Dünyanın daha çok özgürleşmeye doğru gittiğini söylemek
isterdim. Bunun için canla başla çalışan bir kesim var. Ama buna direnen kesim
daha kalabalık. Bu yazı dizimizde dünya olarak ne evrelerden geçtiğimizi
gördük. İnsanlık tarihi acılarla doludur. Bu acılara egemen kesimler sebep
olmuştur. Yerelden başlayarak uluslar arası ilişkilere kadar uzayan bir silsile
izleyen bu egemenlik yarışı sağladığı gelişmeden daha fazla insan öğütmüştür.
Uygarlıkta gelinen düzeyde teknoloji kullanımı önemli gösterge kabul ediliyor.
Oysa insanlığın mutluluğu için sadece gelişmiş teknolojilerin kullanılması
yetmez. İnsanlık onuru ve insanın mutluluğu her türlü teknolojinin üstünde
olmalıdır. Gelişmiş batılı ülkeler bunun için mücadele eder görünürler ama baş
dertleri ürettiklerini satabilmektir. Geçen bölümlerde de “Batı yaptıklarını hep itiraf eder.
Yapacaklarından da geri durmaz.” demiş ve devam etmiştim. “Günah çıkarma metodu
onların bütün davranışlarına hakim olmuştur. Sanatlarına yansıması bu
yüzdendir. Yalnız bu davranışın eleştiri mekanizmasını oluşturması bakımından
iyi bir tarafıda vardır. Sanatta bir eleştiri mekanizmasıdır zaten.
Yazımızın son bölümüyle Sevim Akyürek’in satırlarına devam
edelim.
Film, o zamana kadar
kendi gerçeklerinin kabuğunda yaşayan pek çok insanın konuşmasını sağladı.
Örneğin; Lyss’ de
oturan Hugo Zingg (76) filmin gösterimin ikinci günüde ‚ “Ben de O Cehennemi
Yaşadım” diyerek bir gazeteye yaşadıklarını anlattı. Tam 70 yıl sonra bu yazı
sayesinde, ikisi de yıllarca köle olarak ayrı çiftlikler de birbirlerinden hiç
haber almadan çalıştırılmış iki kardeş birbirlerini bulabildi. İsviçre
Çiftçiler Birliği, o günkü çocuklardan özür diledi. Thurgau yönetimi, zamanında
bölgede çalıştırılmış tüm çocuklar için resmi olarak özür diledi. Şimdiye kadar
bu ticarete aracılık yapan rahipler adına sadece Luzern Katolik Kilisesi özür
dilemiş durumda.
Sevim Akyürek yazısını şu dört kelimeyle özetliyor. “Dövüldüler, aşağılandılar, tecavüze
uğradılar.” Devamında Avrupa’nın göbeğinde parçalanmış ailelerin
çocuklarının dramlarını görüyoruz.
Dora Stettler, iki
kardeşi ile birlikte Emmantel’e bir çiftliğe kiralık olarak verilir. Tarih
1934. Artık burası sizin eviniz diyerek çocukları bırakırlar. Yeni bulduğu
arkadaşı Karl ile yaşamına sorunsuz ve engelsiz devam etmek istemektedir. Yedi
yaşında ki Dora, annesinin bavula koymuş olduğu elbiseleri tam dört yıl giyer.
Kendisine iki numara büyük gelen ayakkabısını bir numara dar gelene kadar da
kullanmak zorunda kalmıştır. Babasının getirdiği kıyafetleri ise çiftlik
sahibinin çocukları giyer. Babaları onları geri almak için tam dört yıl boyunca
mücadele eder, sahip çıkar ve sonunda mücadelesini kazanır. Annesinden hep
nefret eder. Yıllar sonra bu kitabı yazar.
Charles Probst 79
yaşında. Annesinin “çıplak ayaklı çocuk” olarak yanında çalıştığı çiftçi tarafından
tecavüze uğraması sonucu doğmuş. Başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin
kaderi onun da geleceği olmuş. Yıllarca saat dörtte kalkarak ot biçmiş, ahırda
yaşamış, yıllarca dişlerini fırçalayamamış, iç çamaşırı olmamış, hasta
olduğunda doktora götürülmemiş. Cinsel istismara uğramış. Sabahları verilen
kuru ekmeği soğuk suya batırarak yemek zorunda kalmış. Uzun yıllar sakladığı bu
gerçeği artık tüm İsviçre çapında yapılan toplantılarla anılarını anlatarak,
soruları cevaplandırarak bu karanlık dönemin aydınlatılmasına katkıda
bulunuyor.
Walter Zwahlen
yaptığı açıklamalarda verdingkinder konusunda en çok kitabın İsviçre’de
basılmış olduğunu açıkladı. Yalnız İsviçre’de değil, Almanya ve Ukrayna’ya
kadar olan bölgelerde de çocuk köleliği resmi olarak uygulanmış. İsviçreli
Fotografçı Paul Senn, “Bauern und Mitarbeitern” adlı kitabını bu konuda
yıllarca İsviçre’yi dolaşarak çektiği fotoğraflardan oluşturmuş.
Sergiyi izleyenlerin
ziyaretçi defterine yazdıklarından bazılarını birlikte okuyalım:
“Ben de bir Verdingkinder
idim. Ama çok geç kaldınız.”
“Bakıcı babamın
yıllar sonra gazetede ölüm ilanını görünce gazeteyi parçaladım.”
“Bunlar bizim özgür
ve zengin ülkemizde mi olmuş? Çok üzgünüm.”
“67 yaşındaki eşimin
neden çocukluk ve gençlik yıllarından hiç söz etmek istemediğini şimdi
anlıyorum.”
Bu yazı dizisini, hele Sevim Akyürek’in bu satırlarını okuduktan sonra Heidi çizgi filmini izleseniz eskisi gibi izleyebilir misiniz? Yüzüklerin Efendisi, Avatar vs.vs. filmlerininde ana amacı masalsı bir dünya sunmak değildir. Tıpkı Heidi çizgi filminin amacının o olmadığı gibi.
SON
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder