“Bu kadarla kalsa iyi. Devamında bir insanlık dramıyla
karşılaşıyoruz. Sonunda ‘Meğer Heidi kimin hikâyesiymiş?’ diyeceksiniz. Sanayi
devriminin başına kadar gidiyor bu hikâye” demiş ve devam etmiştik.
“Heidi’nin ülkesi İsviçre fabrikalarında 14 yaşından küçük
işçi çalıştırılmak1789 yılında yasaklanırken çocuk sömürüsü için yeni bir kapı
açıldı. O kapı 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar açık kaldı.”
Bu küçük hatırlatmadan sonra bugünkü yazımıza dönelim.
Neydi o kapı bakmak ve görmek gerek. Çünkü bu kapı çocuk
emeğinin en vahşice sömürülmesinin örneğine neredeyse rastlanmayacak bir
biçimde uygulama imkân ve alanını doğurdu. Şu nitelikteki çocuklar devlet ve
kilise tarafından çalıştırılmak amacıyla başka ailelere verildiler.
1: Devlete borcu bulunan ailelerin çocukları.
2: Boşanan çiftlerin çocukları.
3: Fakir ailelerin çocukları.
4: Yetim çocuklar.
5: Ailesi cezaevinde olan çocuklar.
6: Suç işleyen çocuklar.
Fiili olarak 1960’larda biten bu uygulama 1974 yılında çıkarılan
bir yasayla resmen kaldırıldı. Şimdi şu vahşete bakar mısınız? Aile şöyle yada
böyle bir sebeple sarsıntı geçirsin ve sonuçta çocuk bunun ceremesini çeksin.
Neden? Kim sorarsa ortada kalmasın diye. Olacak şey değil!
Sevim Akyürek’e kulak verelim.
“...papazların
önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir
veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve
çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren,
çocukları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence
gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen,
boşanan, fakir düşmüş ailelerinden “kurtarılmış” çocuklardı!
Böylece, ahırlarda
hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde
hemen her zaman aç olan bu çocuklar, toplumsal hayatın olağan, sıradan bir
parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak
edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre’nin konuşmaktan dahi kaçındığı
bir tabu halinde üstü örtüldü.”
Konumuzla hiç ilgisi yok ama belirtmeden geçemeyeceğim; 17
ağustos depreminden sonra Fransa, Hollanda ve İtalya ortaklığında kurulmuş
Siloe vakfının bir kuruluşu olan Caritas firması yardım amacıyla gelmiş, dernek
kırında bir prefabrikte ana-baba ve ilköğrenimini burada gören bir çocukla
depremzedelerle kaynaşmıştı. Sonradan misyonerlik faaliyetlerden dolayı yurt
dışına atılan bu aile derneğimizle de ilişki kurmuştu. Derneğimize gide gele
sadece dernek üyelerini değil, çevredekileride tanımışlardı. Dernek
faaliyetlerimizin yürütüldüğü yere komşu iki ayrı iş yeri sahibinin birer
engelli oğlu vardı. Bir tanesi hem zihinsel, hem görme engelliydi. Bu çocuğu eğitmek
vaadiyle Fransa’ya götürmek için anne babasından istediler. Annesi şaşkın bir
halde bize geldi, ne yapması gerektiği konusunda bizlere danıştı. Doğrusu bir
anlam verememiştik. O çocuktan ne istediklerini tam anlamıyla çözememiştik.
Ailesine bir bahaneyle öldüğünü söyleyip organlarını mı kullanacaklardı, yoksa
Fransa devletinden o çocuğun bakım ve eğitim gideri için bir miktar para mı
talep edeceklerdi?
Heidi İsviçreli, bunlar Fransızdı. Hiç ilgileri yok gibi
duruyor. İlk bakışta Dr. Oktar Babuna’nın kan kanseri olan oğlu Cem Babuna için
ülke insanından topladığı kanları laboratuar sonuçlarını öğrenmek amacıyla
Amerika’ya göndermesininde kötü amacı yok gibi görünüyordu. Oysa Amerikan veri
bankasına Türk genetik yapısının bilgileri her türlü kullanıma açık olmak üzere
yüklenmiş oldu. O Fransız ailenin zihinsel ve görme engelli çocuğa iyi bir amaç
taşıdığına gelinde güvenin. Çocuğun anneside güvenemedi ve onlara oğlunu
vermedi.
Batının sabıkası çoktur. Sonradan kendileride itiraf
ederler. Ama yapacaklarından geri durmazlar.
DEVAM EDECEK
Yayın Tarihi: 13.04.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder