gözüyle bakmıyor bu bir, AB içinde bulunduğu derin ekonomik sıkıntılar nedeniyle ne olacağı kuşkulu, bu da iki. Kıbrıs Rum kesiminin koruyucuları eski söylemle yaptırımlarda bulunamazlar artık. Tabii buna direnebilecek siyasi iradenin olması lazım en başta. Neden öyle diyorum; hükümet AB’ye tam üyelik isteğini geri çekmiş değil de ondan. Buradan yazacak daha çok konu çıkar, biz asıl konumuza dönelim.

Yazımızın başında anlattıklarımdan başka bir şey daha çıkıyor. Ülkeler hayati çıkarlarından vaz geçmeyince pazarlıklarında başarılı oluyorlar. İşte onlara o zaman  “tarihin meseleleri tarihte kalmalı” denilir. Peki tarihin meseleleri tarihte kalır mı?



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 20.09.2013

YEMEK TARİHİ KÜLTÜR TARİHİDİR – 4

         Ama Fransa ve İngiltere’de çatal, kaşık ve bıçağın günlük hayata girmesi için bir yüzyıl daha gerekecekti.
         II. Henry’nin ölümünden sonra IV. Henry olarak tahta geçen yeğeni Navarreli Henry (1589 - 1610) saraya sıkça yaptığı ziyaretler sonucu iyi sofra anlayışına alıştı ve bundan büyük zevk duymaya başladı. Daha sonra tahta geçince de iyi yemek kavramının gelişip yerleşmesine büyük destek verdi. Böylelikle Fransa’nın önde gelen aileleri de kaliteli sofralar kurmaya özen gösterdiler. Navarreli Henry’nin tarihe bir gurme olarak geçtiğini de belirtmekte yarar var. Ayrıca içinde büyük tavuk ve biftek parçaları bulunan bir çorba da IV. Henry’nin (Potage Henry IV) adıyla anılıyor bugün.
         Fransız aşçılar yeni mutfak kültürünü çabuk öğrenip benimsediler ve birkaç kuşak sonra şimdilerde çok beğeni toplayan Fransız mutfağına ulaşacak gelişmenin temellerini attılar. Ağır, çok baharatlı ortaçağ yemeklerinin yerini giderek daha lezzetli ve hafif yemekler aldı. Sebze ve meyvenin yanı sıra çiçekler bile mutfak sanatının öğeleri haline geldiler.
         IV. Henry’den sonra Fransa kralları ve saray sosyetesinin “iyi yemek hizmeti”ne ilgileri artarak devam etti. Nitelikli sofralar kurmak, usta şeflerin, mutfak personelinin gelişmesi ve rafine yemek tariflerinin ortaya atılmasını desteklemek incelik göstergesi olarak değerlendirilmeye başladı.
         1600’lü yılarda Bourbonların, XII. Louis ve XV. Louis’nin sofralarında da mutfak sanatının gelişimi ve ustaların eğitimine büyük önem verildi. İhtişam ve lükse düşkünlüğünden dolayı “yüce” lakabı ile anılan XIV. Louis (1643-1715), usta ve aşçıların yetiştirileceği okulların kurulmasına öncülük etti. Dönemin bazı asilleri de sofraları ile ün kazandılar. Sözgelimi, Kont Beşamel ve Kont Mornay’ın isimleri, bugün bile adlarını taşıyan soslarla anılıyor... Yine bol soğanlı rafine bir sos, Kont Soubisse’nin adıyla geliyor sofralara.
         XV. Louis (1715-1744) döneminde de mutfak kültürü gelişimini sürdürdü. Kendisi de iyi bir aşçı ve gurme olan Polanya Kralı Stanislaus’un (1704 - 1735) kızı ve XV. Louis’nin eşi olan Maria Lescynaska, Catharine Medici gibi kendini mutfak ve sofrayı denetlemekle görevlendirdi; görkemli sofra ve rafine yemek standartlarını yükseltti. XV. Louis’nin metresleri Mme Pompadour ve Mme Barry yalnızca iyi yemek düşkünleri olarak kalmayıp usta aşçıydılar da. Onların adıyla anılan birçok yemek günümüzde de Avrupa sofralarını süslüyor. Özellikle Mme Barry o denli usta bir aşçıydı ki, kral, yalnızca en büyük ustalara verilen Mavi Kurdele (Cordon Bleu) ile onurlandırmıştı kendisini.
         Bu dönem Fransız aşçılarının yıldızlarının parladığı dönem oldu. Ünleri Avrupa’ya yayıldı. Diğer ülkelerin asilleri, aşçılarını ya ünlü Fransız aşçılarının yanına eğitime gönderdiler ya da bu ünlü ustaları kendi mutfakları için büyük ücretlerle transfer etiler.
         Ne var ki, aşçıların işi hiç de kolay değildi. Yalnızca akşam yemeği için yüzden fazla yemek hazırlamak zorundaydılar. Bu durum mutfak araç ve gereçlerinin evrimini hızlandırdı. Sözgelimi, tencere ve tavalar kullanıma uygun düzenlenmeye, pişen yemekleri servise kadar sıcak tutmak amacıyla odun kömürü mangalları (braisers) kullanılmaya başlandı. 18. yüzyıla doğru mutfaklara 20 kadar tencereyi alabilecek kuzineler girdi. Bu teknik donanım sayesinde, örneğin, ortaçağ açık ocaklarında yapılması olanaksız olan tavada sote kolaylıkla sofraya getirilebilir hale geldi.
         Bütün bu gelişmelere rağmen aşçılar bu dönemde ısıyı kontrol altında tutabilecekleri temiz enerji kaynağından ve büyük tencerelerin kaldırılmasını, hareket ettirilmesini sağlayan donanımlardan yoksundular.
         1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi, Bourbon Henadanı’nın hükümranlığına son verdi ama bu Fransızların iyi yemek ve güzel sofra merakına gölge düşürmedi. Devrimden sonra asiller yerine halk sürdürdü bu geleneği ve aralarından birçok ünlü gurme yetişti.
         Lezzetin Fizyonomisi adlı kitabın yazarı Brilliat Savarin, dünyanın ilk gurme dergisinin editörü Grimod de la Reyniere, Büyük Mutfak Terimleri Sözlüğü’nün hazırlayıcısı Alexandre Dumaspere ve ünlü et yemeğine adını veren Chateaubriant Viskontu bu gurmelerin arasındadır.
         Bu arada servetlerini yitiren birçok asil aile de evlerini restorana çevirip eski hizmetkâr ve aşçılarıyla birlikte yemek satmaya başladılar. Bunların bazıları halen Paris’te işletilen çok ünlü restoranların öncüleri oldu.

