31 Ekim 2013 Perşembe

İDEAL SAPMASI

Sonu izm’le biten her görüş ve dinler, insanın mutluluğu için reçeteler sunar. Bu uğurda çok savaşlar verilir, çok kanlar dökülür. Dinlerin ilahi emirleri üstüne söyleyecek sözüm yok. Fakat eylemleri kutsallaştırma görüşüne bir anlam veremiyorum. HİÇ BİR EYLEM HATASIZ DEĞİLDİR çünkü! Bu hem, sonu izmle biten her tür dayatmacı felsefi görüşler için, hem din kaynaklı görüşler için değişmez kuraldır. Bunu baştan kabul etmezsek yanlıştan dönmenin önü tıkanır.

Dünyanın her döneminde bu böyle olmuştur. Her görüş, güzel ve insani duygularla başlar, büyüdükçe şekil değiştirir, sonunda çıkış amacından epey uzaklaşır. Bu görüşü ortaya koyan son halini gördüğünde kendi görüşünün aldığı şekle mutlaka çok şaşırır. Buna örnek olarak sonradan adına ödül konan Alfred Nobel gösterilebilir.

1866 yılında yüzde 75 oranında nitrogliserini, yüzde 25 oranında emici bir toprak türü olan kieselguhr ile karıştırarak barutu (Çinliler bunu çok eski zamanlardan beri kullanıyorlardı) buldu. Barutun bulunmasının sonucunda savaş stratejileri kökten değişince Alfred Nobel’in nasıl bir yıkıcı keşif yaptığının farkına varması üzerine servetinin 1 milyon kronunun yeğenleri ve bir dönem aşık olduğu Sofie Hess arasında paylaştırılmasını, geri kalan 33 milyon 200 bin kronunu da her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını vasiyet etmişti. Bu ödüller fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel’in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç Hükümeti Nobel Vakfı’nı kurdu. Bu yıldan sonra da Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlandı. 1901 yılında dağıtımına başlanan Nobel Bilim Ödülleri'nden fizik dalında günümüze kadar 154 bilim adamına ödül verilmiştir.
… … …
Sözün burasında Zülfü Livaneli’nin hayatından kesitleri verdiği “ Sevdalım Hayat” adlı kitabı aklıma geldi. Oradan konumuzla ilgili birkaç paragraf aktarmak istiyorum.

“(…) Ama Türk aydınlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Ekonomi bilse edebiyattan anlamıyor, edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı müzikçiler gibi başka hiçbir şeyden anlamıyorlardı. Edindiği kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl aydınına çok zor rastlanıyordu. Birde sol fanatizm vardı tabii.”

“(…) evlerindeki masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen devrimci arkadaşları onları küçük bujuva özentisi olmakla suçluyordu. Herkes yıkanmaktan utanır olmuştu ve banyo yapmadan dolaşıyordu.Tuhaf bir kabalık kaplıyordu ortalığı. Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler saklanacak birer kusurdu.”

“(…)  Bir lokalde toplanırdık. Orda yatıp kalkan Osman diye biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri girer, çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama karşı.”

Zülfü Livaneli’nin alıntıladığım bu satırlarındaki şu satıra dikkatinizi çekmek isterim: “Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü.”

Şu köylü nefreti sözünü gelişmeye karşı duruş olarak almak gerek. Köylülük babadan oğula aktarma yoluyla alışkanlıklardan kurulu bir bilgi metodunu içerir. Değişime açık değildir. Her yenilik onu rahatsız eder. Uçsuz bucaksız ovalarda, çıplak dağlarda sesini duyurmak için var gücüyle bağırmaktan başka seçeneği yoktur.

Kentlilikse bunun tersidir. Etrafı kalabalıktır. Birlikte yaşamanın, hatta yolda yürümenin bile bir kuralı vardır. Araçların yoldaki hareketleri de ayrı bir bilgi işidir. Daha çok ve daha çabuk bilgiye ulaşılacak yerlerdir. Her yenilik önce kente gelir, önce kentler bu yenilikler için eğitilir  eğitilenler öğrendiklerini günlük hayatlarında kullanır.  Daha sonra geniş alanlara ulaşır.

Gelelim din konusuna.. Zülfü Livaneli’den alıntıladığım satırları alaydan yetişme din adamlarına uyarlarsak şaşırtıcı sonuçla karşılaşmayız.

Örnek 1: “(…) Ama Türk din adamlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Dini konular dışında Ekonomi bilse edebiyattan anlamıyor, edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı müzikçiler gibi dini konulardan başka hiçbir şeyden anlamıyorlardı. Edindiği kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl din adamına çok zor rastlanıyordu. Birde dini fanatizm vardı tabii.”

Örnek 2: “(…) evlerindeki masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen dindar arkadaşları onları dünya hayatı özentisi olmakla suçluyordu. Herkes sadece dinsel bilgilerle donanıyor, yaşamı zarif kılacak şeyler onlarca fazlalık olarak kabul ediliyordu. Tuhaf bir kabalık kaplıyordu ortalığı. Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren tasavvuf ve dinsel hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler saklanacak birer kusurdu.”

Örnek 3: “(…)  Bir camide, bir mescitte toplanırdık. Orda yatıp kalkan biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri girer, çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama karşı.”

Gördüğünüz gibi değişen hiçbir şey yok! Değişik dünya görüşünde de karşılaşılan durumlar aynı derecede sıkıcıdır.

Yani efendim, bu konu çok netameli olsa bile şunu söylemeden edemeyeceğim. İncelmiş kültürle yaşamı zarifleştirecek her türlü hareketin karşısında olan alaydan yetişme din insanları bir nevi köylü nefretin din söylemli neferidirler. Onlarında önce kentli olmaları bir zorunluluktur. Allahın huzuruna incelmiş duygularla varmak birinci şarttır. Bu sakalla sarıkla olacak iş değildir. Nasrettin hocanın bu konuda çok güzel bir fıkrası geldi aklıma.

Hocamıza bir cahil soru sormuş hocamız bilmiyorum demiş. Bunun üzerine o cahil “bizden utanmıyorsan koca kavuğundan utan hocam” deyince hocamız başındaki kavuğu çıkarıp cahile uzatırken “keramet kavuktaysa birazda sen tak” demiş.

Bu fıkra konumuza göre ters anlam içerse de varacağımız sonuç aynıdır. Yani dostlar bürünülen kisve her şey demek değildir. Din adamlarımız sadece ahrete hazırlayan meslek erbabı olmamalıdır. Keramet bunun için ne sakaldadır, nede kavukta.. tasavvuf bunu bize çok güzel anlatmaktadır. Varlığı anlamlandırma, yaşamı üretmeye dair çabadır.  Bunun için din adamları alaydan yetişmemelidir. Dünya yaşamını reddederek geldiğimiz nokta ortada. Dinimizin içi bu yüzden boş inanlarla doldu. Dini inançlarımıza mutlaka yüksek beğeni düzeyi de kazandırılmalı, sanat estetiği ve  felsefi düşüncelerden faydalanılmalıdır. Çünkü çok yoğun tempoda gelen teknoloji ve bilgi bombardımanından insanı korumak onu reddetmekle mümkün değil artık. Oysa dinimiz bize gelişmenin sırlarını vermiştir. Bunu başaran uzun ömürlü olmuştur. İşte Osmanlı.. Osmanlı; dönemine damgasını vurmuşsa, nedenleri; fetihleri kadar mimariden şiire, şiirden müziğe güzel ve ince duyuya verdiği değerdendi. Bunu yitirdiği anda geriledi ve yenileşmeyi başaramadığı için ömrünü tamamladı.

Başa dönecek olursak İDEAL SAPMASI yaşamamak için her alanda üniversal eğitimin gerekliliği gibi din adamları da ille ilahiyat fakültelerinden yetişmeli, oradan mezun olan din adamları da sanattan spora, siyasetten ekonomiye hayatın her alanıyla ilgilenmelidirler. Bu sapma sonunda Nobel gibi ödül vermek gülünçlüğüne düşmemeliyiz.


Yayın Tarihi04.10.13
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder