31 Ekim 2013 Perşembe

KÜRT PARTİLERİNİN BU ÜLKE İNSANINA BORCU

“Kör ölür badem gözlü olur.” Demiş atalarımız. Bu söz “bir şey yitirildikten sonra değer kazanır” demektir. Hepimizde böyle bir duygu ve düşünce var. Bize bunu düşündüren pişmanlık veya acıma duygusu mudur? Eğer öyleyse bir şey kötüde olsa varlığını sürdürmeli midir? Buna kesin cevap verebilir misiniz? Havada kalmış sözlerle bu soruyla karşılaşılınca kimse kolay kolay olumlu veya olumsuz cevap veremez. O zaman bu sözü yere indirelim, ayakları önce bir güzel yere bassın. Yani efendim sözü kişileştirelim.

Sözü 25.10.2013 tarihinde yayınlanan “HERKES ÜSTÜNE DÜŞEN ROLÜ GEREĞİNCE OYNADI MI?” başlıklı yazıda dediğim gibi mecliste oldukları sürece bölgenin çağ dışı ilkellikten kurtulması için en başta aşiret düzenini yıkmaya yönelik tek bir yasa önerisi sunmayan, sunamayan Kürtçü partilere getirmek istiyorum. Bu aşiret düzeninden kaynaklanan baskıcı gelenekleri bitirecek eğitim seferberliği içine kız çocuklarının zorunlu katılımı ve Kürt işadamlarının bölgenin kalkınması için yatırım yapmaları hakkında önerilerde de bulunmadı. Üniter devlet yapısından kaynaklanan bölgesel kalkınma paylarından faydalanan işadamlarının orda kurdukları işlerin daha sonra batıya taşınmalarına hiçbir Kürt lider ve partileri ses çıkarmadı. Onların derdi kitlesel doyumdan çok yüzeysel bir kimlik arayışı olunca gelişmemişliklerini kullanan büyük devletlerin planlarının bir parçası olmaktan kurtulamıyorlar.

Kürt liderlerden Ahmet Türk (güvercin kanadın da lideri olduğu söylenmesi bile hoş değil, bu ülke hepimizinse birbirimize karşı şahin olacak değiliz ya..) Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “benim bir rüyam” var demişti. Bu söz Amerikalı zenci lider  Dr. Martin Luther King’in sözüdür. 1963 yılında meydan konuşmasına katılan 200 bin Amerikalı zenciye bu sözle hitap etti. Dünyanın tanıdığı bu lider, Hürriyet gazetesi eski köşe yazarı, şimdinin milletvekili Oktay Ekşi’nin de yazdığı gibi; “soydaşları adına “insan hakları”mücadelesine başladığı 1955 yılından, bir suikast sonucu öldürüldüğü 3 Nisan 1968’e kadar bir kere olsun “şiddetin” yanında olmadı. Hukuk dışı hiçbir mücadele tarzını desteklemedi.”

Oktay Ekşi yazısının devamında şunları söylüyordu:

“Hemen her konuşmasında “soydaşlarının maruz kaldığı haksızlığı, baskıyı, eşitsizliği” dile getirdi ama en çok da Washington D.C.’de yaptığı “Bir rüyam var” temalı konuşmasında bunları tekrarladı. Örneğin:
“Siyah derililere vatandaşlık hakları verilmedikçe Amerika’da kimse huzura ve sükuna kavuşamaz” dedi.”

Dr. Martin Luther King o yıllarda rüyasını şöyle anlatıyordu:

“Polisin bizlere karşı uyguladığı, anlatılamayacak kadar insafsız kabalık önlenmedikçe; oto-yolların kenarlarındaki ve şehir merkezlerindeki otellerde geceleme hakkı bize tanınmadıkça; Mississippi’de yaşayan siyah derililere oy hakkı verilmedikçe; New York’taki bir siyah derili oy verecek hiçbir seçeneğe sahip olmadıkça bizi hiçbir şey tatmin edemez” dedi.

Ahmet Türk’ün adına konuştuğu insanlarımızın hangisi bu şartları yaşamıştır. Kürtler seçme ve seçilme hakkını kullanarak mecliste girmedi mi, hatta cumhurbaşkanı olmadı mı bu ülkede? Kürt işadamı olup da işi engellenen, zengin olmasına izin verilmeyen oldu mu? Böyle olmadığı ortada. 25 ekimde yayınlanan “HERKES ÜSTÜNE DÜŞEN ROLÜ GEREĞİNCE OYNADIMI?” başlıklı yazıdaki istatistik sonuçları da bunun kanıtıdır.

Dr. Martin Luther King rüyasını dile getirirken imtiyaz değil eşitlik istiyordu. Hiçbir zaman “Biz ayrı bir halkız” demedi. Kendi ülkesiyle bir çatışma içine girmedi. Ahmet Türkün rüyasını şimdilerde siyasallaşan terör örgütünün sesi olma çabaları içinde bugün nasıl değerlendirmek gerekir acaba?

Bu rüyayı makul ölçülerle dile getirmek, temsilcisi olduklarını söyledikleri Kürt halkına ve bu ülke insanlarına Ahmet Türk ve diğer bütün Kürt liderlerin borcudur.

**YAYINLANMADI**

Yayınlanması Gereken Tarihi30.10.13 

VERGİ Mİ RÜŞVET Mİ?

Yunan vatandaşı ekonomik krizle boğuşurken vermek zorunda kaldığı rüşvet nedeniyle biz neden vergi ödüyoruz ki diye sormuştu. Öyle ya, her şeyin belli bir bedeli varsa vergiye ne gerek vardı ki. Devlet; memur ve yöneticiler için bir acentelik durumuna düşerse olacağı bu tabii..

Rüşvetin bir çeşidi de yok. Sayın sayabildiğiniz kadar.

Dünyanın sayılı ekonomik gazetelerinden Wall Street Journal Yunanistan’ın bu durumuyla ilgili bir makale yayınlamıştı.

O makaleye göre bir işletme sahibi şöyle diyordu:

“Her ay 10 bin Euro’luk bir bütçe ayırmak zorundayım. Bu parayı kamu görevlilerine rüşvet olarak vermek zorundayım. Açtığım yeni kafede dışarı masa koymak için her ay bu parayı ödemek zorundayım.”
Çevresine biraz şikâyette bulunsa, hükümet aleyhine birkaç kelime sarf etse, ertesi gün “ilgili makama” davet ediliyor.
“Bir daha yaparsan işletme ruhsatın iptal edilir” diyorlar.”

Gene makaleden başka bir alıntı. Fizik öğretmeni genç kadın öğrencilerine konuşuyor:

“Size burada ders anlatmamın ne manası var ki? Nasılsa üniversiteye hazırlanmak için para ödeyerek ders alacaksınız.”
Herkesin bildiği bir sır.
İlköğretimde ve ortaöğretimde okuyan çocukların çoğu bir üst okula girebilmek için ek ders alıyor.
Ortada bir “devlet hizmeti” var.
Ama herkes “birilerine” bir şeyler ödemek zorunda.
Zaten sınıfa konuşan kadın öğretmen de, dersleri bitince özel ders veriyor.

Aynı makaleye göre hastalar doktorlara zarf içinde para ödüyor.

Bütün bunları Hürriyet Gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök köşesinde yazmıştı.

Devleti rüşvet zaafa düşürür. Rüşvet devletin gücünü tüketir. Gücü kalmayan devlet rüşvetin yaygınlaşmasına neden olur.

Bizde de bu durum bazı durumlarda sürekli, bazı durumlarda da zaman zaman görülmüyor değil.

Hala daha devlet okullarında yeterli eğitim verilemeyişini, her köşede dershane açılmasını ne olarak görüyorsunuz?

Yeterli yada yetersiz bir sürü özel hastanenin açılması sizce gelişmenin göstergesi mi? 

Örnekleri uzatabildiğiniz kadar uzatın isterseniz.

Devletin vergi almaktan vazgeçtiğini duymuşta değilim. Vergi varsa rüşvet nasıl verilir? Vergimizin takipçisi olsak rüşvet bu kadar yaygın olamazdı. Daha güzel bir ülke ve daha güvenli yarınlar istiyorsak bu beladan kurtulmamız gerekir.


Yayın Tarihi28.10.13 

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 20

          Sevgili okurlar merhaba. Bugün uzun bir şiirimle sizlerle beraber olacağım. Bu şiiri kankardeşime yazdım. Yazdığım bütün şiirlere rağmen şiirden çok hoşlanmadığını söylediğinde ona şiirin neden doğduğunu anlatmak istemiştim. Şiir duyan yüreğin sesidir, bilen aklın, gören gözün.. “bütün gelişmeler şiirsel bakışla güzel, şiir maddeye mana giydirmektir” demek için yazıldı bu mısralar. Çünkü bence şiir budur. Benim şansızlığım şiirden çok mizaha düşkün bir kan kardeşimin olması sanırım. Fakat buna rağmen amacıma ulaştım. Şiirin içindeki gizli eleştiriyi gördü. 

         Bu şiiri Esra Kol adında şimdi Ankara’da evli olan derneğimizin gençlik kolu başkanına gösterdiğimde ne anladığını sordum, umutsuzluk aşıladığını anlamış. Daha sonra gene Esra Kol’un dediğine göre onun arkadaşları da bu şiire umutsuzluk şiiri demişler. Çok şaşırdım inanın. Ben umutsuzluk şiiri yazmadım. Yazdığım şiir bir sitemdi. Adına da sitem dedim zaten.

         Görüyor musunuz? Sizin niyetinizle şiir okuyucusunun anlayışı aynı olamayabiliyor. Boşuna dememişler; söyledikleriniz, karşınızdakilerin anladığı kadardır. Ne söylerseniz söyleyin durum bu. Sizde bu anlattıklarımın dışında başka şeyler anlar veya düşünürseniz bana yazar mısınız?

***   ***   ***

SİTEM

Sarhoş ve tembel bulutların 
gökyüzündeki seferlerini iptal et! 
Yağmur yağmasın söyle, 
şimşekler çakmasın, 
güneş doğmasın her sabah, 
ay gülümsemesin kimseye geceleri..
Damarlarda niye tur atıyor bu kan? 
Şiiri emzirmek içinse durdur!
Bu rüzgar, 
kimi zaman 
salıncaktaki çocukları sallar gibi, 
sallamasın daldaki yaprakları. 
Minik kuzucuklar 
yaramazlık yapmasın yemyeşil kırlarda.. 
Bebekler anne memesine 
saldırmasın büyümek için. 
Söz! 
O zaman şiir yazmam sana.
… … …
Çaylar derelere, 
dereler ırmaklara, 
ırmaklar denizlere 
koşmasın deli gibi, emret! 
Yer altı suları 
nereye gidiyor böyle gizli gizli, 
yollarını kes, sor! 
Çıldırasıya renkleriyle 
gelin tacı gibi gök kuşağı 
çıkmasın aman ha!.. 
Ben rahat duramam, 
sana şiir yazarım yoksa!..
… … …
Çocuklar; 
su birikintilerinde, 
okyanus fırtınları yaşamasın, 
kağıt kayıklarını yüzdürmesinler! 
Akan sümüklerini yalamasınlar, 
sivri dillerini çıkarıp, 
oyunla kendilerini unutmasınlar! 
Korkuları kaygıları, 
o nazik saygıları, 
öfkeyi, küfürü yasakla! 
Çeliğe su vermesin usta eller! 
Yer çekimine inat 
neden uçuyor bu uçaklar? 
Bu gayret niye? 
Ben kendimi kaybedip şiir yazarım bilmiş ol!
… … … 
Kelimelere yasak koy! 
Mesela “sevgi” kelimesi gereksiz, 
aşkı hele, çok tehlikeli ilan et! 
Kalp dediğin nedir ki, 
“susmak bilmez geveze.” 
Vurdur mel’unun başını! 
Yoksa sana şiir yazmamı zorlayacak, korkarım.
… … … 
Ölmeden geçir herkesi 
sırat köprüsünden! 
Bırak akıp gitsin yanından hayat, 
sen sadece seyret! 
Parmağını bile kıpırdatma! 
İhtiyar dünyanın duygusuz fosilleri emret çıksınlar yer yüzüne! 
Gülümsemeleri ipotekle 
yarının hesabına!.. 
Kadehlere likör, 
üstüne su katmasın kimse! 
Yayılmasın tül gibi dalga dalga sis! 
Küstah, şefkatli, güleç, ağlamaklı gözler 
olur olmaz yerlerden bakmasınlar, 
yoksa sana şiir yazmak tehlikesi var.
… … …
İnce bir çizgi bırakıp ardında, 
büklümlü kabuğuyla bir sümüklü böcek, 
iki antenini açmasın, 
bakmasın arsız arsız öyle! 
Ateş böcekleri çakmak gibi çakmasınlar kıvılcımlarını ağustosa! 
Dağlar 
yaklaşmasın uzaklardan esmer esmer, 
yalnızlık türküleri söylenirken trenlere.. 
kalp dediğin nedir ki 
susmak bilmez geveze ve hain.. 
kurşuna dizmeli hainleri 
bir duvar dibinde, 
gözlerini bağlamadan.. 
Yazmazsam o beni vuracak!
… … …
Alın yazımı yok et! 
Hayatımı… 
İçimdeki çocuğu yaşatma! 
Eline kırbacı al, 
istediğin gibi oyna zamanla! 
Yoksa, yoksa.. 
eh anla artık yoruldum!..
… … … 
gerçeğe karşıdan bakan ilgisiz, 
taş gibi donuk adamlar yarat! 
İşte o zaman sana şiir yazmayacağım söz!
Oysa şiirler şahidim seni sevdiğime, 
yazdığım şiirler.. 
Onlar ki benimle ağladılar, 
benimle güldüler. 
Sen şahitlerimi yok etmemi istiyorsun. 
Üzülüyorum, kederleniyorum. 
Kederli olduğum zamanlar hep, 
ama hep uyuyorum. 
Daha doğrusu ölüyorum. 
Çünkü uyumak ölüme eş.
Bunu istedin madem, 
şartlarımı yerine getirirsen eğer,
sana söz! 
ŞİİR YAZMAYACAĞIM

Aydın Göle
22 ekim 2000

***   ***   ***

Başka bir “şairlerin şiirleriyle söylediği” köşesinde buluşacağımız mutlu pazarlara erişmeniz 
dileğiyle… 



Yayın Tarihi27.10.13 

HERKES ÜSTÜNE DÜŞEN ROLÜ GEREĞİNCE OYNADIMI?

Uzun süreden beri soluksuz bir hızla geleceğimiz yeniden kuruluyor. Bu hız mı, yada değişime karşı direnç mi, veya yeninin bilinmezliği mi nedendir bilmiyorum toplum olarak pek sağlıklı olduğumuz söylenemez. Kaygısızların, dünya yansa umurunda olmayanların dışında ekonomiden tutunda siyaset konularına kadar her konuda kaygı duymayan nerdeyse hiç yok! Yazılı ve görsel basın, bizi Ankara’dan yöneten-yönetmeyen veya yönetemeyen, oysa yönetmeleri için seçtiğimiz bütün politikacılarla el ele vererek beynimizi dumura uğratmadılar mı? Politikacılar daha az konuşsa, basın 3. sayfa mantığıyla habercilik yapmasa bence toplum sağlığımıza kavuşuruz.

Bütün siyasi partiler ülkenin bu durumundan sorumludur. Savuşturma politikaları uygulayarak çözüm üretemeyenler ve bu durumdan yararlananlar, akıl tutulmasına sebep olmuşlardır. Bu yüzden hiç kimse sorumluluklarından kaçmadan, herkes vicdanını sorgulamalıdır. Toplum olarak akıl tutulmasından kurtulmak zorundayız. Ay ve güneş tutulması birkaç saatlik bir olaydır, fakat akıl tutulması kronikleşebilen bir olaydır.

Şimdi gelinen barış (!) sürecinde (kimle barış süreci? Ben kimseye dargın değildim ki. Ama elbette teröre karşıydım, karşıyım ve bundan sonrada karşı olacağım, tabi ayrılıkçılığa da...) geçmişi deşmenin pek gereği yok. Ama akıl tutulmasının önüne geçmek için bazı konuları hatırlamakta yarar var.

Mesela şimdiye kadar Kürt Milletvekilleri toprak reformu önergesiyle meclise geldiler mi?

Gene mesela; gelenek zulmünden kurtulmanın kızların eğitilmesinden gerçekleşeceğini savunduklarını duydunuz mu?

Yada batıda bulunan Kürt iş adamlarının bölgenin kalkınmasında rol almaları için ne önerdiler biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz değil mi? Bende bilmiyorum. Çünkü böyle bir programları yoktu ki.

Buna paralel olarak akıl tutulmasını önleyecek nedenlerimiz de var. İşte size örnek istatistik bulgular.

2009 yılında Hürriyet gazetesindeki köşesinde yayınlayan Ertuğrul Özkök’ten aldım.

*

“Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, bir araştırma gerçekleştirdi.

Araştırmanın adı, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri sosyo-ekonomik araştırması.” 
3000 hane halkına soru kâğıdı gönderilmiş.
Bunların 2401’inden cevap alınmış.
Araştırmada sorulan sorulardan biri şu:
“İmkânınız olsa Türkiye’nin neresinde yaşamak istersiniz?”

Şu an oturdukları kentlerde, kasabalarda, köylerde mi?
Yani, PKK’nın “Kürdistan” dediği bölgede mi?
Yoksa Anadolu’nun başka yerlerinde mi?
Hiç de önemsiz bir soru değil.
Sadece Kürtleri değil, bütün Türkiye’yi ilgilendiren çok önemli bir soru.
Özellikle de Güneydoğu’dan göç alan şehirler açısından önemli bir soru.

Sorunun cevapları şöyle:

Buradan memnunum yüzde 50.
2
İstanbul......................   yüzde 12.9
İzmir......................       yüzde   4.8
Antalya..................       yüzde   4.8
Ankara.......................    yüzde   4.0

Bölgede konuşulan insanların yüzde 78.9’u “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını”, “vazgeçilmez” olarak görüyor.

Bu rakamı düşük sanmayın.
Çünkü aynı bölgede yaşayıp anadili “Türkçe” olanlar arasında TC vatandaşlığını vazgeçilmez kabul edenlerin oranı yüzde 88.5.

Şimdi sıkı durun.

Anadili “Arapça” olanların, yani Arap kökenlilerin içinde TC vatandaşlığını vazgeçilmez kabul edenlerin oranı yüzde 89.4.
Yani bölgedeki Türklerinkinden de yüksek.
En düşük aidiyet duygusu ise Zaza kökenli Kürtler arasında çıkmış.
O da yüzde 60.

Bu sonuçları şundan veriyorum.
Güneydoğu ve Doğu’da yaşayan vatandaşlarımızın, yarıya yakını Türkiye’nin öteki bölgelerinde yaşamak istiyor.
Bunların yüzde 30’una yakınının yaşamak istediği şehirler, İstanbul, İzmir, Antalya ve Ankara.
Yani bu şehirlerimiz oralardan gelecek yeni göçlere hazır olmalı.
İşte bu noktada çok ciddi bir “algılama” sorunu ile karşı karşıya kalabiliriz.
Son olaylar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, karşılıklı algılamaları acaba ne ölçüde etkiledi?
Yani İstanbul, İzmir, Antalya, Ankara, Adana’da yaşayan Türkler, o bölgeden gelen kişileri nasıl görüyor?
“Kürtler” veya “PKK yandaşları” olarak mı?
Oysa bu araştırma gösteriyor ki, gelecek kişilerin yüzde 80’ine yakını TC vatandaşlığını vazgeçilmez olarak kabul etmiş insanlar.
Tabii batı bölgelerine gelmek isteyenler arasında bu oranın daha da yüksek olacağı tahmin edilmeli.”

*

Yazıdan yaptığım alıntılar bu kadar. Buradan çıkan sonuç kesinlikle parçalanmak değil. ortadaki durumdan doğan keskinliği kaşımamamız gerekiyor. Kaşıdığımız ölçüde ülkemizin geleceği kararır. Buna kimsenin razı olmadığı ortada. Ülkemizin sunduğu imkânlar öyle sanıldığı gibi vazgeçilir şey değildir. Şimdiye kadar herkes üstüne düşen rolü oynadı mı diye sormamız gerek. Şimdiki duruma bakarak sorulmadığını söyleyebilirim. Oynanmış olsaydı ne şehit aileleri rencide olurdu, ne Kürt vatandaşlarımız çağ dışı ilkellikte kalırdı. Herkes benim dediğim olsun havasında. Oysa okuduğunuz istatistikler politikacılara çok şey anlatmalı.


 Yayın Tarihi: 25.10.13




HANGİSİNİ DAHA ÇOK BESLERSEM O KAZANIR

Kişiliği sorgularken işin içine istem veya istenç, dilimize yerleşen İngilizcesiyle söyleyecek olursak “irade” girer. Dini söylemle kimi zaman buna “nefs” deriz, kimi zamanda “fıtrat”…
Fakat bu iki kelimede istem veya istencin, yani ‘irade’nin tam karşılığı değildir.
*İrade: bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü, istem, istenç demekken, 
*Fıtrat: Yaradılış, hilkat demektir.
Bunlarıda açmak gerekirse;
Bir kimsede doğuştan bulunan vücut ve ruh özelliklerinin tümü, “mizaç, huy, tıynet, cibilliyet” demek olduğu gibi.. 
Yada..
Nefs: “Ruh, Bir şeyin kendisi, Akıl, İnsan bedeni, Ceset, Kan, Azamet, Arzu ve kötü istekler”
demek oluyor.

Kişilik sorgulamasında biz bu kelimeleri harmanlayıp kullanıyoruz. Kimi zaman biri öne çıkıyor, kimi zaman bir başkası. O bizim ruh halimize bağlı birazda.. ama bir gerçek var ki anlam tektir; o da kendimize hakim olma durumudur. Hangisiyle sorgularsak sorgulayalım iş irademize, yani ruh ve aklımızın isteklerine, kısaca kendimize hakim olmaya gelip dayanıyor.

İnsanın bu duygularını yönetmesi çocukluktan ayrıldığının işaretidir. Çocukluktan ayrılmak sadece bedeni gelişme olarak görülmez, beklide en başta duygulara hakim olmakla görülür. İyiyi, kötüyü; güzeli, çirkini; faydalıyı, zararlıyı ayırma yetisi kişiselden genele doğru genişlediği ölçüde hayat üretilir. O da çocukluktan ayrılmakla mümkündür.

Hayatı üretirken genel ölçü dünyanın her yerinde kendimize ne yaptığımız, ne servetler kazandığımız değil, topluma ne yarar sağladığımız, doğayı ne kadar koruduğumuzdur. Bütün bencilliklerimizden sıyrılmanın başka türlü yolu yoktur. İsteyen bencil kalmaya devam edebilir tabii. Kişilerin bunu seçme hakkıda vardır. Sonuç olarak hayatımız tamamen tercihlerden oluşur. Seçimlerde aslında tercihin fiiliyata dökülmüş hali değil midir?   

Konunun bamteline dokunmak için sizlere yazarının kim olduğunu bilmediğim kısa bir hikâye aktaracağım.   

*

Yaşlı Kızılderili Reis kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı.

Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup dururlardı.

Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine: “Neden biri beyaz, biri siyah?”
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. “Onlar” dedi, “benim için iki simgedir evlat.”
“Neyin simgesi” diye sordu çocuk.
“İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.”
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
“Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:
“Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem o kazanır!”

*

İyilik ve kötülük olarak simgelenen siyah ve beyaz köpekten birinin daha fazla beslenmesi birinin diğerine yeğlenmesi (tercih edilmesi), dolayısıyla seçilmesi demekti. Seçilenin hangisi olduğundan ziyade seçilmiş olması önemli. Hayatımızda da kim bilir kaç kere aynı olaya farklı tercihler yapmışızdır. Tercihlerimizin yanlış olduğunu biliriz ama ruh halimiz bizi o tercihi yapmamızı zorlar. İşte orda ruh halimizin dışına çıkabilmek doğru tercihlere, dolayısıyla doğru seçimlere yönelmemizi sağlar. Tercihlerimiz bizi iyiye güzele ulaştıracaksa doğru seçimleri yapmış oluruz. Bunun için her yerde, her durumda iyi duygularımızı daha çok beslemeliyiz. 



Yayın Tarihi: 23.10.13
  

SAKLI HAZİNE; SAĞLIK

Sevgili okurlarım merhaba! Bayram dönüşü bir yazıyla tekrar birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Tüm sevdiklerinizle umarım sağlıklı ve neşeli bir bayram geçirmişsinizdir.

İnsan, sağlıklı olduğunda elindeki hazinenin değerini bilmek şöyle dursun, sahip olduğu hazinenin farkında bile değildir. Kaybettiği zaman fark eder ama geriye dönüş ne yazık ki yoktur artık. Ya yeni duruma alışıp hayata öyle devam edecektir, yada sürekli sağlıklı günlerini anarak kendine acıyacaktır.

Böyle bir tanıdığım engelli bayan vardı. Kendisiyle hiçbir şekilde anlaşamazdım. Trafik kazasıyla bir ayağını diz altından kaybetmiş, bir elide tutmaz olmuştu. Protez ayağını kullanamadı. Tek ayakla zıplaya zıplaya gitmeye çalışırdı. Çocukların yürüteçlerinin açık bir türü olan engelli yürütecini (wolker) kullanmayı bile istemiyordu. Bir keresinde “engelli olmayı kendime yakıştıramıyorum, içime sindiremiyorum” demişti. “Kim sindirebilir ki” dedim. “Biz de sindiremiyoruz, ama toplumla ve kendimizle kavgalı değiliz. Hatta hastalığımızı kabul edip, kendimizi dert edinmemeyi öğrendik. Kendinizle barışın, göreceksiniz hayat daha kolaylaşacak.” Dinledi mi? Hayır canım, ne dinlemesi.. O bildiğini okudu.

Öyle içki ve sigara içiyordu ki sonunda kesik ayağını kalçaya yakın yerden bir kere daha kestiler. Yetmedi ikinci ayağını da aynı hizadan aldılar. Artık kucakta taşınıyor. Biraz hali vakti yerinde olan babasının sayesinde (ki o da kızının müsrifliğinden bıkarak eskisi gibi para göndermiyormuş) şoförler ve yardımcılarla bir süre daha gezmeye devam etti. Hayata tutunmayı hiç düşünmeyen biriydi. Her şeyi boşlamış, kendini en olmaz eğlencelere vermişti. İki oğlu bu yüzden annelerini terk etmişlerdi. Kendisini küçük yaşta evlatlık alan teyzesi ve eniştesiyle kalıyordu. Şımarık ve hoppa gençliğine büyük özlem duyuyordu. Sonunda analığı olan teyzesi ve babalığı olan eniştesi 80 küsur yaşlarında vefat ettiler. Antalya’da yaşayan oğlu bir süre yanına aldı ama bakamadı. Şimdi yaşlılar yurdunda kalıyor. Sağlıklı olmayı vur patlasın çal oynasın biçiminde algılamanın yazgısı diyeceğim. Başka türlüsü aklıma gelmiyor.

Öte yandan 36 yıllık dostum Faruk, askerlikten, talimlerde silah atışlarından çıkan seslerin etkisiyle kulak çınlaması edinerek gelmişti. Çıktığı doktorlar “bu durum artık senin yapışık ikizin, ondan kurtulman mümkün değil, alışmaya ve unutmaya bak” demişlerdi. Uzun yıllar gece sessizliği onun için işkence oldu. Çünkü sessizlikte kulağının içindeki çınlamayı daha çok duyuyor ve bu yüzden uyuyamıyordu. Alt tarafı bir çınlama demeyin, o çınlamayla bütün dengeniz bozulur. Her şey birbirine bağlı. Bir eksiklik, yada bir fazlalık diğer organları da etkiler. Eski doğal hayatınızı yaşayamaz olursunuz.
…   …   …

Gazetenin birinde bir haber okumuştum. Haberi atmadım, bilgisayarıma kaydettim. Bu gün tam sırası, onu sizlerle paylaşmak istiyorum. Haber şöyleydi:

“Doktorların yanlış teşhisi sonucu beyin kanaması geçiren ve hafızası 10 dakikaya inen kadına 4 milyon sterlin (yaklaşık 10 milyon lira) tazminat ödenecek.

İngiltere’nin kuzey doğusunda bulunan Durham’da yaşayan Cristina Malcolm 2002’de baş ağrısı şikâyetiyle hastaneye gitti. Burada baş ağrısına bir virüsün neden olduğu yönünde yanlış bir teşhis konulan kadın ciddi bir beyin kanaması geçirdi. Geçirdiği ikinci beyin kanamasının ardından yaşama döndürülebilmesi için ameliyata alınan kadının beyninden yarım litre kan alındı. Ağır kanamalar beyinde kalıcı hasara sebep olurken talihsiz kadın 10 dakikadan daha fazla hiçbir şeyi aklında tutamayacak duruma geldi.

Her şeyi defalarca söylüyor


Eşi Sandy Malcolm, yaşamlarının bir hayli zorlaştığını söylerken karısına babasının öldüğünü 3 gün içinde 10-15 kere söylemek zorunda kaldığını ve her duyduğunda eşinin aynı derecede üzüldüğünü görmenin kendisi için çok zor olduğunu söyledi. Çocuk sahibi olma hayallerinden de vazgeçtiklerini söyleyen Sandy Malcolm, karısının tedavi gördüğü iki farklı hastaneye ve yanlış teşhisi koyan doktora açtığı tazminat davasını kazandı. Hastane personeli ve doktor, Malcolm çiftinden özür diledi.                       
…   …   …

Hasta yakınları için en üzücü durum hafıza kaybı olsa gerek. Yaşlılıkla gelen bunama da böyle değil mi? Sorulara cevap vermekten yorgun düşersiniz. Hastaya çok üzülürsünüz, hele hasta olan çok sevdiğiniz kişi ise..  Ama ne olursa olsun hastayla birlikte sizde tükenirsiniz. Bir yanlış teşhis veya yanlış tedavi sonucu yakınınız kötürüm kaldıysa öfkenizin bile önemi kalmaz, çünkü ortadaki durumu düzeltmeniz size düşmektedir. Bunun karşılığında alınacak yüklü bir tazminat belki bazı sorunları çözer. Fakat bir insan önemli bir özelliğini kaybettiği için, eksik insan olmaktan kurtulamaz ki.

Sözün kısası dostlar sağlık paha biçilmez ve saklı bir hazinedir. Değerini bilmemiz, onu çarçur etmememiz gerekir.


Yayın Tarihi21.10.13 

UMUTSUZLUKTAN UMUDA YOLCULUK: GÖZLEM VE EYLEM

Geçen gün İstanbul’daki kardeşim ileti yoluyla bir hikâye göndermişti. Beğeneceksiniz eminim. Belki de biliyorsunuzdur da.  Bu hikâyeyi sizlerle paylaşmak istedim.
…   …
Adamın birinin eşeği kuyuya düşmüş. Allem etmişler, kullem etmişler çıkaramamışlar. Eşeğin sahibi hemen orada basit bir hesap yapmış. Eşek yaşlı ve sıskaymış. Eskisi gibi yürüyemiyor, yük taşıyamıyormuş. Bedavadan yem yiyor diye düşünen adam eşeği düştüğü kuyuya gömmeye karar vermiş. Komşulara kararını açıklamış. “Biz onu çıkaramayız, acı çekerek öleceğine üstüne toprak atarak biz onu buraya gömelim. Zaten yaşlı, yarın öbür gün nasılsa ölmeyecek mi?” Demiş. Komşular kürekleri kapıp gelmişler. İlk birkaç kürekte eşek yeri göğü inleterek anırmış. Sonra sesi soluğu kesilmiş. Sahibi merak edip kuyuya bakınca ne görse beğenirsiniz? Meğer eşek atılan topraklar sırtına geldikçe silkelenip onu üstünden atıyor, bilmeden toprakların ayağının altında kalmasını sağlıyormuş. Böylece  toprak atıldıkça eşek kuyunun ağzına yaklaşıyormuş. Adam toprak atmayı sürdürünce de eşek kuyudan çıkmış, koşarak oradan uzaklaşmış.

Bu hikâyeyi kimin yazdığı belli değil. Belki internette dolaşan hikâyelerdendir. Fakat umutsuz hiçbir şey yoktur, yeter ki biz görmesini bilelim diyen bir hikâye olduğu için çok beğendim. Bu hikâye yıllar önce okuduğum, içinde gözlem gücünün anlatıldığı böyle hikâyeler olan, Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti isimli kitabını hatırlattı. (O kitabı okurken teyzem ve yeğenlerim bizdeydi. Teyzemin kızı yeğenim Nesrin de kitap okumaya meraklıdır. O sıralar 12-13 yaşındaydı. Kitabı okumak istemişti. Kendisine yaşının uygun olmadığını söyledim. Ben dışarıda olduğum sırada bulup okumuş, gece hikâyeler rüyasına girmiş ve uyuyamamıştı. Hikâyeler onun yaşındaki kişiler için ağır ve ürkütücüydü.) İçinde bir hikâye vardı ki beni derinden etkilemişti. Geçmiş gün, net hatırlamıyorum ama hikâyenin adı “Girdap” olabilir. Yanılıyorsam beni bağışlayın. Boşuna dememişler: “Hafıza-i beşer nisyanla malûldür.” Yani insan unutma sakatlığına sahiptir. Bende yürüme özürlülüğüme ek olarak birde unutma sakatıyım.

Hikâye şöyleydi:

İzlanda da balıkçılar sezonun son avına pırıl pırıl bir havada çıkarlar. Ama daha sonra hava bozar. Balıkçılar kaçmaya fırsat bulamadan fırtınaya ve yağmura yakalanırlar. Kuzey denizinin girdapları balıkçıların korkulu belasıdır. Sonunda o da olur. Bütün balıkçı gemileri girdaplara kapılarak deniz dibini boylar. Balıkçı gemilerinin birindeki bir balıkçı bu fırtınada olanı biteni öyle bir izler ki, sanki beynine kazır. Girdaba giren her nesnenin şekline göre değişen hızda girdaba kapılıp battığını görür. Ağabeyine kendisini fıçıya bağlamasını onunda aynı şeyi yapmasını söyler. Ağabey kardeşini fıçıya, kendini geminin direğine bağlar. Sonunda gemi batmak üzereyken fıçıya bağlı olan balıkçı kendini girdaba atar. Balıkçı gemisi ve ağabey girdabın içine bir boşluğa düşmüş gibi hızla girer ve denizin dibini boylar. Fıçıya bağlı olan balıkçı girdabın kocaman dairesinde hızla döner ama dibe doğru çok yavaş gitmektedir. Sonunda girdap olayı biter ve balıkçı kurtulur. Ertesi gün balıkçı köyünde, deniz kıyısında bu balıkçıyı bulanlardan hiç kimse onu tanıyamaz. Bir gecede saçı bembeyaz olmuştur. Hafızasını da kaybettiği için kendisinin kim olduğunu anlatamaz.
…   …   …

Hiçbir şey hayattan önemli değildir. Kimse ölmeye çalışmaz ve çalışmamalıdır. En kötü durumda bile yaşamaktır amaç. Hayatı sonlandırmak intihardır. İntihar dinen de yasaktır. Öyleyse yaşamak için her şart zorlanmalıdır. Bu hikâyelerin anlattığı da bu değimlidir? Onun için umudumuzu yitirmeden şartları gözlersek yaşamanın bir yolu bulunur. İsterseniz bunu ülke gerçekleriyle de bağdaştırabilirsiniz. Ve büyük ölçekte de durumun aynılık gösterdiğini göreceksiniz. 


Yayın Tarihi14.10.13 


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 19

         Mesajlarla şiir yazıp yollamaya başlayınca çok ilgi gördüm. Öyle ki bir şiirim başkası tarafından bana ilk kez yazılıyormuş gibi tekrar yollanmıştı. Bunun üzerine emin olmadığım kişilere şiir yazıp yollamamaya başladım. Bu gün sadece mesajlarla yolladığım şiirlere yer verdim. Umarım beğenirsiniz.

         Bu gün ki ilk şiir bir ara arayamadığım sevdiğim bir kişiye yazılmıştı. Beni unuttun diyordu, haklı olarak sitem ediyordu. Unutmamıştım oysa. Bunu vurgulamaya çalıştığım bir şiirdir.

*

13
Seni unuttum sanma
Aklımdasın daima
Unutmam için seni gülüm
Kapımı çalmalı ölüm
O zamanda ararım ruhlar dünyasından
Eksik olmam gecenin rüyasından

Aydın Göle
23.06.2000

***

         Bütün güzelliğine rağmen buz gibiydi. Öyle bir zalim bakışı vardı ki, mümkün değil
anlaşamazdınız. Oysa adıyla ve güzelliğiyle bir tatlı esinti estirirdi. Bir insan nasıl böyle olmayı başarır şaşarım. Ona aşık olanın halini düşünemiyorum. Kim bilir ne eziyetler ederdi sevdiğine. İkide bir telefonla arar muhabbet etmeye çalışırdı. Benden yirmi iki yaş küçüktü. Bu halini gençliğine veriyordum. Fakat kendimden de uzak tutmaya çalışıyordum.  

*

17
Şimşeklerden tahtınla yıldırımların
                                               zalim ecesi
Üşür dağ tavşanları gibi
                               yazlar bile kış gecesi
Baharları getirir andıkça dudaklar
                                     adının her hecesi
Tehdit gibi dolaşır duvarlarda
                                    sensizliğin gölgesi
Zalimlik iğreti duruyor 
                                   eteklerinin ucunda
Seni gören kalplere yetişemiyor 
                                           zavallı ciğerler
Oksijeni almaya, 
                             vermeye karbondioksiti

Aydın Göle
08.08.2000

*** 
 
         Bu şiiri kime ve niye yazdığımı hatırlamıyorum. Yalnız hayatımda çok önemli bir aileyle sorunlar yaşadığım sıralarda bir rastlantı sonucu bu şiiri okuma fırsatı buldum. Onlara “gündeminiz beni ilgilendirmiyor. Ben neredeyim, siz nerede..” demek istedim. Başka şiirlerimden seçtiklerimle de epey duygulu bir gece geçirmiştik. İlk defa gerçek anlamda bir şiirin işe yaradığını görmüş oldum. Herhalde uzun uzun konuşsaydım bu kadar etkili olamazdım.

*

18
Yalnız ve kimsesiz kemanın 
               sessiz gözyaşlarını gördüm
Giden yıllara ağlıyordu 
                              çocuklarla beraber
Yıkılmıştı, ayakta duracak 
                                   dermanı yoktu, 
                    zaten ayakları da yoktu
Siz gitmeseniz o size gelemezdi
İnce çığlıkları tanrı katında duyulur
Yürekleri söküp yerinden trompet
İnsafsız şarkılar söylüyordu
Keman dayanamazdı, nefesi çıkmazdı
Yalnızdı ve yayı kırık
Boğazında düğüm düğüm hıçkırık
Çok zamandır bir el sevecenlikle
Okşamadı inleyen saçlarını

Aydın Göle
16.08.2000

***  

         Dilimizin organ olarak çok çalıştığını düşünürüz değil mi? Gevezelikte de üstüne yoktur. Öylemi gerçekten? Görünene bakarsak haklısınız. Ama görünmeyen şeyler bir başka geveze organımızdan da söz eder. Kalbinizi dinleyin, bana hak verirsiniz. Bütün şikayetlerine rağmen durmadan konuşan sadece kalbimizdir.  

*

19
Gün ister bayram günü olsun 
                                             ister matem
Dereler çağlamıyorsa 
                                 ağlayan yoksa şayet
Sana sesim ulaşamıyor madem
Değiştirmiyorsa bir şeyleri 
                                    neye yarar şikayet
Ömür dediğin bir su damlasıdır nihayet
Benim korkum ölmek değil, unutulmaktır
Trompetler çalsın evrenin kederli müziğini
Ben unutmasam da
Zor yutulur siyanürdür masamda 
Uğruna yazdığım şiirler şahidimdir, yüreğimdeki muhabbete
Yürek dediğin nedir ki, 
                  susmak bilmez GEVEZE

Aydın Göle
16.08.2000

***  

         Kimse ne kadar yaşayacağını bilemez. Belki de bunun için oradan oraya savrulur dururuz. Oysa toplam cebimizdeki paramız gibi toplam ömrümüzü bilsek, zamanı bu kadar hoyratça harcamazdık belki de. Yada daha mı çok  tozuturduk, ne dersiniz?

*

20
Zaman bize verilmiş nakittir
Toplamına ömür dediğimiz
Ecel bilinmez hangi vakittir
Ne zaman bittiğine bakılmaz
Nasıl harcandığına bakılır, mutlaka bakılırsa

Aydın Göle
04.11.2000

***  

         Kiminin işi başından aşkındır kiminin aşkı.. İkisi bir arada gitmez, mümkün değil. Gönül adamı olmakta zordur, iş adamı olmakta zordur. Ben ikisini de becerebilmiş değilim. Seç derseniz akılcı düşünceme rağmen aşkın tarafında yer alırım. Aşk karın doyurmaz “bilmem mi?” Bilirim elbette. Fakat dünya aşkla dönüyor bunu da unutmayın. 

*

24
İşiniz mi yoksa adınız mı aşkın
Kederleriniz mi, sevinçleriniz mi taşkın
Canım sizi seven mi, sevmeyen mi şaşkın
Yıldızlara sorun adımı, gülümseyen aya
Görmeden bilmek var ya
Ben sizi sizsiz yaşarım
Ne geleceği bilen falcıyım
Nede herkesi kandıran bir yalancıyım
Geçerken size uğrayan 
                                yorgun bir yolcuyum
Belki yüreğinizde fazladan bir sancıyım

Aydın Göle
18.10.2000

***   ***   *** 

         Şu cep telefonları çıktı sihir bozuldu. Artık ne varsa ortada.. sevgili de ortada, kavgada ortada. Bir bayan yanlışlıklamı, birinden alarak mı bilmiyorum, cep telefon numaramı bulmuş. Üst üste birkaç kez aradı. Elazığlı olduğunu söylemişti, konuştuğu düzgün Türkçe yüzünden inanamamıştım. Alttaki şiiri yazdım yolladım, bir daha aramadı. 

*

25
Bahar tarlalarının 
             nazlı gelincikleri gibiydi sesiniz
Elimle dokunacak kadar yakındınız 
                                               bir bilseniz
Işık olup muhakkak gelirdim
Mesafelere inat, gel deseydiniz

Aydın Göle
19.10.2000

***  

         Aşağıdaki şiirle bir yazımı daha bitireceğim. Haftaya gene şiir köşemde buluşmak dileğiyle. İyi pazarlar sevgili okurlar.. 

*

26
Gül desen gülü veririm
Bahçemdeki tek gülü veririm
Kan desen kan da veririm
Küçük yalanlara kanıveririm
Sevginle beni kuşatırsan eğer

Aydın Göle
20.10.2000


Yayın Tarihi: 13.10.13



KADINLAR ERKEKLER

Dünya var olduğu zamandan beri kimileri kimilerinin eteğine tutunmadan edememiştir. Kadın erkek çekişmesi belki insanlık tarihi kadar eski çekişmedir. Bu konuda söz söylemeyen kalmış mıdır acaba? Koca koca filozoflar, koca koca sanatçılar, koca koca devlet adamları kadın erkek ilişkisi hakkında iki çift laf etmişlerdir. Bu gün bu sözlerden dem vuracağım. Bence hepsi, içlerinde düşündürücü olanlar olsa da, eğlencelik sözlerdir. Gelin biraz eğlenelim.

***   ***   ***

Tecrübeler sonunda halkın söylediği sözlerden birini sunuyorum. Burada anlatılan sadece kadına ait bir durum olmasa gerek. Ya saygı gereği, ya boyun eğmekten dolayı sesini alçaltarak konuşan ve bir şey isteyen olduğu kadar, istediğini alamayıp bağıranda çook..

 “Bir kadın kısık sesle konuşuyorsa bir şey istiyor demektir.
Sesini yükseltiyorsa bilin ki istediğini elde edememiştir...”
-Anonim-
…..

Sokrates bu sözüyle belli ki güzel bir kadınla evli değildi. Çünkü bu söz bir filozof sözü. Kendiside malûmunuz filozoftu.

“Karısı güzel olan adam mutlu olur. Güzel olmayan ise filozof...”
-Sokrates-

İşin başka bir tarafı da vardır. Evlenmeden önce sevdiğimizin güzeliği hakkında, evlendikten sonra eşimiz güzel değilse çirkinliği hakkında konuşuruz. Yani biz hep konuşuruz.
…..

Konuşkan insanları Chapman ne güzel anlatmış bu sözle. Konuşkan insanın (ayıp olmasın diye öyle diyorum aslında bu insanlara geveze dendiğini biliyorum) susma ihtimali var mı? Ancak ölürse susar derseniz Chapman’ı haklı buluyorsunuz demektir.

“Bir erkek ölürken kıpırdayan son yeri, kalbidir. Bir kadın ölürken,dili...”
-George Chapman-
…..

Kadınların en hassas konusu yaştır. Bütün kadınlar için zaman 35 yaşından sonra yavaşlar. İki   yıl bir yıl yerine sayılır. Oysa zaman kadınları yalancı çıkarır. Ne kadar saklarsanız saklayın gerçek kendini gösterir.

“Erkek hissettiği, kadın göründüğü yaştadır.”
-Moltimer Collins-
…..
Aşağıdaki söze çok güldüm. Bir kadınla evleninceye kadar peşinden koşmak heyecan vericidir. Sonrasını düşünmek kimsenin işine gelmez. Önceki nesiller düşünselerdi biz dünyaya gelir miydik? Bizde bunu düşünmedik, çocuklarımıza bu sorunu devredeceğiz, kararlıyız.

“Kadın peşinde koşmanın zararı yoktur. Zararı veren onları yakalamaktır.”
-Jack Davies-
…..
“Bir sürü erkek başarısını ilk karısına borçludur. İkinci karısını da başarısına.”
-Jim Backus-

Alın size doğru bir söz. Hangi yuva kadının fedakârlıkları üzerine kurulmamıştır?  Fedakâr kadın eşinin başarısını hazırlar. Erkek bununla şişinir. Bu hazır başarının üstüne ikinci karısını alır. Yani bu durumda ilk eş cefakârdır erkek kıymetini bilmez. İkinci eş sefakârdır (bu sözcüğü kafiye olsun diye uydurdum, kusura bakmayın), bunun için başarılı (!) erkeği seçer. Erkek gene hünerin kendisinde olduğunu sanır tabii.
……

Bakın bir Çin Atasözü ne demiş:

“Kadına inanan, kendini aldatır. İnanmayan da kadını aldatır.”
-Çin Atasözü-

Kadınlara da sorsanız bunun tersini söylerler. Ne güvensiz bir dünya anlayışı değil mi?
……

Komik bir söz daha

“Zengin dullar bir gözleriyle ağlarlar, öbürünü kırparlar.”
-Miguel De Cervantes-

Ama aynı zamanda ne acımasız söz değil mi?
……


“Altın ateşle, kadın altınla, erkek kadınla imtihan edilir.”
-U.S.A

Doğru bir söz. Altın ateş karşısında erir, o haliyle biçim verilir. Kadın bu altınla güzelliğine güzellik katılacağına inanır. Süslenme alışkanlığından hiçbir kadını vazgeçiremezsiniz. Kadının altına düşkünlüğü kadar, erkeğin kadına belki de daha çok düşkünlüğü vardır. Bu düşkünlüğü ile kadın erkeği, tıpkı ateşin altını eğip biçim verilmeye hazır hale getirmesi gibi kıvama getirir ve sonunda biçimlendirir. Bu aşama çok sancılı da olabilir. Sancılı olup olmaması kadının ustalığına bağlıdır.
…..


“Evlenmeden evvel gözlerinizi dört açın. Evlendikten sonra yarı yarıya kapayın.”
-PORTEKİZ-

Mutlu bir hayat yaşamak isteyenler için altın değerindeki bu söze herkes kulak vermelidir. Sadece erkeklere söylenmiş söz değil bu. Eş seçen herkes buna dikkat ederse büyük ölçüde sorun çıkmaz.


Yayın Tarihi11.10.13 

DİZİLER VE AĞIR AKSAK DEĞİŞEN TOPLUMSAL YAPI

Kitapçı dükkanında cahil tezgahtar olmak ne demektir tahmin edebilir misiniz? O bal kavanozundaki sinek gibidir. Kavanozun neresinde duracağını bilemeden içine dalıp tadına vuruldukça daha çok batar. Aslında o kavanozun içindeki baldan da bir haberdir.

Nil kırtasiyede sevdiğim bir arkadaşım vardı. Kan kanserinden vefat etti. Rahmetliyi her bölümde çalıştırmışlardı. En uzun çalıştığı bölüm fotokopi bölümü olmuştu. Oradan da vücudunda radyo aktif fazlasıyla birikmiş, doktorlar böylelikle kan kanserine yakalandığını söylemişlerdi. Bana bir keresinde türküler ve ozanlarla ilgili bir kitap önermişti. Almam için çokta ısrar etmişti üstelik. O an için bana pahalı gelmiş, alamamıştım.

O, kitaplardan tamamen bir haber değildi. Geneli hakkında bir fikri vardı. Kitap almaya gelenlere önerilerde bulunabiliyordu. Bir gün içinde olduğu hazinenin farkında olup olmadığını sordum. O da fazlasıyla ilgilenecek zamanının olmamasından yakınmıştı.

Bilgisayar çağında bir çok güzel alışkanlıklar terk edildi. Bunların arasında kitap okuma alışkanlığı da var. Gençlere sorun bakalım kaç kişi ders kitabının dışında bir kitap okumuştur. “Ahmet Kutsi Tecer, Esat Mahmut Karakurt, Yakup Kadri, Peyami Sefa...” gibi yazarlardan söz edin kimse bilemeyecektir. Onlar için Orhan Kemal, Kemal Tahir adları bilgisayar oyunları kadar çekici değil. Oysa edebiyat hayatla örtüşürken bu tip oyunlar kişiyi hayattan koparıyor. Doğadan kopmuş veya koparılmış, zihinsel ve ruhsal gelişim imkanları kapatılmış, bedeni ihtiyaçları kadar ufka sahip, yeni bir mağara insanı doğuyor; farkında mısınız? Neyse..   Hayatın göstergesi olarak edebiyat eserleri sinema veya dizi film olarak beğeni toplarken o eserlerin kitap olarak okunmaması ilginç bir veridir. Giderek daha şifahi bilgiye (yani ağızdan ağza aktarılan bilgiye) önem verdiğimiz için her bilgimiz derinliği olmayan sığ bilgidir. Televizyonlarda konunun uzmanı olanların tartıştığı programı izleyerek kültürümüzün arttığını düşünerek kendimizi aldatıyoruz. Bilgi okumadan elde edilmez.

Son yıllarda çekilip ilgiyle izlenen tıpkı “Yaprak Dökümü”, “Aşk-ı Memnu” romanlarından uyarlanmış dizi filmler gibi Orhan Kemal’in yazdığı romandan uyarlanan “Hanımın Çiftliği” adlı bir dizi film çok sevilmişti. Dizi filmlerin yeni mağara insanının doğmasında etkisi nedir tartışılır belki, ama bir etkisi olacağı büyük bir ihtimal. Her olaya kayıtsız kalan insanların tepkisizliğine bakarsanız bu söylediklerimde pekte haksız sayılmam değil mi? Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur’a göre izleyicilerden çeşitli tepkiler geliyormuş. Bunlardan biri de Öznur Özdamar.

ÖZNUR Özdamar da İtalya’da ekonomi doktorası yapıyorken, “Hanımın Çiftliği”ni internetten izlemiş, annesi tavsiye etmiş...
Dizinin ilk bölümündeki Güllü’nün babası Cemşit’in bir lafına takılmış...
Kızının sinemaya gitmesini kabul edemeyen Cemşit, “Satacağım bu kerameti!” deyip, bel kayışıyla Güllü’yü döver.

ÖZNUR Özdamar tepkisini yazıp göndermiş:
“Roman 1961 yılında yazıldı. Az değil, 42 yıl geçmiş üzerinden ve biz hâlâ töre cinayetleriyle, kadın bedeninin namus gibi bir sözcüğün varlığı sebebiyle babası, amcası, erkek kardeşi tarafından idaresinden, kadına şiddetten bahsediyoruz. Vurun kahpeye gibi bir terim üretilmiş zamanında bu topraklarda ve ne yazık ki 21. yüzyılda dahi modasını yitirmemiş, hatta şekil değiştirmiş asın, kesin, biçin kahpeyi olmuş. Yıllar geçti, bu topraklar eline taşı, silahı alıp, erkek özgürlüğüne karışan, onları taciz eden bir kadın toplumu göremedi. Göremezler, çünkü erkekler annelerinin her şeyi yapabilecek özgürlüğe sahip, aslan oğullarıdır.

Feminist bir yanım hiç olmadı. İki cinsiyet uyum içinde yaratılmış, yarım elma olsunlar diye, biri elma, diğeri elmanın sapı olsun diye değil. Bu yazı erkek egemen bir topluma karşı duruş olarak da algılanmasın, değil zaten. Anadolu kadını hep sözüne değer verilen olmuştur aslında. Bu yazı gücü kötüye kullanan, şiddetle özgürlükleri örtbas etme emelinde olan istisnalara karşı yazılmıştır.”

Okudunuz işte, Öznur hanımın dedikleri bunlar. O dizide baba ve ağabey rolündeki oyuncular son derece sevimsiz ve itici karakterleri canlandırıyorlar. Geleneklerin egemenliğinde erkek kıyıcılığı böyle bir şeydir. Romanı okuduğunuzda da bunu görürsünüz. Bir kitapçıya gidip tezgahtara kitapla ilgili birkaç soru sorsanız size hiçbir cevap veremeyecektir. Kitaptan geçtim yazarları bile tanımayan çok!  Sonra toplumsal değişimi bekliyoruz değil mi? Toplumsal değişim bir gelişmenin ürünüdür. Gelişmediğimiz söylenemez, cumhuriyetimizin kuruluşundaki durumla bugünkü durum kıyaslanamaz bile. Fakat kültürel yönden her geçen yıl gerilediğimizi rahatça söyleyebiliriz. Cahil tezgahtarlar buna en iyi örnektirler.



Yayın Tarihi09.10.13 

KADIN ÜSTÜNDEN POLİTİKA VEYA PLOİTİKADA KADIN

Bazen eski yazıları karıştırmak hoş oluyor. Dünlerle bugünleri kıyaslama imkânı bularak gerçeği böylelikle görebiliyoruz. Eski yazıları karıştırarak bugünkü yazıyı kotarmış oldum.

*

Toplumlar bireyleriyle yaşar. Bireyleri kadın erkek diye ayırmak feodal dönemden kalan bir mirastır. Cinsiyet bir bütünün iki parçası değil mi zaten? Duruma bu şekilde yaklaşılsa kadın erkek ayrımcılığı mirasını reddetmek kolaylaşacaktır. Bu gün cumhuriyet kazanımlarıyla kadının geldiği yerden, henüz feodalleşememiş olan bazı cumhuriyetlerin kadınlarının yaşamı gibi geriye gidişi imkânsızdır. Fakat bu bile yeterli bir sigorta değildir. Kadın üstünden yapılan politikalar ne kadar allanıp pullansa da gerçekte kadını toplum dışında, üretim dışında tutma amacını gütmektedir. Aile reisliği kavramı hala erkeğin olduğu durumlarda tersini beklemek hayal olur. Burada belirleyici rolü ekonomik şartlar oynayacaktır. Kadını tekrar eve kapatıp ekonomik hayatın dışında tutmak mümkün olmayacak gibidir.

Kadın erkek arasındaki farkı eğitimde azaltmaktadır. Eğitimli insanların yurttaşlık bilinci daha yüksek olduğu için talepleri de daha fazladır ve bu taleplerinde daha ısrarcıdırlar. Bütün bunlara rağmen ülkemizde cinsiyet uçurumu azalacağına artıyor.

İktidar ve muhalefet tıpkı diğer konularda olduğu gibi ciddi adımlar atmak yerine vaziyeti idareye çalıştıkları için konu giderek içinden çıkılmaz hal almaktadır. Durum artık utanç verici boyutlardadır.

Gila Benmayor’un bu konuda yazdıklarına bakarsanız, Demokrat Parti; programında kadını konu edinen bir bölüm  hazırlamış. Bu bölümü, Türkiye’nin önde gelen kadın, aile, çocuk uzmanlarından Dr. Selma Acuner hazırlayanlardan biri.

Yeri  gelmişken bir hatırlatma yapalım.
 Dünya Ekonomik Forumu’nun Bugün açıklanan ve aşağıda ayrıntılarını okuyacağınız “Cinsiyet Uçurumu” raporunda Türkiye 134 ülke arasında 129’uncu sıradaymış.

Gila Benmayor’a göre “Dr. Acuner bu yüzden Demokrat Parti (bugün bu parti varlığını sürdürüyor mu? Süleyman Özsoy AKP’ye geçtikten sonra ortalıkta dolaşmayan bu partinin adı varsa bile tabela partisi olmaktan öteye gidemez. Baksanıza esamisi okunmuyor hiç.) için büyük bir şans.”
Sözü Gila Benmayor’a bırakalım mı?

“Peki bu parti kadınlara neyi vaat ediyor?

* “Mahalle Kreşleri
” açmak.
Son derece düşük olan kadın istihdamının nedenlerinden biri de kreş eksikliği.
* Belediyelerde yeterli sayıda sığınma evi.
* Sivil toplum örgütleriyle birebir istişare süreciyle kadın meselesini devlet politikası haline getirmek.
* Kadın yoksulluğuyla mücadele ve “toplumsal cinsiyet” bütçesi.
 Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda Türkiye’nin durumu vahim
 DÜNYA Ekonomik Forumu’nun, “Cinsiyet Uçurumu” raporu yıllardır yayınlanır.
Türkiye 2006 yılından beri yayınlanan bu raporda en kötü sınavı veren ülkeler arasındadır. 
Her yıl sıralamanın en altlarında yer alırız.
Ama bu yılki durum her zamankinden kötü.
Türkiye sondan altıncı.
Peşinden Suudi Arabistan, Benin, Pakistan, Çad ve Yemen gibi ülkeler geliyor.
DEF’in raporla ilgili basın bülteninde, Türkiye, İran, Pakistan, Yemen gibi ülkelerin daima en alt sıralarda olmalarına rağmen bu yıl daha da geriye gittikleri özellikle vurgulanıyor.
“2006’dan bu yana raporda yer alan ülkelerin üçte ikisinin skorlarında iyileşme var”deniyor.
Ne ki, iyileşme kaydeden ülkeler arasında Türkiye yok, aksine geriye gidiş var.
İran
, Mısır, Suriye, Fas, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde kadının durumu bizden daha iyi.
İktidar, muhalefet, kadın örgütleri bunu nasıl içlerine sindirebiliyorlar?
Ekonomiye katılım/fırsat eşitliği, eğitim, sağlık ve politik yaşama katılım  gibi kriterler üzerinde değerlendirme yapan DEF’in bu raporuyla ilgili bugüne kadar her hangi bir resmi ağızdan bir açıklama duymadım.

Bu kez acaba Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü  bir ses verir mi? Ya da Aileden sorumlu Devlet Bakanı durumun iyileştirilmesi için alınacak önemleri açıklar mı?

Bekliyoruz.”

*

Yani efendim iş sadece Ergenekon davası, kürt açılımı ve/veya paketler değilmiş. Her konuda olduğu gibi burada da ortalık toz duman. Kadın üstünden politika üretileceğine, politikada kadın sayısı arttırılmalıdır. Ama bu parti liderlerimizin iki dudağı arasında olduğu sürece çok zordur.



Yayın Tarihi07.10.13

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 18

         Geçen hafta deprem sonrasında cep telefonundan mesajla dostlarıma yolladığım şiirlere yer vermiştim. Bu şiirler şiir defterlerimde epey yer tutuyor. Bu günde bunlardan örnekleri sizlere sunmaya devam edeceğim. Geçen hafta size sunduğum ilk mesaj şiirlerini İstanbul’da iken yazmıştım. Bu hafta sunacaklarım Ankara’da iken ve Ankara’dan döndükten sonra yazdığım mesaj şiirleridir.

         Aşağıdaki şiirde deprem sonrasının zorunlu gezileri arasında yer alan şehirlerden geri dönüş isteğini dile getiriyorum.

*

8.


Rüzgarın minicik elleri
Saçlarında dolaşırdı kızardım
Sevda yıldırımlarıyla çarpılmışım
Bilmiyorum ne zaman yanmışım
Uyuyamıyorum ışıl ışıl şilebim
Yolum daha çok, duramam
Uykuya yattı ama Ankara
Işıkları söndü evlerin
Aydınlık sokaklara
Sesleri döküldü köpeklerin

***

         Simgesel anlatımlı bir şiir denemesi.. depremin ikinci ve üçüncü gecesi yıkılmış olan beş katlı bir binadan tüp patlayarak yangın çıkmıştı. Daha sonra yanında bulunan tüpçüye sıçrayan alevler yangını büyütmüştü. Gecenin içinde depremle iç içe bir başka felaket yaşanmıştı. Orda bir çok can belki enkaz altında henüz can vermeden yandılar. Çoğunu tanırdım. Bir kısmıyla selamlaşırdık. İçlerinden Harmanlıkta koltuk döşemeci dükkanı olan enkaz altında eşiyle birlikte kalan, çıkan yangınla cesetleri yanımış olarak bulunan, eski Yugoslavya göçmeni bir tanıdığımın çok genç biri kız biri erkek iki evladı kurtulmuş; sonradan öğrenince çok sevinmiştim. Ankara’dan dayıları yanına almış. Adı Yasin olan delikanlı selam vermeden geçmezdi.

*

9.


Kıpkızıldı ev, ateştendi
Alevdi göğe doğru, dil dil
Sonra bir kül kaldı kapkara
Bir koku köhnemiş maziden yanan
Bir koku genizleri yakan
                       gözyaşı sağnağında
Yıldızlara gittiler kimseye sormadan
Kara külü soyunup gittiler ruhlar
                   umutta gitmiş gidenlerle
          dilek suspus olmuş bir kenarda
                           yüzü yanmış ateşten
Kalakaldılar yalnızlıklarıyla baş başa
                 hem yetim, hem öksüzdüler
                hatıraları uzak ormanlarda is
Adları kaldı yadigar çıplak bedenlerine
Gecenin 03:02’sinde durmuştu
                         enkazdan çıkan saatler
Kenarı yanmış bir okul defteri
           nasıl bilinmez, yıldızlara gitmemişti
                           dil dil alevin kanatlarında



Aydın Göle
07.03.2000/Ankara

***

         Deprem sonrasının kargaşası içinde şehir ve insanın kimliksiz kalışını anlatmak istemiştim. Buna içimizde yeşeren baş kaldırışı da belirtiyorum. Adapazarı yok olamazdı, olmamalıydı. Sonunda herkes Adapazarı’nı ne kadar sevdiğini gösterdi. Yapabilen aynı mahallede evlerini bizim gibi tekrar yaptılar.

*

10.


Kiminin nüfus cüzdanı yok
Kiminin adresi belli değil,
              kiminin de mezarı
Yanık gül kokar şimdi
           o mahzun Adapazarı
Kimi anasız babasız, kimi eşsiz yavrusuz
Avare dolaşır kimi,
                            gece gündüz uykusuz
Gören yok,
Ama güneş gene her sabah doğuyor.
Ya unutulup yok olacak,
Ya yırtacak üstündeki siyah zarı.
Unutulmanın katlanılmaz acısına
                                 Adapazarı,
Ayağa kalkacak dimdik,
                         meydan okuyacak.
Yine iplik iplik,
            renk renk yarını dokuyacak.
Doğan güneşe her sabah
                            merhaba diyerek.


Aydın Göle
08.03.2000/Ankara

***

         Deprem sonrasında ilk defa sevdaya dair yazdığım şiir bu. Birkaç kişiden oluşan özellikleri topladığım hayali bir kişiyi anlatıyorum. Sevda zaten bir hayal değimlidir? Gerçek olabilir hayallerdir bizi yaşama bağlayan.

*

GÖZLERİ TABANCA


Gözleri tabanca
Tehdit edici, tahrik edici
Hele sevgiyle dolunca
Mermilerine hedef olup
               ölmek sevinci
Sarmazsa it olayım
               at olayım
Sırtıma vurun dünyanın
     ağır yüküyle dolanayım
Bakamam bakamam
          alev alevdi o gözleri
Gözleri bana dönük tabanca
Bir yığın çöple köpük köpük Sapanca
Sapanca’nın
            ve suyunu
            ve kumunu
            ve yosununu
               dinliyorum
O bilmiyor yemin ederim
Yemin ederim sevdiğimi
Bir kediye baktı,
            bir bana, bir suya
Söndürdü gözlerini
                    daldı uykuya
Yemin ederim uyumasa
Yazamazdım bu şiiri


Aydın Göle
07.03.2000/Ankara

***

         22 ağustos 1999’da başlayan zorunlu göç 20 mart 2000’de 6 ay 28 gün sonra sona erdi. Sevgili biraderim İstanbul’un Silivri ilçesine bağlı tatil köyünde yazlık bir evin alt katını kiralayıp bizi deprem şartlarından alıp çıkarmıştı. Bütün ülkede eğlence yasağı uygulanıyordu. Tatil yerleri de vurgun yemişti. Gittiğimiz köyde depremi hissetmiş Marmara denizinin deprem sırasındaki her durumunu görmüştü. Orda da bölgedeki şiddetli depremleri hissetmiştik. Özellikle bir akşam üstü merkezi Sapanca olan depremi çok şiddetli biçimde yaşadık. 12 kasım Düzce depremini Okullar açılıp döndüğümüz için İstanbul’da biraderimin 5 katlı bir apartmanın 2. katındaki dairesinde çok şiddetli ve çok uzun hissetmiştik. Ondan sonra babamın abla ve kardeşlerinin ısrarlı davetlerine uyarak Ankara’ya gittik. Geldiğimizde ben hemen böbreklerimden rahatsızlandım. Acil olarak hastaneye yatırıldım. Doktorlar teknik donanımın deprem sonrası çalışmaması nedeniyle beni o zamanki adıyla Göztepe Sosyal Sigortalar Hastanesine sevkettiler. Şiirin bu durumla ilgisi yoktu. Tek ilgisi Adapazarı’na döndükten sonra yazdığım ilk şiir olmasıdır.

11.


Hayal perdesinde yüzün
Bütün renkleri güzün
Bir kaçak ve sinsi hüznün
Esrarı yüklüdür bil ki
Ağzından dökülen her sözün


Aydın Göle
07.05.2000/Adapazarı

***

         Bu şiir müzisyen bir arkadaşımın kasetçi dükkânında tanıdığım Seher isimli bir bayana yazıldı. O kadar umutsuz konuşuyordu ki içimi karartmıştı. Oysa cıvıl cıvıl bir bayandı. Tombişti, ama bu onu daha güzel gösteriyordu. Yalnız gittiği yol, yol değildi. Sonradan tahmin ettiğim gibide oldu. Neden güzel kadınlar bu yolu tutar anlamıyorum. Orhan Kemal’in şimdi adını hatırlayamadığım bir romanında annesinin konsomatrisliğinden utanan güzel kıza annesinin arkadaşının söylediği söz aklımdan çıkmıyor: “Ben senin kadar güzel olsaydım hiç durmam 0….u olurdum.” Güzelliğin tanımı bumudur?

*

12.


Unut esir olan ufukları
Unut kasvetli bulutları
Heybesine doldurup ömürleri
Hırsız gibi giden yılları
Unut.
Umut,
Atamadığın soyadındır
Aç pencereni rüzgârları seherlerin
Odana girsin üşüsün biraz ellerin
Bir dostun ellerinde ısıt
Bırak kanın aksın
Dolaşsın bedeninde
Unut, unutmak istediklerini
Unut!
Umut,
Atamadığın soyadındır
Her doğan önce ağlar
Sonra asılır memeye
Birde başlayınca gülümsemeye
Ay büyür geceye

Aydın Göle
10.05.2000/Adapazarı


***

Hepinize mutlu bir hafta sonu diliyorum


Yayın Tarihi06.10.13 


İDEAL SAPMASI

Sonu izm’le biten her görüş ve dinler, insanın mutluluğu için reçeteler sunar. Bu uğurda çok savaşlar verilir, çok kanlar dökülür. Dinlerin ilahi emirleri üstüne söyleyecek sözüm yok. Fakat eylemleri kutsallaştırma görüşüne bir anlam veremiyorum. HİÇ BİR EYLEM HATASIZ DEĞİLDİR çünkü! Bu hem, sonu izmle biten her tür dayatmacı felsefi görüşler için, hem din kaynaklı görüşler için değişmez kuraldır. Bunu baştan kabul etmezsek yanlıştan dönmenin önü tıkanır.

Dünyanın her döneminde bu böyle olmuştur. Her görüş, güzel ve insani duygularla başlar, büyüdükçe şekil değiştirir, sonunda çıkış amacından epey uzaklaşır. Bu görüşü ortaya koyan son halini gördüğünde kendi görüşünün aldığı şekle mutlaka çok şaşırır. Buna örnek olarak sonradan adına ödül konan Alfred Nobel gösterilebilir.

1866 yılında yüzde 75 oranında nitrogliserini, yüzde 25 oranında emici bir toprak türü olan kieselguhr ile karıştırarak barutu (Çinliler bunu çok eski zamanlardan beri kullanıyorlardı) buldu. Barutun bulunmasının sonucunda savaş stratejileri kökten değişince Alfred Nobel’in nasıl bir yıkıcı keşif yaptığının farkına varması üzerine servetinin 1 milyon kronunun yeğenleri ve bir dönem aşık olduğu Sofie Hess arasında paylaştırılmasını, geri kalan 33 milyon 200 bin kronunu da her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını vasiyet etmişti. Bu ödüller fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel’in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yarattı. Ancak 1900 yılında İsveç Hükümeti Nobel Vakfı’nı kurdu. Bu yıldan sonra da Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlandı. 1901 yılında dağıtımına başlanan Nobel Bilim Ödülleri'nden fizik dalında günümüze kadar 154 bilim adamına ödül verilmiştir.
… … …
Sözün burasında Zülfü Livaneli’nin hayatından kesitleri verdiği “ Sevdalım Hayat” adlı kitabı aklıma geldi. Oradan konumuzla ilgili birkaç paragraf aktarmak istiyorum.

“(…) Ama Türk aydınlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Ekonomi bilse edebiyattan anlamıyor, edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı müzikçiler gibi başka hiçbir şeyden anlamıyorlardı. Edindiği kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl aydınına çok zor rastlanıyordu. Birde sol fanatizm vardı tabii.”

“(…) evlerindeki masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen devrimci arkadaşları onları küçük bujuva özentisi olmakla suçluyordu. Herkes yıkanmaktan utanır olmuştu ve banyo yapmadan dolaşıyordu.Tuhaf bir kabalık kaplıyordu ortalığı. Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler saklanacak birer kusurdu.”

“(…)  Bir lokalde toplanırdık. Orda yatıp kalkan Osman diye biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri girer, çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama karşı.”

Zülfü Livaneli’nin alıntıladığım bu satırlarındaki şu satıra dikkatinizi çekmek isterim: “Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü.”

Şu köylü nefreti sözünü gelişmeye karşı duruş olarak almak gerek. Köylülük babadan oğula aktarma yoluyla alışkanlıklardan kurulu bir bilgi metodunu içerir. Değişime açık değildir. Her yenilik onu rahatsız eder. Uçsuz bucaksız ovalarda, çıplak dağlarda sesini duyurmak için var gücüyle bağırmaktan başka seçeneği yoktur.

Kentlilikse bunun tersidir. Etrafı kalabalıktır. Birlikte yaşamanın, hatta yolda yürümenin bile bir kuralı vardır. Araçların yoldaki hareketleri de ayrı bir bilgi işidir. Daha çok ve daha çabuk bilgiye ulaşılacak yerlerdir. Her yenilik önce kente gelir, önce kentler bu yenilikler için eğitilir  eğitilenler öğrendiklerini günlük hayatlarında kullanır.  Daha sonra geniş alanlara ulaşır.

Gelelim din konusuna.. Zülfü Livaneli’den alıntıladığım satırları alaydan yetişme din adamlarına uyarlarsak şaşırtıcı sonuçla karşılaşmayız.

Örnek 1: “(…) Ama Türk din adamlarının çoğu tek boyutlu oluyordu. Dini konular dışında Ekonomi bilse edebiyattan anlamıyor, edebiyatçı olsa müzik bilmiyor, yada bazı müzikçiler gibi dini konulardan başka hiçbir şeyden anlamıyorlardı. Edindiği kültürü hayatına yayan bir yirminci yüzyıl din adamına çok zor rastlanıyordu. Birde dini fanatizm vardı tabii.”

Örnek 2: “(…) evlerindeki masanın üzerine örtü koyamamaktan yakınıyorlardı. Çünkü eve gelen dindar arkadaşları onları dünya hayatı özentisi olmakla suçluyordu. Herkes sadece dinsel bilgilerle donanıyor, yaşamı zarif kılacak şeyler onlarca fazlalık olarak kabul ediliyordu. Tuhaf bir kabalık kaplıyordu ortalığı. Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren tasavvuf ve dinsel hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler saklanacak birer kusurdu.”

Örnek 3: “(…)  Bir camide, bir mescitte toplanırdık. Orda yatıp kalkan biri vardı. Tam önemli bir toplantının ortasındayken adam yeni yıkadığı yün çoraplarını sallaya sallaya takunyalarını tıkırdatarak içeri girer, çoraplarını radyatörün üstüne serer, sonrada ayaklarını masanın üstüne uzatırdı. Çünkü köylüydü, ezilen insandı. Kimsenin sesi çıkmazdı bu adama karşı.”

Gördüğünüz gibi değişen hiçbir şey yok! Değişik dünya görüşünde de karşılaşılan durumlar aynı derecede sıkıcıdır.

Yani efendim, bu konu çok netameli olsa bile şunu söylemeden edemeyeceğim. İncelmiş kültürle yaşamı zarifleştirecek her türlü hareketin karşısında olan alaydan yetişme din insanları bir nevi köylü nefretin din söylemli neferidirler. Onlarında önce kentli olmaları bir zorunluluktur. Allahın huzuruna incelmiş duygularla varmak birinci şarttır. Bu sakalla sarıkla olacak iş değildir. Nasrettin hocanın bu konuda çok güzel bir fıkrası geldi aklıma.

Hocamıza bir cahil soru sormuş hocamız bilmiyorum demiş. Bunun üzerine o cahil “bizden utanmıyorsan koca kavuğundan utan hocam” deyince hocamız başındaki kavuğu çıkarıp cahile uzatırken “keramet kavuktaysa birazda sen tak” demiş.

Bu fıkra konumuza göre ters anlam içerse de varacağımız sonuç aynıdır. Yani dostlar bürünülen kisve her şey demek değildir. Din adamlarımız sadece ahrete hazırlayan meslek erbabı olmamalıdır. Keramet bunun için ne sakaldadır, nede kavukta.. tasavvuf bunu bize çok güzel anlatmaktadır. Varlığı anlamlandırma, yaşamı üretmeye dair çabadır.  Bunun için din adamları alaydan yetişmemelidir. Dünya yaşamını reddederek geldiğimiz nokta ortada. Dinimizin içi bu yüzden boş inanlarla doldu. Dini inançlarımıza mutlaka yüksek beğeni düzeyi de kazandırılmalı, sanat estetiği ve  felsefi düşüncelerden faydalanılmalıdır. Çünkü çok yoğun tempoda gelen teknoloji ve bilgi bombardımanından insanı korumak onu reddetmekle mümkün değil artık. Oysa dinimiz bize gelişmenin sırlarını vermiştir. Bunu başaran uzun ömürlü olmuştur. İşte Osmanlı.. Osmanlı; dönemine damgasını vurmuşsa, nedenleri; fetihleri kadar mimariden şiire, şiirden müziğe güzel ve ince duyuya verdiği değerdendi. Bunu yitirdiği anda geriledi ve yenileşmeyi başaramadığı için ömrünü tamamladı.

Başa dönecek olursak İDEAL SAPMASI yaşamamak için her alanda üniversal eğitimin gerekliliği gibi din adamları da ille ilahiyat fakültelerinden yetişmeli, oradan mezun olan din adamları da sanattan spora, siyasetten ekonomiye hayatın her alanıyla ilgilenmelidirler. Bu sapma sonunda Nobel gibi ödül vermek gülünçlüğüne düşmemeliyiz.


Yayın Tarihi04.10.13