ÇATAL DEVRİMİ

         Sofra tarihinde ilkin bıçağın, sonra kaşığın ve en sonra da çatalın yer aldığını görüyoruz.
         Romalılar kesici bıçağa “cultellus” diyorlardı. Büyükleri, mutfak için olan doğrayıcı bıçaklar “culter coquinaris” adıyla anılıyordu.
         Kasapların kullandığı bıçaklar ise şimdiki tiplerine çok yakın biçimdeydi. Bir de ufak kaşık kullanılardı ki “ligula” veya “lingula”, yani “küçük dil”di adı. Gerçekten de biçimi insan diline benziyordu. Aslında Antik Yunan’da geliştirilen ve etleri ateşte kızartmak için kullanılan iki uçlu çatalın Romalılarcada kullanıldığını arkeolojik bulgulardan biliyoruz. Ancak bu alet bugünkü işlevi doğrultusunda kullanılmadığı için “çatal” sayılmıyor.
         Avrupa’da ilk çatal XIV. yüzyılda çıkıyor tarih sahnesine. 1328 yılında Macaristan Kraliçesi Klemans’ın eşyası arasında 30 kadar kaşığın yanı sıra bir de altın çatal vardı. Yine Kraliçe Jan Devreaux’nün ölümünden sonra da eşyası arasında bir kılıfa özenle yerleştirilmiş bir adet çatal ile 64 adet kaşık bulundu. Bu iki bilgiden XIII. yüzyılın ikinci yarısında çok özel ziyafetlerde çatalın kullanıldığını, ancak yaygın olarak kullanılmadığı sonucunu çıkarabiliriz rahatlıkla.
         Venedik ve Floransa, çatalı XI. yüzyıldan itibaren tanıyordu ama Venedik’te çatal toplumsal bir sorun haline dönüşmüştü. Dini tepkilerle çatal uğursuz kabul edilmişti sonunda!..
         Çatalın icadı ve yaygın kullanımı, sofra kurallarının gelişmesi konusunda dönüm noktası olmuş, yeme - içmeyi uygarlaştırmıştır. Bu nedenle çatalı bir reform simgesi sayabiliriz.

DİĞER AVRUPA ÜLKELERİNİN MUTFAKLARI

         Avrupa’da “iyi yemek”e gösterilen ilginin bir akıma hatta bir tutkuya dönüşmesi Rusya’yı da etkiledi. Çar Peter (1682-1725) gençliğini Paris’te güzel sofralara aşina olarak geçirdikten sonra ülkesine dönerken usta Fransız aşçılarından birkaçını yanına aldı ve Rusya’da Fransız mutfağından oldukça farklı bir mutfağın gelişmesini sağladı. Bu fark ise, Rusya’nın av hayvanları, balık ve sebze çeşitliliğinden kaynaklanıyordu. Ruslar Fransızlara göre daha iştahlı, daha içkiciydiler. Yemek stillerinde bu fark kolaylıkla gözlemlenebiliyordu. Ancak kısa süre içinde yüksek standartlı ve ulusal özellikler taşıyan bir Rus mutfağı çıktı meydana. Tabii Ruslar da Fransızları Strogonoff, havyar, borç çorbası ve votka ile tanıştırarak şükran borçlarını ödediler.
         Aynı süreçte İtalyanlar da kendilerine özgü bir yemek sanatı geliştirdiler. Marco Polo’nun (1254-1324) Uzakdoğu gezisinden İtalya’ya beraberinde getirdiği Çinlilerin arasında aşçıların da bulunması, Venedik ve Floransa mutfaklarına Çin yemek kültürünün girmesini sağladı. Bu etki özellikle Kuzey İtalya mutfağını bir hayli zenginleştirdi. Böylelikle Medicilerin rafine yemek anlayışı bu etkilerle daha da gelişti. Ama İtalya o dönemde birçok bağımsız dükalık ve politik birimlerden oluştuğu için ulusal bir mutfağın gelişmesi epeyce bir zaman aldı. Daha sonra gelişen ve ana unsuru makarnadan oluşan İtalyan mutfağı bugün dünyanın en iyi mutfakları arasında kabul ediliyor.
         Her mutfak kendi yöresinin ürünlerini temel aldığından, İtalyan mutfağı da bu açıdan farklı değildi; yöresel yemekler bu mutfağı da oldukça etkilemişti. İtalya, ince uzun bir yarımada olduğu için deniz ürünleri bakımından da çok zengindi. Bu nedenle etten daha çok deniz ürünleri öne çıkmıştı bu mutfakta. Ayrıca zeytin ağaçları ve üzüm bağlarının bolluğu zeytinyağlı yemek ve şarap tüketimini yaygınlaştırmıştı.
         Güney İtalya’da ise domates sosları ve domatesli yemekler (özellikle makarna) gözdeydi ve halen de böyledir. Bu mutfakta daha fazla meyve ve özellikle de turunçgiller kullanılır. Her iki yöre yemeklerinde sarımsak kullanılıyorsa da Kuzey İtalya’da biraz daha kısıtlıdır tüketimi.
         Bir başka farklılık ise ette görülür. Kuzey İtalya mutfaklarında dana eti, Güney İtalya’da ise keçi eti daha yaygındır.
         Rönesans Avrupasında Polonya gibi küçük ülkeler de kendilerine özgü rafine yemekler ürettiler. Özellikle Fransızlardan etkilenen Polonya mutfağı Kral Stanislaus’un ve saray ileri gelenlerinin iyi yemeğe olan düşkünlükleri nedeniyle büyük bir gelişim gösterdi.
         Tüm bu ülkelerde rafine yemek anlayışı, sofra sanatı ve gastronomi, doğal olarak saraydan başlayarak yaygınlaştı. Bu önemli gelişme, günümüz modern yemek hizmeti endüstrisinin temel taşlarını oluşturdu kuşkusuz.

