Geçen gün İstanbul’daki kardeşim ileti yoluyla bir hikâye
göndermişti. Beğeneceksiniz eminim. Belki de biliyorsunuzdur da. Bu hikâyeyi sizlerle paylaşmak istedim.
… …
Adamın birinin eşeği kuyuya düşmüş. Allem etmişler, kullem
etmişler çıkaramamışlar. Eşeğin sahibi hemen orada basit bir hesap yapmış. Eşek
yaşlı ve sıskaymış. Eskisi gibi yürüyemiyor, yük taşıyamıyormuş. Bedavadan yem
yiyor diye düşünen adam eşeği düştüğü kuyuya gömmeye karar vermiş. Komşulara
kararını açıklamış. “Biz onu çıkaramayız, acı çekerek öleceğine üstüne toprak
atarak biz onu buraya gömelim. Zaten yaşlı, yarın öbür gün nasılsa ölmeyecek
mi?” Demiş. Komşular kürekleri kapıp gelmişler. İlk birkaç kürekte eşek yeri
göğü inleterek anırmış. Sonra sesi soluğu kesilmiş. Sahibi merak edip kuyuya
bakınca ne görse beğenirsiniz? Meğer eşek atılan topraklar sırtına geldikçe
silkelenip onu üstünden atıyor, bilmeden toprakların ayağının altında kalmasını
sağlıyormuş. Böylece toprak atıldıkça
eşek kuyunun ağzına yaklaşıyormuş. Adam toprak atmayı sürdürünce de eşek
kuyudan çıkmış, koşarak oradan uzaklaşmış.
Bu hikâyeyi kimin yazdığı belli değil. Belki internette
dolaşan hikâyelerdendir. Fakat umutsuz hiçbir şey yoktur, yeter ki biz
görmesini bilelim diyen bir hikâye olduğu için çok beğendim. Bu hikâye yıllar
önce okuduğum, içinde gözlem gücünün anlatıldığı böyle hikâyeler olan, Edgar
Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti isimli kitabını hatırlattı. (O kitabı
okurken teyzem ve yeğenlerim bizdeydi. Teyzemin kızı yeğenim Nesrin de kitap
okumaya meraklıdır. O sıralar 12-13 yaşındaydı. Kitabı okumak istemişti.
Kendisine yaşının uygun olmadığını söyledim. Ben dışarıda olduğum sırada bulup
okumuş, gece hikâyeler rüyasına girmiş ve uyuyamamıştı. Hikâyeler onun
yaşındaki kişiler için ağır ve ürkütücüydü.) İçinde bir hikâye vardı ki beni
derinden etkilemişti. Geçmiş gün, net hatırlamıyorum ama hikâyenin adı “Girdap”
olabilir. Yanılıyorsam beni bağışlayın. Boşuna dememişler: “Hafıza-i beşer
nisyanla malûldür.” Yani insan unutma sakatlığına sahiptir. Bende yürüme
özürlülüğüme ek olarak birde unutma sakatıyım.
Hikâye şöyleydi:
İzlanda da balıkçılar sezonun son avına pırıl pırıl bir
havada çıkarlar. Ama daha sonra hava bozar. Balıkçılar kaçmaya fırsat bulamadan
fırtınaya ve yağmura yakalanırlar. Kuzey denizinin girdapları balıkçıların
korkulu belasıdır. Sonunda o da olur. Bütün balıkçı gemileri girdaplara
kapılarak deniz dibini boylar. Balıkçı gemilerinin birindeki bir balıkçı bu
fırtınada olanı biteni öyle bir izler ki, sanki beynine kazır. Girdaba giren
her nesnenin şekline göre değişen hızda girdaba kapılıp battığını görür.
Ağabeyine kendisini fıçıya bağlamasını onunda aynı şeyi yapmasını söyler.
Ağabey kardeşini fıçıya, kendini geminin direğine bağlar. Sonunda gemi batmak
üzereyken fıçıya bağlı olan balıkçı kendini girdaba atar. Balıkçı gemisi ve
ağabey girdabın içine bir boşluğa düşmüş gibi hızla girer ve denizin dibini
boylar. Fıçıya bağlı olan balıkçı girdabın kocaman dairesinde hızla döner ama
dibe doğru çok yavaş gitmektedir. Sonunda girdap olayı biter ve balıkçı
kurtulur. Ertesi gün balıkçı köyünde, deniz kıyısında bu balıkçıyı bulanlardan
hiç kimse onu tanıyamaz. Bir gecede saçı bembeyaz olmuştur. Hafızasını da
kaybettiği için kendisinin kim olduğunu anlatamaz.
… … …
Hiçbir şey hayattan önemli değildir. Kimse ölmeye çalışmaz
ve çalışmamalıdır. En kötü durumda bile yaşamaktır amaç. Hayatı sonlandırmak
intihardır. İntihar dinen de yasaktır. Öyleyse yaşamak için her şart
zorlanmalıdır. Bu hikâyelerin anlattığı da bu değimlidir? Onun için umudumuzu
yitirmeden şartları gözlersek yaşamanın bir yolu bulunur. İsterseniz bunu ülke
gerçekleriyle de bağdaştırabilirsiniz. Ve büyük ölçekte de durumun aynılık
gösterdiğini göreceksiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder