Sonu izm’le biten her görüş ve dinler, insanın mutluluğu
için reçeteler sunar. Bu uğurda çok savaşlar verilir, çok kanlar dökülür. Dinlerin
ilahi emirleri üstüne söyleyecek sözüm yok. Fakat eylemleri kutsallaştırma
görüşüne bir anlam veremiyorum. HİÇ BİR EYLEM HATASIZ DEĞİLDİR çünkü! Bu hem,
sonu izmle biten her tür dayatmacı felsefi görüşler için, hem din kaynaklı
görüşler için değişmez kuraldır. Bunu baştan kabul etmezsek yanlıştan dönmenin
önü tıkanır.
Dünyanın her döneminde bu böyle olmuştur. Her görüş, güzel
ve insani duygularla başlar, büyüdükçe şekil değiştirir, sonunda çıkış
amacından epey uzaklaşır. Bu görüşü ortaya koyan son halini gördüğünde kendi
görüşünün aldığı şekle mutlaka çok şaşırır. Buna örnek olarak sonradan adına
ödül konan Alfred Nobel gösterilebilir.
1866 yılında yüzde 75 oranında nitrogliserini, yüzde 25
oranında emici bir toprak türü olan kieselguhr ile karıştırarak barutu
(Çinliler bunu çok eski zamanlardan beri kullanıyorlardı) buldu. Barutun
bulunmasının sonucunda savaş stratejileri kökten değişince Alfred Nobel’in
nasıl bir yıkıcı keşif yaptığının farkına varması üzerine servetinin 1 milyon
kronunun yeğenleri ve bir dönem aşık olduğu Sofie Hess arasında paylaştırılmasını,
geri kalan 33 milyon 200 bin kronunu da her yıl insanlığa hizmette bulunanlara
sunulmasını vasiyet etmişti. Bu ödüller fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji,
edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel’in bu
vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç Hükümeti
Nobel Vakfı’nı kurdu. Bu yıldan sonra da Nobel Ödülleri düzenli olarak
verilmeye başlandı. 1901 yılında
dağıtımına başlanan Nobel Bilim Ödülleri'nden fizik dalında günümüze kadar 154
bilim adamına ödül verilmiştir.
… … …
Sözün burasında
Zülfü Livaneli’nin hayatından kesitleri verdiği “ Sevdalım Hayat” adlı kitabı
aklıma geldi. Oradan konumuzla ilgili birkaç paragraf aktarmak istiyorum.
“(…) Ama Türk
aydınlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Ekonomi bilse edebiyattan anlamıyor,
edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı müzikçiler gibi başka hiçbir şeyden
anlamıyorlardı. Edindiği kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl aydınına
çok zor rastlanıyordu. Birde sol fanatizm vardı tabii.”
“(…) evlerindeki
masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen devrimci
arkadaşları onları küçük bujuva özentisi olmakla suçluyordu. Herkes yıkanmaktan
utanır olmuştu ve banyo yapmadan dolaşıyordu.Tuhaf bir kabalık kaplıyordu
ortalığı. Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı
gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü
nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu
insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler
saklanacak birer kusurdu.”
“(…) Bir lokalde toplanırdık. Orda yatıp kalkan
Osman diye biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni
yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri girer,
çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne
uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama
karşı.”
Zülfü Livaneli’nin
alıntıladığım bu satırlarındaki şu satıra dikkatinizi çekmek isterim: “Önceleri
bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol
hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine
dönüşmüştü.”
Şu köylü nefreti
sözünü gelişmeye karşı duruş olarak almak gerek. Köylülük babadan oğula aktarma
yoluyla alışkanlıklardan kurulu bir bilgi metodunu içerir. Değişime açık
değildir. Her yenilik onu rahatsız eder. Uçsuz bucaksız ovalarda, çıplak
dağlarda sesini duyurmak için var gücüyle bağırmaktan başka seçeneği yoktur.
Kentlilikse bunun
tersidir. Etrafı kalabalıktır. Birlikte yaşamanın, hatta yolda yürümenin bile
bir kuralı vardır. Araçların yoldaki hareketleri de ayrı bir bilgi işidir. Daha
çok ve daha çabuk bilgiye ulaşılacak yerlerdir. Her yenilik önce kente gelir,
önce kentler bu yenilikler için eğitilir eğitilenler öğrendiklerini günlük hayatlarında
kullanır. Daha sonra geniş alanlara
ulaşır.
Gelelim din konusuna..
Zülfü Livaneli’den alıntıladığım satırları alaydan yetişme din adamlarına
uyarlarsak şaşırtıcı sonuçla karşılaşmayız.
Örnek 1: “(…) Ama
Türk din adamlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Dini konular dışında Ekonomi
bilse edebiyattan anlamıyor, edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı
müzikçiler gibi dini konulardan başka hiçbir şeyden anlamıyorlardı. Edindiği
kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl din adamına çok zor rastlanıyordu.
Birde dini fanatizm vardı tabii.”
Örnek 2: “(…)
evlerindeki masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen
dindar arkadaşları onları dünya hayatı özentisi olmakla suçluyordu. Herkes
sadece dinsel bilgilerle donanıyor, yaşamı zarif kılacak şeyler onlarca
fazlalık olarak kabul ediliyordu. Tuhaf bir kabalık kaplıyordu ortalığı.
Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren
tasavvuf ve dinsel hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir
köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu
insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler
saklanacak birer kusurdu.”
Örnek 3: “(…) Bir camide, bir mescitte toplanırdık. Orda
yatıp kalkan biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni
yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri
girer, çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne
uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama
karşı.”
Gördüğünüz gibi
değişen hiçbir şey yok! Değişik dünya görüşünde de karşılaşılan durumlar aynı
derecede sıkıcıdır.
Yani efendim, bu
konu çok netameli olsa bile şunu söylemeden edemeyeceğim. İncelmiş kültürle
yaşamı zarifleştirecek her türlü hareketin karşısında olan alaydan yetişme din
insanları bir nevi köylü nefretin din söylemli neferidirler. Onlarında
önce kentli olmaları bir zorunluluktur. Allahın huzuruna incelmiş duygularla
varmak birinci şarttır. Bu sakalla sarıkla olacak iş değildir. Nasrettin
hocanın bu konuda çok güzel bir fıkrası geldi aklıma.
Hocamıza bir cahil
soru sormuş hocamız bilmiyorum demiş. Bunun üzerine o cahil “bizden
utanmıyorsan koca kavuğundan utan hocam” deyince hocamız başındaki kavuğu
çıkarıp cahile uzatırken “keramet kavuktaysa birazda sen tak” demiş.
Bu fıkra konumuza
göre ters anlam içerse de varacağımız sonuç aynıdır. Yani dostlar bürünülen
kisve her şey demek değildir. Din adamlarımız sadece ahrete hazırlayan meslek
erbabı olmamalıdır. Keramet bunun için ne sakaldadır, nede kavukta.. tasavvuf
bunu bize çok güzel anlatmaktadır. Varlığı anlamlandırma, yaşamı üretmeye dair
çabadır. Bunun için din adamları alaydan
yetişmemelidir. Dünya yaşamını reddederek geldiğimiz nokta ortada. Dinimizin
içi bu yüzden boş inanlarla doldu. Dini inançlarımıza mutlaka yüksek beğeni
düzeyi de kazandırılmalı, sanat estetiği ve
felsefi düşüncelerden faydalanılmalıdır. Çünkü çok yoğun tempoda gelen
teknoloji ve bilgi bombardımanından insanı korumak onu reddetmekle mümkün değil
artık. Oysa dinimiz bize gelişmenin sırlarını vermiştir. Bunu başaran uzun
ömürlü olmuştur. İşte Osmanlı.. Osmanlı; dönemine damgasını vurmuşsa,
nedenleri; fetihleri kadar mimariden şiire, şiirden müziğe güzel ve ince duyuya
verdiği değerdendi. Bunu yitirdiği anda geriledi ve yenileşmeyi başaramadığı
için ömrünü tamamladı.
Başa dönecek olursak
İDEAL SAPMASI yaşamamak için her alanda üniversal eğitimin gerekliliği gibi din
adamları da ille ilahiyat fakültelerinden yetişmeli, oradan mezun olan din
adamları da sanattan spora, siyasetten ekonomiye hayatın her alanıyla
ilgilenmelidirler. Bu sapma sonunda Nobel gibi ödül vermek gülünçlüğüne
düşmemeliyiz.
Yayın Tarihi: 04.10.13
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder