31 Aralık 2015 Perşembe

KARDEŞTEN KARDEŞ, DOSTTAN DOST; KOMŞU 2



Çekinmeden sırrımızı verir, içimizi dökerdik. Bir iki gün göremesek gözümüzde, gönlümüzde arardı onları. Yalnızlık çekmezdik. Ya onlar bize çatkapı gelirlerdi yada bizler çatkapı giderdik onlara beş dakikalığına. Gecesi gündüzü olmazdı. Teklif tekellüf olmadığı gibi. Yinede bu gece evdeyseniz derdik. Ecza depomuzdular, ya ilaçlarını paylaşırlardı, ya bir yara bandını.. Arkanızdan ağlayandı siz gittiğinizde. Onu kaybettiğinizde yas tutardınız ve radyoyu açmaya eliniz gitmezdi.

Bu kadar sıkı ilişkiler oluşturulan komşulukta komşuluk hakları yok muydu? Vardı elbette. İslami açıdan bakacak olursanız komşuyla güzel ilişkiler kurmak zorunluluktur. Sadece güzel ilişki kurmak yetmez. Beyhakî, Şuab, ve Kurtubî’nin açıklamalarından komşulukta şu hakların olduğunu öğreniyoruz:

* Yardım istendiğinde yardım etmek,
* Borç istendiğinde vermek,
* Muhtaç olduğunda ihtiyacını görmek,
* Hastalandığında ziyaret etmek,
* Bir hayra kavuştuğunda tebrik etmek,
* Musîbete uğradığında tâziyede bulunmak,
* Öldüğünde cenâzesine katılmak,
* İzni olmadıkça binayı onun binasından daha yüksek yaparak rüzgârına engel olmamak,
* Pişirilen bir yemekten az da olsa göndererek duyduğu yemek kokusuyla canının çekmesine önlemek.
* Bir meyve satın alındığı görülmüşse hediye etmek,
* Bir yiyecekle çocuğunu dışarı götürüp, komşu çocuğunu özendirmemek.

Türk medeni kanunda da komşuluk haklarına yer verilmiştir. Kentsel gelişmeye bağlı olarakta toplu yaşama kurallarıyla medeni kanunun ışığında düzenlemeler yapılmıştır.

Komşuluk hukuku, komşu taşınmaz ma­l sahiplerinin birbirine karşı hak ve yükümlü­lüklerini düzenleyen hukuk kuralları bütü­nüdür. Bu kuralların bir bölümü özel hukuk, bir bölümü de kamu hukukudur. Özel hukuk alanındaki komşuluk hukuku kuralları hemen bütünüyle Türk Medeni Kanunu’nun ayni haklar bölümünde yer alır. Bu kurallar üç türlü yükümlülüğü öngörmektedir:
1) Mülkiyet hakkından doğan bazı yetkile­ri kullanmama yükümlülüğü: Örneğin bir kimse kendi taşınmazında komşusuna zarar verecek yapıları yapamaz, bazı ağaç ve bitkileri dikemez, komşuları rahatsız ede­cek ölçüde koku, toz ve duman çıkaracak, sarsıntı ve gürültü yapacak etkinliklerde bulunamaz (m. 661, 662).
2) Katlanma yükümlülüğü: Örneğin su, gaz ve elektrik borularının başka yerden geçirilmesinin olanaksız olduğu ya da aşırı ölçüde harcamayı gerektirdiği durumlarda, yol üzerinde bulunan taşınmazın sahibi, uğrayacağı zararın tümünün önceden öden­mesi koşuluyla, söz konusu tesisatın mülkü­nün altından ya da üstünden geçirilmesine katlanmak ve izin vermek zorundadır (m. 668). Kamu yoluna çıkmak için yeterli yolu bulunmayan taşınmaz sahibine tam değeri­nin ödenmesi karşılığında gelip geçmek için uygun bir yer bırakılması da katlanma yükümlülüğünün bir gereğidir (geçit hakkı, m. 671).
3) Bazı durumlarda ortak hareket etme yükümlülüğü: Örneğin komşular bir sınır hendeğini ya da çitini yapmak ve korumak konusunda ortak hareket etmek zorundadır (m. 673).

Gördüğünüz gibi komşuluk öyle hafife alınacak şey değildir. Hem dinimiz açısından hem medeni kanunumuz gereği beraber yaşamak zorunda olduğumuz kişilere karşı yükümlülüklerimiz vardır. Yükümlülüklerden kaçmak gibi bir lüksümüz yoktur. Fakat günümüzde çoğu yerde sevgiden çok kanuni zorunluluk gereği komşuluk haklarına katlanılıyor.  Ne yazık ki Kentler yatay ve dikey olarak gelişince, yani çok katlı binalar çoğalıp insan sayısıda artınca kimse kimseyi tanıyamaz hale geldi. Dolayısıyla komşuluk ilişkileri büyük yaralar alırken kentleşmeyle birlikte bu kültürün giderek zayıfladığını görüyoruz. Ülkemizde henüz göç hareketleri devam ettiği için göçenlerin vasıtasıyla komşuluk ilişkileri Anadolu’dan büyük kentlere taşınmaktadır. Birkaç milyona ulaşan ve nüfusu aşırı şişen kentlerimizde komşulukların biteceğini söylemek kehanet olmasa gerek. Yakın geleceğin en büyük belası insanın yalnızlaşması olacaktır. Toplumsal varlık olan insan yalnızlaştıkça kendini daha çok güvenilmez ortamda bulacaktır. Sonuçta kişilik bunalımı yaşayanlarda artacaktır.



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 30.12.2015

KARDEŞTEN KARDEŞ, DOSTTAN DOST; KOMŞU 1



Biliyorsunuz “Hayat” üretmek, sorunları çözmek üzerine kurulur. Üretmekte yaşamak için insanın geleceğini kurgulamasıdır. Bu kurgulama sırasında birçok güçlük doğar. Hayatın şartlarını zorlaştıranda budur. Hayatın çözümlenmesini gereken zor şartları insanların bir arada yaşamasını zorunlu kılmıştır. İşte burada komşu ve komşuluk ilişkileri devreye girer. Gene biliyorsunuz “komşu”; ev, iş yeri, köy, kasaba, şehir ya da ülkelerin yer olarak birbirine yakın olmasına verilen bir isimdir. İnsanlara indirgendiğinde komşu; en küçük toplumsal yapı olan aileden sonraki ikinci toplumsal yapıyı oluşturur. Birbirine yakın evlerde oturan insanlar komşuluk ilişkisini kurmanın şartını yakalamış demektir. Adetler ve huylar örtüşürse fiziki yakınlık ruhsal yakınlığa dönüşür. Komşuluk ilişkileri böyle başlar. Yıllarca, hatta ömür boyu sürer. Eskiler “Ev Alma Komşu Al” boşuna dememişler. Anamızdan babamızdan, eşimizden dostumuzdan, bir süre sonra oğlumuzdan kızımızdan daha çok komşularımızla görüşürüz.
Düğünde cenazede, bayramda seyranda ilk aklımıza gelen akrabalarımızdan önce komşularımızdır. Bir arada yaşayan insanların dayanışma ve yardımlaşma içinde olması çok gereklidir. Komşuluk bu bakımdan hayatımızda büyük bir öneme sahiptir. Eksik gediğimizi tamamladığımız yer gene komşularımızdır. Evde ekmek bittiğinde, acil bir şeye ihtiyaç duyduğumuzda imdadımıza herkesten önce komşumuz yetişir. Sadece o kadar değil elbette. Eşyamızı, malımızı, yavrularımızı güvenerek emanet ettiğimiz yerdir komşularımız. Her açıdan komşuluk önemlidir. Deyimler ve atasözlerimizde de komşuluğun çok önemli olduğu vurgulanır. Az öncede değindiğim gibi “Ev Alma Komşu Al” yada “Komşu Komşunun Külüne Muhtaç” aklımıza ilk gelen sözlerdendir. Bu deyim ve atasözleri yabana atılır sözler değildir. Hepsi bir yaşanmışlık ve bir tecrübe eseridir. Mesela “Komşu Komşunun Külüne Muhtaç” deyimini ele alalım. Öyle bir an gelir ki olağan durumlarda önemsiz görünen bir şeyin yokluğu işlerin aksamasına yol açar. Bu söz çöp olup atılacak bir şeyi bile komşudan isteme şartlarının doğabileceğini belirtiyor. 

Komşuluk kültürü ülkemizde çok yaygındır. Oldukça samimi ilişkiler içindeki komşuluklarda bireyler aileden biri olarak kabul görürler. Onların sayesinde sevinçler artarken, acılar ve yaralar sarılıp sarmalandığı için hafifler. İyi komşulara sahip olmak bir şans olsada bu birazda bizim elimizde. Güler yüzlü, yardımsever, samimi olmakla komşuluk ilişkisinin kurulmasında ilk adım atılmış olur. Bundan sonrası gösterilecek çabaya bağlıdır.

İyi komşuluk ilişkileri olanlar kendilerini güvende, mutlu, huzurlu hissederler; çünkü yardım aradıklarında uzanacak bir el olduğunu bilirler. Komşu kapısını o zamanlarda çalmak yeter. Kötü komşuluk ilişkileri içinde olanlarsa evlerinin içinde bile tedirgin olabilir. Öyle mahalle değiştiren insanları çok gördüm. Bu nedenle komşuları iyi seçebilmek için, önce o civarda bir süre oturmak, sonrada oturulacak evi satın almak gerekir bana kalırsa. Böylelikle evden önce komşumuzu seçmiş oluruz. Ne yazık ki bunu yapabilmek için zamana ihtiyaç vardır. Ev satın almalarda böyle bir durumu oluşturma şansını yakalamak mümkün değildir. Oysa iyi bir komşu iyi bir ev seçmekten daha önemlidir.

İyi komşular yediklerini komşularınada yedirmeye bayılırlar. Mevsimin ilk sebzesi, ilk meyvesi yada pişirilen bir özel yemek komşuyla paylaşılır. Kimsesiz, yaşlı ve sakat kimseler özellikle komşular tarafından korunur, kollanır. Evde ne pişerse onlara da götürülür. Peygamberimizin “komşusu açken kendi tok yatan bizden değildir” sözünü aklından çıkarmamak iyi komşuluğun ilk şartıdır.  

Komşuluğun güçlü olduğu dönemlerde bir fincan kahveydi komşuluk. O kadarki hatırı kırk yılla da sınırlı değildi. O hatırı kırılamayanlar, gözetilenler sayesinde nereye gidilse her kapı açılırdı. İşte bunun için komşunun değerini biçmek çok zordu. Masaldaki prensesin babasına biçtiği değer gibi komşumuzun değeri tuzdan az değildi. Komşudan bir avuç tuz istemeye bunun için utanılmazdı. Rahatlıkla “bende kalmamış sende varsa” diyerek istenirdi her şey. Bilirdik çünkü komşumuz kardeşten kardeş, dosttan dosttur bize.


 
DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 28.12.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Bugün şiirlerine yer vereceğim ünlü şairimiz Abdürrahim Karakoç’u 7 haziran 2012’de yitirdik. Yazdığı ‘Mihriban’ adlı şiirle ve o şiirin, alevi türkücü ve ozan Musa Eroğlu’nun (bu olay bizim toplum olarak ebruli gibi kaynaşmamıza çok güzel bir örnektir) yaktığı türküye söz olmasıyla adı en çok bilinen sanatçılar arasına giren şairimizin şiirlerinden önce kendisini biraz tanıyalım. 

Kahramanmaraş’ın Ekinözü ilçesinde 1932 yılında dünyaya geldi. Onun şiir yazması kadar doğal bir şey olamazdı. Çünkü dedesi, babası ve kardeşleri de şair olduğu için daha çok küçükken şiirler yazdı. Biraz serpilip büyünce iki kitap basacak kadar çoğalan ilk yazdığı şiirlerini yayınlanacak olgunlukta bulmayıp yaktı. 1958 yılından başlayarak yazdığı şiirleri 1964’te ‘Hasan’a Mektuplar’ adıyla ve 10.000 baskıyla Fedai Yayınlarından yayınladı. Eser kısa zamanda tükendi. 10.000 baskı yaparak 2. baskıyla şiir severlere sunuldu.

Yaşadığı kasabanın, belediyesine sorumlu sayman olarak girerek 1958’de memur oldu. 1981 yılı Mart ayında memuriyetten emekli oldu.

Mücadeleci şiirleri yazması yaşadığı zorlu hayattan dolayıdır. 27 Mayıs Darbesi, zinde güçler, demokrasi maskaralığı ve haksızlıklar yergici şiirlerine yansıdı. Aleyhinde yaklaşık 30 dava açılmıştır. Bu davaların hepsinden aklanırken bir avukata ihtiyaç duymadı, kendini savunmayı başardı. İktidarlarla hiçbir zaman barışık olmadı.

Şiirleri insan merkezlidir. Serdengeçti, Töre-Devlet, Ocak, Yeni Düşünce, Yenisey, Alperen yayınları olarak şimdiye kadar 12 şiir kitabının yanı sıra makalelerinden derlen bir kitabı çıktı. 1985 yılından beri gazetecilik yapan şairimiz, politikaya girdi ve ayrıldı. Neden girip, neden ayrıldığını bir röportajda şöyle cevaplandırdı: ‘Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım’.

...

AÇIK DİLEKÇE

Görmediğim bir bambaşka durum var
Sizin şehrin kızlarında savcı bey
Yaklaşanı ta yürekten vururlar
Kan kokuyor gözlerinde savcı bey

Gayeleri gönül kırmak dal gibi
Bakışları çifte favül bal gibi
Ülkeler fethetmiş bir kral gibi
Gurur dolu pozlarında savcı bey

Kaş yaparken, göz çıkarır elleri;
Çok silahtan tesirlidir dilleri
Hayret ettim, bir tuhaf ki halleri
Poyraz eser yüzlerinde savcı bey

Derviş olup çıktım tığsız, tebersiz
İlk görüşte avladılar habersiz
Pişirdiler beni tuzsuz, bibersiz
Kebap oldum közlerinde savcı bey

Bölüştüler gönlüm ile aklımı
Davacıyım, ara benim hakkımı...
Bir yol göster, haklı mıyım, haksız mı?
Yorulmayım izlerinde savcı bey.

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

ALIŞKANLIK

Bu kirli düzenin düzenbazları
Azrail'e rüşvet vermeyi dener
Ölünce dünyanın en kurnazları
Torpille cennete girmeyi dener

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

ANADOLU GEZİSİ

-1-

Ter kokuyordu Çukurova tarlaları
Irgat Türküleri duyuluyordu uzaktan
Ekin biçiyordu yalınayak köy kızları
Elleri kabarıyordu oraktan.

Gökbelen dağlarına yağmur yağıyordu;
Yetimler mahallesinde bir çocuk ağlıyordu

-2-

Kan kokuyordu doğunun çimenli yaylaları;
Silah sesleri geliyordu Şırnak'tan.
Oğulsuz koymuşlardı ak saçlı anaları;
Tütünler tedirgin olmuştu ocaktan.

Cilo dağlarında kamalaklar üşüyordu;
Garipler köyünde bir gelin düşünüyordu

-3-

Yosun kokuyordu Karadeniz'in mavnaları;
Yırtık havalar döküyordu parmaktan.
Bıçak gibi bir soğuk biçiyordu baharı;
Dal boylu gençler gidiyordu bıçaktan.

Ilgaz dağlarında kurtlar uluyordu.
Bekârlar kahvesinde bir adam uyuyordu.
***

-4-

Şehvet kokuyordu Ege'nin bereketli ovaları;
Taze bedenler soyuluyordu ahlâktan.
Tedirgin etmişlerdi bizim havaları;
Yadırgı seleri geliyor plâktan.

Çatalkaya dağında kartallar dönüyordu;
Bir nesil yaşıyor, bir tarih ölüyordu.

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

ANADOLU SEVGİSİ

Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,
Hele boz dumanlar çekilsin de gör.
Her haftası bayram, her günü düğün,
Hele yaylalara çıkılsın da gör.

Bilmezsin ovalar nasıldır bizde;
Kağnılar yollarda, yoncalar dizde...
Saydıklarım damla değil denizde,
Hele bir ekinler ekilsin de gör.

Görmedin sen bizim mavi suları,
Karlar eriyince kırar yuları...
Köpük olur beyaz, sel olur sarı;
Hele taştan taşa dökülsün de gör.

Sen bizim köyleri görmedin ki hiç,
Yolları toz, çamur, evleri kerpiç.
O kirli kabukta, o en temiz iç;
Hele bir yakından bakılsın da gör.

Anlamaz, bilmezsin sen bizim halkı,
Sevgiyi bulasın, yakına gel ki...
Kalıplar gerçeği göstermez belki
Gönül perdeleri sökülsün de gör.

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

AŞK HİKÂYESİ

Başımdan bir kova sevda döküldü
Islanmadım, üşümedim, yandım oy!
İplik iplik damarlarım söküldü
Kurşun yemiş güvercine döndüm oy!

Yağmur yorgan oldu, döşek kar bana
Anladım ki kendi gönlüm dar bana
Alev dolu bardakları yâr bana
Sunuverdi içtim içtim kandım oy!

Sevgi ektim, naz biçmeye çalıştım
Ne zamana, ne kendime alıştım
Kırk senede yedi hasret bölüştüm
Yedi dünya bana düştü sandım oy!

Gönül şahinimi yordum gerçeğe
Sonsuzda yüzümü sürdüm gerçeğe
Teselliden kanat kırdım gerçeğe
Tecellinin sinesine kondum oy!

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

AYRILIK HAVASI

Ben nefret eyledim sizin gerçekten
Yalanı severim, yalanı gayrı
Tiksindim bülbülden, gülden çiçekten
Yılanı severim, yılanı gayrı

Yıllarca boş yere canımı sıktım
Nihayet yol buldum çığırdan çıktım
Beyden efendiden sayından bıktım
Ulanı severim ulanı gayrı

Sapıtmış bu diye beni yeriniz
Hakkımda bin türlü hüküm veriniz
Omuzumda yüktür dirileriniz
Öleni severim öleni gayrı

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

BALABANIM

Geldi gönderdiğin şiirden mektup
Arada bir böyle yaz Balaban'ım
Zaman siciminin ucundan tutup
Bazen bağla, bazen çöz Balaban'ım

Fikir gölü derinleşir girdikçe
Dostluk gülü gümrah açar derdikçe
Sıhhat, zaman, mekan, imkân verdikçe
Cevapsız bırakmam, söz Balaban'ım

Ahval-i aleme kafayı takma
Allah Kerim, sabrı elden bırakma
İlmi düstur eyle, imanı sakla
Gayrisi savrulan toz Balaban'ım

Huzur içte gerek, kabukta değil
Vuslat acelede, çabukta değil
Akıl da baştadır, topukta değil
Çile yemekteki tuz Balaban'ım

Ahlâkı, töreyi kenara atan
Dine 'Afyon' diyen, vatanı satan
Müslüman olamaz, Türk değil zaten
Dayanmaz görmeye göz Balaban'ım

Demişler ya 'Kuvvet birlikten doğar'
Kar, yağmur zamanı gelince yağar
Nasihatım o ki dinlersen eğer
İşaret 'ben' değil 'Biz' Balaban'ım

Çevremizi saran türlü ihanet
Gün geçtikçe görünüyor daha net
Başlangıçta bilmek değil kehanet
Bağrımıza girmiş köz Balaban'ım

Zaman geldi esir olduk maddeye
Zaman geldi hasır olduk caddeye
Zaman geldi küsur olduk şetteye
Daha bunlar bize az Balaban'ım

Dört yanımı gurbet yazmış kaderim
Dosttan mektup gelir, biter kederim
Gözlerinden öper, selam ederim
Aydınlık günlerde gez Balaban'ım

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

MİHRİBAN

Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban.
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban.

'Yâr' deyince, kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
Lâmbamda titreyen alev üşüyor
Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban.

Önce naz, sonra söz ve sonra hile...
Sevilen, seveni düşürür dile
Seneler, asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban.

Tabiplerde ilâç yoktur yarama
Aşk deyince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.

Boşa bağlanmamış bülbül, gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne...
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.

Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı...
Çözemedim... Çözülmüyor Mihriban. 

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

Bu haftada bana ayrılan yerin sonuna geldik. Hepinize iyi pazarlar sevgili okurlar.



Yayın Tarihi: 27.12.2015

KÜRESELLEŞME AVM VE ALIŞ VERİŞ ÇILGINLIĞI 4



Fukiyama Nietzsche’nin “nihilistik” yani inkârın inkârıyla yaşamı gereksiz bulucu anarşist “son adam”ına gönderme yaparak, bir AVM’den çıkıp diğerine girmekten başka arzusu olmayan narsist yani özsever, kendine tapan (eskiden böylelerine kendinden başkasını sevmeyen derdik) tüketicilerden oluşacağını varsaymıştı. Friedman’da her şeyin parayla karşılığını bulması gerektiğini belirtiyordu. Bunun için devlet her alandan çekilmeden paracı ekonomi kurulamıyordu (rahmetli Özal onun para politikalarını uygulayarak ilk özelleştirme hareketiyle devleti küçültmeyi hedeflemişti). Ülkeler böylelikle düzenlendikten sonra onları yönetmek kolaydı. Samuel Huntington’un1980’lerde 1990 sonrasının dünyasını anlatırken komünizm’in yerini İslamiyet’in alacağını belirttiği “Medeniyetler Çatışması”nın üstüne AVM ve alışveriş çılgınlığını koyunca dinsel sloganları söyleyenle karşı çıkanlar farkında olmadan aynı yerde oluyorlar. Çünkü istedikleri bu! Alış veriş çılgınlığıyla gelinen noktada ne GDO’lu besin düşünülür, ne ülkenin değişen, gerilen yapısı... üstelik eski gelirlere sahip olunamadan.

Bunu bana bir hanım doktorla yapılan söyleşi hatırlattı. Deniz Aytekin’in Selma Hekimle yaptığı söyleşiye devam ediyoruz.

D.A.: Bir yıl öncesine kadar düzenli olarak satın alıp kullandığınız fakat aslında alınmasına hiç gerek olmayan, hiçbir işe yaramayan üç şey sayabilir misiniz? 
S.H.: Nasıl bir tüketim alışkanlığınız olduğuna bağlı, kullanan için her renge göre deterjan, her uzva göre krem var. Ben zaten çok fazla kozmetik ürün kullanan biri değildim arada bir heveslenip alırdım, biraz kullanıp kenara koyardım. Tamamen bıraktığım ürünler yumuşatıcı, deodorant ve saç kremi. Özellikle yumuşatıcı dünyanın en saçma ürünüymüş, onu yerine elma sirkesi kullanıyorum. Bir de genel olarak her şeyin fazlası gereksiz tabii ki.
*
Gene araya giriyorum. Bir boykot çağrısı gelince hemen Cocacola gelir akla. İster espri olsun ister gerçek, araştırma sonucu yüzde yüz yerli olan bir bulgurumuz olduğu söyleniyor, birde ayran... bilgisayardan internete, gıdadan temizliğe, sağlık gereçlerinden ilaca ne varsa boykota gidilmesi gerek oysa. Anadan-Babadan kalma usüller halâ hafızalarımızda. Onlarla hayatımızı sürdüremez miyiz, ne dersiniz?
*
D.A.: Satın almama deneyimi mutlaka yaşam alışkanlıklarınızı da etkilemiştir. Bu deneyimi yaşarken daha az çöp üretmeye çalışan bir insana da dönüştüğünüzü görüyoruz. Başka ne gibi konularda gözünüz açıldı ve alışkanlıklarınız değişti bu süreçte?
S.H.: Evet atıklara dikkat ediyorum. Bu iki uçlu bir şey hem doğadan alıyorsunuz hem de ona atığınızı bırakıyorsunuz. Artık ikinci el almaya yerel, ekolojik ya da doğal ürünler kullanmaya çalışacağım. Şimdiki hedefim ise az eşyayla sade yaşamak.
*
Son kez araya gireyim izninizle. Doğu toplumlarının genel ahlâk anlayışı en az üzerine kuruludur. Bunun için bedenlerini çok sıkı denetleyen öğretileri, dinleri vardır. Kendilerini bir tabuta koyup kış boyunca uyuyabilirler. Çinlilerin Taocu yaşam felsefesi çok seyrek nefes alıp uzun sürede vermekle başlar. Hayvanların kış uykusundan tutunda cinsel uyarılmaya kadar her şeyi denetlemeye dayanan doğu felsefesinin amacı insanın doğa varlığı olmaktan çıkmasını önlemektir. Doğayla uyumlu bir yaşam en iyi yaşam biçimidir onlara göre. İhtiyaçtan fazlasını tüketmek diğer canlıları yok etmektir.

Batı felsefesi doğaya uyum yerine doğaya hükmetmeye dayalıdır. Doğaya hükmetme amacı yaşamın içine konforu sokmuştur. Konfor için gerekli olan alet ve gereçleri üretirler durmadan. Bunun içinde tüketmek esastır. İnsan aslına yabancılaşır ama ne gam.. batının üstünlüğü doğu dünyasını da değiştirmiştir. Vietnam savaşını Amerika kaybetmiştir ama Amerikan tarzı yaşayış dünyayı sarmıştır. Bugün Rusya’da da  aynı tüketim modellerine rastlarız, Arap ülkelerinde de, Çin’de de, Japonya’da da.. ülkemizde bu modelin içindedir ve 2000’li yıllarla birlikte bu çılgınlık derecesinde artmıştır. 

Daha az eşyayla daha sade yaşamak kaç kişinin aklında vardır, kaç kişinin hedefi olabilir? Daha büyük ev, daha lüks araba, son teknoloji telefon istemeyen, gelire bağlı olarak “enler ve dahalar”a daha büyük yat yada gemi, daha büyük otellere şirketlere, jiplere sahip olmak gibi düşkün olmayan yok gibidir. Bu bizim sonumuzu getirecek, kaçış yok!

Bakın doktor hanım daha neler demiş?
*
D.A.: Bir yılı başarıyla geride bıraktınız. Bu yıl satın alma konusundaki planlarınız nasıl? Bir yıllık deneyimin ardından bu serüvene nasıl devam etmeyi düşünüyorsunuz? Bu hayat boyu sürecek bir deneyime evrilecek mi? Evrilecekse nasıl olacak? 
S.H.: Geçtiğimiz bir yıl içinde ihtiyaçlarımı dahi satın almamıştım, bundan sonra daha öncesine dönüp eskisi gibi alışveriş yapmam imkânsız. Belki sadece ihtiyacım olan şeyleri alabilirim ama hep bir farkındalığı korumak gerekiyor, yoksa ihtiyaç denen göreceli bir şey. Bir de sadece alışveriş konusuna takılıp kalmamak lazım; doğayla, bütün türlerle ve diğer insanlarla ilişkilerde eşitliliğe dayanan daha bütünsel bir bakış açısı geliştirmeli.
D.A.: Ürün satın almama kararınız beslenme alışkanlıklarınızı nasıl etkiledi? Paketli gıdadan uzak durmayı başarabiliyor musunuz? Gıda alışverişlerinizde nelere dikkat ediyorsunuz? Kazandığınız yeni alışkanlıklar var mı?
S.H.: Et yemeyi bıraktım. Bisküvi cips, hazır çorba, pastörize süt ve yoğurt, margarin, hazır sos vs gibi işlenmiş gıdaları tüketmiyorum. Evde daha çok yemek yapıyorum.

D.A.: Ütopik de olsa hayalinizdeki ideal yaşamı iki cümleyle anlatabilir misiniz?
S.H.: Sadece tüketim alışkanlıklarıyla böyle bir yaşam kurgulamak biraz eksik kalabilir zira kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada iki cümleyle anlatılmayacak kadar karışık dinamikler var. Kendi küçük yaşamım için daha sade, doğal ve samimi bir yaşam diyebilirim.


SON



Yayın Tarihi: 25.12.2015

KÜRESELLEŞME AVM VE ALIŞ VERİŞ ÇILGINLIĞI 3

Fukiyama Nietzsche’nin “nihilistik” yani inkârın inkârıyla yaşamı gereksiz bulucu anarşist “son adam”ına gönderme yaparak, bir AVM’den çıkıp diğerine girmekten başka arzusu olmayan narsist yani özsever, kendine tapan (eskiden böylelerine kendinden başkasını sevmeyen derdik) tüketicilerden oluşacağını varsaymıştı. Friedman’da her şeyin parayla karşılığını bulması gerektiğini belirtiyordu. Bunun için devlet her alandan çekilmeden paracı ekonomi kurulamıyordu (rahmetli Özal onun para politikalarını uygulayarak ilk özelleştirme hareketiyle devleti küçültmeyi hedeflemişti). Ülkeler böylelikle düzenlendikten sonra onları yönetmek kolaydı.Samuel Huntington’un1980’lerde 1990 sonrasının dünyasını anlattığı komünizm’in yerini İslamiyet’in alacağını belirttiği “Medeniyetler Çatışması”nın üstüne AVM ve alışveriş çılgınlığını koyunca dinsel sloganları söyleyenle karşı çıkanlar farkında olmadan aynı yerde oluyorlar. Çünkü istedikleri bu! Alış veriş çılgınlığıyla gelinen noktada ne GDO’lu besin düşünülür, ne ülkenin değişen, gerilen yapısı... üstelik eski gelirlere sahip olunamadan.


Bunu bana bir hanım doktorla yapılan söyleşi hatırlattı. Deniz Aytekin’in Selma Hekimle yaptığı söyleşiye devam ediyoruz.

D.A.: Avrupa ve Amerika'da satın almama, çöp çıkarmadan yaşama, atıklardan beslenme gibi yöntemler uygulayan bireyleri duyuyoruz ama Türkiye'de bu örnekler pek karşımıza çıkmıyor. İstanbul'da bir şey satın almadan yaşarken spesifik olarak yaşadığınız zorluklar var mı? Türkiye'nin Avrupa ve Amerika'ya göre yeşil ve ekolojik yaşam biçimine kapalı olması sizin önünüze de engeller çıkardı mı?

S.H.: Hayır hiçbir zorluk yaşamadım, samimi olarak bu işe kalkışan kimse de sorun yaşamaz. Evet burada ekolojik bilinç daha az ama bizim de geleneksel bazı alışkanlıklarımız var. Her mahallede ayakkabı tamircisi, terzi var, hâlâ sütçüler var.

*
Gene izninizle araya gireyim. Kentimizin en büyük alış veriş merkezi uzun çarşıydı. Orda AVM’lerde bulunmayacak şeyler bulmak mümkün. AVM ve REZİDANCE’lerle hem tüketim alışkanlıklarımız değişiyor, hem milli şehir anlayışımız. Ayakkabıcı, terzi ve sütçülerimiz nerdeyse kalmadı. Artık yazları kapımızın önünden dondurmacı geçmiyor. Onların hakiki sütten el emeği süt kokulu dondurmaları olurdu. Şimdi öyle kaymaklı dondurmalar yok. Pakete giren fabrika ürünü her gıda maddesi gibi dondurmalarda birçok katkı maddesine sahip ve üstelik kokusuzlar. Ekolojik bilinç derseniz piknik yerine, duraklara gittiğinizde anlarsınız. Dünyayı kirletmeme fikri çok az kişide var.

Devam edelim...

*

S.H.: Paketli ürün istemiyorsak ekolojik pazarlar, aktarlar var; süpermarkete bağlı değiliz. Ayrıca paylaşmayı seven bir topluluğuz. Paylaşım ekonomisi (...) yaygınlaştı, her yerde takaslar düzenleniyor, kimse düzenlemese de on-on beş kişi bir araya gelip düzenlenebilir, biz yaptık arkadaşlarla. Bizim aslında daha büyük avantajlarımız var ama bunun değerini bilen insan az. Daha çok eşyaya sahip olmak, işlenmiş gıda tüketmek, hazır olanı, plastik olanı almak, hijyen manyağı olmak yeni neslin kendini daha üst sınıf görmesine neden oluyor herhalde.

*

Araya girmemek olur mu? Olmaz tabii. Hatırlarsanız 2008 yılındaki dünya finans krizi sırasında gelişmiş ülkeler derinden etkilenirken biz o kadar etkilenmemiştik, neden? Birçok nedeni var elbette. Bir nedeni de bireysel küçük işlerin finans dünyasının ayarlarıyla düzenlenememesindir. Gelişmiş ülkelerde belki çok küçük şehirlerinde olabilecek ehliyetsiz işler bizde yaygın olduğu için, birde hangi meslekte olursa olsun mesleğini terk edip başka mesleğe geçme kolaylığı bu krizi derinden derine yaşamamızı önlemişti. Yaşlı kuşak ve orta yaş kuşağı bu özelliklerin içinde yetiştiği için çok zorlanmadı. Genç kuşaksa hızlı tüketmeye, daha çok eşyaya sahip olmaya, işlenmiş gıda tüketmeye, hazır olanı, plastik olanı almaya hijyen dedikleri şu bildiğimiz sağlıklı temizlik kuralını saplantı haline getirmeleri gelecekte onları çok derinden yaralayacak bana kalırsa. Bu davranışlarıyla yapay dünyanın parçası oluyorlar farkında değiller. Onlara sorarsanız bir üst sınıf üyesidir hepsi. Oysa organik yapıdan uzak, başka bir cisim insanlarıdırlar. Elbette bundan dolayı anne babalar olarak darağacında asılacak kadar suçluyuz.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 23.12.2015

KÜRESELLEŞME AVM VE ALIŞ VERİŞ ÇILGINLIĞI 2



Fukiyama Nietzsche’nin “nihilistik” yani inkârın inkârıyla yaşamı gereksiz bulucu anarşist “son adam”ına gönderme yaparak, bir AVM’den çıkıp diğerine girmekten başka arzusu olmayan narsist yani özsever, kendine tapan (eskiden böylelerine kendinden başkasını sevmeyen derdik) tüketicilerden oluşacağını varsaymıştı. Friedman’da her şeyin parayla karşılığını bulması gerektiğini belirtiyordu. Bunun için devlet her alandan çekilmeden paracı ekonomi kurulamıyordu (rahmetli Özal onun para politikalarını uygulayarak ilk özelleştirme hareketiyle devleti küçültmeyi hedeflemişti). Ülkeler böylelikle düzenlendikten sonra onları yönetmek kolaydı. Samuel Huntington’un1980’lerde 1990 sonrasının dünyasını anlattığı komünizm’in yerini İslamiyet’in alacağını belirttiği “Medeniyetler Çatışması”nın üstüne AVM ve alışveriş çılgınlığını koyunca dinsel sloganları söyleyenle karşı çıkanlar farkında olmadan aynı yerde oluyorlar. Çünkü istedikleri bu! Alış veriş çılgınlığıyla gelinen noktada ne GDO’lu besin düşünülür, ne ülkenin değişen, gerilen yapısı... üstelik eski gelirlere sahip olunamadan.

Bunu bana bir hanım doktorla yapılan söyleşi hatırlattı. Deniz Aytekin’in Selma Hekimle yaptığı söyleşiye devam ediyoruz.

*

D.A.: Tüketim odaklı yaşayan ve yaşlanan günümüz toplumunda böyle bir girişimde bulunmak hem bireysel olarak cesaret istiyor hem de çevreden ilginç tepkiler almaya oldukça müsait. Arkadaşlarınız ve ailenizden ne gibi tepkiler alıyorsunuz?
S.H.: Sanırım herkes az çok bu alışveriş çılgınlığının farkında ve kendilerini de bunun bir parçası olarak görüyorlar ki ilk başlarda kararımı paylaştığım herkes çok olumlu tepkiler verip ‘keşke ben de yapabilsem’ dedi. Bunu diyen insanlar bizim jenerasyon ve daha genç kuşaklar, bir üst jenerasyon içinse alışveriş yapmamak o kadar şaşılası bir şey değil çünkü zaten bizim tüketim alışkanlıklarımıza sahip değiller. Eskiden çok az eşya varmış ve her biri çok değerliymiş o nedenle zaten onların kullanıp atıp yenisini alma alışkanlıkları yok. Ailemden en büyük kınamayı kardeşimin düğünü için yeni kıyafetler almadığımda yaşayacağımı sanıyordum ama tam tersi beni çok desteklediler. Blog’umu takip eden hiç tanımadığım insanlardan da bu deneyimden etkilendiklerine ve kendilerinin de artık daha az alışveriş yapacaklarına dair çok güzel yorumlar aldım.
D.A.: Satın almadıkça satın alma isteğinizin de azaldığını söylüyorsunuz. Billboard'lardaki, sokaklardaki ve online/offline medyada yer alan reklam ve tüketim bombardımanı hiçbir şey satın almadan geçirdiğiniz bir yılın ardından size ne ifade ediyor?
S.H.: Benim almama kararımı tetikleyen zaten biraz da bu reklamlar, bir şeyi ihtiyaç gibi gösteren, onu alırsanız daha güzel ya da daha mutlu olacağınızı vadeden yalanlarla dolu görsel kirlilik. Bunlar bana ne kadar yapay bir hayatın içinde olduğumuzu gösteriyor sadece.
D.A.: Günlük hayat koşuşturmacasında sürekli bir şeyler satın alarak var olan kentli bireylerin gözden kaçırdıkları en temel şey sizce ne?
S.H.: Alınan hiçbir şeyin içinizdeki boşluğu doldurmayacağı. O boşluk ne kadar büyükse o kadar çok almak istiyorsunuz ama satın aldığınızda o sizi sadece birkaç saat mutlu ediyor tekrar boşlukla başbaşa kalıyorsunuz. İnsanı mutlu eden şey mal değil, deneyim biriktirmek; iç huzuruyla yaşamın tadına vararak yaşamak. Ayrıca şunu da gözlerinden kaçırıyorlar, bu dünyanın kaynakları sonsuz değil ve bizim tüketimimizin bedelini gelecek nesiller ödeyecek.
*

Burada araya girme ihtiyacı duyuyorum. Bizim tüketimimizin bedelini gelecek nesiller nasıl ödeyecek? Krediler içerde üretilmiş değerlerin ve gelirin yetmezliği nedeniyle dışarıdan beslenen kredi verenlere, yani bankalara muhtaçtır. Bu yüzden en ulusal kimlikli bankalar bile uluslarası sisteme dahildir. Kredi kartları bunun için küresel kartlardır. Kişisel borçlanmalar ödenemediği zaman alacaklılar tahsilatı kişinin vatandaşı olduğu ülkenin devletinden yaparlar. İMF devletleri borçlandırırken kişileri borçlandıran sistemde doğrudan belli merkeze bağlıdır. O merkezin bütün bankalardan gelen gelirlerin biriktiği bir havuz vardır. İşte o havuzun sahipleri, uluslarası sistemin ağababaları ile İMF, DÜNYA BANKASI vb. aynı kişilerden oluşur. 


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 21.12.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Merhaba sevgili okurlarım. Ahmet Oktay şiirlerine ayırdığım 4. ve son bölüme geldik. Bu bölümde söze daha az, şiire daha çok yer vereceğim. Daha önceki bölümlerde şairimizi tanıtmıştım fakat bu köşeyi ilk okuyacak kişileri de düşünerek kısaca tanıtmakla işe başlayalım.

Şairimiz 1933 Ankara’da doğumlu. Şiir yazmaya ortaokul sıralarında başladı. 1949-1950 yıllarında Gerçek dergisinde ilk şiirleri yayımlandı. Öğrenimini liseyi bitirmeden çalışma hayatına atıldı.
1950’lerde ortaya çıkan Mavi Hareketi içinde yer aldı. Yazı ve şiirleriyle aynı adlı derginin önemli bir şair ve yazarı oldu. Yeni İstanbul gazetesi Ankara bürosunda 1961 yılında ‘parlamento muhabir’liği yaptı. Böylece profesyonel gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde ve TRT Haber Merkezi’nde muhabirlik, haber müdürlüğü yaptıktan sonra 1982’de TRT’den emekli oldu. Emekliliğinden sonra Milliyet gazetesi’nde çalışan Ahmet Oktay buradanda ayrılarak 1993 yılından itibaren tüm zamanlarını sadece yazarlığa ayırdı.   

Sıra geldi şiirlere. Buyurun.

...


KUŞ MİTİNGİ

Sonbahardan sonra ağaçlar
Hep duman açar Ankara’da
Saksılarda yeşil bir yalnızlık
Uzayıp gider ev tutsaklığında
Kış boyu rüzgârsız ve çiçeksiz
Ne gün kalır güneşin yüreğinde
Ne şafak ne sabah
Kar altında dilsiz ve sessiz
Bir tohum gibi bekler baharı
Taş üstünde topraksız çaresiz

Sonbahardan sonra Ankara’ya dair
Hep aynı sözler söylenir
Ama yağmur
Yine utanır yağarken
Kar yine yağmadan kirlenir

Sonbaharda sonra Ankara’da
Yalnızca kuşların isyanı vardır
Bakarsınız bir akşamüstü
Bütün ağaçlar kuş açmıştır
Ve gökyüzü meydanında
Kuş dilinde bir miting başlamıştır


Bir çığlıktır artık yaşanan
Sözcükler yetmez anlatmaya
Notalar fırçalar susar
Çünkü mitingden sonra kuşlar
Kırıp kanatlarını
Ankara’ya ölüm bırakırlar

AHMET OKTAY

***


ÖĞRENİM

Hocan Bedri Rahmi
-renkli güneşler
bir iki kalın sözlük
nakışlı veremler
ve doğurgan aşklar yerdi bir oturuşta-
çok kalabalık bir halk yüzüyle öldü;
haftada üç gün
gezdirirdi sizleri Tophane'de.
Kazıbilim’de çanak-çömlek değil
bayat ekmek ve zeytin
yamalı bir gençlik
sahtiyan bir yalnızlık
bulun diye.
Ne yazık, esrarı
ve trahomlu bir gözün
düşman bakışını ilk tanıdığın yer
Karabaş’ın mahallesinden
tek desen yok defterinde.

AHMET OKTAY

***

SIRADA

Uzat saçlarını gecenin balkonundan
isteğimin çok tüylü suyuna.
Bir orman gecesinde
bir kar gündüzünde,
gördüm nasıl süzüldüğünü
yırtıcı ölüm kuşlarının.
Hadi uçsun memelerindeki güvercinler
hadi cennet ülkeni sun.
Kardeşliğin şarabını istemiyorlar
söyle kaç sofra kaldı kurulu?

Baktıkça içleniyorum fotoğraflarına
yüzlerini öpmüş anneleri ayrılığa benzer
çilekeş kadınlar rüzgârlarına vurgun,
onlar silâhları ve şarkılarıyla
hani şuracığından geçerlerdi
korkularınla kaldığın zaman.

Ölümü en güzel kullandı onlar
bir karanfil dişleri arasından
aşk içinde ulaştırdıkları sana,
cepheden, sürgünden, mapustan.

Sıra bizim, hadi günler bitiyor.
hadi uzat mavi saçlarını
yenik gövdemin üstünden.

AHMET OKTAY

***

SÖZÜN YURTLUĞU

“Ne yazıyorsun?” diye soruyor
geçen günkü çocuk: usulca
açmış bir haşhaş çiçeği
çitin yanında. Öğle sonunun
dinginliğinde yankılanıyor
soru. Yaşam böyle apansız
kuşatıyor Sözü: daha yolunu
sorarken yele, kerteriz ararken
geri dönmek için. Çünkü bir yurt
gereksinir söz de: unutulmak
ve yeniden bulunmak üzre. Yazgı bu!
Kovulmuş ve yargılanmış adına
konuşana ne mutlu. Dönecek olan
odur çiçekler içinde; tutuşmuş
ardında yabanıl gece.
Ey kokuya işleyen yazı! Gölgeye
açtığın remilde görünce kendi
suretini, vaktindir bil:
konuşulacaktır zamana karşı.
Sevgili çocuk! Gün
geldiyse şükürler olsun; kaç
ton kalay eritildi; göğsünden
bir düğme açtırmak için
kilitler ermişinin. Bir kitap
bu: belki de senin yazacağın: içinde
titreyip dururken binlerce kandil.
Ey kokuya işleyen yazı! Gölgeye
işleyen yazı! Reddedildin
ve kabul edildin: Korktu Davud Tai
gecenin açıkladığından ve günün
sakladığından; el yazmalarını
suya attı. Su soldu
ve kum çatladı. Ama Gazalî ey çocuk
öldü çölü soluyarak ve göğsünde
Buharî’nin kor kesilmiş kitabı.

AHMET OKTAY

***

TUHAF DUYGU

Dolaşıyorum ne zamandır
kalbimde bir gül kesiği;

ıslak bir tülbent koy göğsüme
emsin büyüyen o siyah lekeyi;

çoktan döndüm gittiğim gurbetlerden
yine de
içimde kanayan bir sılanın sesi.

AHMET OKTAY

***

ULUKIŞLA’DA SAAT BEŞ

Saat beş. Yoğurt vuruyor analar,
akşam
kaçak tütün gibi koyu, yumuşak,
alev almış göçebe bir kurt sesi
kalaysız bakraca, buzlayan ovaya yansıyan,
yok tipiye gem vuran
ve narayı hançer gibi kullanan atlılar,
toprak suskun
anaların güz bahçesi kesilmiş gözleri
zehrini içine akıtıyor çıkrıklar.

Saat beş. Zonkluyor belleğimde
Aksaray yolunda gördüğüm
gülgillerden bir bitki
Şemdinli'de ırmak gibi akıp geçen
yemyeşil sıbyan ölümleri,
alınları dövmeli kadınların
uçurumlardan daha yabanıl
söylediği ağıt mıydı, ninni mi?

Bir pişmanlık mıdır yaşananlar?
Elini bir an suda unutup gitmesi,
bakarken ardından ağbani hırkaların.
İnsanınkine benzer kederi
yalnız kalan tahta köprülerin.
Gün kaydını düşer çıplak çocuklarla
bellek körelir düşürülmüş bir elmas gibi
kurumuş bir dere yatağında.
Yaralı tavşan ne bırakır ki
ardında kan izinden başka?
Isparta’da koku yapılır gülden
Aksaray’da bıçak gibi yalnızlık
Hakkari’de efsane.
Balkıyan bulutu görür başak
mavilik gülümseyiş gibi titrediğinde,
ben erken ölümü gördüm
Ulukışla’da saat beşte
Yalınayak suya basıyordu bir çocuk.

AHMET OKTAY

***

YAPI..

Beş metre ötemdeki yapıya bakıyorum;
Kaç TNT’lik imgelemi vardı acaba
şirket mimarlarının, Berhava edildi
kokular, renkler. Koruluğun
kaçışan hayalleri. Yüzlerce fısıltı:
yani sır veriş ve yalvarış
gülümseyiş ve öpüş. Öfkeler de
vardı elbet. Aldatıldık, terk edildik
unutulduk da şöyle ya da böyle.
Anımsandık ve kutsandık

Yıllar önceydi. Denize inerken
çamların ve çınarların sesini
dinleye dinleye. Duvarın dibinden
fısıldadı berduşun biri
elinde bir şişe kırmızı Marmara:
“Kuşlar kalmayacak ve tanklar geçecek
ben öleceğim üç bahara kalmadan
bu ağaçların kökünde ve kurtulacağım
selam durmaktan.”

AHMET OKTAY

***

Her hafta olduğu gibi bu haftada sizlerden ayrılma vakti geldi. Umarım Ahmet Oktay şiirleri beğeninize uygundur. Havalar artık serin değil iyiden iyiye soğuk, nede olsa girmeye çalıştığımız kış mevsimidir. Bu kış aylarının başlangıcında gönlümüzü aydınlatan güneşli bir gün içimizi ısıtmaya yetmiyor. Çünkü dünya kumsalda dönerek güneşlenen insanlar gibi öbür yanını güneşe döndü. Şimdi o yan yaz mevsiminde. Aylardan aralık olsa bile. Bize göre aralık kış ayıdır, onlara göre yaz! İşte öbür yanın sıcağı şiirlerde var. Yüreklerinize o sıcağı getirdiysem ne mutlu bana.

Buluşuncaya dek hoşça kalın!


Yayın Tarihi: 20.12.2015

KÜRESELLEŞME AVM VE ALIŞ VERİŞ ÇILGINLIĞI 1



Samuel Huntington’un 1980’lerde 1990 sonrasının dünyasını anlattığı (bu gün o devirdeyiz) komünizm’in yerini İslamiyet’in alacağını belirttiği “Medeniyetler Çatışması” kitabından varacağımız yeri görüyoruz. Huntington ve Fukiyama 1980’lerde bugünün kuramını kurmuş, Milton Friedman’da ekonomik yapısını oluşturmuştur. Fukiyama Nietzsche’nin “nihilistik” yani inkârın inkârıyla yaşamı gereksiz bulucu anarşist “son adam”ına gönderme yaparak, bir AVM’den çıkıp diğerine girmekten başka arzusu olmayan narsist yani özsever, kendine tapan (eskiden böylelerine kendinden başkasını sevmeyen derdik) tüketicilerden oluşacağını varsaymıştı. Friedman’da her şeyin parayla karşılığını bulması gerektiğini belirtiyordu. Bunun için devlet her alandan çekilmeden paracı ekonomi kurulamıyordu (rahmetli Özal onun para politikalarını uygulayarak ilk özelleştirme hareketiyle devleti küçültmeyi hedeflemişti). Ülkeler böylelikle düzenlendikten sonra onları yönetmek kolaydı. Üstüne Medeniyetler Çatışması’nı koyunca dinsel sloganları söyleyenle karşı çıkanlar farkında olmadan aynı yerde oluyorlar. Çünkü istedikleri bu! Alış veriş çılgınlığıyla gelinen noktada ne GDO’lu besin düşünülür, ne ülkenin değişen gerilen yapısı... üstelik eski gelirlere sahip olunamadan. Eskiden tasarruf yapılarak kimi alışverişler erteleniyordu. Şeytanca bir fikirle mutluluğun küçük zaman parçacığı olan “an”da gizli olduğu ileri sürülürken anı yaşamak felsefesi gereği 3-5 yıl sonrasının gelirleri bugünden harcatılarak kredi kartlarıyla tüketim pompalanılıyor.

Ara sınıflar yok edilerek, ucuz işçi cennetine dönüştürülerek ülkenin geleceği kredi kartları ve sanayicinin dış kredilerine bağlanmıştır. Ülkemizin bütün varlıklarının özelleştirme çılgınlığıyla yabancıların kontrolünde olduğu düşünülürse ne dediğim daha iyi anlaşılacaktır.

Tüketimin aynı zamanda çöp üretimi olduğunu bilmek zorundayız. Bilirsek atıklarımızla dünyayı hızla kirlettiğimizi fark ederiz. Dünyanın her yerinde, özellikle Amerika ve Avrupa’nın büyük şehirlerinde tüketim çılgınlığına karşı çıkışların olduğunu örnekleriyle görüyoruz. Çöp atmayan restoran, vejetaryen şehir, hava temizleyen kaldırım gibi gezegenimizi kirlenmekten kurtaracak uygulama çabaları dikkatlerimizi çekiyor. Burnumuzun dibinde, İstanbul’da bir yıldır hiç alış veriş yapmayan, kendine hiçbir şey satın almayan bir doktor hanım var. Tüketimin çılgınlık boyutuna ulaştığının farkına varan bu doktor hanım alış veriş kavramını hayatından çıkarmış.

Kendisiyle Deniz Aytekin’in yaptığı bir söyleşiyi sunacağım. Söyleşiden yapacağım alıntılarla doktor hanımın “Almadım” fikrini size aktaracağım. Ondan önce doktor hanımın blogspotu adresi var, onun adresinide verelim. http://almadim.blogspot.com.tr/

Bu blogspot’un sahibi Selma Hekim, bir yıl önce hiçbir şey satın almamaya başlamış. Hiçbir şey almamayı halâ kararlılıkla sürdürüyor. Zorunlu alışveriş olan gıda ve ilaç gibi temel ihtiyaçlar hariç bir yılda toplam beş ürün satın almış. Cilt uzmanı olan Selma Hanım’ın aldıkları bir cilt ürünü, sıcakla mücadele etmek için bir beyaz şal, bir kalıp sabun, telefon şarjı ve bir tane bileklik.

İşte o söyleşi...

*

Deniz Aytekin: Biraz kendinizi ve Almadım macerasına atılmanızın arkasında ne gibi motivasyonlar olduğunu anlatır mısınız?

Selma Hekim: Ben aslında uzun yıllardır ekolojik hareketlerin kıyısında köşesinde dolanmış ama daha bir-iki yıl önce ‘kendi hayatımızda ciddi değişiklikler yapmazsak yakında çok geç olacağını’ fark etmiş biriyim. 41yaşındayım, 22 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışıyorum, aynı zamanda sanatçıyım.

Almama kararım aslında bir sürecin sonucu. Etrafımdaki binaların, AVM’lerin, reklamların, ürünlerin, eşyaların, trendlerin yarattığı korkunç fazlalıklar dünyası ve tüketerek bu dünyanın tuğlalarını bizim oluşturduğumuzun farkına varmam en önemli neden. Ben aldıkça 3. köprü, HES’ler, alışveriş merkezleri yapılıyordu ve almaya devam ettikçe bunların yapılmasına itiraz etmem samimiyetsizleşiyordu. Ayrıca satın almak ihtiyaçtan çok bir tür kısa süreli psikolojik tatmin yaratıyordu ve sonrasında daha mutsuz hissediyordum. Sufizm, yoga gibi öğretilerle ilgilenmem ve onlardaki ‘bir lokma bir hırka’ felsefesi de etkin oldu almamamda.
Bir yıl hiçbir şey almamak ise ani bir karadı ve kararımdan dönmemek için hemen bunu çevreme açıkladım. Takip ettiğim ekolojik oluşumlardan çok ilham aldığım ve çok şey öğrendiğim için de kendi deneyimimi  paylaşmaya karar verdim ve bir blog ile facebook sayfası açtım. Bir yıl bir şey almayarak çok önemli bir şey yaptığımı ya da dünyayı kurtaracağımı düşünmüyorum ama bu bakış açısını yaymak önemli; ta ki tüketmemenin takdir gördüğü bir çevre oluşturana kadar. En azından benim etrafımda bir yılda böyle bir anlayış yerleşti.



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 18.12.2015

İLGİNÇ İSİM VE SOY İSMİ BİRLİKTELİĞİ


Bir bebek dünyaya geldiğinde tatlı bir telaş sarar anne babayı. Tek amaç bebeği sağlıklı büyütmektir o küçücük yuvada. Bunun için ömürden verilir de fark edilmez. Kimileri bebek doğmadan önce ismi belirlemişlerdir. Kimileri doğduktan sonra isim arayışına girer. Eski Türklerde doğan çocuk bir meziyetle kendini gösterene kadar isimsiz dolaşırmış. Dede Korkut’tan “Boğaçhan” hikâyesini okumuş olanlar hatırlarlar, hikâyenin kahramanı büyüyüp bir boğayla güreşip boğayı yenince “Boğaçhan” ismini alıyordu. Aslında bence de kişiler aldıkları ismi hak etmeliler. Keşke her çocuk büyüdükten sonra bir özelliğiyle, bir meziyetiyle özdeş isimlere sahip olsalar. Bazen kişiyle hiç uyuşmayan isimlere de rastlarız. İslami geleneklerimize göre bebek doğar doğmaz kulağına ezan okunarak isim konur. Bebeğin kulağına ezan okuma işini ailenin en büyük erkek bireyi yapar. Buda bebeğin genellikle dedesidir. Doğumla kulağına ezan okunarak isim koyma arasında ebenin koyduğu bir isim daha var, ona da göbek ismi diyoruz.

Bazen oldukça ilginç, yada komik isimlere rastlarız. Satı, Satılmış, Döne, Döndü gibi...
Bugün isim ve soyadları ile ilginç bir anlam ortaya çıkan, gerçek olduğu söylenen kişilerden söz edeceğim. İsimleri ve soy isimleri birlikte anmayacağım, onları iki ayrı kelime olarak tırnakla ayırarak belirteceğim. Çünkü çıkan anlamı sakınca doğurabilir. Onları birleştirip anlamını çıkarmayı size bırakacağım. Tabii anlamı bulmanıza yardımcı olacak ayrıntıları eksik etmeyeceğim. Kimilerini de doğrudan yazacağım.

İlk olarak kendi çevremden bir isimden bahsedeyim. Bosna’dan 1930’lu yıllarda Türkiye’ye göç etmiş, önce Elazığ’a yerleştirilmiş, sonra şehrimize gelmiş komşumuzdan söz etmek istiyorum. Soyadları “Kaçar”dı. Yaşadığı sürece yeterli olarak Türkçe konuşamayan, 80 yaşında ihtiyar bir kadınken upuzun kavak ağacına çıkabilen komşumuzun şehrimizde yaşayan biri bakkal, biri at arabacısı iki oğlu, Ankara’da evli olan bir kızı vardı. Bakkal olan büyük oğlunun adı “Kurttan”dı. Birleştirmek size kalsın.

Kimileri daha doğuştan “Okşa”nmayı sever. Küçük bebekler siz okşadıkça, hele uykudan uyandıysa gerinirde gerinir. İşte böyle bir bayanın soyadı “Bırak”mış. Anlamını bulduğunuza eminim.

Bir komşumuzda kızına “Hicran” ismini koymuştu. Bir yerden veya bir kimseden ayrılma, ayrılık anlamını taşıyan bu kelimenin karşısına düşünemeyeceğiniz bir soyadı gelmişti. “Gülmez”di soyadları. Bir yerden, bir kimseden ayrılan öyle kolay gülebilir miydi?

“Süheyla” isimli başka bir komşumuzda vardı. Oda konuşmayı çok severdi. Soyadı neydi biliyor musunuz? “Susmaz.”

Duvarlarda yazılan “Tosun” ismini çok görmüşsünüzdür. Ben gerçeğini gördüm. Gerçekten tombalakça biriydi. Soy ismi ne miydi? “Donsuz.” Daha beter soy isimli bir dede tanımıştım, neden bu soy ismi konmuştu kendisine, merak eder dururum. “B.klu bez” anlamında Rumeli Türkçesiyle “Postluka” idi soyadı. Türkiye’ye gelince bu soyadan kurtulmuştu ihtiyarcık.

Afyon’un nesi en meşhurdur desem herkes “Kaymak” der mi, der! Bu isim birde “Bal” soyadını alırsa tadından yenmez herhalde.

Durun daha yeni başladık devam edelim...

Eski milli kalecimiz “Rüştü”yü hatırlıyorsunuz değil mi? Dünya 3.sü olduğumuz 2002’de milli takımımızın kalesini koruyan Fenerbahçeli kalecimiz o yıl Barcelona’ya transfer olmuştu. O macera uzun sürmedi, tekrar Fenerbahçe’ye geldi. Oradan da Beşiktaş’a transfer oldu. Böyle isimli birinden yani “Rüştü” isminden söz edeceğim. Soy ismi “Düzer”miş.

“Çetin” kelimesinin anlamı sözlüklerde; amaçlanan duruma getirilmesi, elde edilmesi, çözümlenmesi, işlenmesi güç veya engeli çok olan, zor, müşkül şeklinde açıklanıyor. Bu kelime isim olarakta kullanılmıştır. Bu ismi “Ceviz”le birleştirsenize, ne olur sizce? Ortaya dilimizde çok kullandığımız bir deyim çıkıyor değil mi?

“Eyüp” ismini kullanan nerdeyse kalmadı. Benim tanıdığım bir kişi var. “Sazan” balığını sevmeyen var mı? Balık üretme çiftliklerinin ürettikleri sazanlara birde ayna yakıştırmışlar; olmuş size aynalı sazan. Yalnız bu sazan ismi argoda uyanık olmayan, her şeye, her söze dalan anlamında kullanılmaktadır da..

Neden koyarlar bilmem ama “Kurban” isminide koyarlar çocuklarına. Belki eskiden daha rastlanır bir isimdi. Genede var ama. Bu isme “Etyemez” soyadını eklesenize.. inanın uydurmuyorum.

“Yaprak” ismi kızlara zerafet katar. Yaprak isim yerine kullanılmadığı zaman sıfat olabilir. Eğer “Döner”le birleşirse... bir bayan isim ve soy ismi olarak ayak üstü yemek yeme alışkanlıklarımızdan Türk usulü olanlarının en ünlüsü olmuyor mu?

Bir komik isim daha, neden “Keleş” ismini koyarlar anlamam ya.. “Koyun” eti ve sütüyle en meşhur besi hayvanı. Şimdi bu ismi ve soy ismini birleştirdiğinizde yünü kırkılmış koyun anlamı çıkmaz mı ortaya?

Bir arkadaşım olmuştu ismi “Olgun”du. Arkadaşlığımız çok kısa sürdü. Gerçekten ismi gibi olgun bir kişiliğe sahipti. Narenciye dediğimde şöyle bol sulu, turuncu renkli bir meyve aklınıza gelmez mi? Sakın bu “Portakal” olmasın? Bildiniz! Hem de “Olgun Portakal!”

Sıcaklardan bunalmadıkça, havalar çok kurak gitmedikçe hiç aramam, bu yüzden “Yağmur”u pek sevmem. Hele “Sağanak” yağıyorsa... oysa yağmur berekettir. Yağmur yağmazsa hiçbir bitki gelişemez, bilirim. Kimilerine yağmur ninni gibi gelirmiş. Benimse içimi karartıyor. Bayan ismi olarak “Yağmur” güzel isimdir de “Sağanak” soy isimlisini hiç duymamıştım.

Bütün canlılar gibi insanda güvenemeyeceği ortamlarda bulunmaz. “Güven” sevmekten önce gelir. Güven vermek yaşatmak garantisidir. İnsan yaşamak için barınma ihtiyacı duyar. Barınaklarını bunun için güvenli yerlere kurar. Bunun saymakla bitirilemeyecek kadar çok nicelik ve nitelikleri vardır. Şimdi burada saymak dökmek gereksiz. “Kurtul”uş güvenmekte ve güvenilmektedir. İlginç isim, soy isim birlikteliğine “Güven Kurtul”u siz olsanız katmaz mısınız.

“Şehime” Arapça bir kelime. İsim olarak kullanılan bu kelimenin kökü Şehim’miş. Aldığı e harfiyle erkek ismi kız ismine dönüşüyor. Anlamı ise; akıllı, kurnaz’mış. Biz Türkler bu isme daha kolay seslenebilmek için “Şeyime” derken anlam kaymasına sebep oluyoruz. Sokağımızda 1967 depreminden önce kiracı komşumuz vardı; benden büyük olan kızlarının ismi “Şehime”ydi. Soy isimleri “Gündoğdu”...  soruları duyar gibiyim.


Yayın Tarihi: 16.12.2015

AYAK KABI YANİ AYAKKABI Evde Kapı Önündeki Ayakkabılar…


Ayak ve ayakkabı üstüne ayırdığımız uzun soluklu yazı dizimizi bugün bitiriyoruz. Bugüne kadar Ana Başlığın altında üç ayrı başlık altına topladık yazımızı. İlk bölümler “Ayak Kabı, Yani Ayakkabı” adı altında 9 bölüm sürdü. O bölümlerde dünyada ve bizde ayakkabı tarihine yer verdik. “Ayak Kabı, Yani Ayakkabı” ana başlığının altında “Ayakkabı Üstüne Özlü Sözler”e 4 bölüm yer verdik. Bugünkü son bölümle 14. bölüme, 2 yazıda dünya engelliler günü nedeniyle düzenlediğimiz etkinlik konusu araya girince 6. haftaya ulaştık.  

*

Kalabalık bir evin önü ayakkabıdan geçilmez. Bir cenaze evinde veya bir düğün evinde ayakkabılardan geçit bulmak çok zordur. İlle üstlerine basılırlar, ille öteye beriye itilirler. O evden çıkanlarda bu yüzden ayakkabılarını bulmakta zorlanırlar.

Bizim toplumumuzda ayakkabı ile eve girme alışkanlığı yoktur. Dışarının pisliği içeri taşınmaz. Şehirlerimizin ana caddeleri, meydanları sabunlu sularla yıkanmaz. Batılı ülkelere gidip de gelenler en çok oralardaki temizlikten söz ederlerdi. Rahmetli amcam Almanya’da, daha sonra Hollanda’da yaşamıştı. Her gelişinde ayakkabılarını yıllarca boyatmadığından söz ederdi, bizde o devirlerde şaşardık.

“Temizlik imandandır” sözüyle hareket eden en pasaklı insanımız bile ayakkabısını dışarıda çıkarır, eline alıp ayakkabı dolabı veya rafına koyar. Kimileri ayakkabılarını evde biri var havasını vermek için kapı önünde bırakır. Kısa süreli misafirliklerde ayakkabılar kapı önünde sahibini dönüş için bekler. Hoş bir görüntü çıkmaz ortaya. Bu açıdan bakıldığında kapı önlerinde tutulan ayakkabılar yüzünden ev sahibini kınamamak olur mu? Olsa bile bu, içeri ayakkabı ile girilsin, ayakkabı ile dolaşılsın demek mümkün değildir! Bir raf veya dolap oluşturmaksa şart.

Çoğumuz “kapı önündeki ayakkabılar hırsızlığı önler” diye düşünürüz. Bana kalırsa hırsızlığı özendirirde. “İçeride birileri var” izlenimini vermek, bu izlenimin verilmemesi durumunda evin soyulmasına davetiye çıkarmaktır. Ayrıca hırsızların geliştirdikleri yöntemle, bir evin boş olup olmadığını anlamaları çok kolaydır!

Hiç düşündünüz mü acaba? Kendine ve komşuna tuzak kur deseler kapı önüne bırakılan ayakkabılar kadar masum, basit tuzak kurulamaz. Ortaya çıkan bir tehlike veya bir durum sırasında aceleden o ayakkabılara takılıp düşülebilir. En azından zaman kaybedilebilir.

Bir evin hanımının tembel ve pasaklının biri olduğunu kapı önündeki ayakkabılardan anlamak mümkündür. Eğer ayakkabılar düzensiz, karma karışık duruyorsa o evin içi de özensizdir. Özensizlikte tembelliğin ve pasaklılığın en üst düzeyde yansımasıdır. Bir kadın tembelse bir metrekarelik antreyi temiz tutmayı akıl edemez. Ederse üşendiğinden temiz tutamaz. Kendisi veya başka biri geldiğinde, çıkarılan ayakkabıyı dolaba veya rafa koymak öylesine zül gelir!

Biliyor musunuz? Kapı önünde bırakılan ayakkabılar sadece düzensizliği göstermez, sağlıklı temizlik anlayışından uzak olunduğunun işaretidir de. Bazıları ayakkıbaları dolaba yada rafa taşımak yerine dışarıda bırakarak kiri de dışarıda bıraktığını zanneder. Oysa kokan çorap gene kokar, hemde (değiştirilmezse ve ayak yıkanmazsa) daha beter kokar. Sağlık için temizlik, sağlıklı temizlik (hijyen dedikleri şu yabancı kelime) kokuyu giderir, ayak mantarını önler. Bunun için sık sık yıkanılmalı, iç çamaşır ve çoraplar sıkça değiştirilmelidir.
Gene sağlıklı temizlik için kapının önündeki paspası bir fincan çamaşır suyuyla ıslatmak, ayakkabıların altının mikroplardan arındırılmasını sağlayacaktır.

Apartmanlarda daire kapılarının açıldığı ortak kullanım alanlarıdır. Oralarda kapıların önünde ayakkabılar bırakılırsa görüntü kirliliği oluşur. Komşuluk ilişkileri yönünden bakılırsa bu komşuya saygısızlık demektir. Pis kokması da işin cabasıdır. Evinde yeterli temizliğe sahip olamayan kimi pasaklı, tembel, üşengeç ev kadınları içerde istemedikleri ayakkabıları, kapısının önünde, yani apartman ortak kullanım alanında bırakmakla, komşuya saygısızlık yapmış ve bencilce davranmış olmaz mı sizce, ne dersiniz? Oysa kapı önündeki ayakkabılar evde kapladığı alan, dışarıda kapladığı alandan fazla değildir. Ama birisi kendi evidir, diğeri, adı üstünde; “Apartmanın Ortak Kullanım Alanı”dır. Yasa gereği “Apartman Ortak Kullanım Alanları”nda paspaslardan başka bir şeyin olmaması gerekir. Bundan daha kötüsünü müstakil evlerde yaşadığımız bir komşumuzdan görmüştüm. Evinin önündeki küçük bahçesinin her yanı beton olduğu için saksıda çiçek yetiştiriyordu. Zamanla saksılar yetmedi, iki sokağa bakan bahçe duvarının dışına parke taşların üstüne tek sıra saksıları dizdi. O da yetmedi önce çift sıra dizdi, sonrada parke taşlardan ikinci bir duvar gibi duvar ördü, içini toprak doldurarak yolu işgal ettiği için hiç utanmadan, hiç sıkılmadan çiçeklik tarhlar düzenledi. İnanın zamanla yolun yarısına erişti. Ben yaptım oldu anlayışındaki insanlarca ayakkabı bırakma işi de böyle sonuçlanabilir. Bir gün bakarsınız, kapınızı açtığında bir sürü ayakkabıyla karşılaşırsınız. Kent yaşamını, ortak yaşam alanlarında yaşamamayı bilmemek böyle bir şey işte…


SON


Yayın Tarihi: 13.12.2015

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Merhaba sevgili okurlarım. Bir Pazar gününde her pazar olduğu gibi bir şair ve şiirleriyle evlerinize konuk geldim. Bu pazarda dahil olmak üzere üçüncü kez Ahmet Oktay’la birlikte olacağız. Şairimizi geçtiğimiz haftalarda tanıtmıştım, fakat bu hafta bu köşeyi ilk kez okuyacak kişiler olacağını düşünerek, bu köşeyi devamlı okuyan okurlarımın hoş görüsüne sığınarak kısaca tanıtalım.

Şairimiz 1933 Ankara doğumlu. Şiir yazmaya ortaokul sıralarında başladı. 1949-1950 yıllarında Gerçek dergisinde ilk şiirleri yayımlandı. Öğrenimini liseyi bitirmeden çalışma hayatına atıldı.
1950’lerde ortaya çıkan Mavi Hareketi içinde yer aldı. Yazı ve şiirleriyle aynı adlı derginin önemli bir şair ve yazarı oldu. Yeni İstanbul gazetesi Ankara bürosunda 1961 yılında ‘parlamento muhabir’liği yaptı. Böylece profesyonel gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde ve TRT Haber Merkezi’nde muhabirlik, haber müdürlüğü yaptıktan sonra 1982’de TRT’den emekli oldu. Emekliliğinden sonra Milliyet gazetesi’nde çalışan Ahmet Oktay buradan da ayrılarak 1993 yılından itibaren tüm zamanlarını sadece yazarlığa ayırdı.   

...

ENVANTER

Çok az şey saklamışım yaşamımda;
ne bir fotoğraf var ilk aşklardan
ne bir mektup,
dostlardan beş on tane;
şunları yazmış Stockholm’den
Demir Özlü 1983’te :
“rahmetli Çiğiltepe’nin oğlunu gördüm
geçenlerde Helsinki’de,
sürüyorum geçmişin izlerini”
Hangi izlerin peşinden gittim ben
içimde bir mahşer beklentisi ?

Çok az şey biriktirmişim yaşamımda;
hiçbir andaç yok babamdan,
verdiği mineli çakmağı
unutmuşum bir Amerikan Bar’da ;
ah umursamaz gençlik!
Sımsıkı tutsaydım şimdi
avucum ısınır mıydı acaba ?

Yığınla not var ama masamın gözlerinde :
şöyle “Üç Kör” başlıklısı: -Homeros,
Milton, Borges-. İçgörü üzerine bir şiir
yazacaktım belki de. İşte bir başkası :
“Yolculuk” : -Odysseia, Moby Dick,
Karanlığın Yüreği-
Belli : Çıkış ve Varis ya da
Baslangıç ve Son takılmış kafama.
Demek ki yetişemiyor insan
ne yapsa kendi tasarısına.

Kitaplardaki kenar notlarında kalacak
benim ardımda bıraktığım iz,
anonim bir kimlik olacağım;
bir sahaf dükkânında yıllar sonra
satılmış kitaplarımı karıştıran okur
bilemeyecek
satırların altını benim çizdiğimi,
geçmişe ve geleceğe karışa karışa.

İthaf sayfalarını da yırtmalıyım yavaş yavaş;
yığınla düş kırıklığı, yanılış;
yüzünü görmediklerim var,
yazdıklarını sevmediklerim.
Küskün ölenler oldu bana,
kimlere küskün öleceğim
ben acaba?

AHMET OKTAY

***

ESKİ BAKIR

Bir çığlığın içinde yakalıyorum seni
Kaç kez İstanbulsu,
Parıldayan, ısıtan, yakan bir alev gibi.
Üstünde uzun, pis, yalnız sokakların yağmuru..
Odaların, merhabaların, gülücüklerin sıkıntısı
Tramvayların, vapurların sıkıntısı
Yitmiş aşkların, yitecek aşkların
Aynı vazoların, aynı öğütlerin, aynı yasakların sıkıntısı.
Yakalıyorum, öpüyorum, avutuyorum.
Karanlık etini kemiriyor,
Vaktimiz kısa,
Düşlerimizi kolluyorlar durmadan
Durmadan kovuşturuyorlar
Mendilimi ıslatıp alnına koyduğum
Suyundan içtiğimiz hayat çeşmesi,
Yalnız-geceler boyu uzanan kadını bakırlarda
Durmadan horluyorlar.
Geyiğim, saklım benim
Bakma arkana, ne olur, aldırma
Onulmazlığımızdan büyük yapılar kurduk
Horlandıkça aşkımız, derya.
Vaktimiz kısa,
Karıncalara, rüzgarlara, sulara dokunmak
Uyanan toprakları bilmek gerekiyor.
Ormanlar görmüş dolunayın tılsımını
Ağlamayı unutmadan
Dövüşmeyi bilmek
Tırnaklarınla tutunmayı bilmek gerekiyor
Sağılandığımızı, kollandığımızı bilmek gerekiyor

Kapa tunç, kapılarını gece
Soğuktan, kırgın, parasız milyon kişi.
Geyiğim, saklım benim,
Ölüm dayanmadan kapıya
Sev, öp, yitir beni

AHMET OKTAY

***

GEÇ SAAT

Yorgundu. Düş görürken
-ölmüş müydü ölüyor muydu?
fidana dokunduğu an açıvermişti gonca-
elinden düştü kitap
kalem de

şuydu altını çizdiği cümle:
Kierkegaard'tan,
‘Üzüntüm, kal’amdır benim’

AHMET OKTAY

***

GÉRARD DE NERVAL

Siyahın gezginiyim: Her gün daha derine
Yanar akşamla caddede vebalı lambalar,
Bezgin, sıkıntıyla bakar herkes benzerine;
Redingotlarıyla mumya gibi otururlar
İş yerlerinde, kahvelerde. Ve akar zaman.
-Birden söner uzak bir yıldız gibi yaşaman-
Demek isterim, alımlı kadının birine.

Çünkü kanar “bir mezarda bırakılan aşklar”:
Adrianne! Jenny! Yıllardır bakir bir dulum ben,
Avuntu bilmez. Nafileydi tüm yolculuklar
O arayış: Kara güneş içimdeydi zaten.
Gittim harfin ve sayının bilinmez ucuna:
Ölü yüzüm çekilmişti gecenin burcuna,
Korkmadım sokağa hapsediyorken kapılar.

Adoniram! Hançerle sınandı ustalığın
Ve açıldı gül gibi Toht Kitabı’ndaki giz:
Herkes iki’dir. Ben kimin öteki adıyım?
Söyle: Bulmak mıydı amacın ey yitik ikiz.
“İçimizde bir oyuncu, bir seyirci yaşar”
Ve “akıl ürünleri delilikten de çıkar”
Kazıyınca pıhtısını o yıkık zamanın.

Melek gülümsemiyor artık Öteki Anam,
Çekil! Çünkü “siyah ve beyaz olacak gece.”
Ulaşır mı yaralı hayvan gibi bağırsam
Sesim bencil, sevgisiz, muhkem ev içlerine?
Onulmazım. Çağcıl kentin yabanıl yitiği.
Tek giysim vebalı ışıklarla melankoli,
Bir redse kurtulmak bile istemem yazgımdan.

İki’yim: Yakalandım sokakta çırılçıplak
Ve giydirildim başkalarının sözleriyle.
Ah! Karanlığa giren görür beyazı ancak,
Hangisiyim? Biliyorum kimin gözleriyle?
Ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi
Yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi,
Geçiyorum sokağı fenerle konuşarak

Hem yaşamın imidir hem ölümün her fener

AHMET OKTAY

***

GÖLGELERİ KULLANMAK

İşte bir ses geçiyor sıkıntıdan
baksam pencerede yağmur da var,
hani saçlarını ya da göğsünü
çok ince bir hüzünle bezeyen.
Oyuncaklar da var yalnızlıktan
bir parkta ölümü güzel kılar,
hani sarmaşıkça uzandığın yatakta
durmadan aşıladığım sana.

Hayır yaşamıyor suda o balık,
bir yanıltı daha çiçek aldığım.
Herkesin bebeği var odalarda
ölüme ve daha sıkılmak için.
Uzayan sakalım sabaha kadar
uçup giden bir kuş koynundan,
belki yanında bile olmadım.

Eğildiğin sular da yalan
salınıp duran gemilerle aldanma.
Demiyorum hiç mi olmasın kokun, o yatak.
Ben umutsuzluğun domino taşı
şimdi açım, suskunum bak.
Hele bir çağırsın kanın türküsü
hele bir kıpırdasın kumsalda
ağları ve renkli balıklarıyla halk,
silâh tutarım dağlarda.

Bu oda emanet, hadi uzan,
şimdi ellerim de çok nazlı
bir karanfille kanar.
Sunduğum bu yalnız, çocuk ülke,
bak, gece de göğsümde çok ağır,
şaşkın değilim ama silahımı yitirdim.
Gelsin leylâkların açma zamanı
mümkün silâhımı halkımla bulmak.

Hadi uzan özlemim kadar,
bulutlar gidiyor, şimdi işim
çoğaltıp gölgeleri kullanmak. 

AHMET OKTAY

***

İNSANIN GURBETLERİ İÇİNDE

Gecesel bir yer altı sesiydi
kehanet fısıldaşmasındaydı kökler, kemikler;
açıkta lüfercilerin parıldayan
lüks’leri. Av vakti, o tedirgin
karşılıklı bekleyiş; gövdemdi sanki
oltadan ışığın yalımına kapılan.

Yanılsamalar ve aldanışlar.
Beklediğim inmedi trenden
bir söylen olacaktı dönüşü;
kara büyülere çarpılmaya hazırdım
dönsündü yeter ki.
Oysa kıpırtısızdı istasyon;
öyleyse kırmızı bir mendille
kimdi el sallayan geçen akşam?

İnsanın gurbetleri içinde;
sürgün yeri bu yüzden tanıdık
ayrıldığı günkü gibi dönüyor kişi.
Gide gide, yata yata bitmeyen
yol değil, zindan değil;
bedenin ve kırılgan sözlerin
bahçıvanın budadığı dalın
suladığı fidanın içinden geçen
o karanlık menzil.

Ezberimde tüm zulümler
belleği öyle beslemez
çünkü aşklar.

Sevgililer! Bazılarınızı unuttum
burnumda tütüyor bazınızın kokusu.
Terk edilmenin acısı dinliyor, aldatılış
gülümsetiyor: parmakların arasında
buruşturduğum hercai menekşenin
o tuhaf hışırtısı.

Vahşet vahşetle açıklanmalı.
Tazeyken yanık et kokusu
kılınabilir mi beş vakit namaz?
Hangi kösnü, hangi düş, hangi dua
unutturabilir toplu mezarları?

Kardeşler! Çoktan verdim
vereceğim filizi. Gittim gideceğim
yerlere; döneceğim yerlerden
döndüm. Yol alırken değiştirdi
görüntüleri, biçimleri, çelik
keskisi zamanın ve güzergâhın.

Kazınıyor anılar, bir gül
sesiyle birbirinin üstüne;
son eskinin, artık unutulmuşun
bir yorumu en yakın katmandaki
yara gibi taze anı.

Anımsadıkça bilecek insan
neyi unutmaması gerektiğini.

AHMET OKTAY

***

Bu haftada sizlerden ayrılma vakti geldi. Umarım seçtiğim Ahmet Oktay şiirlerini beğenmişsinizdir. Eşiğinden geçip girmeye çalıştığımız kış mevsimiyle birlikte havaların iyice soğumaya başladığı şu günlerde içinizde güzel duygular uyandırdıysam kendimi çok mutlu hissedeceğim.

Buluşuncaya dek hoşça kalın!




Yayın Tarihi: 13.12.2015 

AYAK KABI YANİ AYAKKABI Ayak ve Ayakkabı Üstüne Söylenmiş Özlü Sözler 4


Yazı dizimize özlü sözlerle devam ediyoruz. Her bir söz bir bilinen kapıyı çalıyor veya unuttuklarımızı tekrar hatırlatıyor. Sizi, tutum ve davranışlarımızın birer özeti diyebileceğimiz bu sözlerle baş başa bırakıyorum.

*

Eğer bir kişi arkadaşlarına ayak uyduramıyorsa, belki de arkadaşları buna değmiyordur.
“Ayak uydurma” sözü, bilirsiniz; birliktelikteki uyumu anlatan sözdür. Her konuda aranan bir şeydir bu uyum. Orkestradaki birçok sesi bir arada duyarken bu duyumu sevimli kılan çalgıların uyumudur. İç organlarımızın çalışmasını duymamamızın sebebi bu uyumdur. Duyuyorsak organlarda bir uyumsuzluk vardır ve içlerinden biri isyan etmiş demektir. Hastalık bunun dışa vurmuş şeklidir. Sağlığımıza kavuştuğumuzda bedenimizde yeniden bir uyumun sağlanmış olduğunu söyleyebiliriz. Uyum rahatsızlığı bitirir, bir huzur ve bir zevk verir insana. İnsan ilişkileri de böyledir. Nazlı ve narin insanlar, kendilerini üstün görenler, uyumu bozan insanlardır. Bunlarla ayak uydurmak gerçekten mümkün değildir.   

Aciz kimsenin beline kuvvetli yumruğunu vurma, olur ki bir gün onun ayağına düşersin.
Bugünün güçlüsü yarının zayıfı, bugünün zayıfı yarının güçlüsü olabilir. Hiçbir durum, hiçbir zaman daimi değildir. Tahterevalli örneği gibi sürekli yer değiştirilir. Bunu düşünenler eskilerin “Düşmez kalkmaz bir Allah’tır” sözünü de bilirler. Dolayısıyla kendisinin yarın ne olacağını düşünerek tedbiri elden bırakmazlar. 

Ağzım balık yesin ama ayağım suya değmesin isteriz.
Kolaycılık ruhumuzda var. Bütün yiyecekler ağzımıza yağsa sırt üstü yatarak ömür tüketsek kimse yakınmaz bilirim. Ama hayat böyle kurulmuyor. Çaba harcamadan, biraz yorulmadan, yani hak etmeden hayatın içinde yer bulmak mümkün değildir. Yüksek ökçeli ayakkabıları giymek için yüksek ahlâka sahip olmak gerekir. Yüksek ahlâk üreterek kazanılır.   

Birini yargılamak istediğin zaman, önce gökte üç ay değişene dek, onun ayakkabılarıyla yürümelisin. Kızılderili sözü..
Einstein (Aynştayn) “ön yargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” demişti. Ne yazık ki ön yargı hepimizin vazgeçemediği bir tutkudur. İnsanları önyargılarımızla yargılayıp hüküm vermeye bayılırız. Onun altını araştırmaya gerek duymayız bile. Önemli olan bizim vardığımız yargıdır. Gerisi ne olursa olsun önemli değildir. Kaç mahkeme kurmuşuzdur vicdanımızda? Hiç! Kaç mahkûmu ipten aldık? Hiç kimseyi.. oysa bizim bir vicdanımız vardı hani? O vicdanımız acıma ve merhamet hissimizi ortaya çıkarmıyor muydu? Çıkarmadığını söylersem yalan olmaz inanın. Geçenlerde bir sabah tv açtım, sabah haberlerini izliyordum. Üsküdar’da sıradan bir adam bir sokakta karşıya geçip bankete çıkıp giderken, bir oluğun yanına sığınmış bir kediyi görüyor ve ona tekme atıyor. Kedi can havliyle kendini yola atıyor. O sırada hızla geçen bir aracın altında kalıyor. Kediye tekme atan adam ölümüne sebep olacağı kedi can çekişirken şöyle bir göz ucuyla bakıyor kediye ve hiç umursamadan yoluna devam ediyor.

Şimdi bu adamda vicdan var diyebilir misiniz? Onun kediler hakkındaki ön yargısı böyle davranmasına sebep olmuştur. Yoksa hiçbir canlıyı insan olan incitmez, incitemez. Kimse kendini kedinin yerine koyamaz. Ama ezilen, can çekişen her canlının yerine koyabilir. Çünkü acı çekmek ve ölüm kolay şey olmasa gerek.

Peki insan insanı nasıl anlamaz? Kızılderili sözünün güzelliği bir insan hakkında yargıya varmak için onun ortamında yaşamayı önermesindendir. Gerçekten onun yaşadıklarını yaşasak acaba aynı yargıya varabilir miydik?    

Çarpık ayakkabılar, çarpık ayağa uyar. Mevlâna
Yaşlı bir amcamız vardı, kısa zamanda ayakkabıları yamuluyordu. En yeni ayakkabı bir ay yeni kalmıyordu. Düzgün ayakkabı ayağını acıtıyordu amcamızın. Sonuç olarak yapısal bir sorundu bu, değişmesi imkânsız bir sorundu. Bende de engelliliğimden kaynaklanan aynı sorun var. Dedim ya bu yapısal bir sorun. Mevlâna’nın bu sözünü toplumsal açıdan da değerlendirirsek, bir bozuk şey başka bozuk şeye uyar, yada başka bozuk şeyden kaynaklanır.


DEVAM EDECEK







Yayın Tarihi: 11.12.2015