Biri renk ve biçimlerin, diğeri sözcüklerin efendisi iki
usta sanatçımızı bilirsiniz; “Mutluluğun resmi” adlı şiiri yazan sözcüklerin
efendisi Nazım Hikmettir, şiirde kendisine seslenilende renk ve biçim ustası
Abidin Dino’dur. Şiir şöyle..
Sen, mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren
Melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne
Mavi yosunlu akvaryumda yüzen kırmızı balığın
Ne de
Al çeperli elmanın
1961 yaz ortasındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür, çok şükür
Bugünleri de gördüm
Ölsem gam yemem gayrinin
Resmini yapabilir misin üstad?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren
Melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne
Mavi yosunlu akvaryumda yüzen kırmızı balığın
Ne de
Al çeperli elmanın
1961 yaz ortasındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür, çok şükür
Bugünleri de gördüm
Ölsem gam yemem gayrinin
Resmini yapabilir misin üstad?
Şiir bir ideolojinin zaferinde duyulan mutluluğu anlatır.
Fakat burada bugün için önemli olan ideolojinin kendisinden çok mutluluk
kavramının anlatıldığı derinleşmedir. Derinleşme ile erinç at başı gider ve
gelen mutluluk yüzün aydınlanmasını sağlar. Bizim yüzümüz daha çok hatıraların
sokaklarında dolaşırken mutlu köşe başlarında biraz daha fazla durduğumuzda
aydınlanır. O köşe başlarında hayatımızın küçük büyük durakları vardır. Kimine
geçerken şöyle bir uğramışız, kiminde hayatımızın kararlarını almışızdır. Kiminde
nefes almaya fırsatımız olmamış, kimini de artık demir attığımız liman olduğunu
sanmışızdır. Oysa asıl durak son duraktır ve orda hayattan inilir. Son durağın
hangisi olduğunu bilmediğimiz için hep kalkacakmış gibi otururuz gittiğimiz her
yerde.
Kimin
çocukluğunun altın ışıkları gözlerini kör etmez ki. Hele hatıralarda.. Eskiler
boşuna dememiş, “geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer” diye.. işte benim
geçmişten aklıma gelen cihan değerinde hayallerim, hatıralarım.
Dışarıda kar... karlar o zaman sobadan dökülen kül gibi
durmazdı kiremitlerde. Küçük gölcükler bile donar, gül ağaçları, kardan adam
olurlardı. Bütün bacalarda meşe odunlarından sıcak, davetkâr, ince bir duman.. yolda
kalanların içini ısıtır, yaşam belirtisi olarak umutlarını yeşertirdi.
Önce pırpır sobalarımız vardı. Daha sonra kuzineler.. kuzineler öyle içten öyle sevgiyle yanardı ki... Rahmetli babamız kekik kokulu ovalarda otlamış koyunların mis gibi etlerini getirir, annemizde kuzinenin odun ateşinde korların içine küçük demir maşa üstünde bu etleri koyar, okuldan gelen kardeşlerime ve bana küçük bir mangal ziyafeti çekerdi.
Sabah kahvaltılarında maşanın üzerine ekmek dilimleri sıralanırdı kuzinenin üstünde.
Aydınlık bir kış sabahı bembeyaz gelinlik giymiş gibi her yer, gökler daha mavi ve kızarmış ekmek kokusu açlığımızı azdırırdı.
Önce pırpır sobalarımız vardı. Daha sonra kuzineler.. kuzineler öyle içten öyle sevgiyle yanardı ki... Rahmetli babamız kekik kokulu ovalarda otlamış koyunların mis gibi etlerini getirir, annemizde kuzinenin odun ateşinde korların içine küçük demir maşa üstünde bu etleri koyar, okuldan gelen kardeşlerime ve bana küçük bir mangal ziyafeti çekerdi.
Sabah kahvaltılarında maşanın üzerine ekmek dilimleri sıralanırdı kuzinenin üstünde.
Aydınlık bir kış sabahı bembeyaz gelinlik giymiş gibi her yer, gökler daha mavi ve kızarmış ekmek kokusu açlığımızı azdırırdı.
Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Francala ve normal ekmekler
bugünkü ekmeklerden daha çok ekmekti. Bilir misiniz, yoksul evlerde francala
ekmek normal ekmeğe katık-yemek- yapılırdı.
Her evde bir kümes, her kümeste birkaç tavuk, birkaç ördek ve mutlaka her gün taze yumurta yumurtlardı bu ördekler, tavuklar. Bir kez olsun kümesten yumurta almamış kimse yoktu.
Bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış kimse de..
Her evde elektrik yoktu gaz lambası aydınlatırdı odalarımızı. İkinci bir lambası olmayan tuvalete giderken lambayı da götürür, odadakiler bir süre karanlıkta kalırdı.
Her evde bir kümes, her kümeste birkaç tavuk, birkaç ördek ve mutlaka her gün taze yumurta yumurtlardı bu ördekler, tavuklar. Bir kez olsun kümesten yumurta almamış kimse yoktu.
Bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış kimse de..
Her evde elektrik yoktu gaz lambası aydınlatırdı odalarımızı. İkinci bir lambası olmayan tuvalete giderken lambayı da götürür, odadakiler bir süre karanlıkta kalırdı.
Yazları açık hava sinemasına gidilirdi. Pazara faytonla
gidenler, bir yerden faytonla gelenler dikkat çekerdi. Zenginlik alameti
sayılırdı böyle şeyler. Yoğurt, macunlu şeker, dondurma satıcıları sokaklardan
geçerdi. Hele bir dondurmacı Saffet ağabeyimiz vardı, iki sokak öteden sesini
duyar, kapımızın önünden geçmesini beklerdik. Kendisi yapardı, mis gibi saf süt
kokulu sakız dondurmaları. 2005-2006 yılına kadar bizlere çocukluk tatlarını
tattırdı Allah rahmet etsin.
Sinemada hangi film oynayacaksa küçük külüstür kırık dökük
arabayla sokak sokak gezer anons ederlerdi. Kardeşimin naylon ayakkabısının
ki kayluka derdik ona, arkası yırtılırdı. Arkadaşlarla koşarken, saklambaç
oynarken hep ayağından çıkardı. Onlara yetişemiyor diye hep üzülürdü. Annemde bir
önceki eski naylon ayakkabılardan bir parça keser maşayı da ocakta kıpkırmızı
olana kadar tutar sonrada yamalık yapardı. Kardeşim ayağına giyince pek mutlu oluyordu.
Yeni ayakkabıdan farkı kalmazdı. Bayramlıklarımızı terziye diktirirdik. Bir
bayram terzim üç kere pantolon dikmiş üstüme uygun kullanışlı bir pantolon
yapamamış, kumaşları ziyan etmişti. Bayram sonrası başka bir kumaşla tam bana
uyan bir pantolon dikmeyi başarmıştı. O pantolon uzun yıllar yeni dikilecek
pantolonlarımın kalıbı olmuştu.
Kumaşlardan kalan parçalar asla atılmaz sonraki günlerde
elbisede yırtılırsa o parçayla yama yapılırdı. Çoraplarımızın parmak
uçları topukları çabuk eskirdi annemiz hemen yamardı. Ama biz şimdiki
çocuklardan daha çok şanslıydık. Çocukluğumuzu yaşadık. Yokluk içinde mutluluk
vardı. Şimdi varlık içindeler her şeye sahipler ama hiç mutlu değiller.
DEVAM EDECEK