Deniz Gürsoy’un “Yemek ve Yemekçiliğin Evrimi” adlı çalışmasından alıntılarla oluşturduğum bu yazı dizisi burada bitiyor. Bu yazı dizisi, bu haliyle “Türk Yemek Tarihi” anlatılmadan biterse eksik kalır. Onu da yakın bir gelecekte başka bir yazı dizisinde anlatacağım. Bu iki dizinin bitiminde eksikte olsa bir yemek tarihi ortaya çıkacaktır.

Buraya kadar anlatılanlardan yemek yemenin ihtiyaç olmaktan çıkıp bir zevk haline geldiğini anlamamız mümkün. Eski Roma’da soylular arasında daha çok zevk almak için yediklerini kusmak geleneği vardı. Yediklerini kusarak midede yeni yiyeceklere yer açılırdı. Bugüne gelecek olursak hızlı tempoda süren hayata yetişebilmek artık ağır sofra adabıyla mümkün görülmediği için geleneksel mutfaklar terk ediliyor. Her şeyin ticaretini yapan Amerikalılar tek tip ve kötü beslenmekten başka bir şey olmayan kola, hamburger ve kızarmış patatesten oluşan menü ile fest-fod dedikleri ayak üstü yemek alışkanlıklarını dünyaya yaymalarının sonucu geleneksel tatlar unutulmaktadır.


BİTTİ


 Yayın Tarihi: 18.09.2013


YEMEK TARİHİ KÜLTÜR TARİHİDİR – 3

Savaşlar, seyahatler ve evlilikler sonucu mutfaklar birbirlerinden etkilenmiş sevgili okurlar. Daha sonra Amerika kıtasının keşfiyle oranın yerlilerinin yetiştirdiği patates, domates, biber, fasulye, mısır, hindi, çukulata Avrupa sofralarının vaz geçilmez yiyecekleri olmuşlar. Önceki bölümlerde andığımız gibi çok iyi yemek yapan, genellikle kölelerden seçilmiş aşçılar, özgürlüklerini satın alacak kadar zenginleşip itibar kazanmışlar, bazı komutanlar tarafından bazılarına koskoca kentler hediye edilmiş. Yemek yemek her zaman  dünyanın en önemli zevk ve keyif alma aracı olmuştur. Gelecek yazıda bitecek bu yazı dizimizi kaldığımız yerden sürdürüyorum.

RÖNESANS VE RAFİNE MUTFAK

Ortaçağı izleyen birkaç yüzyıllık süreçte mutfak kültürü önemli bir gelişim gösterdi Avrupa’da. Bu gelişmede ticaretin yaygınlaşmasının, yeni teknikler geliştirilmesinin büyük payı oldu elbette.

Aynı süreçte kralların, asillerin ve ruhban sınıfın zenginleştiğini görüyoruz. Bunun en önemli göstergelerinden biri de şato ve manastırların duvarlarını süsleyen büyük ziyafet resimleri tabii. Bu dönemde iyi yemek-iyi içki, özellikle zenginler arasında refah göstergesiydi. Bu ziyafetler müzik ve dansla da süsleniyordu. Genel olarak bu dönemin mutfak birimi, bina içinde özel oda veya yalnızca özel bina olarak yer alıyordu. Büyük bir bacanın altında bulunan ocak ve fırın, dumanın çalışanları etkilememesi için düzenlenmiş yüksek tavan, bu dönem mutfağını simgeleyen özelliklerden birkaçıydı. Kazan ve şişlerin yanı sıra bıçak, satır, havan ve tokmak mutfağın temel el aletleriydi...

Bu dönemde aşçıların kullandıkları malzeme de zenginleşmişti. Özellikle Uzakdoğu'nun baharat, kuru üzüm, badem, şeker yemeklere yeni tadlar, yeni lezzetler katmıştı. Yine de aşçıların lezzet sorunlarını tam olarak çözümleyebildikleri söylenemez. Çünkü etin tuzlama yoluyla korunması, yemeğin fazla tuzlu olmasına neden oluyordu. Bu nedenle zorunlu olarak eti tuzunu giderici işlemlerden geçirmek gerekiyordu. Sözgelimi, etler şarap ve bal gibi tatlı maddelerle terbiye ediliyor, yine lezzeti artırıcı baharatla sunuluyordu sofralara. Etlerin sertliği ise ya kıyma yapılarak ya da ezilerek gideriliyordu.

O dönemde av hayvanları daha çok kızartılmış olarak süslüyordu sofraları. Tavuk, kaz, ördek ve diğer av etleri ateşte döndürülerek kızartılıyor, ve masaya bütün halinde getiriliyordu. Henüz çatal kullanılmadığı için et, hançerle oyulup ufak parçalar halinde yeniliyordu. Tabii ki asiller yemeğe başlamadan önce zehir testi yaptırmayı unutmuyorlardı!..

Rönesans döneminde asillerin malikânelerindeki aşçılar saygınlık kazanmışlardı. Buna bağlı olarak da oldukça yüksek ücret alıyorlardı. Hatta şövalye olanlar bile vardı içlerinde. Halen mezar taşının üzerinde üç tencere ve altı gülden oluşan rütbesi (arması) bulunan Taillevent adlı bir aşçıbaşıyı, Fransa Kralı VI. Charles şövalye yapmıştı. Taillevent “Le Viander” (Et Yemekleri Aşçısı) adlı, türünün en eskilerinden sayılan kitabın yazarıydı aynı zamanda. Kitapta o zamana özgü yeni pişirme teknikleri ve yemek tarifleri yer alıyordu. Sosların ekmek kabuğuyla koyulaştırılması ve yahni çeşitlerinin yapımı gibi et yemeklerine özgü bilgiler anlatılıyordu.

Rönesans döneminde sanat dallarında yaşanan gelişmelere paralel olarak iyi yemek kavramı da nitelik kazandı. Yemek konusunda da “Yeniden Doğuş” İtalya’da başladı ve Fransa’ya yayılarak yükselme dönemine girdi. Ve her zamanki gibi dönemin asilleri bu konuda da başı çektiler...

YENİ GIDA MADDELERİ

16. yüzyıl, Avrupa’nın Colomb’un denizaşırı keşfedilmiş yerlerden ve diğer kaşiflerin Ortadoğu ve Asya seferlerinden dönerlerken getirdikleri hindi, patates, mısır, yeşil ve kırmızı biber, domates, kahve ve çikolata (kakao) ile tanıştığı yüzyıldır. Fransa, o dönemde henüz kaliteli yemekleriyle ünlenmemişti. Ortaçağ Fransasında yemekler pek özenle hazırlanmıyordu, İtalya’da Roma İmparatorluğu döneminden kalma mutfak kültürü, bazı zengin ailelerin mutfaklarında yaşatılıyordu yalnızca. Bu mutfak da bütün görkemini Akdeniz ülkelerinin zengin gıda maddelerine ve pişirme tekniklerine borçluydu.

Ortaçağ Fransasında Fransız tahtının varisi II. Henry’nin Floransa’nın Medici ailesinden Catherine’le (her ikisi de 14 yaşında idi) 1533 yılında evlenmesi, ve yeni gelinin Paris’e gelirken yanında İtalyan aşçı ekibini de getirmesi ile İtalyan mutfak kültürü Fransa’ya aktarılmış oldu.

Catherine’in sayesinde Fransız sarayı mutfağı da bu ihtişamı tanıma olanağı buldu. Fransız sarayı birbirinden nefis yemeklerin yanı sıra dondurmayla da bu dönemde tanıştı. Dondurmanın çok eski bir geçmişi vardı oysa. Bugün elimizdeki belgelere göre, en eski kayıt Perslere kadar uzanıyor. Yüksek dağların tepesinde kazılan çukurlarda biriktirilen karlar, kaymak, bal ve diğer tatlandırıcılarla karıştırılır, sonra bu karışım yine karlarla örtülür, özel olarak bu iş için seçilmiş koşucu tarafından krala sunulmak üzere yemek sonuna yetiştirilirdi. Kartacalılar dondurma yapımını Perslerden öğrendiler. Kartacalılar tarafından Sicilya’ya getirilen dondurma, oradan da Floransa’ya geçti.

Artık Fransız asilleri dana, enginar, mantar, karpuz, kavun, makarna, dondurma ve turtaları keşfetmişti. Mutfaklarındaki bu çeşitliliğin yanısıra Fransız masa başı örf ve adetleri de İtalyan tarzına dönüşüyordu. Catherine, kendisi elle yemeye devam etmesine karşın çatal, bıçak ve kaşığı Fransa’ya tanıttı. Elleri ve hançerleriyle yemek yiyen Fransız soyluları yemeğe giderken çatal ve bıçaklarını yanlarında götürmeye başladılar.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 16.09.2013

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 15

         Geçen hafta belirtmiştim, okuyanlar bilir, derneğimize sekreter olarak alınan genç kız daha sonra benim kan kardeşim olmuştu. Bu gün onun için yazdığım başka bir şiirle başlıyorum. İlk tanışmanın heyecanıyla, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Yeni tanımaya başladığımız bir kişinin her gün bir yanını keşfettikçe ona karşı şaşkınlığımız ve sevgimiz artar. Kan kardeşim böyle bir durumdayken kısa bir şaşkınlık içine düştü. Şiir bunu anlatıyor.

*

ONDOKUZ /3

Asmadan üzüm kopardım gökten yıldız
Göğsünüze kolye diye taktım, utandınız
Gelincik tarlaları gibi kıpkızıl kızardınız
Üzüm taneleri gibi dağıldınız,
                                           sizi topladım
Kalbimin en mutena köşesine koydum
                                                    sakladım
Söylemesem de herkes
                             sizi sevdiğimi biliyordu
Sanki sadece bana bakıyorlardı,
                            yada bana öyle geliyordu
Hep sizi anlatıyordum dağa taşa
Hep sizi soruyordum uçan kuşa
Bir gök kuşağının üstünde su damlasıydınız
Benden bıkıp usanmasaydınız
Göz bebekleriniz gülerdi, öpülesi göz bebekleriniz
Siz yüreğime ihtilal yaptınız
Düne ait ne varsa aldınız
Oysa benim yarınımda yok ki

Aydın Göle
 28.07.98

*

         Artık bunu da biliyorsunuz, ben aynı zamanda müzisyenim. Tüvasaşta üç yıl birlikte çalıştığım insan ve sevgi arsızı, efemine tavırlarıyla dikkat çeken, hayali bir dünyanın vatandaşı, iri iri söz söylemeye bayılan bir solistim vardı. Sohbette, dinlemekten çok dinletmeye eğilimli; özgün, üzgün, fakat görünüşte çok neşeliydi. Sevdiğinin her müşkülüne koşan, kendisine boyunu geçen çocuklarını görüpte genç olduğunu hayretle söyleyenlere nerdeyse bütün varlığını hibe edecek kredi kartı mağduru, geleceğini bu yüzden dünden bitirmiş, bugün kanserin son aşamasında yaşama savaşı veren sevgili arkadaşım hakkında aşağıdaki şiiri yazmıştım.

*

                          (dostum coşkun’a)

O meleklerin diliyle konuşur
Aşkı sevgiyi onun dilinden dinleyin
En katı yürekler sesiyle un ufak olur
Onun kelebek kanatlarını ellemeyin
Özgür uçarken o, yeni dünyalar kurulur

Kimi zaman arkadaş, kimi zaman yoldaştır
Her müşkülünüze koşar kuşkunuz olmasın
Çoğu gece bizim için arayın görürsünüz, uyumamıştır
Çiçekler gibidir, çiçeklere vurgundur
Hiç bitmez görünür enerjisi, oysa bilirim yorgundur

Ölesiye severdi sevince
Şifadır herkese eli değince
Mezarda olsanız tereddütsüz kalkardınız
O şarkılar söyleyince

Meleklerin diliyle konuşur
Aşkı sevgiyi ondan dinleyin
En katı yürekler bir kadeh gibi tuz buz olur
Kelebek kanatlarını ellemeyin
Bırakın o özgür uçsun
Ona özgürlük yakışır

Aydın Göle
31.07.98

*

         Tekrar kan kardeşime yazdığım şiirlere dönüyorum. 1998 yılı çok hareketli başlamış ve aynı hızla bitmişti. Dernek yararına, biri Yunus Emre Kültür Sitesi, biri Tüvasaş Lokalinde olmak üzere ben ve solistim Coşkun’la verdiğimiz konserler, dernek aracılığıyla Erenlerde benim projem olan “Dikkat Özürlü Aracı Çıkabilir” yazılı uyarı tabelâlarının asılması, çiçek yapım atölyesinin açılması sırasında verilen kermes, Poyrazlar pikniği gibi birçok etkinlikten yüzümüzün akıyla çıkmıştık. Bunların hepsinde yardımcım, canımın yoldaşı kan kardeşimdi.

*

ONDOKUZ /4

Ağır ağır yürüyordu tembel bulutlar
Dokunsanız ağlayacaklardı bende
                                            ağlayacaktım
Bir çocuk gibiydim, terk edilmiştim
                         Terk edilmiş ve ürkektim
Böğrümde bıçak yarası hasretim
Duruyordum, yürüsem düşecektim
İçimde kemirgen bir kahır
Gecenin içinde bekçi düdükleri
Saati soruyordum sarhoş yolculara
Onlar zamanı unutmuşlardı
Ben beni unuttum seni unutamadım

Aydın Göle
29.07.98

*

ONDOKUZ /5

İnsanlar uyuyordu güzel düşlerde
Koca kent düşteydi, yoksa kent mi düştü
Ellerim şaşkın alıp başını gitmiş çarelerde
Ellerim kendini bilmiyordu, yere düştü
Beni unut kızkardeşim seni sıcacık
                               uykulara yatıramadım
Seni korkutan karanlığı yırtıp atamadım
Dualar okudum Tanrıya, kan içinde
                            avuçlarımı açıp göklere
Seni korusunlar diye dil döktüm meleklere
Yoluna sevgimden bir ışık tutamadım
Beni unut ondokuzlum,
                            ben seni unutamasam da
Kimseyi uykusundan uyandıramadım

Aydın Göle
11.08.98

*

ONDOKUZ /6

Bütün sevdiklerim göktüler,
                  buluttular, yağmurdular
Bir sen teklifsiz, nazlı dereciktin
Aktın, çorak topraklarımı yeşerttin
Bütün sevdiklerim gittiler,
                   unuttular, beni sormadılar
Bir sen kaldın son yıldızım
Kimse gelmez buralara ıssızım
Bütün eski resimleri yırttım
                paramparça attım sokağa
Onulmaz hasta olup düşsem yatağa
Resmine bakıp ondokuzlum
                                 ayağa kalkarım
Küpelerin, yüzüklerin hiç ellemedim
                                  duruyor ortalıkta
Spreylerin, kremlerin öylece duruyor,
           duruyor dudaklarının ruju bardakta
Sen kızkardeşim makyajını hep yersin
Nerden bulursun bilmem,
                                  hep hüzünler giyersin
İçin için yağıyor yağmurda
Boğazlanmadan ben yollarda
Bir acı türkü eski yıllardan
Bir küfür gibi ıslıklarda
Korkuyorum hep yanımda kal
Bütün sevdiklerim gittiler, unuttular,
                                           beni sormadılar

Aydın Göle
12.08.98

*

O gün beni korkutan gözlerle bakıyordu. Bir şeyler anlatmak istiyor, kalabalıktan dolayı anlatamıyordu. Meraktan ölebilirdim. Ne derdi vardı kim bilir? Sonra derneğin arkasındaki Yunus Emre Parkına gittik. Orda bana açılma gereğini duydu. Askerde bir sevdiği varmış. Üç senedir birbirlerini seviyorlarmış. Bu şiirde bunu anlatmak istedim.

*

ONDOKUZ /7

Erenler Yunus Emre Parkında
                      bir yaz akşam üstü
Elinde sevgi dolu sepetin
Bir damlada benim payıma düştü
Üşümüş omuzlarında ceketin
Ak mı ak güldün biraz mahcup
Sevdiğin delikanlıyı anlattın
Biraz tedirgin bir banka oturup
Uzun boyluymuş, esmermiş, adı Ertan’mış
Askermiş, teskereciymiş, sevgisi artanmış
Türkülerce sevda yaşıyordun
Kabına sığmıyordun etrafa taşıyordun
Erenler Yunus Emre Parkında
                            bir yaz akşam üstü
Bana güvenmiştin zümrüt gözlüm
Makyajını yemiştin benle konuşurken
Ondokuz yaşın haşmetiyle
Başın göğe eriyordu
Kuşlar sana selam vermeden geçmiyordu

20.08.98

*

Şiir ve müzik güzelliğince günler sizin olsun sevgili okurlar.



Yayın Tarihi: 15.09.2013