28 Şubat 2014 Cuma

ÇİNGENELER VE TARİHLERİ -4

Hep yapıla geldiği gibi ülkemizdeki günümüz Çingenelerinden önce Osmanlı Devletindeki Çingeneleri görelim.

Osmanlı Devleti zamanındaki Çingenelerin genel durumları hakkındaki bilgiler, hiç şüphesiz Osmanlı Arşiv belgelerinde bulunmaktadır. Biz burada tespit ettiğimiz arşiv belgeleri ve diğer kaynakların ışığında, Osmanlı Devletinin sınırları içerisinde yaşamış olan Çingenelerin genel durumlarını belirlemeye çalışacağız.
Osmanlı Devleti, Rumeli Eyaleti’nde çoğunlukta bulunan Çingeneler için Rumeli’de merkezi o zamanki ismiyle Kırkkilise (Kırklareli) olan bir “Çingene Sancağı” tahsis etmiş, İstanbul ve Rumeli’de oturan Çingeneleri bu sancağa bağlamıştır. Çingenelerin göçebe olarak yaşamaları ve sürekli yer değiştirmeleri sebebiyle kesin sayıları tespit edilememiştir. Lâkin 1477’de İstanbul’da yapılan nüfus sayımında 31 hanelik Çingene ailesi tespit edilmiştir.                       
Çingenelerin göçebe bir hayat yaşamalarından dolayı Osmanlı Devleti, onların vergilerini düzenli olarak toplayamamış ve bunun önüne geçebilmek için yeni fethedilen yerlerden Çingenelere toprak vererek, onları yerleşik hayata geçmeye ve ziraate teşvik etmiştir. Kanaatimizce Osmanlı Devleti, Çingeneleri Avrupa’da yeni fethedilen bu bölgelere sadece yerleşik düzene geçmeleri için yerleştirmekle kalmamış, aynı zamanda onları Avrupa devletlerine karşı sınır muhafızları olarak da kullanmış olmalıdır. Zira çok geniş toprağa sahip olan bir devletin, yeni fethedilen yerleri seçmesinin başka bir izahı zor gözükmektedir. Sultan Selim II. (1566-1574) 1574 yılındaki bir fermanıyla “Bosna-Hersek’te yerleştirilmiş olan çingenelerin vergiden muaf olduklarını, hiç kimsenin onların aktivitelerine karışmamasını, ancak kanunları ihlâl eden Çingenelerin de çeribaşıları tarafından yakalanarak, devlete teslim edeceğini bildirmektedir.” O dönemde Bosna-Hersek’de yerleştirilen Çingenelerin bir kısmının madencilikle uğraşmış olduklarını da belirtmek gerekmektedir.
Osmanlı Devleti, sınırları içerisinde yaşayan Çingeneleri Müslim ve gayr-ı Müslim olarak iki gruba ayırmasına rağmen, bu iki grubu hukukî bakımdan denk saymıştır. Osmanlı Devleti’nde sadece gayr-ı Müslimlerden cizye alınması söz konusuyken, kıptî teb’anın hem zimmilerinden hem de Müslimlerinden cizye alınmıştır. Ancak bu iki grubun ödediği cizye miktarı farklı tutulmuştur.
Bu belge Osmanlı Devleti’ndeki Çingenelerin hepsinin Müslüman olmadığını ortaya koymaktadır. Çingenelerle ilgili pek çok hükmün bulunduğu Fatih Kanunnamesi’nde Çingenelerin dinî durum ve ayırımları da ortaya konulmaktadır: “Müslim olan Çingene, kâfir olan Çingeneler arasında oturmamalı, Müslümanlara karışmalıdır. İlle de onlarla birlikte oturup, Müslümanlara karışmayacak olursa, onların da kâfirler gibi haraçları alınmalıdır.
Çingenelerle ilgili dikkat çeken bir diğer husus ise, onların dolaşacakları yerlerin tespit edilmiş olmasıdır. Göçebe Çingenelerden hiç birinin kendi cemaatini terk edip gitmesine müsaade edilmemiş ve terk edenler yakalanarak kabilesine teslim edilmiştir. Ayrıca Müslüman Çingenelerle Müslüman olmayanların birbirine karışmasına, birlikte konup göçmelerine ve kız alıp vermelerine müsaade edilmemiştir. Hatta Çingene kanunnamesine göre Müslüman Çingenelerin kafir Çingenelere karışması durumunda, onlardan sayılacağı ve cizye mükellefiyeti yükleneceği bildirilmektedir.
Kıbtiyân ve cingâne tâifesi diye anılan ve Osmanlı Devleti’nde özel statüye tabi askerî ve sosyal bir sınıf olan Çingenelerle alakalı ilk hukukî düzenleme, Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) devrinde yapılmış ve “Rumeli Etrâkinün Koyun Âdeti” Kanunnâmesinin içinde neşrolmuştur. Ancak bu sosyal ve askerî grupla ilgili ilk müstakil kanunnâme ise, II. Bâyezid devrinde tedvin olunmuştur. Kanunî devrinde ise çingenelerle ilgili iki ayrı kısa hukukî düzenleme yapılmıştır. Bunlardan ilki; İstanbul Müftülüğü Şer‘î Siciller Arşivi, Üsküdar Mahkemesi Sicilleri, (No: 6/15, s. 138)’de yer alan ve Çingenelerin ifa ile mükellef oldukları cizye ve harâclarını tanzim eden bir kanun hükmüdür. İkincisi ise; aynı şer‘iye sicillerinde (No: 6/15, s. 137)’de yer alan bir kanun hükmüdür. Bu iki Kanunnâmenin metinlerini Ahmed Akgündüz günümüz Türkçesine çevirmiştir. Anadolu, Karaman ve Trabzon kadılarına tedvin edilen bu hükümde, şer‘î hükümlere göre, cingânelerden alınacak harâc, harâc-ı re's denilen cizye ve kesim yani harâc-ı mavazzaf denilen “çift akçesi” hükme bağlanmış bulunmaktadır. Bu kanun hükmünde, “kıbtiyân”denilen Çingeneler, “âzâdegân” denilen azadlı köleler ve “yâve kafirler”  denilen kaçkın gayr-i Müslimlerle alakalı düzenlemeler yapılmıştır.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki Kanunî dönemine ait Tapu-Tahrir Defteri’nde “Kanunnâme-i Kıbtîyân-ı Vilâyet-ı Rum ili” başlığı adı altında kayıtlı bulunan kanunnâme ise özet olarak şu hükümleri ihtiva etmektedir:
1- Müslüman Çingenelerin her hane ve mücerredi (ergin bekarı), yılda yirmi iki akçe resim verirler. Kâfir Çingenelerin her hane ve mücerredleri ise yılda yirmibeşer akçe, bîveleri (dul kadınları) de altışar akçe ispenç verirler.
2- İstanbul, Edirne, Filibe ve Sofya’da olan Çingenelerin nâ-meşrû fiile girişen avratlarından kesim adı altında her ay yüzer akçe resim (vergi) alınır.
3- Cürüm, cinâyet ve ârüs resimleri, sâir reâyâ gibi, kânunların gerektirdiği mütad şekil ve miktarlarda edâ ederler.
4- Kayıtlı bulundukları kadılıktan başka bir kadılığa veya havlulara giderek izlerini ille de kaybettirmekte inad eden Çingeneler aranıp bulunduklarında, kınanıp cezalandırılarak kendi kadılıklarına iade olunurlar.
5- Kendi cemaatlarından kaçan Çingeneler, katuna başları (konak yerlerinin reisleri) ve kethüdaları (kahyaları) aracılığıyla buldurulup kendi cemaatlarına getirilirler. Böylece, avârız-ı divâniye vukuunda onların kendi cemaatlarının efrâdı arasında bulunmaları sağlanmış olur.
6- Çingene sancağına ait olan Çingenelerin cürüm ve cinâyetlerine, bâd-i hevâlarına, rüsüm-ı örfiyyelerine ve siyasetlerine Çingene sancağının beği mutasarrıftır. Vilayetin diğer sancaklarının Beğleri ve Subaşıları ve kapu halkı ve yeniçeriler buna asla karışamazlar.
7- Gerek has, zeâmet ve tımarlarda ve gerekse evkaf ve emlâkda raiyyet olarak kayıtlı bulunan çingenelerin İspençe ve rüsûm-ı örfiyyelerine ve bad-i hevâlarına ve siyasetlerine , ne çingene sancağının beyi ne de diğerleri karışabilir. Bunları, doğrudan doğruya o raiyetlerin sahipleri tasarruf eder.
8- Müslüman çingeneler kâfir çingenelere karışarak onlarla birlikte göçüp konacak olursa, kınanıp te’dip edildikten sonra, onlardan da kâfir Çingeneler gibi resim alınır.



DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi: 28.02.2014

ÇİNGENELER VE TARİHLERİ -3

Yahudilerle Çingenelerin tarih boyunca uğradıkları soykırımlar nedeniyle ortak kaderi paylaştılar. Özellikle faşizmin Avrupa’yı sardığı yıllar olan 1940-45 yılları bu iki millet için karabasan yıllarıdır. Savaş sonrasında Yahudiler dünyada sahip oldukları ekonomik güç ile, kendilerini allayıp pullama şansını buldular. Böylelikle dünyaya kendilerini çok etkili biçimde kabûl ettirdiler. Çingenelerse bu imkâna hiçbir zaman sahip olamadıkları için çektikleri eziyete dünya her zaman sessiz kalmıştı. Bu 6 bölümlük yazı dizisini o amaçla hazırladım. 2.’sini verdiğim bugünkü bölümde, uğradıkları soykırımı anlatarak dizi yazımıza devam ediyorum.

***   ***

Tam yeri ve tam zamanı. Şimdide Nazi Almanya’sının Yahudilere uyguladığı gibi Çingenelere de uyguladığı soykırımı görelim.

“Almanya’da Hitler’in iktidar yılları Çingenelerin en kara günleri oldu. Alman diktatörünün Yahudiler için ateşlediği fırınların bacalarından Çingene dumanları da yükseldi.
Faşizm döneminde Almanya ve Avrupa’da yarım milyon Çingene gaz odalarında yakıldı veya ‘tıbbi deneylerde kobay’ olarak kullanıldı. Naziler yalnız Çingeneleri değil, üç kuşak ötesine kadar soyunda ‘çingene’ kanı taşıyanları da imha ettiler.
16 Aralık 1942’de SS şefi Heinrich Himmer tarafından çıkartılan kararda ‘Çingenelerin topyekün imhası’ emredildi. Çingeneler Auschwitz gibi imha ve çalışma kamplarında, laboratuarlarda öldürüldüler.
Faşist teorisyenler “bu Çingeneler Avrupa’ya yabancı kanı taşıyorlar” diyorlardı.
Almanya dışında Fransa’da 15 bin, Polonya’da 35 bin, Macaristan’da 28 bin, Rusya’da 40 bin Çingene Naziler tarafından topluca öldürüldü.                                                                            

Çingenelerin Yahudiler kadar güçlü lobileri olmadığından, uğradıkları katliamlar tarihin karanlık sayfaları arasında eriyip gitti."
(Çingeneler, Nazım Alpman, sayfa 101-102)    
                                                                                      
Bu konudaki başka bir inceleme sonucunu daha görelim. Verilen ayrıntı bizi biraz daha bilgilendirecek çünkü.

Naziler, her şeyden önce onların yaşam tarzlarından hoşlanmadılar. Zira Nazilerin insanları tamamen denetleme isteğinden ısrarla kaçıyorlardı. Bundan başka, Tübingenli sinir hastalıkları doktoru Robert Ritter gibi saf ırk uzmanları, ‘‘melez Çingeneleri’’ (bunlar sözü edilen kimselerin yüzde 90’ını oluşturmakta) kriminolojik (suç bilimsellik A.G.) ve asosyallik (toplumdışılık-cemiyetdışılık A.G.) için olağanüstü bir malzeme olarak gördüler. Nazi yönetiminin ilk günlerinde Robert Ritter ve diğerleri, Romanların kısırlaştırılmasını ‘sorunun’ çözümü olarak gördüler. 18 Eylül 1942 tarihinde yapılan Wannsee konferansında bir araya gelen SS liderleri ‘asosyal unsurlar olan Yahudi, Çingene, Rus ve Ukraynalıları, çalıştırarak imha etmek maksadı ise SS-Reich liderlerine teslim etme’ kararı aldılar. Böylece Alman Ordusu’nun girmiş olduğu bölgelerde, tüm Romanlar için toplama kamplarındaki planlı imha çalışmaları başlamış oldu. Katledilenlerin tam sayısı bilinmiyor. Çünkü Güney ve Güneydoğu Avrupa’da pek çok Roman, daha kamplarına giderken yolda yerel faşistlerin yapmış olduğu katliamlarda yaşamlarını yitirdiler. Ciddi kabul edilen tarihçilere göre, Nazi iktidarı sırasında katledilen Romanların sayısı 500 bin kadardır.

Gördüğümüz gibi Nazi Almanya’sı Çingenelere soykırım yapmış. Doğu Avrupa ülkeleri de Çingenlere kötü davranmıştır. Onlara da bakalım mı?

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR) yayınladığı son rapor Doğu Avrupa’daki Çingenelerin içler acısı durumunu açıkça ortaya koyuyor. Her türlü politik, ekonomik ve sosyal hakları ellerinden alınan bu insanlar Avrupa’nın en geniş nüfuslu ve en fazla haksızlığa uğrayan azınlığını oluşturuyor. Resmi rakamlara göre Avrupa’da 8 milyon Çingene yaşıyor, ancak gerçek rakamın çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor, çünkü Çingenelerin çoğu vatansız sayıldığı için nüfus kütüklerine yazılmıyor.
Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Romanya ve Polonya’da Çingeneler sırf kendi kültürlerini yaşamak istedikleri için toplumdan dışlanıyor. UNHCR raporuna göre, Komünist rejimler döneminde göçe zorlanıp, istemedikleri işlerde çalıştırılan Çingenelerin yaşam koşulları, bu rejimlerin yıkılmasından sonra daha da kötüleşti. Örneğin Çek Cumhuriyeti’nin yeni anayasasına göre vatandaş olabilmek için Çekçe’yi akıcı bir biçimde konuşmak, en az iki yıl süreyle bu ülkenin topraklarında ikamet etmek, Slovak vatandaşı olmadığını kanıtlayan bir belgeye ve temiz bir sicil kaydına sahip olmak gerekiyor. Ancak Çingeneler bu koşulları yerine getiremedikleri için vatandaş olamıyor.

Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde de demokrasiye geçişten sonra azınlıkların vatandaşlık hakları teslim edildiği halde, Çingeneler bu uygulamanın dışında tutuldu. Daha da kötüsü mahkemeler de dahil olmak üzere hiçbir devlet makamı Çingeneleri korumaya yanaşmıyor. Bulgaristan, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Almanya'nın doğusunda Çingenelere yönelik ırkçı saldırılar tamamen cezasız bırakılıyor. 
                                                                               


DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi: 26.02.2014

ÇİNGENELER VE TARİHLERİ -2

            Göçebe Çenganlar önce Mısır’a yerleşti.. Orayı da Araplar istila edince bu defa Ermenistan’a göçtüler ve “Biz Mısır'dan geldik” dediler.. Mısır Egypt, okunuşuyla söyleyecek olursak Ecipt diye bilinirdi.. Bu yüzden gelenlere “Mısırlı” anlamına “Cipsi/ Gypsy” dedi Ermeniler.. 
Orada da rahat edemediler ve sonunda Osmanlı İmparatorluğu'na taşındılar ve Osmanlılarla birlikte Rumeli'ye, en başta da Macaristan'a taşındılar..
Sonra Avrupa'nın tümüne yayıldılar. İspanya'da efsane oldular..”

İkinci görüş daha gerçekçi duruyor:

Çingene; Hindistan’ın Pencap-Sind nehir havzası boyunca Pakistan ve Afganistan’ın da içinde bulunduğu bölgelerden tüm dünyaya yayılmış koyu renk tenli Kafkasoid, Hint kökenli halk topluluğuna deniyor. Gazneli Mahmud’un Hindistan’ı işgali esnasında göçe başlayan çingeneler; Arabistan, Mısır üzerinden Kuzey Afrika’ya, İran, Türkiye hattından da Avrupa ve tüm dünyaya yayıldılar.

Başka bir incelemeden de şunları öğreniyoruz:
Çingenelerin dil ve menşeleri üzerinde çalışmış olan XIX. yüzyılın en meşhur alimlerinden A. F. Pott ve Franz Miklosich; Çingene isminin, Hint kast sisteminin en alt tabakasının müzisyen ve şarkıcıları olan “doma” veya “domba”lardan geldiği görüşündedirler.
Parisli dil araştırmacısı Jan Kochanowski ve Pencablı W. R. Rishi, “Rom” (çingen) kelimesini, Ramayana ve Mahabharata destanlarının efsane kahramanları “Rama” ile irtibatlandırmayı denemişlerdir.
İran’daki Çingeneler arasında “rom” ifadesi bilinmemektedir. Farsça’da Çingene için “kevlî” kelimesi kullanılmaktadır. Bu kevli kelimesi; Behram Gur (420-438) zamanında Hindistan’dan İran’a gelmiş olan grup veya taife anlamına gelmektedir. Ermenistan’da “Lom”, İspanya’da insan ve kara gibi anlamlara gelen “Kalo” (çoğulu Kale), İtalya ve Almanya’da ise “Sinto” (çoğulu Sinti) şeklinde ifade edilmektedir. Ülkemizde bunlar, yerli halk tarfından “Çingene” genel adıyla anılmaktadır. Lâkin yörelere göre de onlar çeşitli şekillerde adlandırılmaktadır: “Roman” (Batı Anadolu ve Trakya), “Mutrib” (Van ve Ardahan civarı), “Elekçi” (Orta Anadolu), “Poşa” (Erzurum, Artvin, Erzincan, Bayburt ve Sivas), “Esmer vatandaş,” “Köçer.” “Arabacı” (Anadolunun pek çok yerinde), “Sepetçi” (Akdeniz ve Ege Bölgelerinde), “Cono” (Adana’daki çingeneleri ifade etmek üzere kullanılmaktadır). Ayrıca, ülkemizde “Kıptî” kelimesi de çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. “Kıptî”, Mısırlı manasına gelmektedir. Osmanlı döneminde “çingane” şeklinde ifade edilen Çingeneler, Mısırlı oldukları zannıyla, “Kıptî” adıyla anılmış ve bu tabir günümüze kadar gelmiştir. Ancak Ege ve Marmara bölgelerinde yoğun bir şekilde bulunan ve Akdeniz Bölgesi’ne de yayılmış olan Çingeneler kendilerini “Roman” kelimesiyle ifade etmektedir.
“Rom” kelimesi Sanskritçe “adam” ve “koca” gibi manalara gelmektedir.” Bu kelime, Sanskritçe “dom” kelimesinden türetilmiştir. İspanyol Çingenelerince kullanılan “Kalo” kelimesi ise tıpkı Hintçe’de olduğu gibi “siyah” anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Çingeneler ana vatanlarının dillerine sadık kalarak kendilerine Roman tabirini kullanmaktadır. Aynı şekilde bunlar Avrupa´da “Roma” genel adı altında anılmaktadır.
Çingeneler göçler yoluyla karşılaştıkları milletlerden bakın neleri öğrenmişler?
M. Genner de Çingenelerin ana vatanlarının Hindistan olduğunu ve onların Hint yarım adasının esas yerlileri olduğunu kabul etmektedir. Ona göre Çingenelerin ilk göçü milattan önce Arilerin Hindistan’ı istila etmesiyle başlamıştır. Göç öncelikle kuzeye, Moğolistan ve Türkistan istikametine doğru olmuştur. Daha sonra Çingeneler, Moğollardan ata binmeyi ve Türklerden de demirciliği öğrenmiş olarak anavatanlarına geri dönmüştür.
İster anlatılan efsanelerden olsun ister araştırma sonuçlarından olsun Çingenelerin vatanları Hindistan’dan ayrılmak zorunda kaldıklarını öğreniyoruz. Devam edelim.                              
Çingene göçünün V-XI. yüzyıllar arasında farklı dalgalarla Hindistan’dan İran’a olduğu ve göçün buradan, batı ve güney olmak üzere ikiye ayrıldığı doğrultusundadır. İkiye ayrılmış olan bu Çingene göç hareketinin iki kolunun bir kısmı, Suriye ve Ermenistan üzerinden Anadolu’ya geçmiştir. Onların Türkiye’ye kesin geçiş tarihleri bilinmemekle birlikte, Çingenelerle akraba oldukları kabul edilen Catların 820-834 yılları arasında Araplar tarafından Bizans İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Anazarva’ya (Ain Zebra) sürülmüş ve orada Ermenilerle bağlantı kurmuşlardır. Bunlardan bazılarının 1071’den önce de Ermenistan üzerinden Anadolu’ya geçmiş olabileceği düşünülmektedir. Bizanslı tarihçi Nichephoros Gregoras’ın, Çingene akrobatlarının 1322 yılında Konstantinapol’e (İstanbul’a) ulaştıklarını kaydettiği bildirilmektedir. Ayrıca bu tarihten çok önce, X. yüzyılda onların, Konstantinopol’e demirci ve seis olarak geldiği de kaydedilmektedir. Bu haberlerin ışığında çingenelerin Anadolu’ya girişlerinin IX. ve XIV. yüzyıllar arasında olduğunu söylemek mümkündür.
Avrupalı bilim adamları ise Orta Çağ kronikçilerinin verdiği bilgilere dayanarak, Timurleng’in Anadolu’yu istilasıyla birlikte, Anadolu’da bulunan Çingenelerin bir kısmının o tarihten itibaren Avrupa’ya geçmeye başladığını savunmaktadır. Nitekim bunun en önemli göstergesi ise 1400’lü yıllardan sonra Avrupa’da görülen bazı Çingene gruplarının lisanlarında Türkçe’den alınmış kelimelere rastlanmış olmasıdır.
Avrupa’ya Türkiye üzerinden göç etmiş olan Çingenelerin, XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren tekrar Türkiye’ye Avrupa üzerinden zorunlu olarak göç ettiklerine şahit olunmaktadır. Bunun en önemli sebebi; onların XIV. yüzyıldan itibaren Avrupalılarca Türk veya Türk ajanı oldukları gerekçesiyle dışlanmaları, esir edilmeleri ve hatta toplu katliamlara maruz bırakılmalarıdır.                                                                                                                                     
Tam yeri ve tam zamanı. Şimdide Nazi Almanya’sının Yahudilere uyguladığı gibi Çingenelere de uyguladığı soykırımı görelim.
“Almanya’da Hitler’in iktidar yılları Çingenelerin en kara günleri oldu. Alman diktatörünün Yahudiler için ateşlediği fırınların bacalarından Çingene dumanları da yükseldi.
Faşizm döneminde Almanya ve Avrupa’da yarım milyon Çingene gaz odalarında yakıldı veya ‘tıbbi deneylerde kobay’ olarak kullanıldı. Naziler yalnız Çingeneleri değil, üç kuşak ötesine kadar soyunda ‘Çingene’ kanı taşıyanları da imha ettiler.
16 Aralık 1942’de SS şefi Heinrich Himmer tarafından çıkartılan kararda ‘Çingenelerin topyekün imhası’ emredildi. Çingeneler Auschwitz gibi imha ve çalışma kamplarında, laboratuarlarda öldürüldüler.
Faşist teorisyenler “bu Çingeneler Avrupa’ya yabancı kanı taşıyorlar” diyorlardı.
Almanya dışında Fransa’da 15 bin, Polonya’da 35 bin, Macaristan’da 28 bin, Rusya’da 40 bin Çingene Naziler tarafından topluca öldürüldü.


Çingenelerin Yahudiler kadar güçlü lobileri olmadığından, uğradıkları katliamlar tarihin karanlık sayfaları arasında eriyip gitti.”
(Çingeneler, Nazım Alpman, sayfa 101-102)                                                                                          



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 24.02.2014
   

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 37

Merhaba! Bir hafta su gibi akıp geçti. Ben günlerin nasıl geçtiğinin farkına varmıyorum. Ya siz, siz fark ediyor musunuz peki? Güzel olanı gene sizlere şiirlerimle ermiş olmamdır. İlk şiir sevda üstüne. Sevgilinin dudaklarına ve sigaraya duyulan tutkunun benzerliğini anlattım
…. ….

143
Ben dudak tiryakisi değilim
Sigaramın dumanı ta ciğerime gitmeli
Ama dudaklarının tiryakisiyim
Ellerinin, gözlerinin, sözlerinin de

Aydın Göle
20 haziran 2002

***   ***   ***  

Bir ayrılık şiiri. Sevdiğim, bir mayıs gününün yolculuğuyla zorunlu geziye çıkmıştı. Gelmesi çok uzamıştı. Vuslatı (kavuşma gününü) düşünerek mutluluğu bulan kişinin duygularını anlatmak istemiştim.

.... ….

144
Geldiğin gün gül tufanına yakalanırsak
Gök gürlemez, kuşlar şakırsa sadece
Sadece sana şarkılar söyleyeceğim
Ellerinden ellerime beşinci iklim bulaşacak
Güneşimize istekle bakıp kör olacağım
Ayaklarım olmasa da sana koşacağım
Su gibi akarak sana ereceğim
O zaman yavru kedileri beslerim
Yüzyıl da sürse seni beklerim

Aydın Göle
20 haziran 2002

***   ***  

Artık dayanma gücü kalmamış, sabrı bitmiş, sevgilisinin artık sevmediğini düşünmeye başlamış bir sevdalının halini yaşayarak yazdığım bir şiir.

…. ….

145
Ne zaman sevsem sonu hep hüsran
Sevmek bir bana mı yaramıyor
Ahlar çekiyorum yok ki duyan
Yar beni unuttu, aramıyor
Sigarasızım
Parasızım
Haftalardır yarsızım
Boş sokaklarda dolaşıyorum avare
Yar aklımdan çıkmıyor ne çare
Yüreğimde o tanıdık sızım

Aydın Göle
20 haziran 2002

***   ***  


Sabır zor bir kuştur. Öyle her omuza konmaz. Omzumda o kuşla çok dolaştığımı bilirim. Ama çok zamanda omzumun boş kaldığını hatırlıyorum. Öyle bir anın eseri bu küçük şiir.

…. ….

146
Sensiz günlerimi çöplüğe
Maziye attım kürek dolusu
Öyle çok biriktiler ki..
Seni getirecek gün
Seni getirecek saat
Seni getirecek otobüs
Gelmek bilmiyor

Aydın Göle
27 haziran 2002


***   ***  

Ne desem, ne etsem hasret bitmiyordu. Çünkü yar denen zalimdi. Çektirmekten haz alıyordu. Aslına bakarsanız bana öyle geliyordu. Uzak yerden iş bitmeden gelinemediğini bende biliyordum. Komşu kapısı değildi ki, uzak mı uzak bir diyardı. 

…. ….

147
Gecenin siyahı fazla
Yıldızlar kaçmış göklerimden
Yağmurlar dövüyor sokakları
Ben seni düşünüyorum
Bir şimşek üstünde çıkıp gelsen geceme
Gecenin siyahı fazla

Aydın Göle
02 temmuz 2002

***   ***  

İçimden hasrete rağmen güzel duyguların geçtiği de oluyordu. Bu dörtlük böyle bir anda doğdu.

…. ….

148
Aya ismini fısıldadım yüzü güldü
Ay değil, sanki gökte açan kokusuz güldü
Gülen ışığıyla her gece
Benim yerime yüzünü okşayacak

Aydın Göle
03 temmuz 2002

***   ***  

Arkadaşlarım İsmail Terzioğlu ve rahmetli Erdinç Arın ortak emek ve fikirle üretip bana motorlu, üstü kapalı yanları açık, iki kişilik bir sakat arabası yapmışlardı. Ben onların isimleriyle kendi ismimin ilk hecelerinden bir isim türetmiş, arabama İSTERAY  markasını koymuştum. O arabam arızalandığında rahmetli Erdinç arkadaşım kendisinin gittiği motorsiklet tamircisi arkadaşına götürerek beni tanıştırdı. Sonradan benimde çok samimi arkadaşım olan bu motorcu Davut Korkmaz kendi camiası içinde bir yıldızdı. Peugo ve Mobilette  motosikletlerinin motorlarının üstünde değişiklikler yaparak 60 km olan süratini 172 km’ye kadar çıkarmayı başarmıştı. Bu tip motorların özel tutkunları vardı. Bütün tutkunlar gibi sohbetleri de bu konuda olurdu. Türkiye’ye  Çin malları motorlar girerek bu ustanın bir çok usta ile birlikte iş yapamamalarına sebep olmuştu. Bu şiirde bu kişileri anlatmak istemiştim.

…. ….

149
Pembeye boyamışlar motorlarını
Rüzgara teslim olup kırlangıçlarla
Sohbet ediyorlar, sigaralarını tüttürüp
Önlerinde ip gibi yol akıyor
Sohbet ediyorlar açmazlarını unutup
Oysa onların güneşleri de yoktu

Aydın Göle
08 temmuz 2002

***   ***  

Sabır, bir olayı kabul ederek karşılamakla olursa ruhu yumuşatır. Tersine bir sabır zorlanmadır. Bu şiirde sabrın benim üzerimde nasıl etki yarattığını anlatıyorum. Yardan ayrı kalmak kolay mı?

…. ….

150
Şeytan çatlardı azapta beklese
Ben seni bekledim çatlamadım
Fakat gün gün, lime lime eskidim
Her gün parçalarımı topladım
Her saat umut yüklendim
Kendime gelmekti bütün çabam
Narkozdan çıkmış gibiyim

Aydın Göle
10 temmuz 2002

***   ***  

Nihayet vuslat, yani nihayet kavuşma günü gelmişti. Ertesi sabah bu şiir doğdu.

… …

151
Günaydın kentimin mavi kızı
Sen geldin ya gökler tutuştu kıp kırmızı
O yanıyor, ben yanıyorum
Senin alın al, morun mor
Sensiz günlerimi git herkese sor

Aydın Göle
10 temmuz 2002

***   ***  

Eh sevgili gelmişti. Keyfim yerindeydi. Ama yalnız geçen günler unutulur gibi değildi.

…. ….

152
Denizle göğün arasında
Durmadan uçtum durmadan
Küçük bir kara parçası yoktu
Konacak bir dalda yoktu
Hasılı sen yoktun ki tutunayım
Yoruldum iliklerime kadar
Sen gelince gene uçtum
Kanatlarımda rüzgardı mutluluk
Mutluluk sendin bilmez misin
Baldan tatlı, kordan yakıcı dudaklım

Aydın Göle
12 temmuz 2002

***   ***  

Bu günün son şiirine geldik. Bu şiirde gözlerin yerini ellerin aldığını, dokunulan her şeyin canlandığını, bu yüzden unutmanın mümkün olmadığını anlatıyorum.
.... ....    

153
Elin kolun bağlı girme geceye
Karanlıkta gözün yerini el alır
Eller dokundukça bir şeylere
Ten olur her şey, can olur
Kışkırtılır hayaller heyecan olur
Taze simit gibi gevrek susam susam
Sorma nasıl unutsam diye
Mümkün mü ellerin varken
Mümkün mü hayallerin varken

Aydın Göle
17 temmuz 2002

***   *** 

Hepinize iyi pazarlar sevgili okurlar. Gelecek hafta şiirlerle buluşmak umuduyla güzel günler diliyorum hepinize. Hoş kalın..


Yayın Tarihi: 23.02.2014

ÇİNGENELER VE TARİHLERİ -1

Tarih boyunca Yahudilerle Çingeneler bir çok kez soykırımlara uğramaları nedeniyle ortak kaderi paylaştıklarından söz edilebilir. Yahudilerin uğradıkları soykırımlar üstüne Yahudi ve Yahudilikle ilgili çok araştırma yapılmış ve bu konuda sayısız makale yayınlanmıştır.

Yahudiler dünyada sahip oldukları ekonomik güç ile kendilerini allayıp pullama şansını buldular. Böylelikle dünyaya kendilerini çok etkili biçimde kabûl ettirdiler. Çingeneler hakkındaysa sadece oryantalist romantik yazarların bir şeyler yazdıklarını görüyoruz. Gelişmiş ekonomilerin içinde yer alamayan Çingenelerin çektikleri eziyete bu yüzden dünya hep sessiz kalmıştı. Bunu gördükten sonra Çingeneler hakkında yazmaya karar verdim. Dizi yazının bir iddiası yok! Yahudilerle kaderlerinin bir yere kadar ters orantılı benzeşmesi nedeniyle Çingeneler anlatılmalıydı. Bunu yapmaya çalıştım sadece. Bu 6 bölümlük yazı dizisini o amaçla hazırladım.

***   ***   ***

Dünyada vatansız, gittiği yeri vatan edinen iki millet var. Biri Çingeneler, diğeri de İbrani’lerdir. İsrailoğulları’ndan olan İbrani’ler çok büyük bir çoğunlukla Musevi, yani bizim dilimize yerleşmiş biçimiyle Yahudi dinine ve İbranice denen bir dile sahipken, Çingeneler gittikleri ülkelerin dinini ve dilini benimsemişlerdir. Yazımızın konusu Çingeneler fakat, (İsrailoğullarına dinleri millet dini olduğu için dini ve milli kimliklerinden söz ederken onlara  sadece Yahudi diyoruz) benzerlikleri hiç olmamasına rağmen, Yahudilerle ortak bir kaderi paylaştıklarından dolayı iki milleti birlikte anma gereği duyuyorum.

Ortak kader diyebileceğimiz örnekler çoktur. Biride ikinci dünya savaşı sırasında Nazi Almanya’sında uğradıkları soykırımdı. İlerleyen bölümlerde bunu ayrıntısıyla göreceğiz. İki milletin ortak kaderi toprağa bağlı olmayışlarıydı. İşleyecek toprağa sahip olamadıklarından hiçbir zaman çiftçilik yapmamışlar, geçimlerini zanaatkârlıkla sağlamışlardır. Bu konuda yapılan bir açıklamada (Günümüzde halen Hindistan’da yaşayan Çingenelerle, dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan Çingeneler hiçbir zaman asabiyet sahibi olmamışlardır. Çünkü asabiyetin öncelikli şartı, sürü beslemek ve otlak alanları için bitmeyen savaşlara girmiş olmaktır. Çingeneler sürü beslemeyen göçebelerdir. Dolayısıyla otlak alanları için büyük savaşlar yapmamışlar, savaşçı bir karakter geliştirmemişlerdir. Bu özellikleri ile Çingeneler, kendilerini köleleştiren devletlere ancak zanaatçılıkları ile yararlı olabilirler. Nitekim de öyle olmuştur.) denmişti.

Çingenelerle Yahudileri burada birbirinden ayıran önemli bir fark var. Yahudiler ayakkabıcılık, terzilik, kuyumculuk gibi daha önemli ve ustalık isteyen zanaatlarla meşgulken, Çingeneler kalaycılık, sepetçilik, bakırcılık gibi daha hafif zanaatları tercih etmişlerdir. Müzik konusundaki doğal yetenekleri Çingeneleri Yahudilerden farklı kılan bir başka özelliktir.

Başka bir yazıda incelemek üzere Yahudileri burada bırakarak Çingenelerle devam edelim.

Çingeneler nasıl tarih sahnesine çıkmışlar önce onu görelim. Bu konuda birkaç görüş var. Bir söylentide olsa ilki şöyle:

“Yüzyıllar önce Hindistan’da kendilerine Roman diyen bir kabile yaşardı. Romanca (Romani) konuşurlardı.. Şeflerinin küçük bir oğlu vardı. Adı Çen.. Yörenin kralının bir gün bir kızı oldu. Kahinler, ülkenin bir gün istilaya uğrayacağını ve gelenlerin kralın kızını öldüreceğini söylediler.. Kral, kızını kurtarmak için bir çare buldu.. Gan adını verdiği küçük kızı, Roman şefine emanet etti.. “Bunu kendi kızın ilan et, öyle büyüt.. Senin değil, kralın kızı olduğunu, sadece sen, karın ve ben bileceğiz dünyada, başka kimse bilmeyecek” diye yemin ettirdi..
Çen ve Gan birlikte büyüdüler. Çen evlenme yaşına geldi, ama kendisine gösterilen dünya güzeli kızların hiçbirini beğenmedi. Garip bir hisle, kız kardeşi bildiği Gan’a yakın hissetti hep kendini.. Oğlunun sararıp solduğunu gören annesi, işin iç yüzünü anlayınca, yemini bozdu ve Çen’e:

“Gan’la evlenebilirsin, çünkü o senin kardeşin değil” dedi.

Çen Gan’la evlenince, Romanlar ikiye bölündü. Bu sırada kahinlerin dediği de olmuş, Makedonyalı İskender’in orduları Hindistan’ı istila etmişlerdi..
Romanların Çen ve Gan’ı destekleyenleri, onların peşine takılıp ülkeyi terk ettiler.. Kendilerine de Çengan dediler. Durumu öğrenen kahinler, istiladan sorumlu tuttukları Çenganları lânetlediler.. “

Aynı yerde iki gece üst üste uyuyamayın. Aynı kuyunun suyunu iki defa içemeyin. Aynı nehri iki defa geçemeyin” dediler.. 

DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi: 21.02.2014
  

YAHUDİ ARTIK MASUM VE MAĞDUR DEĞİLDİR

Bugünkü yazıma Hasan Hüseyin’in bir şiiriyle başlamak istiyorum. Bu şiiri özellikle seçtiğimi önce şiirin adını görünce, sonrada şiirin tamamını okuyunca anlayacaksınız.
Önce şiiri okuyalım sonra üstüne bir iki söz ederiz.

***

DAHAVIN ÖBÜR YÜZÜ FİLİSTİN

Sen bir nazi kurbanıydın
Yahudi
Fırınlanmış çığlıktın
Sardı acın dünyamızı yıllarca
Kara bir duman gibi
Acı çektim seninle
Yahudi
Başkaldırdım senin için
Tükürdüm suratlarına nazi kasaplarının
Savundum seni
Savundum insan yüzünün güzelliğini
Savundum insan sesinin güzelliğini
Savundum insan yüzlü dünyamızın güzelliğini
İnsan sesli dünyamızın güzelliğini
Savundum sende beni
Yahudi
Bende dünyamızın güzel geleceğini

Şimdi artık hepsi boş
Bir filistin cellâdısın şimdi sen
Yahudi
Bir azgın emperyalizmin
Kanlı elisin
Savunamam seni artık
Yahudi
Sevemem seni artık
Çirkinsin sen
Kötüsün sen
Pissin sen
Sırtlana dişlettiğin etini
Güvercinden kopartmak isteyensin

Dahav’ın öbür yüzü filistin...

Hasan Hüseyin

***

1939-1945 yılları arasında milyonlarca insanın ölümüne yol açan ikinci dünya savaşı sırasında Almanya’da yükselen ırkçılık sonucunda Yahudi ve Çingenelere karşı soykırım uygulanmıştı. Çingeneler uluslararası sermayeye sahip olmadıkları için onlara uygulanan zulümden kimse bahsetmemiştir. Hiçbir şekilde kimsenin onaylamayacağı, zulüm ve işkenceyle uygulanan soykırım sonucu dünyada Yahudilere karşı bir acıma ve merhametle birlikte hoşgörü başlamıştı. Birinci dünya savaşından sonra Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasının ardından  bin yıllarca vatansız dolaşan Yahudiler, İngiliz’lerin gözetiminde Filistin’de toprak satın alarak önce dış mahallelerde ev bark sahibi olmuşlardı zaten. Sonra yeter sayıya ulaşınca mazlum millet sıfatını kullanmanın  tam zamanı olduğunu düşünerek 1948 yılında Filistin toprakları üstünde İsrail devletini kurdular.

İsrail kurulmadan önce “Ben Guryon” adlı liderleriyle Siyonizm diye bilinen Yahudilere vatan kurma amacı güden bir örgüt kurdular. Bu örgüt İngilizlerin gözetimine rağmen hem İngilizlere hem Araplara karşı teröre bulaşmışlardı. Devlet kurup bir vatan edindikleri zamandan bu yana ya savaş yoluyla, yada devlet terörü yoluyla etrafındaki ülkeleri sindirmeye çalışmışlardı. Bu konuda istedikleri sonucu Amerika’ya da kafa tutarak almışlardır. Aslında bu görece bir kafa tutmaktır. Çünkü dünya sermayesinin  % 90’ını elinde tutan Yahudiler sermayenin anavatanında her isteğini yaptırabilecek güce sahiptir. GDO’lu besinlerden internet ve bilgisayar teknolojilerine, sinemadan dünya basınına kadar her alana hakim olan Yahudiler istedikleri politikaları her ülkenin hükümetlerine uygulatmayı hep başardılar. 60 yıl savaş halinde olmalarına rağmen ayakta duracak sermayeyi başka türlü ellerinde nasıl bulundurabilirlerdi ki? 1980’li yıllarda enflasyon oranları %1.000.000 idi. Defalarca paralarından birkaç sıfır attılar. Dünya Yahudilerinin karşılıksız gönderdikleri paralarla varlıklarını sürdürdüler. Yoksa iç ayaklanmalarla karşılaşmaları işten bile değildi.

Bu yüzden terörle beslenmektedirler. Bu yüzden terörden ayrı durmaları mümkün değildir. Bu güne kadar bulaştıkları belli başlı devlet terörü şunlardır:

King David Oteli Baskını 1946 92 Ölü
Bağdat El-Şeyk Katliamı, 1947, 60 Ölü
Yehida Katliamı, 1947, 13 Ölü
Khisas Baskını, 1947, 10 Ölü
Qazaza Baskını, 1947, 5 Çocuk Ölü
Semiramis Oteli Baskını, 1948, 19 Ölü
Naser Al-Din Katliamı, 1948
Tantura Baskını, 948, 200 Ölü
Dahmas Camisi Katliamı, 1948, 100 Ölü
Dawayma Katliamı, 1948, 100 Ölü
Houla Katliamı, 1948, 85 Ölü
Salha Katliamı, 1948, 105 Ölü
Deir Yassin Baskını 1948 254 Ölü
Kibya Katliamı, 1953, 69 Ölü
Kafr Kassim Katliamı, 1956, 49 Ölü
Han Yunus Katliamı, 1956, 275 Ölü
Gazze Katliamı, 1956, 60 Ölü
Fakhani Katliamı, 1981, 150 Ölü
Hz. İbrahim Camisi Katliamı, 1994, 50 Ölü
Kana Katliamı, 1996, 109 Ölü
Sabra Ve Şatilla Katliamı 29.07.1982, 3000 ölü
(bunu çok iyi hatırlıyorum. Çünkü en büyük terör hareketiydi. Karşılarında sivil halk vardı. Onları haftalarca bir stadyuma kapattılar. Dışarıdakileri de, zaman zaman stadın içindekileri de havadan taradılar. Dozerlerle evlerini yıktılar. O dönemin Savunma Bakanları Ariel Şaron bu yüzden kasap ünvanını almıştı.)

Şimdi size bir şey hatırlatmak istiyorum.

Çin’de 1978 yılında Mao öldükten sonra çıkan iktidar kavgasında yürüyen tanklardan birinin önüne çıkan genci halâ hatırlayan vardır. O genç, ne yöne dönerse dönsün, önüne geçerek tankı durdurmayı başarmıştı. Bu hareket dünyanın özgürlük hareketi olarak görülmüştü. Az şey mi, koca tanka bedeninizle engel olmak?

Aradan 25 yıl geçtikten sonra Amerikalı bir gurup genç “bebekler öldürülmesin” sloganıyla Refah mülteci kampındaki İsrail’in dozerlerle giriştiği ev yıkımını durdurmaya çalışıyorlardı. Filistinli bir doktorun evini 16 mart 2003’te yıkmaya gelen, tankın önüne geçen Çin’deki o genç gibi, Rachel Corrie dozerin önüne geçti. Ama İsrailli dozer operatörü bir ileri bir geri giderek Rachel Corrie’i  öldürmüştü.

İsrail devleti bugüne kadar neler yapabileceğini, daha doğrusu hiçbir şeyin kendisini durduramayacağını göstermiştir. Bunun bir şekilde durdurulmasının gerektiği ortada. Fakat bunu durduracak bir Arap ve İslam birliğinin varlığından söz edemeyiz. Yeryüzündeki bir milyara yakın Müslüman’a karşılık 25 milyonu bulmayan Yahudi nüfusu, sahip oldukları dünya sermayesiyle birlikte bundan da yüz bulmaktadır.

İsrail’le ilişkilerimiz bir süredir limoni. Öte yandan alış verişlerimiz sürüyor. Onlardan askeri teknoloji almaktan vazgeçmiş değiliz. Islah edilmiş tohum almamız kendi tarımımız için yüz karası bir durum. Ortak ticari filolarımız bile var. Zaten Amerika’nın orta doğuda yapmak istediği bu; İsrail’in düşmanlarını yok edemiyorsan onları ıslah et! Et ki, İsrail devleti varlığını sürdürebilsin. Geçenlerde İsrail’in varlığı konusunda bir gazeteci İsrail cumhurbaşkanına “kuran Yahudi devletinin yıkılacağını belirtiyor, ne dersiniz?” diye sormuş. Cumhurbaşkanı henüz “öyle Müslümanlar yok! Gelince düşünürüz” demiş.

Şiirdeki gibi artık Yahudi mazlum ve mağdur değildir. Bunun nedenlerini kutsal kitaplarındaki metinlere bakarak görebiliriz.

Yayın Tarihi: 19.02.2014


NASIL BİR TOPLUM?

 Her haberde, her söyleşide, konu dönüp dolaşıp ahlâk anlayışımıza geliyor. Bundan epey süre önce yapılan bir televizyon söyleşisi toplum olarak ahlâki çöküntümüzün bilinen ama kulak ardı edilen ve görülmek istenmeyen boyutunu ortaya koyması açısından ilginçti. Ahlâk mı değişiyor, yoksa o an işimize nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranmayı mı ahlâk ediniyoruz? Ahlâk diye uygulaya geldiğimiz eski alışkanlıklar, yeni tip üretim çağının durumuyla çeliştiği için verimliliğe engel mi oluyor da, toplum olarak bu davranışı sergiliyoruz?

            Gelişmiş kentlerdeki kent insanını yalnızlaştıran bireyciliği, kişisel özgürlüğü sınırsızlaştırarak dokunulmazlığı sağlayan ahlâkı beraberinde getirdi. Burada bireylerin kendiliğinden davranışlarıyla birbirinden habersiz ortak davranışı sağlayan bir ahlâkın geliştiğini görüyoruz. İletişime bağlı olarak etkileşim içinde olan, daha az ve daha yavaş gelişme gösteren kentlerde, geleneklerin henüz bireyleşmeye engel olmasına rağmen, ahlâki tavrın yozlaştığını ve bireyin uçlar arasında kalarak iki yüzlü olduğunu söylemek, sanırım yanlış olmaz.

***

            Sözünü ettiğim televizyon söyleşisine konu olan haber buna güzel bir örnektir. Haberi  o söyleşideki bir konuşmacı şöyle anlattı:

            “Doğu  Anadolu’ya atanarak bir ilçede ev bakan bir arkadaşıma ev sahibi, musluklara ilişkin açıklama yapar:
            “Mutfak  musluğu ile banyo musluğu kaçağa bağlı; lavabo musluğu su saatine.”
            Arkadaşım şaşkınlıkla sorar:
            “Neden ikisi  kaçağa bağlı da, lavabo saate ?”
            Evin sahibinin cevabı muhteşemdir;
            “Lavaboda aptes alıyorduk; haram karışmasın diye kaçağa  bağlamadık!”

***

            Bugün, yönetici sınıf dahil, sanayicisi, esnafı, işçisi, köylüsü olmak üzere büyük bir kesimde  böyle bir anlayış var. İbadette titiz ol, gerisini boş ver.

            Madem konu ibadete geldi devam edelim. Oysa ameli düzgün olmayanın ibadeti gölgeli olur. Ameli düzgün olmayanın inancı ne kadar düzgündür? İnancı sarsıntıda olanın ibadeti bence jimnastik hareketinden başka bir şey değildir.

            Bizde örnek çok! Vermek istesek, hiç sıkıntı çekmeden çok örnek verebiliriz. Alın size yakın bir geçmişten bir örnek:

            Kentimizde deprem sonrası apartman dairelerinde oturanlar, hasarlı dairelerini terkettiler. Fakat daha sonra terkettikleri dairelerini, patlak ve çatlaklarını sıvayarak kiraya verdiler.

            Elektrik; ısınmadan aydınlanmaya, yemek pişirmekten banyo yapmaya ve çamaşır yıkamaya, yiyecek ve içecekleri soğutmaktan, ev temizliğine, hatta eğitimden haberleşmeye kadar gerekli olan ve belkide sudan daha çok kullandığımız bir enerjidir. Bu enerjiyi o kadar çok kişi yurdun her yerinde kaçak kullanıyor ki..  Çoğumuz şu haberle irkilmişizdir: “Doğuda tüketicinin %85’i kaçak elektrik kullanıyor. Bedava elektrik kullananlar bu konuda o kadar rahatlar ki, besicilikle geçinen birine yapılan ziyaret sırasında ev ve besi ahırı olan binayı tavana astıkları akkor haline gelmiş divan bozmasından bir ısıtıcıyla ısıtıyorlardı.” resmi ve özel bütün kurum ve kuruluşlarda kullandıklarını ödemek gibi bir alışkanlık nerdeyse olmadığından devlet ya dolaylı vergilerle, yada bu ürünleri fahiş fiyatlarla satarak gelirlerindeki açığı kapatıyor. Sonuçta olan, kullandığını ödeyen masum vatandaşa oluyor.

            Gördüğünüz örneklerle anlaşıldığı gibi bu insanlar küçük kentlerden göç ederek davranışlarını da büyük kentlerin karmaşasıyla derinleştirerek taşıdılar. 

            Nasıl bir toplum oluyoruz diyerek şaşırmayan nerdeyse yok! Niye şaşırıyoruz ki? Bu sözde bizim değil mi?

            “Gemisini yüzdüren kaptan!”

            Başımıza ne geliyorsa bu anlayış yüzünden gelmiyor mu zaten? Önemli olan bu sözü kıracak anlayışı getirmektir.

Yayın Tarihi: 17.02.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 36

Merhaba! Bu pazarda sizlerle beraber olmak ne güzel. Şiirlerimi size sunmaktan büyük keyif alıyorum. Karşılıklı etkileşim içindeyiz umarım. Sizlerden bu konuda elektronik postama iletilerinizi bekliyorum. Tek taraflı sohbet etmeyi bırakmanın yolu bu.

Bu sevda şiirleri hakkında düşündüklerinizi yazmanızı istiyorum. Bu güne kadar gazetemizde yayınlanan bütün yazı ve şiirlerim hakkında eleştiri ve düşüncelerinizi belirtmenizi istiyorum.

Bugünde şiirlerin arasına girmeyeceğim. Kesintisiz okumak sanırım daha hoş olur.

...

129
Gece salıncakta sallanırken
yıldız saydın mı
Gökkuşağıyla bulutlardan
yere kaydın mı
Ben bunları yapamadım
yapmamda zor güvercinim
Sana her akşam uyanılacak
uykular dileyenim

Aydın Göle
27 nisan 2002
….

130
Biliyorum beni seviyorsun
Sus konuşma, gözlerinle söylüyorsun
Sözün tükendiği yerdeyiz
Biz dilsiz sevgi ülkesindeyiz

Aydın Göle
29 nisan 2002
….

131
Sana iki yıldız arasında
salıncak kurdum
Melekler başında nöbetçi sabaha kadar
Yeşil gözlerine güzel rüyalar
Bebekler gibi masum uyuman için

Aydın Göle
02 mayıs 2002

….

132
Gözlerin gözlerimi aradığında
Gülen yüzlü aya bak geceleri
Seni benim gözümle görsün diye
Ona verdim gözlerimi
Sana her yerden bakıp, gülümseyen
O değil, benim yüreğimdir

Aydın Göle
05 mayıs 2002

….

133
Kılıç kınına
Sevgin kalbime
Sığmıyor
Ne kadar küçük
Şu kalbim

Aydın Göle
08 mayıs 2002

….

134
Gece kanatlarını açma
Siyah bulaşmasın bahtına
Pembe şafaklara sakla hevesini
Kimse erişemez tahtına

Aydın Göle
18 mayıs 2002

….

135
Geceler kapkara
Geceler göz göz sigara
Kanarken kalpteki yara
Teslim oldum efkâra
Sitemler yükleyip rüzgâra
Sana bulutlar yolladım

Aydın Göle
19 mayıs 2002

….

136
Güvercinim uç biraz
Kanadını aç biraz
Bizim buradan geç biraz
Suyumuzdan iç biraz
Mayısta güller açar
Dalları basar kiraz
At kederi içinden
Yüzün gülsün bembeyaz

Aydın Göle
23 mayıs 2002

….

137
Hasret tufanı kopar gecede
Sığınağım hayalin olur
Boğulurum sabahlar olmadan
Hayalin yorgun, ben yorgun
Sensiz doğan güneşe küserim
Yapayalnız gezerim kuytularda

Aydın Göle
01 haziran 2002

….

138
Beni özledin mi
Rüyalarına giriyor muyum
Uyanıyor musun uykunun yarısında
Buz gibi bir ter sarıyor mu bedenini
Gözlerin dalıyor mu kıyısız denizlere
Sende bencileyin
Düşmüşsün sevdaya

Aydın Göle
02 mayıs 2002

….

139
Yolunu şaşırmış,
Rotasını kaybetmiş
Gemi gibi gözlerin
Çarpıp duruyor bana

Aydın Göle
02 mayıs 2002

….

140
Sen gelene kadar
Hayatı dondurdum
Dondurdum kalbimi
İçini buz doldurdum
Ölmemek için hemen
Dondurmaya buladım
Şu yorgun bedenimi
Sensiz güzelliği neylerim

Aydın Göle
03 mayıs 2002

….

141
Ben zır deli zerdali
Kalbine sevgi
Gözüne, gözlerine umut
Hayatına mutluluk vermek için
Dalımdan koptum
Avuçlarına al beni, gecelerine

Aydın Göle
07 mayıs 2002

….

Günler yumak olsa
Ayrılık uyumak olsa
Günler sarılsa birbirine
Biz ayrılıktan uyansak

Aydın Göle
19 mayıs 2002

***

İyi pazarlar sevgili okurlar. Yarın günlük yazılarımla gene karşınızda olacağım. Şimdilik hoşça kalın.

Yayın Tarihi: 16.02.2014

AVUÇ AÇMAYI DENEDİNİZ Mİ?

Avuç açmak denilince düşkün duruma düşmek anlaşılır. Avuç açmak elde avuçta bir şey kalmamasının veya olmamasının sonucudur. Öyle ya, elinde avucunda bir şeyler olan neden avuç açsın ki? Böyle utanılacak duruma (ki buda toplumdan topluma değişen görece bir durumdur) kim düşmek ister? Doğal olarak kimse istemez. Avuç açmak hayatı sürdürmek konusunda başarısızlığın kabulüdür aynı zamanda.

Avuç açanın sermayesi dilidir. Ne sunar bu dille? Avuç açtığı kişi veya kişileri kendisinin içinde bulunduğu duruma düşürmemesi için Allaha ettiği duaları ve iyi dilekleri sunar. Dil ne kadar kullanılırsa kullanılsın tükenmeyen bir sermayedir. Sermaye tükenmez tükenmesine ya, buna bağlı olarak kişilik onuru hiç kalmaz.

Tarih boyunca avuç açanlara hoş gözle bakılmamıştır. Avuç açanlar itilip kakılmış, devamlı horlanmışlardır. Gelişmiş ülkelerde sosyal devlet ilkesi benimsenince avuç açanların sayısı azalmıştır. Avuç açmak geri kalmışlığın bir görüntüsüdür. Bir ülke bunu ancak gelişerek, yani üreterek önleyebilir.

Buraya kadar avuç açmanın bildiğimiz anlamını anlattım. Başka bir anlamı daha varmış meğer. Durun acele etmeyin anlatacağım. Okuyunca bana hak vereceksiniz.

Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak varmış. Bir Hindistan cevizi oyularak iple bir ağaca veya bir kazığa bağlanırmış. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konurmuş. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokabileceği büyüklükteymiş. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramazmış. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken eli yumruk halinde yarıktan büyük olduğu için de, elini dışarı çıkaramazmış. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, tuzaktan kurtulup kaçamazmış.

Aslında bu maymunu tutsak eden hiç bir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmasıdır. Ama maymunların zihninde aç gözlülük o kadar güçlüdür ki, işte bu yüzden, bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

Şimdi avuç açmak konusunda anlatmak istediğim başka anlama geldik. Bir düşünün bakalım kaçımız aç gözlü maymundan farklı davranıyoruz? Aslında bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey arzularımız, ve zihnimizde onlara bağlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken; elimizi açıp benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır. Bu örnekle benzeştirirsek; ben, sahip olduğumuz her şeyin bizim için tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünüyorum.

Tuzaklarımızı birkaç örnekle görelim mi?

01: Çoğunlukla konuşmaktan başka, fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak.

02: Ortalama 15 m2’sini kullandığımız, ama kullanmadığımız alandan 10 – 20 kat daha büyük evlere sahip olmak veya sahip olmak için borçlanmak.

03: Belki bir kez giydikten sonra çok uzun süre dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun, ertesi yıl modası geçeceği için hiç kullanmayacağımız giysilere sahip olmak.

04: Okumadığımız kitaplara sahip olmak.

05: Asla kilometre göstergesinin gösterdiği son sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak.

06: Bize üç beş kez zamanı, başkalarına sürekli olarak zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak.

07: Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak, tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir tatil evine sahip olmak.

08: Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile, bir futbol, bir parti taraftarlığına sahip olmak.

09: Oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar; kullanmadığımız daha bir çok şeye sahip olmak.. Yada sahip olduğumuzu sanmak.

10: Sadece çevre olsun diye yüzeysel arkadaşlıkların olduğu ortamlar. Bu ortamdaki insan olma yarışı yerine mal mülke sahip olma yarışı..

Tuzaktaki maymun gibi; faydalanmasak bile, avucumuzda tuttuğumuz sürece, kendimizi bir şeylerin sahibi sanmıyor muyuz? Oysa hiç farkında değiliz ama biz bu çağın görünmez halkalı köleleriyiz. Ancak parmaklarımızı gevşetip avucumuzu açtığımız zaman özgürleşeceğiz. Yeteneklerimizi körelten bu kölelik aynı zamanda bizi insan olmaktan da uzaklaştırıyor.

Aslında biz yer yüzüne sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Onun için avuç açmaktan korkmayın. Elinizden düşürdüğünüz her şey sizi daha özgürleştirecektir.

Yayın Tarihi: 14.02.2014
  

SİMURG, YADA ZÜMRÜDÜ ANKA 2

Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki;

“SİMURG ANKA - Otuz Kuş” demekmiş.

Onların hepsi Simurg’muş. Her biri de tek tek Simurg’muş.
Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.
Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...

***   ***                                                                                                                                                      
Hikâyenin sonundaki şu söz ne güzel: “Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...”             Bu sözü unutmayıp uçanlar, kolay kolay pes etmezler. Hayatın hiçbir zorluğu onları yıldıramaz. Asıl olması gerekende budur zaten. İnsan yaşadığı hayatta karşılaştığı zorluklara teslim olsa bu çağa ulaşabilir miydi? Vardığı teknoloji sayesinde sanılır ki ölümsüzlüğe erecek.. aradığı şeyde bu, ama şimdilik hastalıklara çareler üretebiliyor sadece (Lokman Hekim gibi ölümsüzlüğe ulaştığı bilgiyi tekrar kaybeder bence, çünkü ölümsüzlük, bütün dinlerde olduğu gibi İslam inancımıza göre de ahret hayatımıza aittir)..
Antik İran dediğimiz İslamiyet öncesi İran’ın tarihteki adı “Pers” tir. Antik çağın, yani mitolojik çağın hikâyeleri efsanelerden oluşur. Pers hikâyeleri de efsanelere dayanır. Bu üç bin yıldan beri varlığı bilinen ülkenin efsanelerini ne yazık ki çok fazla bilmiyoruz. Oysa orta doğuyu ve İslâmiyet’i bu efsanelerden doğan İran edebiyatı çok etkilemiştir. Osmanlı devletinin edebiyat dili, tamamen İran dili olan farsçaydı.
Bu hikâyenin kaynağına ulaştığımda simurg’un bir çok başlık altında incelendiğini gördüm.
Etimolojik (dilbilim) açıdan Simurg:                                                                                 İsim Avesta’daki mereyo saeno “Saêna kuşu”ndan türemiştir. Orijinalde bir yırtıcı kuş, kartal veya şahin olduğu, etimolojik olarak aynı olan Sanskritçe sinah’dan çıkarılabilir.
Halk etimolojisinde ilişkilendirilen ilk öğe Farsça  “otuz”dur. Fakat tarihi anlamda ilgili değillerdir.                                                                                                                                                    
Mitolojik (efsanevi) açıdan Simurg:                                                                                                       Mistik kuş Simurg Fars sanatında kuş şeklinde, kanatlı dev bir yaratık olarak resmedilmiştir. Zaman zaman köpek başına ve aslan pençelerine sahip bir tavus kuşu olarak da resmedilmiştir. Bazen insan yüzü ile de resmedildiği olmuştur. Bir bölümü memeli olduğu için yavrularını emzirirdi. Yılanlara karşı bir düşmanlığı vardı ve yaşadığı yer fazlasıyla sulaktı. Bir antik İran tanımında Simurg'un kendisini alevlerle kaplayana kadar 1700 yıl yaşar, daha sonraki tanım ve kayıtlarda ise onun ölümsüz olduğu ve Bilgi Ağacı'nda bir yuvası olduğundan bahsedilmiştir.
İran efsanesine göre, bu kuş o kadar yaşlıdır ki dünyanın yıkılışına üç kez tanık olmuştur. Tüm bu zaman boyunca, Simurg o kadar çok şey öğrenmiştir ki tüm zamanların bilgisine sahip olmuştur.
Şahname’de (İranlı Firdevsi’nin “şahların kitabında”) Simurg:                                                    
Şahname’ye göre Kral Sam’ın oğlu Zal Albino olarak doğmuştur. Kral Sam Albino oğlunu                görünce, çocuğun şeytanların tohumu olduğunu düşünüp çocuğu bir dağa terk etmiştir. Çocuğun ağlayışlarını duyan yumuşak kalpli Simurg çocuğu alıp büyütür. Zal her türlü bilgiye sahip Simurg’dan hikmet almış birçok şey öğrenmiştir. Yine de büyüyüp bir yetişkin olduğu zaman insanların dünyasına girmek ister. Simurg çok üzülse de, ona bir tane altın tüy verip gitmesine izin vermiştir. Eğer Zal, Simurg'un yardımına ihtiyaç duyarsa bu tüyü yakacaktır. Krallığına döndüğünde Zal güzel Rudaba’ya aşık olur ve onunla evlenir. Karısı bir oğula hamile kalır fakat doğum zamanı geldiğinde birçok sorun yaşarlar. Zal karısının doğum sırasında öleceğini fark eder ve tam Rudabah ölüme yakınken Zal Simurg'u çağırmaya karar verir. Ortaya çıkan Simurg Zal'ın bir tür sezaryan benzeri yöntem uygulamasını sağlar ve Rudabah ile çocuğun hayatını kurtarır. Bu çocuk daha sonra en ünlü ve büyük Pers kahramanlarından biri olacak Rüstem’dir. Bizim hikâyelerimize de girmiş bir kahramandır halk hikâyelerinde bizde “Zaloğlu Rüstem” olarak bilinir.                                                               
Sembolizmde Simurg:                                                                                                                          
Sufi Ferîdüddîn-i Attâr bu kuştan kendini aramanın sembolü olarak söz eder. Batı’da Feniks, İran’da Simurg, Orta doğuda Anka kuşu, Türk’lerde de Kerkes adını alan bu efsanevi kuşların ortak bir özelliği ölümsüzlüktür.

BİTTİ

***
KAYNAKLAR:                                                                                                                                           
Doç. Dr. Ali Duymaz. Anadolu ve Balkan Türklerinin Halk Anlatmalarında Mitolojik Bir Kuş: Zümrüd-ü Anka.  Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt: 1 Sayı: 1 Yıl: 1998. 1.Ağustos.2009 tarihinde erişilmiştir.                                                                                                  
Yard. Doç. Dr. Erdoğan Altınkaynak. Yer Altı Diyarının Kartalı..  erdoganaltinkaynak.com.               1.Ağustos.2009 tarihinde erişilmiştir.
H. Dilek Batîslam. Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları: Hümâ, Anka ve Simurg. Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi,İstanbul 2002, 185-208. 1 Ağustos 2009 tarihinde erişilmiştir.


Yayın Tarihi: 12.02.2014


SİMURG, YADA ZÜMRÜDÜ ANKA 1

Dostlarım sağ olsunlar, bir sürü hikâye gönderiyorlar. Hangi birini yazacağımı şaşırıyorum. İçlerinden kimi zaman rastgele, kimi zaman anlatmak istediğim konuya uygun birini seçip sizlerle paylaşıyorum. Bu hikâye, antik İran mitolojisinden bir hikâye. Bizim dilimizde de var olan karşılığıyla sözü edilen hikâyedeki bilge kuş Kaf Dağının ardındaki Zümrüdü Anka kuşudur. O bir ülküyü, bir ideali simgeler. Hikâyeyi önce okuyalım, sonra hikâye hakkında bir iki söz edelim. 

***   ***

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacının dallarında yaşar ve
her şeyi bilirmiş... Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki,
Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.                                  

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. 

Toplanan kuşların arasında hüthüt, kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyk, şahin ve diğerleri varmış. Amaçları, padişahsız hiç bir ülke olmadığı düşüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere bir padişah seçmekmiş.

Hüthüt söze başlamış ve Hz.Süleyman’ın postacısı olduğunu belirttikten sonra; kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söylemiş. Ancak, binlerce nur ve zulmet perdelerinin arkasında gizli olduğu için bilinmediğini ve onun “bize bizden yakın, bizimse uzak” olduğumuzu anlatmış. Simurg’u arayıp bulmaları için kendilerine kılavuzluk edeceğini ilave edince; kuşların hepsi de hüthütün peşine takılıp onu aramak için yollara düşmüşler.          

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağının tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Zamanla yorulup, düşenler ve hastalananlar olmuş. Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine rağmen, hüthütün yanına varıp “kendilerince geçerli çeşit çeşit mazeretler söylemeye” başlamışlar.                                                                                               

Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp.

Papağan, o güzelim tüylerini bahane etmiş; oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış.

Kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş. Balıkçıl kuş bataklığını, dudu kuşunun arzuladığı abıhayatmış. Tavus kuşunun amacı cennet, kazın mazereti su, kekliğin aradığı mücevher, hümâ’nın nefsi kibir ve gurur, doğanın sevdası mevki ve iktidar, üveykin ihtirası deniz, puhu kuşunun aradığı viranelerdeki defineymiş…

Bu mazeretleri dinleyen hüthüt, hepsine ayrı ayrı, doğru, inandırıcı ve ikna edici cevaplar vermiş. Simurg’un olağanüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatmış. Hüthüt şunları söylemiş:
Simurg, apaçık meydanda olmasaydı hiç gölgesi olur muydu?
Simurg gizli olsaydı hiç âleme gölgesi vurur muydu?
Burada gölgesi görünen her şey, önce orada meydana çıkar görünür.
Simurg’u görecek gözün yoksa, gönlün ayna gibi aydın değil demektir.
Kimsede o güzelliği görecek göz yok; güzelliğinden sabrımız, takatimiz kalmadı.
Onun güzelliğiyle aşk oyununa girişmek mümkün değil.
O, yüce lûtfuyla bir ayna icat etti.
O ayna gönüldür; gönüle bak da, onun yüzünü gönülde gör!

Yedi vadi üzerinde uçtukça sayıları anbean azalıyormuş. Hüthütün bu söylediklerine ikna olan kuşlar, yine onun rehberliğinde Simurg’u aramak için yola koyulmuşlar. Her vadi bir kavramı simgeliyormuş.
1.Vadi İstek
2.Vadi Aşk
3.Vadi Marifet (ustalık)
4.Vadi İstinga (nazlanma,doygunluk)                                                                                                     5.Vadi Vahdet (birlik, beraberlik)
6.Vadi Hayret (Şaşkınlık)                                                                                                                             7.Vadi Yokluk (Fenâ)
BEKÂ (Ebedilik)

Yedi vadiyi aşana kadar, kimi yorulduğu için çeşitli mazeretlerle kafileden ayrılmış, kimi ya yem isteği ile bir yerlere dalıp kaybolmuş, ya aç susuz can vermiş, ya yollarda kaybolmuş, ya denizlerde boğulmuş, ya yüce dağların tepesinde can vermiş, ya güneşten kavrulmuş, ya vahşi hayvanlara yem olmuş, ya ağır hastalıklarla geride kalmış, ya kendisini bir eğlenceye kaptırıp kafileden ayrılmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yokoluş”ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağına vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.



DEVAM EDECEK 

Yayın Tarihi: 10.02.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 35

 Merhaba sevgili okurlar. Nasılsınız? Belli oldu; kış gelmeyecek! Kışın son ayındayız bırakın karı, yağmur bile doğru dürüst yağmadı şimdiye kadar. Baharın ucu görünüyor sanki. Havada bahar kokosu var. Şubat kısa boyludur ama tehlikeli aydır, başlarken bahar gösterir ama kışı vurur çıkışta. Aldanmamak gerek, sıcak havalara kanarak bahar geldi sanıpta açılmamak gerek. Asıl ağaçların aldanmaması gerek, tam kış bitti sanıp çiçeklenirlerse, ani bir soğuk havada ziyan olur o çiçekler, meyveye dönemez ve bir yaz boyu meyve bulamayız. Elmalar, armutlar, kirazlar, erikler tezgahları süsleyemez. Orhan Veli’ye evine ekmek ve tuz götürmeyi unutturan böyle güzel havaların işte böyle bir engelleri var.

En çok güzel havalarda sevdalanılır. Böyle güzel havalardan mı neden bilmiyorum, bildiğim sevdalandığım zamanlardan yüreğimden şiirler süzülüyor. İşte o şiirleri araya hiç girmeden sizlerin beğeninize sunuyorum

….

115
Sen orda titresen ayazda
Ben burada donarım
Sen orda terlesen ilk yazda
Ben cehennemde yanarım
Ne yarınım umurumda ne dün
Senle yaşıyorum her gün

Aydın Göle
02 Nisan 2002

***  ***   ***

117
O günleri özlüyorum, eski günleri
Süt gibi beyaz, mutlu günleri
Bahçemdeki çiğ emmiş sarhoş çiğdemleri
Bizi biz yapan bütün demleri
Zaman ağırlığıyla bütün bütün
Bindi üstümüze, keder yağdırdı
Gülmeyi unuttuk
Kalbim ve aklım sende aşkım
Hasret kokuyorsun
Neden korkuyorsun, çık gelsene
Günler de hasret kokuyor
İstersen ben geleyim
O günleri özlüyorum, eski günleri
Süt gibi mutlu, senli günleri

Aydın Göle
08 Nisan 2002


***  ***   ***


118
Biliyorum, sen hayattan kaçmazsın

Aydın Göle
09 Nisan 2002

***  ***   ***


119
Unutulmaz sanılan neleri unuttuk
Belki izleri kaldı bizde ama unuttuk
Bunu da unutacağız
Gidilmiyor gidenle
Anıları dolacak avuçlarımıza
Birkaç eşya, bir iki resim
Göz yaşlarımız dökülür ellerimize
Hayat bekleyecek usanmadan
Usanmadan bizi davet edecek
Unutacağız, unutulmaz sandığımız her şeyi

Aydın Göle
15 Nisan 2002

***  ***   ***


120
Ya gir aklıma hiç çıkma
Ya çık aklımdan hiç girme
Böyle kararsız durma
Kaptan köşküne alacağım seni
Ürkek güvercinim

Aydın Göle
20 Nisan 2002


***  ***   ***


121
Güvercinim
Özgürlük olsun suyun iç kana kana
Özgürlük olsun göğün uç mavi mavi
Bulut bulut pembe umutlar giy
Sadece beni sev yeşil baharlar gibi
Çünkü seni seviyorum

Aydın Göle
21 Nisan 2002

***  ***   ***


122
Meleklere adını söyledim yandılar
Ben sevdandan yansam ne olur
Küllerini savurdum onların
Gökler bulutlandı
Rüzgar olup essem
Güneş sana doğsa her seher tepelerin ardından

Aydın Göle
21 Nisan 2002

***  ***   ***


123
Sağanak olsam yağsam üstüne
Sırılsıklam ıslatsam seni
Birde sevdiğim yüreğini
Hayat filizlense
Sevinç ve neşe
Çiçek açsa yüreğinde

Aydın Göle
22 Nisan 2002


***  ***   ***


124
Ateş bile sönmeye mahkûm, acılarda dinmeye

Aydın Göle
22 Nisan 2002


***  ***   ***


125
Günaydın maviliklerin kızı
Kıskandırırsın çapkın yıldızı
Güneşle arkadaşlığına kızıp
Her sabah yok olurlar
Her sabah güneşi
Sen getiriyorsun dünyama

Aydın Göle
24 Nisan 2002


***  ***   ***


126
Ben kimim
Kavağa çıkan balık mı
Kendini kral sanan alık mı
Yolların delisi mi
Denizlerin yelkenlisi mi
Sen uç başımın üstünde
Güvercinim

Aydın Göle
24 Nisan 2002


***  ***   ***


127
Günaydın güvercinim
Kanatlarından gece mavisi damlıyor
Yıldızlara gitmek miydi niyetin
Gökyüzünde avare mi dolaştın
Bu maviye neden bulaştın
O mavine aklımı yitirdim

Aydın Göle
25 Nisan 2002

***  ***   ***


128
Gecenin içinde yıldız uğultusuydun
Bir yürek atımı mesafede duruyordun
Hiç belli değildi uyuyordun
Aya püf dedim uyuman için

Aydın Göle
26 Nisan 2002

***  ***   ***

Bu haftada yazımın sonuna geldik. Sizlere sağlık ve mutluluk diliyorum. Haftaya gene şiirlerimle buluşmak umuduyla..

Hoşça kalın.


Yayın Tarihi: 09.02.2014