30 Kasım 2015 Pazartesi

AYAK KABI YANİ AYAKKABI



Ayak ve Ayakkabı Üstüne Söylenmiş Özlü Sözler 1



Tarihsel süreçte ayakkabının gelişimini anlattığımız 9 bölümün ardından sıra ayak ve ayakkabı üstüne söylenmiş sözlere geldi. Her bir söze ciltler dolusu kitap yazılabilecek tek cümlelik bu sözler bir felsefe, bir hayat dersidir.

İşte ilk örnek:

“Aczini ayaklar altına alan insan, yükselir.”
Ne demektir bu? Yerine göre böbürlenmekten gelen “büyüklük, güçlülük”, yerine göre kendine yetememe duygusuyla düşülen “zayıflık, düşkünlük” duygusunu yenen değer kazanır demek değil midir bu söz? Gerçekten herkes duygularının esiri olmasa çok daha anlaşılır olabilir. Bizi zayıflığa iten yerine göre oluşan duyguları zaman üstüne taşıyamamaktır. İnsanı sevimsizleştiren zaman içinde donmak ve duygularının dışına çıkamamaktır.

İkinci örnekte şöyle:

“Ben kendi ayakkabımın, vurduğu yeri bilirim.”
Herkes hatasını kusurunu bilir. Bilmeyen kesinlikle aklını kullanamıyor, yerli yerinde düşünemiyordur. Eğer böyleyse bir eksiklik var demektir ki bu affedilebilir, görünür veya görünmez engelliliğe girer. Birde sessiz kalıp, ortada hiçbir şey olmamış gibi işi pişkinliğe vuranlar vardır. Onları affetmek çok zordur. Erdemli kişi hatasını bilen ve özür dileyebilen kişidir.
Bunun yanı sıra hatayı yanlış yerde aramakta vardır. Yaptığı işle ilgili olarak yeterli bilgiye sahip olan hatanın nerde olduğunu bilir. Ona bir işaret yeter.
Birde analizci yöntemler uygulayanlar vardır ki bunlar çözümcüdürler. Her türlü toplumsal soruna çare bulabildikleri için bulundukları yerlerde sözleri geçer. Ünleri çözüm örnekleriyle bulundukları yerleri bile aşar.

Geldik üçüncü örneğe..

“Çıplak ayaklı olmak, ayaksız olmaktan çok daha iyidir.”
Çoğumuz gerçeği görmeyiz. Olması gereken diye düşünülenleri aşırı beklenti haline getirir olanı gözden kaçırırız. Bu bizi belki görece olarak ileri götürür ama gerçeklerden de uzaklaştırır. Olanın değerini bilmek pek işimize gelmez. Ya olandan olmak varsa ne yaparız diye düşünen kaç kişi çıkar? Eğer düşünmemişlerdenseniz, böyle bir durumda yeni hayata uyum sağlamakta zorlanırsınız demek zorundayım inanın.

Dördüncü örneğe gelince...

“Tavus kuşuna haddini bildiren, ayaklarıdır.”
Bu söz doğrudan doğruya böbürlenmeyle ilgili bir sözdür. İlk örnekle farkı; güzelliğe sahip olanın bir kusurunun da olduğunun hatırlatılmasıdır. Hiçbir canlı “evren”in gücünde değildir. Hiçbir canlı “evren” eskilerin deyimiyle kâinat kadar güzelde değildir. İlle bir kusuru, bir noksanı vardır. Tavus kuşu örneği bizlere bunu hatırlatıyor. İyi ki vardır, insan bu kusura sahip olmasaydı bu kadar gelişemezdi.

Sıra beşinci örneğe geldi.

“Cesurun ayakları dayanmak, korkağın ayakları kaçmak için yaratılmıştır.”
Dikkat ederseniz kararlı, istekli, vazgeçmeyen insanlar her türlü tehlikeyi göze alır. Öyle kolay kolay yapılması gerekeni yapmaktan geri durmazlar. Biz bunlara “cesur” yada “gözü pek” diyoruz. Onlar bir anıt gibi dururlar ve geleceğe yön vererek anıtsal işler başarırlar. Bunun tersi işten korkmak, yarını görememek, geleceği yönlendirememektir. Böyle bir insan en kısa zamanda, en kolay yoldan ortamı terk eder. Onların ayakları ancak bu işe yarar.   

Altıncı örneğe bakın.

“Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi mokasen’inin içine bak.”
Ayakkabı içindeki kimi ayaklar terler ve kokar. Hele hava almayan ayakkabılarda bu durum yazın daha çok olur. İnsan kendi kokusunu pek duymaz, duysa da iğrenmez. Konu ayak olunca kendi ayak kokusunu bile duyar. Çünkü ayak kokusu dayanılır koku değildir. Çürümüş ceset gibi kokar nedense.. bu Kızılderili sözü “hata, kusur aramadan önce kendi kusurlarını gör” diyor. “Sende de kokmak gibi bir özelliğe sahip ayaklar varken başkasının kusuruna neden bakarsın?” Biraz argo olacak ama bizde öyle kişilere “Bırak bu ayakları” diyelim ve yazımızı Cuma günü kaldığımız yerden sürdürelim. Çarşamba günü 3 Aralık Dünya Engelliler Günü için bir duyuru yazım olacak çünkü.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 30.11.2015 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlarım. Bugün tek şiir kitabı olan şair ve yazar Cevdet Kudret Solok’la Ahmet Oktay’ın şiirlerini seçtim. Cevdet kudret’in az sayıdaki şiirlerinden bulduğum 3 şiiri sizlere sunacağım. Her zamanki gibi şiirlerden önce şairlerimizi tanıyalım.   

Edebiyatımızda Yedi Meşaleciler olarak bilinen bir akımı başlatan edebiyat topluluğunun kurucuları arasında yer alan Türk edebiyatçı ve edebiyat tarihçisi, tam adı Cevdet Kudret Solok olan, en çok Cevdet Kudret adı ile tanınan şair ve yazarımız 7 Şubat 1907 tarihinde İstanbul’da doğdu..

1. Dünya Savaşı sırasında babası öldü. Annesi Cevdet Kudret’i babasız büyüttü. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Kayseri ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptı. Türk Ansiklopedisinde, Türk Dil Kurumunda, Bilgi Yayınevinde çalıştı. 1952’den itibaren başlarda takma adlarla (Abdurrahman Nisari, Suat Hisarcı gibi), daha sonra kendi adıyla edebiyat ders kitapları yazdı. Öğretim görevlisi olarak girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksek Okulundan emekli oldu.
Şairimiz hakkındaki bir tanıtım yazısında şunlar yazılmış:

“Yalnız bireyin dünyasındaki buruk, içedönük, karamsar ve kırgın duygularını yansıtan şiirler yazdı.

1928’de Birinci Perde adlı tek şiir kitabını yayınladı. Oyun, hikâye, roman türlerinde de eserler verdi. Oyunlarında bireylerin psikolojik saplantılarını işledi. Daha sonraki yıllarda edebiyat ve tiyatro tarihine ilişkin incelemeler yaptı, yazınsal sorunlara ilişkin eleştirel denemeler yazdı. 1945’de hazırladığı Türk Hikâye ve Roman Antolojisi’ni daha sonra Türk Edebiyatı’nda Hikâye ve Roman adıyla genişletti.

Karagöz adlı eserinde 35 karagöz oyununu tarihçeleri ve hikâyeleri ile beraber topladı.

1973’te çıkan Ortaoyunu ile Türk Dil Kurumu Ödülü’nü, son deneme kitabı Kalemin Ucu ile 1991 Sedat Simavi Edebiyat Büyük Ödülü’nü aldı. Şair ve yazar Cevdet Kudret 1992’de yaşamını yitirdi.”

Şimdi sıra Cevdet Kudret şiirlerine geldi. 

...

DİLEK

Bir küçük, bir küçücük evim olsa;
İçinde bir küçük, bir küçücük halım olsa;
Bütün bunlar benim öz malım olsa.

Masam, mürekkebim, etajerim,
Penceresinde benim perdelerim,
Etajerinde kitaplarım olsa.

Bir ufak, bir minicik evim olsa;
İçinde bir kadın, beni parasız pulsuz seven bir kadın
Bu kadın karım olsa!

Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Bir küçük, bir küçücük evim bulunsun,
Bir ufacık halım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Etajerim, kitaplarım olsun,
Beni parasız pulsuz seven karım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

***

GECE YARISI

Dizilir ince ince, alnına bir soğuk ter!
Gâvur mahallesidir evimin yukarısı,
Rüzgârın salladığı bir çan durmadan öter.

Bu ses aynı şekilde uzayacak yarın da!
Bazan bir ışık gezer, tamam gece yarısı,
Karşıdaki bir evin pencere camlarında...

Şimdi gözyaşlarımla karanlığı delerim;
Bana hatırlatıyor uzun uzun her akşam
Simsiyah servileri bembeyaz perdelerim!

Korkudan büzülürüm usulca bir kenara;
Yatmak için yerimden azıcık kımıldasam,
Gölgem bir hırsız gibi tırmanır duvara.

***

ON ÖLÜM ŞARKISI

VII

Rüzgâr değmez oldu artık yüzüme,
Gün ışığı kapıma boş yere gelir;
Kötü bir düş gibi dolar gözüme,
Bu toprak bana dağ, size tepedir!
Toprak yukarda, gül, aşağıda yılan!
Elimde kelepçe, gözümde burgu!
Toprak, kemiğimden etimi soyan
Hırsız, kanlı katil, kefen soyucu!
Bütün uzuvlarım bana darılmış,
Kulağım unutmuş artık sesimi;
Hepsi ayrı ayrı hayale dalmış,
Bu omuz, bu ayak bu el benim mi?
Girdiğim çukurdan iki facia:
Burda karınca dev, insan noktadır;
Toprağın altında bir zaman daha,
Tırnaklar ve saçlar uzamaktadır!
Ölüler, ölüler, koşun imdada!
Ölüler, sizin en yoksulunuzum!
Ölüler, koşun ki öbür dünyada
Topraktan bir sema ile mahpusum!
Yağmur çisil çisil üstüme yağar.
Tabiat kardeşim yasıma ortak;
Şehrin üzerinde uçan bulutlar
Serviler ucunda sallanan bayrak!

***

Şimdide Ahmet Oktay’ı tanıyalım. İkinci şairimiz hakkında bulduğum bilgileri olduğu gibi aktarıyorum.

“1933 yılında Ankara’da doğdu. Yazmaya ortaokul sıralarında başladı. İlk şiiri, 1949-1950 yılları arasında Gerçek dergisinde yayımlandı. Öğrenimini lisede yarım bırakarak çalışmaya başladı.
Ahmet Oktay, 1950’li yıllarda Mavi Hareketi içinde yer aldı ve aynı adlı dergide yazıları ve şiirleriyle etkin bir rol oynadı. 1961 yılında Yeni İstanbul gazetesinin Ankara bürosunda ‘parlamento muhabiri’ olarak profesyonel gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde ve TRT Haber Merkezi’nde muhabirlik, haber müdürlüğü yaptıktan sonra 1982’de TRT’den emekli oldu. Bir süre daha Milliyet gazetesinde çalışmaya devam eden Ahmet Oktay, 1993 yılında görevinden ayrılarak kendini tümüyle yazmaya verdi.
Başlangıçta yazdığı şiirlerle Ahmed Arif şiirinden etkilendiği izlenimini verirken, 1960’lardan sonra toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla İkinci Yeni’ye doğru yöneldi. Şiirlerinde destansı bir söyleyiş kullandı, zengin sözcük dağarcığı ile kendini hemen belli eden bir tarzla şiirler yazdı.
Şiir kitaplarından özellikle Yol Üstündeki Semender (1987) Behçet Necatigil Şiir Ödülü almasınında ötesinde içerdiği şiir isimleriyle de önem kazanmıştır. Her bir şiirinde intihar etmiş bir şairi şiire dönüştürmüş ve o şairin biçemiyle kendi biçeminin karışımı enfes bir biçem ortaya koymuştur. Türkiye’de birçok şiir sever bu şiir kitabı nedeniyle gizli kalmış Türk ve yabancı şairleri farklı yanlarıyla öğrenebilmiştir.”

İçeriğindeki tadı almanızı umarak şairimizin şiirlerine geçiyorum.

...

ACI

Usandım taş basması günler yaşamaktan
yalnızlığımı büyütüyorum korkunç
yani bağırmak sana sulardan.

Her gün yeniden ölmek
elinden karanlık adamların
yalanla, ekmekle, silahla.

Üstümüze bakarken çağlar
her çocuk başı okşadığımız
suçlu bizmişiz gibi
büyüyor avcumuzda.

Gözlerinde bile
deniz dibi gözlerinde ölüler
askerler ve gemiciler halinde.

İhtiyar yüreği toprağın
buğdayı, elma’sı
korkuda.
Suskunluğum, utancım büyük
sıkıntım kara.
Gel dağıt mavini
kör kuyular uykuma.

***

ANI

Yazdı gözlerimi yumduğumda, öğle sonrası;
dayımdı dutu silkeleyen, çarşafın dört ucunda
Dört kadın; herhalde komşu kızları;
dedem de su çekiyordu kuyudan,
Hamidiye’nin güvertesindeydi sanki,
oysa abdest alacaktı birazdan.

Ah! Sonsuz biçimler veren bize
Bellek ve Zaman.

***

ANNELER GÜNÜYMÜŞ

Panjurları dövdü tüm gece yağmur,
şafakla açtım: dupduruydu gök.
Çektim içime güllerin kokusunu,
çoktan kesilmişti karşı koruluk
yine de bekledim bülbül sesini.

Kim bildi ki sözlerin imlemini?
Gözaltında olduğumuz koğuşta,
Son firarda da enselenen Mansur
şöyle demişti sıtma nöbetinde:
‘nerde benim eski nefti kaputum?’

Unutmam, Haziran’dan gün almıştık,
ürkmüştüm güllerin curnatasından:
sözleşmiştim okuldaşım Mehmet’le;
sancır yüreğim hala, tutuklanmış
bana ‘Cemiyetin Asılları’nı
verdikten az sonra Gençlik Parkı’nda.

Bugün ‘Anneler Günü’ymüş. Yıl olmuş
şuramda pıhtılaşan yara. Bir gül
aldım, zifiri çingene kızından;
savurdum komşu köşkün terk edilmiş
bahçesine. ‘Yeşert’ dedim her yeri.

***
  
BALKON..

Yağmur çiseliyor!
Akıp gitsin üstümdeki küf!
Yakam bağrım fora.
Üç duble votkanın beklentisindeyim; dört şiddetinde bir deprem!
‘Mal ve can kaybı: dokuz gökdelen çökmesi ve üç kalp krizi’.
Gündelik nefretin maliyetini kurtarmasa da fena değil.

Yine de güneşlik bir yer istiyorum.
Yeşillik bir yer.
Herkes Kır’a sığındı.
Kent’i bana, benim gibilere bıraktılar:
Pisliğim, Çukurum! Hayalin ve Güzelliğin rahmi!
Dört yanına yayıldım.
Yatıyorum bütün mezarlarında.

Benim gezinti alanım iki küçük saksı.
Yetiyor bu gümrah arazi:
Balkon, bahçe ve kabir:
üst kattaki dul her sabah ve akşamüstü
sularken çiçeklerini beni de suluyor çünkü.

***

BENGİ İZ

Bir kahkahayla silkindim
dalıp gittiğim mektuptan;
yaşam hep böyle uyarır bizi,
katıksız neşeye dönüşür
altuni bir sesle
en derin kederler;
mutlu bir düşteymiş gibi
zamanın dibinden gülümser,
artık yanaklarından öpemeyeceğimiz
sevgili yüzler.

Budur odaya süzülen mehtabın,
kurumuş eski çeşmenin
açıklayıp durduğu bilgelik ve giz

Sevinç de olgunlaştırır kalbi
acı ve ayrılık gibi;
süzülüp dibe çökeldikçe anılar
anlarız ki
çürüme ve tohum süreçtirler.

Yine de yetmez zaman
gecenin ve kitapların söylediğini çözmeye,
kaç kent, kaç aşk terk edilmiştir;
sinmiştir ölümler
satırlara bir koku gibi;
hep bir şeyler kalmıştır geride
asla unutmak istemediğimiz

Yüzyıllar içre konuşur farklı Yazılar,
solar, yıpranır meşin ve parşömen
bellekte kalır o bengi iz.

***

Haftayada Ahmet Oktay’la birlikte olmak dileğiyle, gözünüzden renkler, kulaklarınızdan sesler eksik olmasın. Sağlıklı çevik ayaklarla pür neşe mayıs’a yürüyün. O mayıs ki içinde destanımız başlar, kurtuluşumuz.. her mayıs, 19 mayıstır. İyi pazarlar sevgili okurlarım.

 

Yayın Tarihi: 29.11.2015 

AYAK KABI YANİ AYAKKABI 9



Ayakkabı ayak sağlığından, toplumsal sınıfların farklılığından, şıklık göstergesine kadar uzanan bir yelpazede yer alır. Günümüzde bir insanın saçı-başı ve ayağı düzgün değilse giydiği giysi ne kadar şık olursa olsun eksik kalır. Her dönem değişen ayakkabı modelleri de giyilen diğer giysilerin modelleriyle bağlantılıdır. Moda tasarımcıları bunları gözetirler. Ayakkabı modacılarıyla giysi modacıları bir yerde buluşurlar. Günümüzde de durum böyledir, geçmişte kendiliğinden oluştuğu sanılan geleneksel giysilerde de aynıdır. Geçmişte ayakkabıların nasıl evreler geçirerek bu güne ulaştığını anlattığımız yazı dizimize bugün konu edindiğimiz bir dönemin “Ayakkabı’nın Geleneklerdeki Yerine Dair” ve “Sağlığımızda Ayakkabı’nın Yeri”yle devam ediyoruz.

AYAKKABI’NIN GELENEKLER’DEKİ YERİNE DAİR

Ayakkabının her kültürde çok önemli bir yeri vardır. Öyle ki deyimleşmiş, atasözü olmuş, bir çok söz bulunabilir ayakkabı ile alâkalı. Ayakkabı çivilemek bunlardan biridir. Kırsal kesimlerde evlenmek isteyen erkek, babasının ayakkabısını çivisiyle yere çakar. Buna ayakkabı çivileme denir. Ve erkeğin evlenmek istediğini belirtir. Ayakkabı ile ilgili bir diğer gelenek ise gelinin, arkadaşlarının adını, gelinlik ayakkabısının altına yazmasıdır. Buna göre ayakkabıdan adı silinenin yakında evleneceğine inanılır. Ayakkabı çevirmek ise tasavvufa ait bir inanış. Özellikle Mevlevî tekkelerinde uygulanan bir tür ceza. Buna göre Şeyh, tekkeden ayırmak istediği dervişin ayakkabılarını, topukları içeri, uçları dışarı bakacak biçimde koydurur, derviş bunu gördüğünde dergâhtan ayrılırdı. Bağışlanması ve yeniden dergâha dönebilmesi için denizden ya da büyük bir sudan geçmesi gerekirdi.

SAĞLIĞIMIZDA AYAKKABI’NIN YERİ

Bedenin ağırlığını ayakların taşıdığını düşünürsek ayak sağlığına verilen önemi de anlayabiliriz. Misâl, şişmanlık ayak sağlığını tehdit eden problemlerden sadece birisi. Yanlış duruş alışkanlığı da bir diğer faktör tabi.

   Ayağa uygun giyilmeyen bir ayakkabının yol açtığı problem düztabanlılık diğer adı taban çökmesi olan rahatsızlıktır. Ayakkabı, otururken, ayakta dururken ayağı kesinlikle sıkmamalı. Ayakta iken baş parmak ucu ile ayakkabı arasında 12-15 mm. aralık olmalıdır. Küçük ve dar olan ayakkabılar parmağı sıkıştırır, ayağı çabuk yorar, nasır ve tırnak batmalarına sebebiyet verir. Büyüme çağında olanların ise gelişmesine engel olur. Ayrıca ayakta şekil bozukluğu, gereksiz çıkıntı ve parmaklarda bükülmelere de yol açar.

        Moda uğruna çekilen bir diğer sıkıntı ise yüksek ökçeli ayakkabı kullanmaktır. Sıkıntı diyoruz, zirâ artık herkesce malûm ki bu tür ayakkabılar ayak sağlığı ile birlikte beden sağlığımızı da tehdit altına almıştır. Yüksek ökçe, yürürken veya ayakta dururken, vücudu gereksiz olarak öne doğru iter, rahatsızlık verir. Vücut ise kendini düz tutmak için kas gücünü kullanır. Bunu yaparken omurga, normalden daha çok eğilir, karın organları ve karın çıkıntı yapar. Kaslar ise daha çok çalıştığından sırt ağrıları meydana gelir. Vücut ağırlığı öne doğru yöneldiğinden ayağın ön bölümü zorlanır. Vücut ağırlığının bu düzensiz dağılışı ile ayak, bacak ve dizlerdeki kaslar gerilir ve zayıflar. Yüksek ökçeli ayakkabılar taban çökmesine, parmak şekillerinin bozulmasına ve baş ile sırt ağrılarına da sebebiyet verir.

     Uzun yıllar yüksek ökçeli ayakkabı giyen kadınların, bacağını arka kaslarının kısaldığı tesbit edilmiştir. Bu nedenle kısa ökçeli ayakkabı giydiklerinde kas zorlanır ve şiddetli bir kasılma ile bacaklarda ağrı oluşur.

     Ayak sağlığını tehdit eden bir diğer ayakkabı türü ise sivri burunlu ayakkabılardır. Bu tür ayakkabılar parmakları sıkıştırır. Uzun süre kullanıldığında, ayak bu ayakkabının içinde olmadığı zaman bile başparmak diğer parmaklara doğru itilmiş gibi kalır. Baş parmakla ayağın birleştiği yerde, bir kemik çıkıntısı meydana gelir. Özellikle son zamanlarda bu tür ayakkabı oldukça rağbet görmektedir. Ne var ki moda mevhumu sıhhat filan dinlemiyor. Yeter ki sihirli kelime olan moda herhangi bir giyecek ile bütünleşsin!



Ayakkabılar, ayakların bölümünü ve topuklarını sıkmamalı, normal genişlikte olmalı, topuğunun tabanı, ayak topuklarının genişliğine uyacak genişlikte olmalı. Ayakkabının iç tarafındaki çizgisi, ayak çizgisine uygun biçimde olmalı. Ayağın iç çizgisi ise, başparmak ile topuğun aynı çizgi üzerinde olmasıdır. Ayrıca ayakkabı, ayağın neminin buharlaşmasına engel olmayacak şekilde olmalı.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 27.11.2015 



AYAK KABI YANİ AYAKKABI 8



Geçmişte ayakkabıların nasıl evreler geçirerek bu güne ulaştığını anlattığımız yazı dizimize bugün üretim aşamalarıyla bir dönemin çıplak ayak modasını konu edinerek devam ediyoruz.

AYAKKABI ÜRETİMİ

Ayakkabıların yapımında kullanılan malzemelerden bahsedecek olursak ana maddenin deri olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle dana derisi, ayakkabıcılıkta en çok kullanılan deri olmuştur. Oğlak derisi kadınların elbise altlarına tercih ettikleri ayakkabılarda kullanılır. Ayrıca erkek terliklerinde de tercih edilir. Koyun derisi ise astar ve terliklerde kullanılır. Timsah, yılan, kertenkele gibi sürüngenlerin derilerinden de bazı kadın ve erkek ayakkabıları da üretilmekte. At derisinden elde edilen bir kas tabakası olan kordovan, erkek ayakkabılarında kullanılan ağır bir deridir. Süet dediğimiz ayakkabı çeşidi de sığır derilerinin içinin cilalanıp dışının tüylü bırakılmasıyla elde edilir.

Günümüzde deriden başka lastik, yapay lifler ve bileşikler de ayakkabı yapımı için kullanılmaya başlanmıştır. Kullanılan şerit ve topuk gibi aksesuarlar plastikten yapılabilmekte. Deriyi andıran çeşitli biçimler de elde edilerek ayakkabıya deri görüntüsü verilebilir. Yapay lifler, yapay rugan ve yapay süetlerin de üretimiyle ayakkabı yapımı çok daha ucuza mal olmaktadır. Ayrıca keten, saten ve ipek de ayakkabı yapımında kullanılmaya başlanan dokumalardır.

Bir ayakkabı eretilirken onun geçtiği aşamaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Model hazırlanması
2- Ayakkabıların saya denilen üst bölümü ile ayakkabı altını oluşturan parçaların kesimi
3- Bu parçaların temizlenmesi ve kıvırma işlemleri ile sayanın dikimi ve yapıştırılması
4- Sayanın çivilenerek ya da yapıştırılarak kalıba çekilmesi
5- Ayakkabı altının değişik yöntemlerle saya ile birleştirilmesi
6- Ökçenin yerine takılması
7- Temizlik

ÇIPLAK AYAK ÜZERİNE

Ayakkabı içeriğinin ayağı korumaya yönelik olduğunu belirtmiştik. Her şartın kendi tekniğini doğurması gibi, zaman olmuş insanlar çıplak ayak ile de dolaşmak durumunda kalmışlardır. Hatta çıplak ayak ile dolaşmak moda bile olabilmiştir. Örnek verecek olursak fırınların fabrikalaşmaya başlamasından evvel hamurkârlar çıplak ayakla iş görürlerdi. Yine o dönemlerde vapur ateşçileri yaz ve kış ocaklar başında mutlaka yalın ayak ve ayaklarında takunya ile iş görürlerdi. İstanbul’da eski yangın tulumbacıları 1885-1887 arasından sonra, kendi aralarında kesinleşmiş bir düzen olarak yaz ve kış yalın ayaklarla koşmuşlardır.

Tekkelerde ve özellikle mevlevîhânelerde dervişler zikre, semâ ayinine, devrana mutlaka yalın ayak girerlerdi.

Kadılık düzeni ile dükkânların zemininin taş döşemeli olması mecburiydi. Bununla birlikte berber kalfaları ile çıraklarının, kahvehâne çalışanlarının yaz ve kış yalın ayak ve yalın ayaklarında nalın ile çalışmaları gerekliydi.

Yeniçerilerin son yıllarında ise İstanbul’da Cezayir kesimi denilen bir kılık yaygınlaşmıştı. Bu kılığın baş şartlarından biri de sokaklarda ayakkabısız yalın ayakla dolaşmaktı! Beyzâde ve paşazâdeler de dahil İstanbul gençleri bu modaya kapılmışlardı. Eski bıçkın kıyafetinin de vazgeçilmez unsuruydu, çıplak ayakla dolaşmak.

Çıplak ayağın moda olması bir yana çıplak ayağı zorunlu kılan durumlarda yok değildi. Köylü kadınlar, yolda, tarlada çetin hayat şartları sonucu çıplak ayak ile dolaşırlardı. 2.Dünya savaşı sonralarında ise şehirlerde dekolte ayakkabı modası baş göstermiştir. Hatta takunya ve nalın biçimindeki ayakkabılarının içine çorap giyilmemesi de moda olmuştur.

“En yüksek tabakaya mensup kadınlar kızlar bu modaya uymuşlar, bahalı kumaşlardan esvapları ile ve mücevherlerini takınarak, çok dikkatli baş tuvaletleri ile çorapsız, çıplak ayaklarla gezmektedirler; dolayısı ile zamanımızda şehir kadınlarımızın ayak bakımı da kadın süslenmesinde önemli yer almıştır, bu bakımın başında da tırnak terbiyesi, cilâsı, boyası ile topuklara tatlı bir pembelik vermek gelir. Şehirlerimizde kadın ayakları pabucu da atarak yalın tabanla henüz sokağa basmamıştır; çingene kızları ile kadınları hariç tabii.”
 

DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 25.11.2015

AYAK KABI YANİ AYAKKABI 7



Ayakkabı ayak sağlığından, toplumsal sınıfların farklılığından, şıklık göstergesine kadar uzanan bir yelpazede yer alır. Günümüzde bir insanın saçı-başı ve ayağı düzgün değilse giydiği giysi ne kadar şık olursa olsun eksik kalır. Her dönem değişen ayakkabı modelleri de giyilen diğer giysilerin modelleriyle bağlantılıdır. Moda tasarımcıları bunları gözetirler. Ayakkabı modacılarıyla giysi modacıları bir yerde buluşurlar. Günümüzde de durum böyledir, geçmişte kendiliğinden oluştuğu sanılan geleneksel giysilerde de aynıdır. Geçmişte ayakkabıların nasıl evreler geçirerek bu güne ulaştığını anlattığımız yazı dizimize devam ediyoruz. Bugünde Türklerde ayakkabının tarihçesine devam ediyoruz.

Çapula:

Karadeniz insanlarının çizmenin yanına yaz ve kış giydiği tek tip ayakkabıdır. Burnu yukarıya doğru hafifçe kalkık, üst ön kısmı tasma biçiminde kapalı, arkası yukarı kalkık, ökçesiz denilebilen, altı demir çivi kabaralı bir ayakkabıdır.
Çapula, yalın ayakla, çorap ile ve mest ile giyilir. Bilhassa yaşlılar kışın mest ile giyerler.

Çizme:

Ayağı bacak ile birlikte örten, koncu baldıra hatta diz kapağına kadar çıkan uzun konçlu bir ayakkabı çeşididir. Bazı çizmelerin koncu diz kapağını da aşabilmekte.
Yeniçeriler seferlerde daima çizme giyerlerdi. 1826’dan sonra Asâkiri Mânsûre-i Muhammediye ile birlikte çizme yalnızca atlı süvariler ile topçulara zorunlu kılındı. Bu tarihten önce, kapıkulu askerlerine her yıl “çizme behâ” adında çizme bedeli ödenirdi. O dönemlerde çizme işi oldukça yaygınlaşmıştı. Evliya Çelebi’nin kaynaklarına göre 17. yüzyılın İstanbul’unda 100 çizmeci dükkanı bulunmaktaydı.

18. yüzyıl sonlarına kadar padişah ve vezirler tarafından çizme-mestler kullanılmıştır. Yumuşak mestin koncu diz kapağı üstüne kadar uzatılarak çizme şekline konmuştur. Bunlar sokağa çıkarken ayrıca pabuç ve kundura da giyilirdi. Müslüman Türk evine sokak ayakkabısı ile girilemeyeceğinden bu çizme- mestler büyük kolaylık sağlardı.

Fotin (Potin):

Erkeklerin giydiği Avrupa biçimi bir ayakkabı. Koncu incik kemikleri üstüne kadar çıkar. Önden potin bağı denilen uçları küçük ve ince demir borulu bağlarla bağlanır. Dışa doğru yana yakın bir sıra kendine has düğmelerle iliklenerek kapanan çeşidi de vardır.

Yemeni
Yemeni esas olarak gön ve yüz olmak üzere iki kısımdan oluşur. Manda ve sığır derisinden yapılan gön, yere gelen kısımdır ve bunun üzerinde dana derisinden yapılmış taban kayışı bulunur. Yüz ise sırt ile birbirine birleştirilmiş ve çirişle yapıştırılmış sahtiyan ve meşinden yapılır.

Yemeninin sağlam ve sağlıklı olmasının en önemli nedeni ise yapımında beş farklı hayvan derisi kullanılmasıdır. Yemeninin alt tabanı manda veya sığır, yüzü keçi, iç astarı koyun, iç tabanı sığır veya keçi derisinden, kenarı ise oğlak derisinden yapılır. İmalatında plastik madde kullanılmayan yemenilerin bütün dikişleri elle yapılır. Ustanın elinde tersinden dikilen yemeni, düz tarafı çevrildikten sonra kalıplanır.

Son şeklini alması için etrafı düzgünce kesilir, kalıptan çıkarılır, kenar dikişi yapılır ve giyime hazır hale getirilir. Büyüklüklerine, renklerine ve şekillerine göre farklı isimler alan yemenilerin siyahlarına siyah yemeni, merkup, pantof ya da kulaklı denilirken, mor olanına annubi, kırmızı yemenilere ise gülşeftali ve narçiçeği adı verilir.
Yemeni çeşitleri

İlk bakışta hepsi birbirine benzer gibi görünse de yemeniler şekillerine göre de Halebî, Merkup, Burnu Sivri, Kulağı Uzun ve Eğri Simli gibi isimlerle anılır. Modelinin Halep’ten gelmesi sebebiyle Halebî denilen yemeniler ilk kullanılan modeldir.

Annubi ve gülşeftali renginde olur ve genellikle köylüler tarafından giyilir. Burnu Sivri de daha çok köylülerin kullandığı bir yemeni çeşididir. Şehirliler ise Merkup ve Kulağı Uzun denilen yemeni çeşidini tercih ederler. Eğri Simli yemenilerin burnu yukarı kalkık ve kıvrıktır. Sağlıklı, rahatlığı ve kendine has güzelliği nedeniyle yemeniler sokakta değil ama ev içinde terliğe alternatif olarak giyiliyor artık. Belki de onu sokakta moda haline siz getirirsiniz. Kim bilir?
Yakın zamana kadar ayakkabı üreten tek kamu kuruluşu olan Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Sanayi Kurumunun kuruluşu 1810’lu yıllara kadar gitmektedir. 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesinden 1950’ye kadar geçen süre ısmarlama ayakkabı dönemidir. Bu dönemde düşük gelir seviyesi, kısıtlı talep ve üretimin tamamen el emeğine dayanması sonucu, ayakkabı üretim miktarı sınırlı kalmıştır.
1950 -1975 döneminde ayakkabıcılık makineleşmeye yönelmiş, üretim önceki döneme göre birkaç katına çıkmış, fakat kitle üretimine geçiş mümkün olmamıştır.
1975 yılından sonra Ayakkabı Sanayi gelişme yoluna girmiştir. Makineleşmiş ve yarı makineleşmiş tesislerin artması, ihracatta görülen artışlar ve devletle ilişkilerin sıkılaşması bu döneme rastlamaktadır.
1980 sonrası hükümetlerin izlediği dışa açılma ve ihracat teşvik politikaları Ayakkabı Sanayisini de etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu birliği oluşturan ülkelerin vatandaşları Türkiye’den bavul ticareti yoluyla ciddi miktarda ayakkabı satın almışlardır. Diğer yandan bu talebe bağlı olarak sektörde makineleşme oranı yükselmiş, kurulu kapasite artmıştır.
Yine bu dönemde düzenli fuarlar yapılmaya başlanmış, 1989 yılında lise düzeyinde ayakkabıcılık mesleki-teknik eğitimi başlamıştır.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 23.11.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Merhaba sevgili okurlarım. Bu haftaki şairimiz Kemal Özer 1935, İstanbul’da doğdu. Ölümüyse  30 Haziran 2009’dur. Şair ve yazar olarak tanıdığımız Kemal Özer İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Yazıları, henüz öğrenciyken yayımlanmaya başladı. Üniversiteden arkadaşlarıyla birlikte, 1956 – 1960 yılları arasında “a” dergisini çıkardı. Kendisi hakkındaki bir tanıtım yazısı şöyle devam ediyor:

1960’da girdiği Cumhuriyet gazetesinde 1981’e kadar görev yaptı. Ardından 1982’ye kadar Karacan Yayınları’nda çalıştı. 1965 – 1970 yılları arasında kitapçılık ve yayıncılık faaliyetlerinde bulundu. Şiir Sanatı dergisini 1966 – 1968 yılları arasında yayınladı. 1972’den itibaren yayımlanmaya başlanan Yeni “a” Dergisi’nin kurucuları arasında bulundu, dergi için yazılar kaleme aldı. 1983’te üstlendiği Varlık Dergisi’nin yönetmenliğini 1990’a kadar sürdürdü. 1999 – 2000 yılları arasında Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ikinci başkanlığını yaptı. 1989’da Yordam Yayınevi’ni kurdu. Kemal Özer 15 günde bir sol gazetesinde yazmaktaydı. 30 Haziran 2009’da hayatını kaybetti.

Şairimiz ilk dönemlerinde İkinci Yeni Hareketi içinde yer aldı. İlk üç şiir kitabında bunun yansımasını görürüz. Daha sonra “toplumcu gerçekçi” diye nitelenen bir tarza yöneldi. Eleştirmenlere göre, bu dönemde, gündemdeki toplumsal ve siyasal olayların yanı sıra söz konusu olaylar karşısında insanların duygu, düşünce ve tepkilerine tanıklık etti. Toplumcu gerçekçi eğilimi 1970 – 1980 yılları arasında yayımlanan 4 eserine hakim oldu. Bu kitapları izleyen şiirlerinde yeni boyut ve ilgi alanlarına açılım arzusu gözlendi. 1983’te yayımlanan Araya Giren Görüntüler’de 12 Eylül dönemine ilişkin tanıklığını sergiledi. 1985 tarihli Sınırlamıyor Beni Sevda’da sevda olgusunu toplumsal bakış açısıyla yorumladı. 1995’te basılan Oğulları Öldürülen Analar ile bir başka toplumsal soruna, kayıp annelerinin sesine aracılık etti. Onların Sesleriyle Bir Kez Daha kitabıyla da uzun süreli bir baskı döneminin ardından seslerini yeniden yükselten çalışan kesimi aktardı.
Behçet Necatigil, Kemal Özer’i 1977’de şöyle değerlendirdi: “İkinci Yeni’nin en çok sözü edilen şairlerinden olan Kemal Özer’in şiirlerinde, uzak çağrışımların izinde yürümekle çözülebilecek gizli bir bütünlük kaygısı seziliyordu. Şairliği, yeni aşamalarda, toplumsal eylemlere, yurdun ve dünyanın politik-güncel olaylarını şiirleştirmeye yöneldi.”

Şimdi sırada şairimizin şiirleri var. Buyurun okuyalım.

...

AĞIT

annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar’la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği

***

ALIN YAZISI

Öyle inançlı yaz ki onu, ne silmek mümkün olsun, ne
saklamak gün ışığından. Yıksalar bile yazdığın duvarı, yine
de okunsun boşlukta. Geçsin bakışlardan ellere, ellerden
duvarlarına bütün sokakların.

***

ARARKEN

Uçsuz bucaksız bir gömütlükteyim
gömütünü arıyorum Attila Jozsef’in,
yakıcı bir soluk geziniyor alnımda
- yıllar var ki unutmuş değilim -
ilk okuduğumda şiirlerini
yüz yüze gelmiştim çağdaş bir yazgıyla,
yaralı bir kıvılcım gibiydi
dağlıyordu okuyanın etini.

Uçsuz bucaksız bir gömütlükteyim
gömütünü arıyorum Attila Jozsef’in,
kime sorsam başka bir yeri gösteriyor
- karanfili eksik edilmemiş başucundan -
başka bir Attila Jozsef’i var
demek ki önüme çıkan herkesin.
aynı adla anılıyor demek ki her yürekte
bıraktığı titreşim çağdaş bir kederin.

***

AYLI KARANLIK

saklı tuttun saklı tutmanı sevdim
en karanlığa açılan kapını sevdim
yüzümü döndürmek için az mı
denizler dalgalar az mı yangınlar bulutlar
geldi savruldu üstüme geldi yıkıldı

bir nice batık taşlara gemilerim
yıkılmış ağaçlara bir nice gölgelere
gemilerim dedim beni alır götürür
onun kıyısına bırakır onun ülkesine
koskoca bir uykunun ardında
bir ormanın ardında karıncaların

olmadı mı en çok onu sevdim
saçlarını kurutmağa yaz güneşi
olmadı mı ellerini sevdim gülüşlerini
ateşler yaktım ısındım karanlığında
yoluma çıktıkça gözlerinin akşamı
ne ürkek ne büyük olduklarının akşamı

sevdim çağrıladım ben seni geceler
günler yalnız olduğumun kıyılarında
aydınlığı sürüp giderken yan yana gelmelerin
dedim elleri kim bilir kimin elinde
saçları dudakları kim bilir kimin

***

BANA BULAŞMASIN

Yağmur çiseliyor ya
bana bulaşmasın der gibi
çekinerek bakıyor penceredeki saksı

kente uzak, kırlara yabancı

***

BİLDİRİ

Yürüdüğün vakit seninle birlikte yürüsün diye kentler-
deki daracık sokaklar,
geniş alanlarına çıksın diye alınterinin,
yürüdüğün vakit değişsin diye dünya
ve yaşam mutlu bir türkü olsun diye

dağlarda tek tek yakılan bu ateşler

***

BİR ALEV GİBİ

Bir alev gibi ozanın karısı.
Nereye yürüse onunla karşılaşıyor,
onun tuttuğu aynada görüyor ozan
ilerde şiire dönüşecek ilk ipuçlarını.

Bir alev gibi ozanın karısı.
Kaşlarının birbirine değecek kadar
yakın olması ve değmeden kalması,
omuzlara doğru akacak olması
ve durması saçlarının ensede öylece
duyumsatıyor ozana durmadan
baktığı zamanki başdönmesini
bir uçurumun kıyısından.

Sürekli açık kitabından gözlerinin
okuduğu satırlarla eğitti yüreğini,
sürekli dönüştüren ellerinden öğrendi
ne vakit bir işe sarıldıysa
sonuç alana kadar direnmeyi.

Bir armağan. Güneşli günlerin
solduramadığı bir alev, söndüremediği
en başa çıkılmaz fırtınanın bile.

Küçük bir alev. Duyarlı ve titreşimli.

***

BİR ENGEL ÇIKINCA

Yokuş aşağı koştunuz mu hiç?
Durdunuz mu hiç
bir engel çıkınca
birdenbire?

Bileceksiniz öyleyse...

Bir başdönmesi alır
kesilen hızın yerini
ve bacaklarınızda gelen rüzgâr
sizden önce aşar engeli.

***

BİR GELGİTİN İKİ UCUNDA

Kimi sabahlar işe giderken
ikiye bölüyor
yirmi dakikalık yolculuğu
denizin ortasında karşılaştığımız
yabancı bayraklı bir gemi

Bulutlardan sıyrılmış bir demet ışığın
daha da irileştiği gemide
göz göze geliyoruz kimi sabahlar
küpeştede bakan biriyle
kısacık bir an

Günlük kaygıların iğdiş ettiği
çağdaş bir kentli görüyor bana bakınca
benim gözümde ise o
kanat açan bir düş yeni kıyılara doğru
buluşuyoruz bir gelgitin iki ucunda

***

BİR KIZ

Güneş altında titreşen
yağmur damlası gibi
ışık içinde bir kız
on iki - on üç yaşlarında
dolaşıyordu gördüm
boynunda bir tasmayla

Bir ülkü mü, bir düş mü
bir yaşam mı bilinmez
neyse aradığı ona
bağlamaya hazır kendini

***

BİR YÜRÜYÜŞÜN SONUNDA ŞARKI

Gökyüzü ilk kez benim, çünkü yukarıya
kaldırınca parmağımı değecek kadar yakın

Deniz benim, ilk kez benim, sularını ayaklarımla
köpürtecek, sesini dolduracak kadar avuçlarıma

Rüzgâr ilk kez, sözcükler ilk kez benim, yelelerine
tutunup da uçacak kadar, uçuracak kadar yüreğimi

Bir yürüyüşün sonunda uç veren kanatlarla
acıyı silebilirim, yazıldıkça alnına çocukların

Bir adımda geçebilirim kentin ıssızlığından
göğün, rüzgârın, denizin coşkulu kalabalığına

İlk kez benim, ilk kez soluğunu elimde
bir bayrak gibi tutuyorum,
bir daha bırakmamak üzere

***

BİRİKİME İNANMAK

Dalgayı haber veren yakamoz
kimin gözüne çarpar kıyıda?
Çiçeğe durduğunu kim ayırt eder
tepeden tırnağa giyinmeden ağaç?
Kimin dikkatini çeker küçücük bir bulut
güneşi kapatmadan önce?

***

DENİZ ORAKÇISI

Sor kendine bir sabah,
av hazırlığına başlarken;
sulara kim salar ilk güneşi
sen kayığına binmesen,
orağını almasan eline
ilk ürünü kim biçer denizden?

Kent niye bir büyük gergeftir,
geçirmiş ilmiğini alın terine?
Niye aç ağızlardan örülü
bir martı çığlığıdır gök;
iner kalkar başının üzerinde,
küçük dalışlarla yoklar tekneni?

Bir başınasın yaşamı üretirken
zıpkın çizer, kürek acıtır, ağ yorar.
neden elleri bulunmaz elinin yanında,
yorgunluğu neden paylaşmazlar
sofrasına çökerken yeryüzünün,
sor kendine bir sabah.

***

DÜLGER

Bakışın donup kalmış aşağıda,
belli uçan kuşları görmediğin.
Donup kalmış boşluktaki elin
uzanırken ördüğün duvara.

Yürüyorlar kırlardan sokaklara,
sımsıkı kapılardan içeri
dağlarda bekleyenler, kar altında.
ilkyazın amansız sürgünleri.

Baş aşağı ediyorlar ne varsa
çarşılar, sunaklar, pazaryerleri.
Toprağın horlanmış onuruyla
denize döküyorlar kenti.

Bakıyorsun ördüğü ellerinin
duvar değil koskoca bir dünya.
Hazır başka kentleri de yıkmaya
yeniden kurmak için yüreğin.

***

Bu haftada yazımızın sonuna erdik. Nice güzel duyularınızın, gözlerinizden kulaklarınızdan, teninizden, dilinizden eksilmemesi dileğiyle.. hoşça kalın!...



Yayın Tarihi: 22.11.2015

AYAK KABI YANİ AYAKKABI 6

Tarih içinde ayakkabının gelişme serüvenini gördük. Ayakkabı ayak sağlığından, toplumsal sınıfların farklılığından, şıklık göstergesine kadar uzanan bir yelpazede yer alır. Günümüzde bir insanın saçı-başı ve ayağı düzgün değilse giydiği giysi ne kadar şık olursa olsun eksik kalır. Her dönem değişen ayakkabı modelleri de giyilen diğer giysilerin modelleriyle bağlantılıdır. Moda tasarımcıları bunları gözetirler. Ayakkabı modacılarıyla giysi modacıları bir yerde buluşurlar. Günümüzde de durum böyledir, geçmişte kendiliğinden oluştuğu sanılan geleneksel giysilerde de aynıdır. Geçmişte ayakkabıların nasıl evreler geçirerek bu güne ulaştığını anlattığımız yazı dizimize devam ediyoruz. Bugünde Türklerde ayakkabının tarihçesine devam ediyoruz.

OSMANLI’DA AYAKKABI

Türkler’de deri işleme sanatı oldukça geliştiğinden ayakkabı yapımı da oldukça gelişmişti. Yeniçerilerin giydiği yumuşak çizmelere duyulan ihtiyaç, ayakkabıcılığı da geliştirmişti. 16. ve 17. yüzyılda yapılan ayakkabıların sağlamlığı ve de zerafeti (şıklığı) ünlüydü. Ayakkabının türü, giyen kişinin toplumsal konumu ile de alâkalıydı. Askerlerin, çeşitli meslek gruplarının, hizmetkârların giydiği çizme ve ayakkabılar farklıydı. Ev içi ayakkabılarıyla sokak ayakkabıları arasında da fark vardı. Ev içinde giyilen ayakkabılar daha çok atlas, kadife ya da başka kumaşlardan yapılır, sırmayla işlenirdi. Deri ayakkabılara da sırmayla iş yapıldığı olurdu. Kışlık ayakkabıların içi, çoğunlukla kürk kaplanırdı. Ayakkabılar yapıldıkları malzemeye ve biçimlerine göre çok çeşitli adlar almıştı. Başmak, Çapula, Çizme ve Fotin gibi.

Kökeni Ahilik örgütüne dayanan esnaf loncalarında, ayakkabıcılarında ayrı ve köklü bir örgütü vardı. İnanışa göre bu sanatın piri Ekberi Yemen’di. Bu örgütün başına Yiğitbaşı denilen bir kişi bulunurdu. Yiğitbaşı çarşıya gelen malzemeyi esnaf arasında paylaştırır, üretilen malları denetler, kötü mal yapanı ya da uygunsuz davranışta bulunanı cezalandırırdı. Kâhya adında bir de yardımcısı bulunurdu. Ayakkabıcılık ustalık ve çıraklık ile sürdürülen bir el sanatıydı. Bu mesleği edinmek isteyen kişi küçük yaşta, bir ustanın yanına verilirdi. Bu kişi 8-10 yıl basit işlerle eğitilir, ustanın izniyle de kalfalığa yükselebilirdi. Kalfa olacak genç, çarşıdaki tüm ayakkabıcı esnafına kalfa ekmeği denilen bir yemek verirdi. Bu kalfalığa geçiş töreni olurdu. Ustalığa geçiş töreninde ise usta yemeği verilirdi. Yiğitbaşı bu törenlere başkanlık ederdi. Hiçbir çırak veya kalfa ustasından izinsiz dükkân değiştiremezdi.

Esnaf loncaları zamanla gücünü yitirse de usta çırak bağı bir müddet daha devam etti. Sanayileşme ile birlikte ayakkabıcılık da seri üretime geçti. Sipariş ile ayakkabı isteği makineleşme ile birlikte tarihe göçtü. Zira bu sanatı sürdürmek için çaba gösterenler bu kez de alıcı ve çırak bulmada zorlandılar.

Osmanlı’larda son yüzyıllarda kullanılan başlıca ayakkabı çeşitleri; başmak, bot, çapula, çizme fotin ve yemenidir. Bu ayakkabıların nitelikleride şöyledir:

Başmak:

Başmağın burnu küt, yuvarlak, arka kısmı ise serttir. Topuk göstererek giyilen bir ayakkabı çeşidi değildi. Tabanı kalın köseleden yapılırdı. 18. yüzyıl padişahlarından 3. Sultan Osman, kadın ve câriye yılışıklıklarından hoşlanmadığı, sarayın hareminde dolaşırken câriyelerin yoluna çıkmasından sinirlendiği rivayet edilir. Bu sebeple 3. Sultan Osman, başmaklarının tabanına gümüş kabaralar çaktırmıştı. Böylece padişahın ayak seslerini duyan kadınlar padişahı sinirlendirmemek için yolundan çekilirlerdi.

Gayri müslimler başmak giyemezdi. Başmaklar giyenin işine, mevkisine göre sarı, kırmızı veya siyah olabiliyordu.

Bot:

Fotin’in uzun konçlusudur. Botun koncu baldır ortasına veya diz kapağının bir karış altına kadardır. Bir erkek ayakkabısı olarak bilinir. Fakat Osmanlıların son yüzyıllarında bazı kadınlar çarşaf altına erkek botlarını geçirmişlerdir. Halide Edip Adıvar bunlardan biridir. Günümüzde ise belki de en çok kadınlar arasında rağbet gören bir ayakkabı çeşidi olmuştur. Hem de erkek botu olarak değil, kadına göre tasarlanmış özel kadın botları olarak.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 20.11.2015

AYAK KABI YANİ AYAKKABI 5


Günümüzde bir insanın saçı-başı ve ayağı düzgün değilse giydiği giysi ne kadar şık olursa olsun eksik kalır. Her dönem değişen ayakkabı modelleride giyilen diğer giysilerin modelleriyle bağlantılıdır. Moda tasarımcıları bunları gözetirler. Ayakkabı modacılarıyla giysi modacıları bir yerde buluşurlar. Günümüzde de durum böyledir, geçmişte kendiliğinden oluştuğu sanılan geleneksel giysilerde de aynıdır. Geçmişte ayakkabıların nasıl evreler geçirerek bu güne ulaştığını anlattığımız yazı dizimize devam ediyoruz. Bugünkü bölümle Türklerd’e ayakkabının tarihçesine başlıyoruz.

Türk dilinde ayakkabı anlamındaki en eski sözcüğün “edik” olduğunu görüyoruz. Orta Asya Türkleri’nde edik; “çizmeye benzer konçlu bir ayakkabı” imiş. Edik sözcüğü 8. Yüzyılda Orhun Yazıtlar’nda geçer, buda o dönemde Türkler’in çizme, bot giydiklerinin işaretidir.
Anadolu Türkleri’nde ayakkabıcılık sanatı ile ilgili en eski bilgiler İbn-i Batuta Seyahatnamesi’nde görülmektedir. İbn-i Batuta 1330 yılında Antalya’ da dikicilerin bulunduğunu anlatmaktadır.

Konuyla ilgili Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait belgeler de mevcuttur. Eski kayıt ve belgelerde ayakkabıcı veya ayakkabı kelimelerine rastlanmamaktadır. Bu esnaf ve sanatkârların adı, Babuççu (babuçi), Başmakçı, Dikici ve Haffaf olarak geçmektedir. Eskiden Babuççuların ve Dikicilerin yaptıkları malları satan tüccara Haffaf denmiştir. Bu kelime sonradan bozularak Kavaf olmuştur.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’ nde Mercan yokuşunda Babuççu bekârlarının kaldığı sekiz adet bekâr odası (Mercan Odaları) olduğunu belirterek ayakkabıcılar hakkında bilgi vermektedir. Evliya Çelebi, ayakkabı imalatçılarını gözü pek, haffafları ise pabucu beş akçe kar ile satmaya razı olmayan, insafsız ve müşteriye kan ağlatan kişiler olarak anlatmaktadır.

Ayakkabı yapan sanatkarlar, yaptıkları iş bakımından şu bölümlere ayrılmıştır:
• Kırmızı ve kara pabuç yapan ustalar,
• Zenne pabucu yapan ustalar,
• Erkek çizmesi yapan ustalar,
• Zenne çizmesi yapan ustalar.

Ayakkabı çeşitleri ise şunlardır:
• Dikişli kara pabuç (postal),
• Dikişli kırmızı pabuç
• Kopçalı lapçın mest (Gıcırlı mestler sonradan icat olmuştur),
• Erkek terliği (Mercan terlik),
• Zenne terliği,
• Zenne ayakkabısı (bunlara sarı şıpıdık pabuç denilmiştir, taban astarları çuhadan yapılmıştır),
• Parlak zenne kundurası (gelinler için yapılmıştır),
• Dikişli erkek çizmesi (bunların konçları, sahtiyan olup altları ökçesiz ve düzdür. Ökçe mahalline büyük bir nalça konmuştur. Bu nalçalar ökçeye içten çivi ile perçinlenmiştir. Uzun konçları yukardan dizkapağı altına bağlanmıştır. Bu bağın üzerine de, bir kısım konç devrilmiştir),
• Zenne çizmeleri (konç yüzleri, telli bezlerden yapılmıştır. Renkleri sarı ve kırmızı olmuştur. Konçları da erkek çizmelerinden daha kısa yapılmıştır. Bu çizmeleri çoğunlukla köy gelinleri giymiştir).

Osmanlı Türkleri’ nde deri işleme sanatının gelişmiş olması ve özellikle Yeniçeri Ocağı’ nın at binmede geçerli olan yumuşak deri çizmelere gösterdiği ihtiyaç yüzünden ayakkabıcılık çok gelişmiştir. Yalnız asker ocağında değil, sivil hayatta da ayakkabıların, giyenin sosyal durumunu gösteren özellikleri olmuştur.

Örneğin, hizmetkâr çizmesini sadece bu sınıfın görevlileri giymişlerdir. Türkler’in Anadolu’ ya gelmesinden sonra 14. yüzyıldan en az 17. yüzyıl sonuna kadar ayakkabıcılar Ahilik Teşkilatı içinde belirli kurallara bağlı olarak yaşamışlardır. Daha Anadolu Selçuklu Devleti döneminde dikicilerin bulunması, Akdeniz Bölgesi’nde üretimi devam etmekte olan yemenilerin kökeninin 14. yüzyıla kadar gittiğini göstermektedir. Üç asırlık dönemde ayakkabıcılar genel olarak; çizme, pabuç, terlik ve mest yapanlar biçiminde sınıflandırılmaktadır. Ayrıca ayakkabı tamircilerinin bulunduğunu da Evliya Çelebi anlatmaktadır.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 18.11.2015

AYAK KABI YANİ AYAKKABI 4



Ayakkabılar ayaklarımızı korumak kadar, giysilerimizin kusursuz görünmesini sağlayan tamamlayıcı parçalardandır. Kim bilir kaç zamandır ayağımızda ayakkabılarımız olmadan sokağa adım atmıyoruz. Milattan Önce 800’lü yıllarda prensesler, lordlar, işçiler ve şovalyeler ayaklarındaki ayakkabılara göre ayırt ediliyordu. Yani ayakkabı bir çeşit soyluluk göstergesiydi.
Sanyii çağıyla birlikte sadece korunmak amacıyla giyilen ayakkabılar konfor, dolayısıyla zenginlik göstergesi oldu. Bugün ise kolye, bilezik gibi görüntümüzü tamamlayan en önemli, en vazgeçilmez unsurlardandır. Ürettiğimiz her ürün gibi doğadan uzaklaşmamızın sonucu, ayakkabıların asıl amacı ayağımızı korumak değildir. Kullanım amaçları değişmiş ve yürüyüş gibi, koşma gibi, dağcılık gibi, şu anda sayamayacağımız bir çok spor dalları için farklı farklı ayakkabılarla çok çeşitlenmiştir. Ayrıca yazlık ve kışlık giyilen ayakkabılarda vardır. Kışın giyilen yazın giyilmiyor, yazın giyilende kışın giyilmiyor artık.

Günümüzde bir insanın saçı-başı ve ayağı düzgün değilse giydiği giysi ne kadar şık olursa olsun eksik kalır. Her dönem değişen ayakkabı modelleride giyilen diğer giysilerin modelleriyle bağlantılıdır. Moda tasarımcıları bunları gözetirler. Ayakkabı modacılarıyla giysi modacıları bir yerde buluşurlar. Günümüzde de durum böyledir, geçmişte kendiliğinden oluştuğu sanılan geleneksel giysilerde de aynıdır. Geçmişte ayakkabıların nasıl evreler geçirerek bu güne ulaştığını anlattığımız yazı dizimize devam ediyoruz.
 
17. yüzyıl Avrupa’sına ise çizme giymek daha çok revaçtaydı. Ayakkabıların topukları yüksekçeydi ve genellikle dantel ve kurdeleden yapılan büyük rozetlerle süslenirdi. Amerika’da kadınlar ve erkekler yüksek topuklu sağlam deriden yapılan ayakkabı giyerlerdi. 18. yüzyılda ayakkabılar, altın ve gümüş tokalarla ve gerçek veya sahte olan değerli taşlarla süslenmeye başlanmıştı. Fransa’daki ve İngiltere’deki ayakkabılar taklit edilerek brokardan ayakkabı yapılırdı. Fransız usûlü topuk ve tokalar olurdu.

1760’ta Massachusetts’te ilk ayakkabı fabrikası kuruldu ve büyük sayıda imâlat yapılmaya başlandı. Hızlı ve ucuz ayakkabı imâlatı dikiş makinesi gibi makinelerin geliştiği 19. yüzyılda gerçekleşmeye başladı. 20. yüzyılda ise sayısız tarzda ve çeşitli renklerde ayakkabılar yapılmaya başlanmıştır. Ayakkabı modası bu sanayileşme ile birlikte artar olmuştur.

Gelelim İslamiyet’in ilk yıllarındaki ayakkabılara. Daha sonrada Türklerde ayakkabıyı göreceğiz.
Peygamber efendimizin ayakkabılarına en iyi örnek kutsal emanetlerin sergilendiği Topkapı Sarayındaki sandalettir. Habeş Sultanı, Allah’ın Resulüne, ayakkabının içine giyilen ve edik denilen, mesvâri bir çift potin göndermiştir. Allahın Resulü onları giymiş ve üzerlerine meshetmiştir. Bu edikler düz deriden... İçleri abâ, çuha veya bez kaplı değil...

Ayaklarındaki, sandal şeklinde nalınlara gelince, Buharî yoliyle Enes Bin Malik’ten öğreniyoruz ki, bu sandalların baş parmaktan geçen ve böylece sandalı ayağa bağlayan birer bandı vardı.

Abdullah Bin Ömer Hazretlerine, debagat olunmuş, yani temizlenmiş deriden sandal giymesinin sebebini soruyorlar.

Şu cevabı veriyorlar:

“- Allahın Resulünü gördüm, kılları temizlenmiş, debagat olunmuş ayakkabı giyer ve onların üzerine abdest alırlardı. Ben de o cinsten ayakkabı giymeyi severim.”

Ömer Bin Hâris:

“- Kâinatın Fahrini gördüm. Dikili ayakkabılar üstünde namaz kılarlardı.”

Hazret-i Âyişe:

“- Allahın Resulü, ellerinde oldukça ayakkabı giymekte, saçlarını taramakta, abdest almakta ve yıkanmakta sağ taraflariyle başlamayı severlerdi.”

Ebu Hüreyre Hazretlerinden hadîs meali:

“- Aramızdan biri ayakkabısını giyerken, sağ, çıkarırken de sol eliyle hareket etsin!”

 
DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 16.11.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlarım. Bu pazarda bir şair ve şiirleriyle birlikteyiz. Doğrusunu söylemek gerekirse bu haftaki şairimizin şiirlerini hiç okumamıştım. Sizlerede sunmayı düşündüğüm halde bile okumaktan çekindim. Çünkü yanlış bilgilendirilme sonucu çok simgeci ve şiirinde anlama önem vermeyen bir şair olarak biliyordum. Okudum ve yargım değişti. Edip Cansever’i sevdiğim şairler listesine kattım.

Şairimiz Edip Cansever 8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi mezunu olan Cansever, bir süre Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yaptı. 1976’dan sonra ise kendini sadece şiire verdi. İlk dönem şiirlerini İkindi Üstü (1947) adlı kitapta topladı. O kitabından 7 yıl sonra Dirlik Düzenlik adlı kitabını yayınladı. O kitapla kendisine özgü bir şiir oluşturduğunu görmek mümkün. Çok üreten, çok yazan ve bunları okuyucusuna sunan bir şair olarak büyük ilgi gördüğünü çok sık duymuştum. 28 Mayıs 1986’da İstanbul’da genç sayılacak bir yaşta, 58 yaşında öldü. Eleştirmenlerce çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, yazdıklarının büyük oranda gerçeklik kazandığı görülerek bir düşünce şairi olduğu kabul edilmiştir. 

...

ADSIZ BIR ÇİÇEK

rengini dünyaya ilk defa sunan
adsız bir çiçek gibi parlıyorsa gözlerim
sevgilim
bana “sen bir şairsin” dediği zaman
yalnız sana yazıyorum bu şiiri
istersen bir şiir gibi okuma
çünkü her yıl yeniden yazacağım onu
soğuklar başlayınca havalanıp
millerce yol kat ettikten sonra
güneyi tadan bir kuşun sevinciyle
ve yazmış olacağım bir de
her dönemde her çağda
sevdanın kendine özgü diliyle

***

BAŞIM DÖNÜYOR İKİMİZDEN

Çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin
Ön dişleriyle belli belirsiz
Bir martı kalıyor gibidir hiç olmayandan
Çünkü biz ikimiz de çirkin değiliz
Evet mi hayır mı pek anlamadan.
Ne biçim bir sestir şu bizim dalgınlığımız
Bir tayın dişinde ince taflan
Az yaşlı bir kadında göğüs uçlarının
Yanarak sımsıcak bir kedinin ağzından
Dönüp iç çekmesine gece kuşlarının.
Sonra biz dağ baslarında apansız kurşunlanan
Süresiz baş dönmesiyiz çok garip adamların.

***

BU GEMİ NE ZAMANDIR BURDA

Bu gemi ne zamandır burda
Çoktan boşalmış yükünü, gecede olmuş
Rıhtım da bomboş
Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa
Arkada, güvertede
Ah neresinden baksam sessizlik gene
Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye
İçerde üç beş kişi, yalnızlık üç beş kişi
Bir kadeh rakı söylerim kendime
Bir kadeh rakı daha söylerim kendime
Söyle be, ne zamandır burda bu gemi
Belki yarın gidecek, başka bir anı gelecek
Bir başka anının yerine
İnsan ağlamaz mı bazen bakıp bakıp kendine.

***

MASA DA MASAYMIS HA

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

***

SONA KALSA

Usul usul konuşuyorlar aralarında
Denize bakıyorlar bazen - çatalını gezdiriyor biri
tabağında -
Gölgesi bir kuş ölüsü
Karşıda yeni budanmış ağacın
- Olsa, başlangıçlar sona kalsa -
Kolyesiyle oynuyor kadın - tabağımda soyulmuş elma -
Saatime bakıyorum sık sık
Kapıyı gözlüyorum arada
Biraz soğuk mu geliyor ne - kapatır mısın -
Sinirli bir kırmızılık suya batıyor
Düşünüyorum, ansızın bir dost yüzü
Görmemiştim de yıllarca.
Gelse
Değişmiş çok, yaslanmış da
Sigaramı yakıyor durmadan
İstemem diyemiyorum - ama yakmasa -
Konuşuyoruz -konuşuyor muyuz -
Yazmayı bırakmış çoktan
Gerçi bir roman taslağı varmış kafasında
“Bir elimde elma elmada bir el”
Diyorum
Hayretle bakıyor yüzüme
Bir bardak bira içiyor, çekip gidiyor az sonra.
Kadranı kırmızı saat
Plasterle tutturulmuş kırık cam
Şurda burda plastik çiçekler
Evet, aralık kapıdan soğuk geliyor
Tam kalbimin üzerine bu akşam.
Ölüm
Sen en güzelsin bu saatlerde
Büyütmüş yetiştirmişsin beni
Söyler miyim hiç sana hayran olmasam.
Bugün de ince, bugün de kırıldı kırılacak
Bugün de
Tam nerede kalmışsam.

***

UÇURUM
Bir ağaç sürüsünün üstünden
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş
Votka bardağımın içine
Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.

Kesiyorum durduğumuz yeri ortasından
Ey görünüş! seni bir yerinden hiç anlamıyorum
Dibimde değil ayaklarımın, damarlarında
Derinliğini orda tutan, orda harcayan
Uçsuz bucaksız bir uçurum.

Zamanla değil, bir yerde
Benim olmayan bir şeyle yaslanıyorum
Geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten
Ağır ağır yanan bir tuğla harmanını
Billurdan sarkaçlarıyla.

Kalbim, sersemliğim benim..

***

YERÇEKİMLİ  KARANFİL
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.

***

DİPSİZ TESTİ

Beni dinlersen Üsküdar’a gitme
İbrahim’i görme şiir yazma
Şu herkesin bildiği düzlük
Bu deli alacası çayır
Ardıç kuşu türkülü sokak
Senin için değil.
Sen yoksun
Çevrende kimseler yok
Zengin de olsan
Yoksulluğun gitmez.

***

SENİ GÜNLERE BÖLDÜM

Seni günlere böldüm, seni aylara
Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim
Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla
Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi
Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşında.

Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.

Bütün günler yenileşir her bekleyişte
Ve bütün dünler, bütün geçmişler
Kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok
Çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle.

Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti
Sonra bütün bulutlar hep birden geçti
Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime.

***

Bu haftada yazımızın sonuna erdik. Nice güzel duyularınızın, gözlerinizden kulaklarınızdan, teninizden, dilinizden, eksilmemesi dileğiyle.. hoşça kalın!...



Yayın Tarihi: 15.11.2015

AYAK KABI YANİ AYAKKABI 3



Ayaklarımızın dostu giyeceklerimiz nelerdir hiç düşündünüz mü? İskarpin, potin yada ayakkabı adını verdiğimiz ilk ayakkabılar nelerden yapılmaydı? Kadın olsun, erkek olsun her zaman her kesin en önemli giyeceği ayakkabıdır. Öyle olduğu için kıskançlık uyandırdığından mıdır bilinmez “Dost başa düşman ayağa bakar”dı. Ayakkabıyla ilgili sözleri yazı dizimizin sonuna bırakalım ve gelelim ayakkabının tarihine...

Diyerek yazı dizimize başlamıştık, devam ediyoruz. Ayakkabının tarihi kıyafetlerin tarihi kadar eskidir. Eski çağlardan örnekler anlatılırken tabanı deriden içi otlu bir çeşit ayakkabı ya da tahtadan sandallar giyildiğini okuduk. Bu tür sandallara örneğin Antik Mısır’da rastlandığını biliyoruz. Eski Yunanların da avlanırken çizme giydiklerini.. Bunun yanında hamama da bir tür ayakkabı ile girdiklerini ekleyelim. Girit’teki Minos uygarlığı ve Roma dönemlerinde bu tür ayakkabı ve çizmeler kullanılmıştır.
Ayakkabı locaları kuran Romalılar sağ ya da sol ayağa göre kalıplanmış ayakkabılar geliştirmişlerdi. Roma’da ayakkabılar insanların cinsiyetine ve cemiyet içindeki yerine göre farklılaşabiliyordu.

16. yüzyılın sonlarına doğru erkek ve kadınlarca giyilen “mule” ya da ökçeli terlikler moda olmuştur. Bu tür terliklerin burunları uzunca, keskin kare kesimli ve yüzleri kapalıdır. Genellikle ipek, kadife ve saten brokar lüks kumaşlardan yapılmış sayaları ipek, altın ve gümüş alaşımlı stilize çiçek motifleri ile kabartma işlidir.
Barok dönemde yumuşak ve akıcı biçimlere olan tutku, ayakkabı ve ölçülere de yansımıştır. Düğmeler ve tokalarla süslü olan ayakkabılar işlemeli ve kadife kumaşlardan üretilmiştir. Ökçeler giderek yükselmiştir.

Rönesans ile birlikte ayakkabı modasındaki aşırılılıklar, yerini geniş rahat modellere bırakmıştır. Bu dönemde genellikle deri, kadife, ağır ipekten üzeri işlemeli ve alçak ökçeli ayakkabılar (kadınlar için babet tarzı) giyilmiştir.
1790, Fransız İhtilali sonrası yüksek ökçeler ortadan kalkınca insanlar sokakta çamurdan korunmak için ayakkabılarına mantar ökçeli “şoson” lar giymeye başlamışlardır.
1820-50 arasında kadın ayakkabılarında ökçeli modeller eski önemini yeniden kazanmıştır. Erkekler içinse kibar ve sade bir şıklığa sahip, bileğe kadar uzanan “bottinelaer” adlı formlar moda olmuştur.


1. Edward 1 inçin (2.5 cm) üç kurutulmuş arpa tanesinin boyuna eşit olduğunu açıklamıştı. Buna göre, 13 arpa tanesi uzunluğundaki bir çocuk ayakkabısı 13 numara oluyordu.
Ayakkabının insan ayağına uyumu, aşağı yukarı 100 yıllık bir geçmişi olan “Pedortiks” biliminin alanına girmektedir. Bu bilimin temeli İngiltere Kralı II. Edward’ ın 1324’ te inç’ i tarif etmesiyle atılmıştır. Bu tarihten sonra ayakkabılara standart numaralar verilmeye başlanmıştır.

14. ve 15. yüzyıllarda ayakkabıların burunları aşırı ölçüde uzamaya başlamıştı. 3. Edward bir yasa çıkardı ve ayakkabıların uçlarının 2 inçi(5 cm) geçmeyeceğini ilan etti. Kendisinden sonra gelen 2. Richard’ın krallığı sırasında ise crackows denilen ayakkabıların burnu 18 inçi bile geçmeye başlamıştı. 15. yüzyılın sonunda ise sivri burunların yerini yuvarlak burunlu ayakkabılar almaya başladı. 16. yüzyılda erkek ayakkabıları aşırı geniş burunlu ve ördek gagası biçimindeydi. Ayakkabı modelleri gittikçe farklılaşmaya ve çeşitlenmeye başlamıştı. Tabanı deri ya da mantardan, üstleri kadife, ipek ya ada deriden ayakkabılar yapıldı. Yine aynı dönemde farklı renkteki astarın görünebilmesi için ayakkabılara da yırtmaç yapılmaya başlandı. Kadın ayakkabıları erkek ayakkabılarına benzerdi. Fakat uzun eteklerin altında kaybolduğundan dikkatleri çekemiyordu.

Bugün kullanılan İngiliz Ölçü Sistemi, 1880 yılında, New York’ lu Edwin B. Simpson tarafından başlatılmıştır. Bu ölçü sistemi, her bir numara artışında ayakkabının 1/3 inç büyümesini, ¼ inç de genişlemesini esas almaktadır.

  
DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 13.11.2015

AYAK KABI YANİ AYAKKABI 2

Ayaklarımızın dostu giyeceklerimiz nelerdir hiç düşündünüz mü? İskarpin, potin yada ayakkabı adını verdiğimiz ilk ayakkabılar nelerden yapılmaydı? Kadın olsun, erkek olsun her zaman her kesin en önemli giyeceği ayakkabıdır. Öyle olduğu için kıskançlık uyandırdığından mıdır bilinmez “Dost başa düşman ayağa bakar”dı. Ayakkabıyla ilgili sözleri yazı dizimizin sonuna bırakalım ve gelelim ayakkabının tarihine...

Diyerek yazı dizimize başlamıştık, devam ediyoruz. Kaynaklarda şöyle belirtiliyor:

Bütün binici halklar gibi Asurlular da çizme giymişlerdir. İlk ökçeli ayakkabıları da onlarda görmekteyiz. Üstten bağcıklı ayakkabılar da Asurlular’ ın buluşudur. İranlılar çeşitli kabartmalarda, ayakkabılı olarak tasvir edilmiştir.
M.Ö. 5. yüzyılın sonlarına doğru, Atina’ da zafer tanrıçası Nike’ ın toprağının elden gidişi ve savaş alanından çekilme figürünün simgelenmesi bağı çözülmüş sandaletler ile gösterilmiştir.
Eski Yunan’ da ise bildiğimiz sandaletlerin yanı sıra, bot tipi ayakkabılar da giyilmiştir. Yunan ayakkabıları üç çeşittir: Kayışlarla bağlanmış basit bir tabandan ibaret olan sandal, ayrıca bir tabanı olmayan aba ayakkabı ve kothornos adı verilen devrik konçlu bir çeşit potin. Aynı tip ayakkabıları Romalılar’da kullanmışlardır. Romalılar da ayakkabı modelleri giderek zenginleşip çeşitlenmeye başlamıştır.
Eski Yunan ve Romalılar’da M.Ö. 500’ lerde sahnede boyu uzun göstermek için ökçenin yerini tutan, yüksek mantar tabanlı ve konçlu “kothurnus” modeli ayakkabılar, trajedi aktörlerince giyilmiştir.

Kothurnus
Japonlar’ ın sandaletle tanışıklığı da çok eskilere dayanır. Japon sandaletlerindeki her bir şeklin ayrı bir mevkii veya mesleğe işaret etmesi, ayakkabıya verdikleri önemin bir simgesidir.

Tarih içindeki gelişmelere baktığımızda her alanda olduğu gibi ayakkabıların gelişiminde de askeri gelişmelerin etkili olduğunu görüyoruz. Atlı savaşçıların ata rahatça binmeleri, at üstünde kıvrak hareketler yapabilmeleri giydikleri çizmelerle mümkün olmuştur. Daha sonra sosyal sınıf farkını gösteren, ayrıca meslekleri belirtir çeşitlilik kazanmışlardır. Özellikle bayanlarda yüksek topuklu ayakkabılar her dönemde önemlidir. Yüksek topuklu ayakkabılar hanımları parmak ucunda yürüterek daha uzun boylu ve kuğu gibi görünmelerini sağlar.

Ayakkabılar konusunda ilginç yasaklarda uygulanmıştır. M.S. 270-275 yılları arasında Roma İmparatoru Aurelianus, erkeklerin renkli ayakkabı giymelerini yasaklamış, kadınlara kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz ayakkabı kullanma izni vermiştir.
Eski Yunan ve Roma döneminde sandaletin yaygın olarak kullanılmasına karşın, Bizanslılar 4. Yüzyıldan başlayarak kahverengi ve siyah deriden yapılmış terlik ve kapalı ayakkabılar giymeye başlamışlardır.
Bizans ayakkabıları, Pers formlarından ve Orta Asya Türk kavimlerinin ayakkabı formlarından da etkilenmiştir: Mezopotamya uygarlığının son temsilcisi Persler (İranlılar), Hitit çizme ve botlarında kendi kültürlerine uygun değişiklikler yaparak ucu kesik, bilekten üç bağcıkla (siyah ve kırmızı renklerde) bağlanan modeli geliştirmişlerdir. Bu model, Antik Yunan, Roma ve Bizans’ ta da görülmüştür. 1000’ li yılların başlarından itibaren Anadolu’ ya giren Türklerin giydiği siyah, kırmızı, sarı bot ve çizmeler de Bizanslılar tarafından kullanılmıştır.

Poulaine

Ortaçağ’ da, 13. yüzyıl ortalarında özellikle Avrupa saraylarında görülen, “poulaine” isimli ucu sivri ve yukarı kalkık model Hitit formları ile Doğu etkisiyle biçimlenmiştir.

Chopine

16. yüzyılda Avrupa’ nın en ilginç ayakkabıları çıkış noktası Türk takunyaları olan chopinelerdir. “Chopine” yüksek tabanlı, süslü kadın ayakkabısıdır. Chopinelerin tabanları Venedik’ te 75 cm’ e kadar ulaşmıştır. Bu tarzın Venedikli kadınların da Türk kadınları gibi sokağa daha az çıkmaları için uyarlandığı belirtilir.

Diğer ayakkabı türlerini ve Türklerde ayakkabı konusunu gelecek bölümde görelim.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 11.11.2015