30 Haziran 2016 Perşembe

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 19

“Düşünce Evreninde” adlı bu yazı dizimizde, düşünce dünyasında kullanılan dili ve/veya düşünce yöntemlerini veya tarzlarını göstermek amacını taşıyorum. Önceki bölümde “Andırım”a giriş yapmış, devamını bu bölüme bırakmıştım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.   

ANDIRIM
Osmanlıca: Münasebet, Tecanüp, Mücaneset, Müşareket, Müşabehet, Mümaselet, Temsil, Münasele,  Müteşabihat, Teşbih, Delili Şebeh, Kıyası Fıkhi, Müşakele
Fransızca: Analogie 
Almanca: Analogie 
İngilizce: Analogy 
İtalyanca: Analogia.
Günümüz Türkçesi: Oranlar arasında benzerlik. 

1. Etimoloji : Avrupa dillerinde Yunancanın nisbet anlamındaki analoyia sözcüğünden türetilmiştir. Bilimsel terim olarak nisbet bakımından benzerlik anlamını verir. Türkçede andırım eşanlamlı olarak andırış andırışma terimleri andırmak kökünden türetilmiştir. Aynı anlamda örnekseme terimi de kullanılır.

2. Mantık : Andırım terimini günümüzde de kullanıldığı anlamda oranlar arasındaki benzerlik olarak antikçağ Yunan düşünürü Aristoteles tanımlamıştır. Andırım niceliksel olabildiği gibi niteliksel de olabilir. Nitekim mantık daha çok niteliksel andırımlarla uslamlama yapar. Ne var ki niceliksel oranlar arasındaki andırım kesindirkuşkulanılamaz. Niteliksel oranlarsa aynı ölçüde kesin değildirler. Öyleyse uslamlamada tümdengelim ve tümevarım'la birlikte andırım aynı kesinlik ve pekinlikle kullanılabilir mi?.. Ortaçağın skolastik mantıkcıları görgücülüğün karşısında usculuğu pekiştirmek içintemevarım'a karşı tümdengelim ve onun yanında da andırım'ın üstünlüğünü tanıtlamaya çalışmışlardır. Çünkü tümevarım deneyciliğin işidir çeşitli tikel deneylerden elde edilen sonuçlardan genel bir sonuç çıkarılır. Tümdengelim'se o zamanlar usculuğun işi sayılmaktadır çünkü genel ilkeler deneylerden değil düşüncelerden çıkarılmaktadır. Andırımsal kanıt (Os. Burhanı temsili Fr. Argument analogique)'ın güçlendirilmesi de usculuğun yararına olacaktır. Bu konuya koca bir ortaçağ boyunca gereğinden çok önem verilmesinin nedeni budur. Bk. Andırımlı Uslamlama.

3. Eleştiricilik : Bk. Analogien der Erfahrung Deney Andırımı Principe de la Permanence de la Substance Principe de la Succession des Phénoménes Principe de la Simultanété des Substances.

4. Yaşambilim : Günümüz yaşambiliminde andırışlar kuramı'ndan farklı olarak aynı kaynaktan gelmedikleri halde aynı görevi gördüklerinden ötürü birbirine benzeyen örgenlere andırımlı örgenler denilmektedir. Örneğin kuşların kanatlarıyla böcelerin kanatları böyledir her ikisi de uçmaya yarar oysa aralarında hiç bir özdeşlik yoktur. Bk. Andıran Örgenler Andırışlar Kuramı Benzetili.

5. Estetik : Antikçağ Yunanlılarından beri yakın zamanlara kadar güzel yazı ya da şiirlere benzer (Os. Nazire) yazmak ustalık sayılmış bu bakımdan güzel sanat yapıtları örnek tutulmuştur. Günümüz sanatında bu sadece bir taklit sayılır ve sanatdışı bir olgudur.

6. Tanrıbilim : Bk. Analogie Propre Analogie Métaphorique Analogon Rationis.

7. Dilbilim : Andırım dilbilimin başlıca yöntemlerinden biridir. Yeni sözcükler örneksemelerle türetilir.

8. Fizik : Bilinen benzeyişlerden bilinmeyen benzeyişleri çıkarmada kullanılan mantıksal andırım yöntemi fizik biliminde de başarıyla kullanılmıştır. Örneğin bunlar gücü önceden bilinen beygir gücüne benzetilerek ölçülmüştür.

9. Astronomi : Fizikte olduğu gibi astronomide de aynı mantıksal benzetme yöntemiyleönemli sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin dünyamızdaki fizik ve kimyasal koşullara benzer koşullar bulunduğu için Ay'a adam göndermeye girişilmiştir.

10. Bilgi kuramı : Andırım yöntemi benzeyişten sonuç çıkarmada tanımlamada ve sınıflandırmada yararlıdır. Örneğin Claude Bernard et yiyicilerin kırmızı ve ot yiyicilerin sarı renkli idrar çıkardıklarına bakarak ot yiyici tavşanın aç bırakılınca kendi kendin yediğieşdeyişle yedek besinleriyle beslenerek ot yiyicilikten et yiyiciliği geçtiği sonucunu çıkarmıştır. Huygens ışığın bir dalga olduğunu ses titreşimleriyle ışık titreşimleri arasındaki benzeşmeye dayanarak bulmuştur. Andırım yöntemi ortak özellikleri bulunan nesnelerdebirinde bulunan başka bir özelliğin ötekine de bulunabileceği olasılığına dayanır. Ne var ki bu bir olasılıktır ve bilimsel kesinlikten yoksundur. Bundan ötürüdür ki yüzyıllar boyunca deney ve gözlem yerine kullanılmış olan andırış yöntemi birçok başarılı sonuçlar elde etmesine rağmen bugün kullanılmamaktadır. Bununla beraber kimi bilginlerbaşka yöntemlerle de denetlemek koşuluyla andırış yönteminin bugün de kullanılabileceği ve yararlı sonuçlara yol açabileceği kanısındadırlar. Ne var ki andırım tek başına bir tanıt olamaz ve başka yöntemlerle denetlemediği hallerde güvenilir bir tanıtlama değildir. Tanıtlama sorunun dışında andıranını yapma yoluyla bir çok yeni buluşları gerçekleştirebilir.



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 29.06.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 18

“Düşünce Evreni” de bilimsel gelişmelerden etkilenmiştir. Çünkü her bilimsel gelişme yeni bir hayat tarzını doğurur. Her yeni tarz eski tarzlarla geçiş süresince çeliştiği gibi, yeni tarz kendi içinde de çelişir. Bu çelişmeler sorun demektir. Sorunlar genele yayıldıkça sorunsallaşır. Sorunun sorunsallaşması düşünce evrenini ilgilendirir. İşte bu noktada düşünenlerin düşüncesi sorunun ortaya konmasını sağlar.

“Düşünce Evreninde” adlı bu yazı dizimizde, düşünce dünyasında kullanılan dili ve/veya düşünce yöntemlerini veya tarzlarını göstermek amacımdır.  

ANABOLİSME
Besinlerin protoplazmaya dönüşmesi... Yaşambilim bilgini profesör Michael Foster, metabolizma olayını ikiye ayırmış ve bunlardan hücrelerin yıpranışına katabolisme, bu yıpranışı onarmak için hücre içinde besinlerin protoplazmaya dönüşmesine anabolisme andını vermiştir. Bu, İngiliz düşünürü Spencer’in intégration adını verdiği bir özümleme olayıdır. Foster’e göre her iki yaşambilimsel işlem birbirine karşı ters yönde işlerler.

ANALİTİK DÜŞÜNCE
Açıklığa ulaşmayı; örneğin, kavramları, önermeleri, yöntemleri, savları ve kuramları özenle parçalarına ayırmak yoluyla netleştirmeyi amaçlayan düşünsel evrenin bir görüşüdür.

ANALİTİK ÖNERME
Doğruluğu veya yanlışlığı, önermenin kendisinin çözümlenmesiyle belirlenebilecek olan önermedir. Karşıtı sentetik önermedir: Doğruluğunun belirlenebilmesi için kendi dışındaki olgulara gereklilik duyan önerme.

Çok uzun zamandan beri devletin varlığı tartışma konusudur. Çok önceleri küçük şehir devletçikleri halindeyken bir ailenin veya sülalenin hakimiyetiyle soyluların devletine, daha sonra sahip olduğu büyük toprak parçasının tarımsal geliriyle, yada ürettiği sanayi ürünü kazancıyla veya likidite transferiyle gelir elde eden daha büyük kitlelerin, yani burjuvaların hakimiyetiyle cumhuriyete dönüşen devlet bir ara büyük bir hayalle son hedefte kendini imha edecek komünizm öncesi toplumcu (sosyalist )devlete dönüştü. Ara ara görünen aşırı milliyetçi söylemle ırkçılığı savunan faşist devletleri bu arada es geçiyoruz. İşte devleti böyle aşamalara dayandığı sınıflara bakarak tek tipleştirici, özgürlük engelleyici bir organ olarak görmüşlerdir. Bu akımın adı “Anarşizm”dir. Anarşizm dinide özgür insanın önünde engel olarak görür.

Şimdide “ANARŞİZM”i inceleyerek görelim.
Başta devlet olmak üzere bütün baskıcı kurumları ortadan kaldırmayı öneren öğreti.

Anarşizme göre devlet egemen sınıfın çıkarlarını korumakla görevlendirilmiş gereksiz bir kurumdur. Özgürlüğü gerçekleştirmek için en başta devlet yıkılmalıdır. Devlet hiçbir zaman yeni bir toplum çağını başlatmak için kullanılamaz. Temsilcilik, gerçeklere dayanmayan bir düşçülüktür; bu gibi düşçülükler insanları insan dışılığa dönüştürür. Baskı yerine özgür işbirliği, korku yerine kardeşlik ve sevgi gerçekleştirilmelidir. Devlet yerine işbirliğinin doğuracağı dernekler ve bu derneklerin birleşmesiyle meydana gelen federasyonlar kurulmalıdır. Uyum bu birleşmelerin doğal dengesiyle gerçekleşecektir. Çeşitli birlikler her an yön ve biçim değiştirerek her an etkin yönü ve biçimi kullanacaklardır. Devlet ile birlikte her türlü baskıcı kurum yok edilmelidir. İnsan; bir üretici olarak anamalın otoritesinden, bir vatandaş olarak devletin otoritesinden, bir birey olarak dinsel törenin otoritesinden kurtulmalı ve özgür bir gelişme olanağına kavuşmalıdır. Bütün insansal yetenekler ancak başsızcı yani lidersiz (anarşist) bir toplumda, hiçbir baskıyla engellemeksizin, özgürce gerçekleşebilir

ANDIRIM
Osmanlıca: Münasebet, Tecanüp, Mücaneset, Müşareket, Müşabehet, Mümaselet, Temsil, Münasele,  Müteşabihat, Teşbih, Delili Şebeh, Kıyası Fıkhi, Müşakele
Fransızca: Analogie 
Almanca: Analogie 
İngilizce: Analogy 
İtalyanca: Analogia.
Günümüz Türkçesi: Oranlar arasında benzerlik.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 27.06.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Gönül Duranoğlu 2)
Merhaba sevgili okurlar. Geçen hafta başladığımız ve beş hafta sürecek Gönül Duranoğlu ve şiirlerine ayırdığım yazımızın ikincisiyle karşınızdayım. Önce şairimizi tanıyalım. 

“1940 yılında Ankara’da doğan Gönül Duranoğlu ilk ve orta okulu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde okudu. Daha sonra girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde Hocaları Ali Avni Çelebi ve Cemal Tollu’dan Sanat Eğitimi aldı. Aynı zamanda ressam olan şairimizin Resmi ve özel kolleksiyonlarda resimleri vardır. Üç sanat kuruluşunun kurulmasında önemli katkılarda bulunmuş, hatta bu kuruluşların bizzat kurucusu olmuştur. Resim çalışmalarıyla birlikte edebiyat çalışmalarına da şiir, deneme ve araştırmalarıyla sanat, edebiyat dergilerinde devam etmektedir. Gönül Duranoğlu, hayatın içinden geçen her türlü olgu ve olaylardan  gözlemlediklerinden edindiği izlenimlerini düşünsel, eleştirel ama içine kalbinide kattığı kendine özgü duygulu bakış açısıyla şiirlerine dökebilmiştir. Şiirlerinin tamamında geçmişten geleceğe uzanan iki uçlu yapı görünür. Geniş açılımlı, biraz geçmişe özlemide taşıyan, eleştirel ve nitelikli, bireysel ve toplumsal açıdan aydın sorumluluğuyla biçimlenmiş yaşam anlayışını öne çıkarıyor. Aydınlanmacı, savaşımcı çağdaş insan tutumuna kadın duyarlılığını ekleyerek bunu yapıyor.

Kısaca şairimiz ressam, şair ve yazardır. Cumhuriyetin ilk yıllarının duygularıyla kazandığı ülkünün etkisini eserlerinde görmek mümkündür.

Keyifle okumanız dileğiyle sıra geldi şiirlere...

...

DAĞ ŞİİRLERİ-SİSYPHOS 3
Hâlâ gece ateşleri yanar
Mübarek toroslarda.
Tevatür eşkıya öyküleri
Biraz patlamış mısır kokar.
Kimse eşkiyaları anlayamaz
Benim kadar.
İnsanın göçebe yanıdır
Onlara dağlarda
Gece ateşleri yaktıran.
Çünkü mapusluğun bedeli
Daha hafiftir
Dağlarda yaşamaktan.
Ey çocukluğumun özgür
Dağlıları.
Ben o karanfil buğulu
Masallarımı yitirdim.
Sizin oralarda hâlâ
Rüzgar reyhan kokar mı?

Gönül Duranoğlu

***

DAĞ ŞİİRLERİ-SİSYPHOS 4
Bin yıldır yaşarım
Ben bu toroslarda.
Otların ağulusunu
Yosunların dermanlısını
Dağlılar öğretti bana.
Tanrıtanımaz
Bir eşkıya bilirim.
Üçgen muskasını
Hep boynunda taşırdı.
Her söylediğinde
Bildiği bir türküyü
Gizlemeden ağlardı.
“Yaman olur torosların boranı
Hançer değil sevda açtı
Ciğerdeki yaramı.”
Rüzgârın kıran
Ya da sevda getirenini
En iyi o anlardı.
Yanından hiç ayırmazdı
Doğum üzre telef olan
Bacısının resmini.
Adı kanlı katile çıkmış
Başka bir dağlı,
Ey her koyağına
Bin umut gizlediğim
Sırdaşım dağlar,
Bekleyin bu yaz da
Size çok anlatacağım var.

Gönül Duranoğlu

***

DAĞ ŞİİRLERİ-SİSYPHOS 5
Ey yolcu ne zaman
Türkü söylesem,
Allı pullu gelin ederim
Ben bu Torosları.
Rüzgârına reyhan katar
Dikenini mor sümbülle bezerim.
Dizelerim aldatmasın seni.
Dağlı bir göçebe değilsen
İnanma bana.
Taş, toprak ve dikenden
Başkasını bulamazsın orada.
Çünkü dağlar yalnız,
Kızıl şahinlerine
Ve yerleşik göçebelerine
Açarlar sırlarını..

Gönül Duranoğlu

***

DENİZ GEZGİNLERİ

(Deniz’e masallar IV)

Dünyanın bilinmeyen insansız bir adasında
Akıllı ve hüzünlü otuzyedi deniz kuşu yaşarmış.
Masal bu ya gerçekte bu kuşlar bir zamanlar insanmış.
Tanrı onları kötü ruhlu insanlara görünmez yapmış.
Vakt-i karanlıkta yaşarlarken ve insan suretindeyken.
Bu kuşlar her karanlığa ışığı ve sevgiyi taşırlarmış.
Günlerden bir gün bu 37 can ve dostları,
Geçmişi aydınlık bir diyara sevgi alışverişine gitmişler.
Çalmış çığırmışlar sözleşmiş söyleşmişler,
Tuvana bir şölen olmuş ki görenin aklı şaşmış.
Bu masalın kötüleri ise aymazlar diyarında yaşayan,
Güzelliklere kara pusular kuran karagoncoloslarmış.
Cayır cayır yakmışlar o güzel insanları.
Gazetelerde gördüm ve sonsuza dek Lanetledim o salyalı suratları.
Her yıl temmuz ayında gök yüzüne bakarım,
Denize doğru uçan kanat uçları yanık,
Otuz yedi deniz gezginini selamlarım.
Deniz aylardan temmuzsa ve sahildeysen,
Gökyüzüne bak otuz yedi deniz gezgini göreceksin.
Onlar yangınlardan geldiklerinden serin denizleri severler.
Deniz isimli çocuklara ve sevdiklerine görünürler.

Gönül Duranoğlu

***

DENİZ’İN MASALI
Uzat ellerini gökyüzüne çocuk,
Yakala en uzaktaki parlak yıldızı.
Tutsak et onu gözlerindeki gizemli ışığa.
Kayıp gitmesin bol yıldızlı bir gecede sonsuza.
Sana hiç temmuzu anlattım mı ben çocuk?
Ya da söyledim mi ağustosun türküsünü?
İkisi de Bir serencam üstünedir
Ve boyu fidan yağmur saçlı bir kızı anlatır.
Derler ki kız bir sevdanın ardına düşüp,
Kavminden kopmuş,
Sevdalısıyla uzak diyarlara gidip,
Yeni bir kavim kurmuş.
Ve temmuz ve ağustos çocuk,
Yağmur saçlı kızın güzelliğine vurgunmuş.
Temmuz tam biteceği gün,
Bir top ışık olup kızın kapısına konmuş.
Kız bu ışığı çok sevmiş.
Kız denizi de çok severmiş.
Ve tuzunu ve lacivertini.
Ağustos geri kalmamak için temmuzdan,
Ve bildiğinden saçlarında ışıkları saklayan
Sevdalı kızın denize özlemini,
O da bir top deniz olup temmuzun yanına durmuş.
Bu senin masalın çocuk.
Sen temmuz ve ağustossun.
Uzat ellerini ışığa ve denize,
Sen denizin ve ışığın çocuğusun.

Gönül Duranoğlu

***

DOSTUM
Benzersiz umarsız
Bir bulut indi bahçeme,
Kırkikindi yağmuruyla Ankara’nın.
Gece gibiydi gözleri
Ve kara bir gün gibiydi.
Çaresiz...
Gülüşü,
Duruşu,
Bir selam gibiydi.
Kardeşime benzer,
Tanıdık biriydi.
Sımsıcak,
Sevecen,
Dost,
Sanki bendendi.
Gözyaşlarındım senin,
Tanımadın mı,
Dedi.

Gönül Duranoğlu

***

DÖNÜŞ

(özel’e)

duydum geri dönmüşsün sılana
hasta ve çok yorgunmuş hepimize yeten yüreğin.
biz seninle bir zamanlar elele dolaşırken
gez göz arpacıkların menzilinde
şimdi karanlık güneşleri yanında taşıyormuşsun.
biz seninle aynı sılanın gurbetçileriydik
bütün kapıları çalıp seni soruyorum
falcıların yeşil su tasları dilsiz
bir ses, bir soluk, ince kırılgan bir gülüş
karanlığına karışmışlar bulamıyorum.
sen alanların en güzel gözlü kızı
kavgalarımızın kırmızı karanfili
hepimizin en narini, en güçlüsü
geçmişle geleceğin kesiştiği bir boşlukta
bir sunak taşının hem kurbanı hem bekçisi
sana biçilen karanlıkları artık taşıyamıyormuşsun
ah bir bulabilsem seni
uzatabilsek birbirimize ellerimizi
yeniden yaşatabilir miyiz kırmızı karanfillerimizi.

Gönül Duranoğlu

***

EĞRETİ
sevgili
zaman, bir türlü güvenemediğim
avuçlarımdan sessizce kayan sevgilim,
yine de her şeyimi bilen tek tanığımsın.
karun senin adına biriktirdi tüm servetini.
nemrut hala tan yeri bekçiliğini yapıyor.
gündüz, saçlarını her gün senin için örerken
gece, kahpeliklerin dökümünü
adına aht-i atiklere yazıyor.
atlılar geçiyor tozlu sokaklardan.
geçmişten geleceğe doğru
tarih düşmek için seni arıyorlar
adına altın sikke bastıranlar
ellerindeki sadaka taslarıyla peşinden koşuyorlar
kaybedilmiş bir savaşın ölü komutanları
utkularını anlatmak için adını sayıklıyor
leylak kokulu ilkbaharlar geçiyor önünden
heybelerinde kendi yağmurları yüklü
her şey geçip gitmek üzerine kurulu
gidenlerin yeri hemen doluyor
ve sonun başlangıcında her serencam
elindeki defter-i kebire kaydediliyor.

Gönül Duranoğlu

***

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlar. Gelecek haftada şairimizle birlikte olacağız. Hepinize mutlu hafta sonları...



Yayın Tarihi: 26.06.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 17

“Düşünce Evreninde” adlı bu yazı dizimizde, düşünce dünyasında kullanılan dili ve/veya düşünce yöntemlerini göstermek amacım. Her kavramın, her eylemin isimlendirilerek hatırlanmasının sağlandığı bu yöntem, bilimsel ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak topluma yerleşmiş değildir. Hatta tüketimin daha çok arttırılmasının düşüncenin reddedilmesine bağlı olduğu kabul edilmiştir. Böylelikle insanın bulunduğu üretim aşamalarında öncelikle alınır satılır bir meta haline gelmesi sonra ürettiği ürüne sanayi toplumu öncesinde olduğu gibi bedelsiz sahip olamaması buna bağlıdır. İnsanın üretim aşamalarında makinenin bir parçası olduğu düşünülecek olursa insan olmaktan çıktığını anlamak zor olmaz. Kapitalist düzendeki uzlaşmaz çelişki buradadır. Yaşadığımız bu çelişkiyi ortaya koymak gibi bir iddia taşımayan yazı dizimize devam ediyoruz.

MANTIKDIŞICILIK -ALOGİSME-
Mantıkdışıcılık... Gerçeğe sezgi ya da inanla varabileceğini ileri süren öğretiler, gerçeğe mantıksal akıl yürütmeyle varılabileceğini reddettikleri için bu adla anılmışlardır. Özellikle akıldışıcılar, inancılar ve sezgiciler, genellikle de gizemciler bu adla nitelenirler.

ALTBİLİNÇ 
Osmanlıca: Tahteşşuur, Matahteşşuur, Nimemşuur, Gayrı meş’urun bih, Şuuraltı, 
Fransızca: Subconscient, 
Almanca: Unterbewusst.
İngilizce: Subconscios, 
İtalyanca: Subcosciente, Subcoscio
Bilinç süreçlerini etkileyen bilinçdışı ruhsal süreçler... Dilimizde daha çok bilinçaltı deyimiyle dile getirilmektedir. Kimi sözcüklerde güçsüz bilinç (Osmanlıcası Zayıf şuur, Fransızcası Faiblement conscient) olarak tanımlanmış ve bilinçdışı (Osmanlıcası Gayrı şuur Fransızcası İnconscient) deyimiyle anlamdaş sayılmıştır.

ALTIK
Osmanlıca: Mütedahil, Arazi, Madun, Tekabülü basit;
Fransızca: Subelterne, 
Almanca: Subeltern, Subelternirt, Untergeordnet;
İngilizce: Subaltern, Subalternate;
İtalyanca: Subalterna Subalternata.
Külli yani bütüncül, cüz’i yani kısmi, günümüz Türkçesiyle tümel ve tikel karşıtlığını taşıyan önermelerin birbirlerine göre durumu.... Altık önermeler, nicelikçe karşıolumlu önermelerdir.

DENEYSELCİLİK -AMPİRİZM-
Bilginin tek kaynağının deney olduğunu ileri süren öğreti... Bu öğreti bilginin sadece duyumlardan geldiğini ve deney dışında hiçbir yoldan bilgi edinilemeyeceğini savunur. Bilginin duyumlara dayandığı savı, akıldan ve doğuştan bilgi olmadığı anlamını içerir. Ampirizm, duyumdan ayrı bilgi prensipleri olarak aksiyomların, akli prensiplerin, doğuştan fikirlerin ve kategorilerin varlığını inkâr eder. Dolayısıyla bütün bilgimizin dayandığı esasların duyulabilir tecrübenin eseri ve mahsulü olduğunu ileri sürer. Önsel (apriori) olan hiçbir şeyi kabul etmez.

Ampirizm, insanın doğuştan bir takım bilgi esasları olduğunu iddia eden idealizm ve rasyonalizmin karşısındadır. Ampirizme göre akıl, mantıki bir role sahiptir, yani olaylardan değil, gözlemlerden elde edilen önermeleri, tutarlı bir sistem halinde düzenleme rolüne sahiptir.

Ampirizm, şu önemli yanılgıları taşır: Maddesel ilişkilendirmekten yoksun olduğu için tek yanlıdır, bilgi sürecinde deneyin rolünü metafizik bir tutumla mutlaklaştırır. İkinci olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin rolünü küçümser. Üçüncü olarak ve bundan ötürü bilgi sürecinde düşüncenin göreli bağımsızlığını reddeder. Dördüncü olarak ve bunlardan ötürü de kişisel öğrenme sürecini etkin bir süreç olarak değil, pasif bir süreç olarak görür.

Ampirist John Locke doğuştan, önsel, bir bilgi olmadığını göstermek için “boş levha (tabula rasa) deyimini kullanmıştır. Locke göre insan beyni, doğduğu anda boş bir levha gibidir. Bu levha, yaşandıkça duyular yoluyla elde edilen algılarla dolacaktır. Bu yüzdendir ki yeni doğan çocuk hiçbir şey bilmez ve aptalların levhaları ömür boyu boş kalır. Çünkü doğuştan bilgi yoktur. Bilgi, ancak duyularla elde edilebilir. Kendisine sözü edilmeyen bir şeyi kendiliğinden bilen bir tek kişi gösterilemez. Anadan doğma körde renk bilgisi yoktur, çünkü rengi algılayamamaktadır.

DENEYSEL -AMPİRİK- DEYİ
Türkçe: Marksbilim
Kuramsal deyi karşıtı, eylemsel deyi... Herhangi bir olgunun kuramsal deyimi, ampirik deyiminden başkadır. Örneğin, ekonomide değer kuramsal deyi, fiyat aynı olgunun ampirik deyimi’dir. Artık-değer ve kar deyileri de böyledirler. Birincisi aynı olunun kuramsal deyimini, ikincisi ampirik deyimini dile getirirler. Ampirik deyi ile kuramsal deyi, her zaman, birbirine uygun düşmezler. Örneğin değer ve fiyat aynı değildirler, bir malın değeri on kuruş olduğu halde fiyatı on beş kuruş olabilir. Ampirik olgu, kuramdan (Fransızcası Téorie, teori) uzaklaşabilir ama kuramsız anlaşılmaz. Bu iki deyi biçimi arasındaki önemli farkın anlaşılmaması, ekonomi alanında birçok yanlış sonuçlara varılmasının nedeni olmuştur. 



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 24.06.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 16

Bir süredir ara verdiğimiz “Düşünce Evreninde” yazı dizimize geri dönüyoruz. Bugün yabancılaşma konusuna değineceğiz. Yabancılaşma, insanın sadece insandan ayrı düşerek yabancılaşması değildir. Söz konusu olan insanın bulunduğu üretim aşamalarında öncelikle alınır satılır bir meta haline gelmesi, sonra ürettiği ürüne sanayi toplumu öncesinde olduğu gibi bedelsiz sahip olamamasıdır. İnsanın üretim aşamalarında makinenin bir parçası olduğu düşünülecek olursa insan olmaktan çıktığını anlamak zor olmaz. İşte buna yabancılaşma diyoruz. Kapitalist düzendeki uzlaşmaz çelişki buradadır.

Yabancılaşma görüldüğü gibi üretim aşamalarının bir sonucudur ama bununla sınırlı değildir. Diğer etkenlerle birlikte yabancılaşma kavramını yakından görelim.   

ALİENATİON (Yabancılaşma)
İnsanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da ayrılma duygusunu dile getiren kavram. Çağdaş yaşamın çözümlenmesinde çok kullanılan bu kavram değişik anlamlara gelir.

1)Güçsüzlük: İnsanın geleceğini kendisinin değil, dış etkenlerin, yazgının, şansın ya da kurumların belirlediğini düşünmesi

2)Anlamsızlık: Herhangi bir alanda etkinliğin kavranabilirlik ya da tutarlı bir anlam taşımadığı ya da genel olarak yaşamın amaçsız olduğu düşüncesi.

3)Kuralsızlık: Toplumca benimsenmiş davranış kuralarına bağlılık duygusunun yokluğu ve dolayısıyla davranış sapmalarının, güvensizliğin, sınırsız bireysel rekabetin yaygınlaşması.

4)Kültürel Yabancılaşma: Toplumdaki yerleşik değerlerden kopma duygusu.

5)Toplumdan Yalıtlanma: Toplumsal ilişkilerden dışlanma ya da yalnız kalma duygusu.

6)Kendine Yabancılaşma: İnsanın şu ya da bu şekilde kendi gerçekliğini kavrayamaması

Terimi en iyi bilinen anlamıyla Karl Marx kullanmıştır. Marx’a göre bu kavram, insansal ürünlerin insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir. Tarihsel süreçte insan, tarihsel ve toplumsal yasaların bilgisini edinip onlara egemen olamamasından ötürü, toplumsal gelişmeyi insansal özünü geliştirici bir biçimde geliştirememiştir. Toplumsal yasaların bilincine varmadan toplumsal gelişmeyi bilinçle ve insanca yönetmek imkansızdı. Bu bilgisizliğin sonucu olarak, tarihsel süreçte hep kendisine yabancı, eş deyişle insansal olmayan ürünler ortaya koymuştur. Bundan ötürü insan, yarattığı maddesel ve ruhsal dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde bizzat kendisini maddesel ve ruhsal olarak durmadan yoksullaştırmıştır. Bunun sonucu olarak insan, bizzat kendi kendisine yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür. 

İşte açıklama bu.

Gerçeği arayacak olursanız meta fetişizmi (saplantılı mal tutksu) bunun ürünüdür. Meta fetişizmi ancak insanın metayı araçsallaştırmasıyla önlenebilecekken, amaç haline getirildiği için, hem ürettiği metaya yabancılaşma ve hem onu edinmek için fazladan zaman tüketme gibi çifte sarmalın içine girmektedir.

Yabancılaşmanın bir olumsuz yanı yalnızlaşmadır ki buda fetişizmi doğuran ana etkendir.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 22.06.2016

BUNDADA BİR HAYIR VARDIR

“Vardır bunda bir hayır” sözünü eskiden daha çok duyardık belki. Eskiler ister iyi ister kötü, her olay karşısında bu sözcükleri kullanırlardı. Çünkü insanların kendi bulundukları açıdan olayları bütün boyutuyla görmeleri mümkün değildi ve hiçbir zaman mümkün olmadı. Bunun itirafıdır o söz. Öte yandan hem bir umudu da belirtir, hem üst akla; yani yaratıcıya teslim olmayı. Bunun bir adım ötesi “Bakalım Mevlâ’m neyler? Neylerse güzel eyler!” sözüdür.

Durumu kabul ederek umutla beklemek iyimser olmak değil midir?

Hayata iyimser bakmanın yararları saymakla bitmez. En azından en kötü durumda bile insan yıkıma uğramaz. Ancak sebepsiz iyimserlik falcılıktan farksızdır. Yada sebepsiz iyimserlik uzak görüşlülük eksikliğinin işaretidir. İnsan ne fal umudu taşımalıdır, ne olayları tartmadan iyimser olmalıdır. Ama hayatın kargaşaya dönüşmesi istenmiyorsa hikâyemizdeki gibi bir bilinmezi iyiye yormak gerekir. Çünkü bizleri yaratana teslim olunmazsa içimizde bitmez çelişkiler doğar. O çelişkiler kötümserliği getirir.  Kötümserlikten kuşku, kuşkudan kargaşa, kargaşadan kavga çıkmıştır hep. Oysa hayat dinginlikle huzurludur. Dinginlikse iyimserlikte vardır.

Yazarını bilmediğim bugünkü hikâyemiz bu konuyu işliyor. 

*

Bir zamanlar Afrikadaki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral,daha çocukluğundan itbaren arkadaş olduğu,birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı.Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı.İster kendi başına gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar.Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu.Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.

Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:
“Bunda da bir hayır var!”
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
“Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?”
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.

Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı
çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.

“Haklıymışsın!” dedi.
“Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi.”
“Hayır” diye karşılık verdi arkadaşı.
“Bunda da bir hayır var.”
“Ne diyorsun Allah aşkına?” diye hayretle bağırdı kral.
“Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.”

“Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?
Ve sonrasını düşünsene?”

*

Hikâyemiz gerçek olaya dayanmayan hoş bir hikâyeydi. Yalnız şunu söylemeden geçemeyeceğim. Allah koruyacaksa kullarını onlara sebepler yaratır.


Tıpkı bu hikâyede geçen sebepler gibi... 


Yayın Tarihi: 20.06.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Gönül Duranoğlu 1)

Merhaba sevgili okurlar. Bu haftadan başlayarak beş hafta Gönül Duranoğlu ve şiirleriyle birlikte olacağız. Önce şairimizi tanıyalım 

“1940 yılında Ankara’da doğan Gönül Duranoğlu ilk ve orta okulu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde okudu. Daha sonra girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde Hocaları Ali Avni Çelebi ve Cemal Tollu’dan Sanat Eğitimi aldı. Aynı zamanda ressam olan şairimizin Resmi ve özel kolleksiyonlarda resimleri vardır. Üç sanat kuruluşunun kurulmasında önemli katkılarda bulunmuş, hatta bu kuruluşların bizzat kurucusu olmuştur. Resim çalışmalarıyla birlikte edebiyat çalışmalarına da şiir, deneme ve araştırmalarıyla sanat, edebiyat dergilerinde devam etmektedir. Gönül Duranoğlu, hayatın içinden geçen her türlü olgu ve olaylardan  gözlemlediklerinden edindiği izlenimlerini düşünsel, eleştirel ama içine kalbinide kattığı kendine özgü duygulu bakış açısıyla şiirlerine dökebilmiştir. Şiirlerinin tamamında geçmişten geleceğe uzanan iki uçlu yapı görünür. Geniş açılımlı, biraz geçmişe özlemide taşıyan, eleştirel ve nitelikli, bireysel ve toplumsal açıdan aydın sorumluluğuyla biçimlenmiş yaşam anlayışını öne çıkarıyor. Aydınlanmacı, savaşımcı çağdaş insan tutumuna kadın duyarlılığını ekleyerek bunu yapıyor.

Kısaca şairimiz ressam, şair ve yazardır. Cumhuriyetin ilk yıllarının duygularıyla kazandığı ülkünün etkisini eserlerinde görmek mümkündür.

Sırada şiirleri var. Zevk alacağınızı umuyorum.

...

Ben tüm kişilerinin
Mutsuz olduğu,
Bir garip kentin çocuğuyum
Yalnızlığım saçaklardan
Damlar içime
Benim yağmurlarım dinince,
Evrenimde toprak kokusu yoktur.
Ben sarhoş anılarımın rüzgârında
Delik deşik bir yaprak
Bazen de mutsuzluğunca mutlu
Bir bilinmeyen dert için
Bir bilinen kişiyi ararım ki
Mutlu mu mutlu

Gönül Duranoğlu

***

ACI VE İNSAN

Her insan acısıyla birlikte büyür
Ben acılarımı avutmak için beşiğimde salladım
En büyüğünün benden de umarsız olduğunu bildiğimden
İlk umutsuz aşkımı ona bağışladım

Acım ve ben hep aynı sularda yıkandık
Yıkık külhanlarda başka acılarla tanıştık
Hele biriyle öyle dost olmuştuk ki
Sahibine dönme vakti geldiğinde ardından ağladık.

Herkes kendi acısını ayak sesinden tanır
Zamanla aileden olurlar
Onlara alışıyorum gittiklerinde özlüyorum
Benden ayrı yaşarlar mı bilmiyorum

Geri dönmelerini istemesem de ayıp olmasın
Gittiklerinde arkalarından bir kova su döküyorum

Gönül Duranoğlu

***

AĞITLAMA

Ne zaman elimi uzatsam
Bir ölü nokta boşlukta
Tersine basılmış fotoğraflar gibi
Yanlışları yaşamışız bunca yıl
Neden uyarmadık birbirimizi

Sen mi erken geldin ben mi geç kaldım
Nerelere koysam seni bilemiyorum
Ak yazım yerine kara yazım olanım
“ İki elin kanda olsa gel” diyorsun
Yüreğim kan içinde gelemiyorum

Kolunu boynumdan çözemediğim
Ben bir yol ayrımı bekçisiyim
Tutma acılarımı yanar ellerin
Yaşansaydı güzel mi olurdu böylesine
Nice direnmelerde büyüttüğüm sevgin.

Gönül Duranoğlu

***

ANNE BAK KAR YAĞIYOR

ne zaman kar yağsa
soğuk bir hüzün umarsız bir acı
gelir çöreklenir sayrılı yüreğime
bak anne kar yağıyor gene
küçükken her çocuk gibi
yağdığında sevindiğim kar
sanki yüreğime yağıyor anne
çocukluğumun soğuk kış gecelerinde bana
kocaman bir yorgan gibiydin
yıllar seni ufalttıkça
ben çocukluğumdaki sen gibi
kocaman oldum anne
her derdimiz için bir parça koparttık senden
senin yüreğin dağ gibi kalırken
benim yüreğim hala küçük bir çocuk anne
bak yine kar yağıyor yüreğimi üşütüyor
küçükken ellerimi ısıttığın gibi
yüreğimi ellerinin arasına alıp
ısıtabilir misin anne..

Gönül Duranoğlu

***

AYIŞIĞI EZGİSİ

Zamanla bölüşürüz acıları
O bir Etrüsk vazosu gibi çatlar
Sunak masalarında konuşulur
Kadınlığımızın bedeli.
Vurur yüreğim en olumsuz tellere
Çocuk acısıyla sınanmasın analar
Son adağını verirse
Kin kokulu çiçekler açar
Uykunun olmadığı yerde.
Artık boşunadır korku üretmek
Bir ayışığı kalır hesap sorulmadık
Düşlerini yaşamamış çocuklarımız
Işıklarıyla oynasınlar diye.

Gönül Duranoğlu

***

BİR DENİZ ÖYKÜSÜ

Kuşların bile uğramadığı
Bir adadır yalnızlık
Bu ada benim, dört yanım deniz
Sevgi ve hüzün yosun saçlı
İki kızkardeştir burda
Ben ve adam dört yanımız deniz
Sıkıldıkça milis gençliğimi anlatırım adaya
Kıyamadığım, hiçbir yere koyamadığım
Titreyen yüreğimden iki damla yaş
Akar sessizce eski meydanlara
Derler ki her sonbaharda
Hala yası tutulurmuş oralarda
Yaşanmamış gençliklerin
Güneşin batışıyla lacivertlenirken akşam
Ben ada bir sevdayı bekleriz
Ağustos kapısında
Gelir güvercin gülüşlüm
Saçları başak kokar
Gözleri yıldız yıldız
Heybesinde temmuz gülleri
Kokuları yosun yosun
Renkleri deniz deniz

Gönül Duranoğlu

***

BU SEVDA ZEHİRLER SENİ

para para ışığa kesmiş
dingin bir sabah denizinin
acır kanat uçları uçamaz martı yavrusu
dalgalar köpük köpük ağlar gözlerinde
ben bu sevda zehirler seni demiştim
o ateş gecesinin kızıl oklu şafağında
neden hep dikenli dal uçları içinde
kanar durmadan yüreğin uzaklarda
beyaz bahar kelebekleri konar saçlarına
başında beyaz gelin çiçekleri gibi
uzak ve soğuk bir gülüş kalmışsa uzaklarda
kırılganlıklar bir kenarda hep vardır

Gönül Duranoğlu

***

ÇOCUK RESİMLERİ

Güneşi çocuklardan öğrenin
Ağzı, burnu, kaşı, gözü
Güler hep dağ doruklarında
Kuşları çocuklardan sorun
Her biri güneşten daha kocaman

Yerle gök yer değiştirir bazen
Tüm yapraklar gül pembesi boyanır
Yeşil atlar koşar güneşe doğru
Sevinçler hep portakal rengidir

Birden bir çocuk resmiyle kanatır yüreğimi
Kuşlar uçmayı bilmez güneş kör olmuş
Yağmur tedirginliği bütün renklerde
Anlarım bu çocuğun eline
Hiç portakal verilmemiş

Gönül Duranoğlu

***

DAĞ ŞİİRLERİ-SİSYPHOS 1.

Acıyla eski dostuz
Sevgiye adaklı
Yine de yalnız
Çıkarım yolculuklara
Kendine konuk
Bir dağlıyım
Ben bu dünyada
Torosları boyarım
Sabahtan akşama
Bulutlar siler boyalarımı
Akşamdan sabaha
Oysa dağlar sever
Yaban dağlıları

Gönül Duranoğlu

***

DAĞ ŞİİRLERİ-SİSYPHOS 2

Ben bir Tibet büyücüsüyüm
Cimrice saklarım heybemde
Zamanı ve sevgiyi
Tütsüler toplarım
Güneşsiz yamaçlardan
Dağlılar izimi sürer
Göstermeden kendilerini
Geceleri yalnız dolaşırım
Tekinsiz yıkıntılarda
Bu yüzden herkes
Biraz korkar benden
Oysa ben
Herkesten daha çok
Korkarım kendimden

Gönül Duranoğlu

***

Şairimiz Gönül Duranoğlu’yla beraberliğimizin sonuna geldik. Gelecek haftada şairimizin şiirleriyle birlikte olacağız. Hepinize mutlu hafta sonları diliyorum.



Yayın Tarihi: 19.06.2016

HER ŞEYİN SONRASI ÖNEMLİDİR

Bir insanın neyini çalabilirsiniz? Kalbini çalabilirsiniz, gönlünü çalabilirsiniz. Bundan dolayı suçlu olmazsınız, eminim kimse bu hırsızlığınızdan rahatsız olmaz. Peki başka nelerini çalabilirsiniz? İşini çalabilirsiniz, makam ve mevkisini çalabilirsiniz. Bu sizin kurnazlığınızı, ustalığınızı veya kıskançlığınızı gösterir ki bunlarda yasalar karşısında suç değildir. Daha başka birçok hırsızlık konusu vardır, çoğu suç kapsamına girer. Suç kapsamına girmeyen başka suçlarda yok mudur? Olmaz mı? Mesela bir kişinin, yarini çalmak, ümidini çalmak, yarınını çalmak gibi. Hemen belirtmek gerekir ki bunların hırsızlığının şekli suç unsurunun ortaya çıkmasında etkisi olabilir. Amacımız hukuken suç oluşturmayan hırsızlığı anlatmak olduğu için bu konuyu atlıyoruz.

Ne kaldı geriye?

Onuda Doğan Cüceloğlu’nun “Gerçek Özgürlük” isimli yazısını okuduktan sonra bu yazımızın sonunda bulacaksınız. Şimdilik yazımızın sırrını ele vermeyelim. Bildiğiniz üzere her yazının üç bölümü vardır. Giriş, gelişme ve sonuç. Daha girişte yazının temel dayanağını ele verirsek onca edebiyatın, yada argo deyimiyle “lugat parçalamanın” ne gereği var, değil mi? İşin özetini çıkar git! Ama sayfanın dolması lazım, sizin ilginizi çekmek lazım. Bu başka türlü sağlanmıyor. Şaka bir yana, konumuza dönelim ve Doğan Cüceloğlu’nun o yazısını okuyalım.  

*

Yirmi altı yaşındaydım. Amerika’ya yeni gitmiştim. Osgood’un araştırma asistanlığını yapıyorum. Aynı odada.. John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir cumartesi günü ofise gittiğimde, halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Herkes kendi işini yapıyordu. Ben de masama oturdum. Çalışmaya başladım. Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Fark ettiğimde çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü koltuğa çıkamıyordu. Çocuk bunu dört beş kez denedi. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu; tamamiyle kendi işiyle meşguldü. Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. Çocuğun koltuk altlarından tuttum. “Hoppa!” dedim ve onu meşin koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk hiç beklemiyordu. Önce şaşaladı, sonra koltuğun üstünde öyle kalakaldı.

O zaman bilmiyordum, ama şimdi biliyorum. Benim anlam çerçevem içinde o küçük çocuk benim yeğenimdi. Ben de onun amcası... İçinde büyüdüğüm kasabanın anlam çerçevesi o çocukla aramızdaki ilişkiyi öyle tanımlamıştı. Yeğenim koltuğa çıkmaya çalışıyordu ve amcası olarak ona yardım etmek bana düşerdi. Çünkü babası Gary ve amcası John bir şey yapmaya pek niyetli gözükmüyordu!

Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary’e baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. Vazifesini yapmış bir amcanın rahatlığı içinde, “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary; “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını. Sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım ve sinirlendim. İçimden “Bu Amerikalılara iyilik yaramıyor” diye düşündüm. Ama merak etmekten de kendimi alamıyorum. Sonra sordu; “Sen ne yaptığının farkında mısın?” İçimden yine sinirlendim. İstanbul psikolojiyi bitirmiş, iki yıl asistanlık yapmış, aydın bir insandım. Ne yaptığımın farkında olmayacak biri değildim. “Bak” dedi; “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama eninde sonunda çıkacaktı. Öyle ucundan tutmuyordu. Çıkacağına inanmış biri olarak, kedi yavrusu gibi tutunmuştu. Bırakmayacaktı. Deneyecek, deneyecek, en sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı. Ben de ona, “Çıktın” diyecektim. Sonra inecekti. Yine uğraşacaktı. Bir saatte çıktığını belki yirmi dakikada çıkacaktı. Bugün bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı. Sen onun zaferini çaldın!”

Öylece bakakaldım. Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir ders olmuştu bana. Biliyor musunuz; iki hafta sonra Gary’e sordum. Neden sadece “Çıktın!” diyecektin? Neden “Aferin sana oğlum, Alkış alkış” değil? Verdiği cevabı hiç unutmayacağım; “Ben zaferine sadece tanık olurum. Onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!”
( Doğan Cüceloğlu - Gerçek Özgürlük )

*

İşte sözünü edeceğim, hukuken suç unsuru olmayan, ama bence tüm yaşamı derinden etkileyecek bir hırsızlık “Zaferini çalmak”tı. Toplum olarak çok yardım sever bir milletiz. Düşeni kaldırırız. Ama bunun neye yol açacağını pek düşünmeyiz. Aslında her şeyin sonrası da çok önemlidir. Yazı bundan sonra daha pek çok dehlizlere dalabilir. Dilimin ucuna çok soru ve cevapları geliyor ama yazının karakteristik yapısını bozmayalım ve konumuza da, yazımıza da burada son noktayı koyalım.  



Yayın Tarihi: 17.05.2016

KEŞKE İNSANLIK EDEPLE GELİŞMİŞ OLSA

Son 10 gününde kur’anı kerimin indiği ay olan ramazan ayındayız. İkinci haftasına ermek üzereyiz neredeyse. İdrak ettiğimiz bu kutsal ayda kendimizi sorguya çekiyor muyuz? Çekmiyorsak akıntıya kürek çekiyoruz demektir. Kendini sorguya çekenler varsa ne mutlu onlara. Ne mutlu çünkü çok şeyin farkında olan bilinçli insanlardırlar demek ki. Aşırı Bireyselleşen ve bu bireyselleşmeyle herkesin kendini kral sandığı bu zamanda insanlık insanlığını kaybetmek üzeredir. Ramazan bunu önleyebilecek aydır. Geçmiş yazılarımdan birinde bu nedenle ramazanın “Edep” ayı olduğunu söylemiştim. O yazıda “Edep”in varlık sınırlarımızı bilmek olduğunu yazmıştım. Bugün varlık sınırlarımızı kaybettiğimiz için tüm gezegenimizle neredeyse savaş halindeyiz. Bizden başka canlı yokmuş gibi davranıyoruz. Kendi türümüze çektirdiğimiz eza diğer canlılarada yansıyor. En basitiyle tarlada biriken kuru otları yakarken onlarla birlikte börtü böcekte yanıyor. Savaşlarda düşmana bomba atıyoruz, sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkilerde ölüyor. İşte “Edep”sizliğimizin boyutları.. dahası var. Geçen gün bir yazı geçti elime. Daha çok kazanmak için yaptığımız “Edep”sizliğimizi anlatıyordu. Benzer yazıları başka açılardan çok yazdım. Bu yazıyı da ramazan ve edep başlığı altında sunmanın zararı olmaz herhalde diye düşündüm.

İşte o yazı

*
Geçen gün bir marketin balık reyonunda gördüm. Bilenler bilir, havyar (siyah) kutusu tipiktir.
Baktım, Rusça ve Kiril harflerinin taklidi İngilizce ‘chaviar’ yazıyor kapakta. Bir de mersin balığı resmi. Altında da, “original product of Russia” yazmışlar. Karadeniz’de mersin balıklarını bitirdik şükürler olsun. Ruslar, Azeriler ve İranlılar uyanıklık yaptılar, Hazar Denizi’nde balığı yakalayıp ameliyatla yumurtasını alıp, balığı geri bıraktılar. Biz Türk usulü çalıştık, balığı da, yumurtayı da yedik. (Hatta yumurtlama erginliğine gelmemiş balıkları da yedik).
Kavanozdan gördüğüm kadarıyla siyah inci taneleri parlıyor, tıpkı havyar. Satıcıya sordum, “bu mersin balığı havyarı mı?”, “evet abi” dedi. “Neden ucuz?”, “Rusya’dan geliyor abi, Hazar havyarı”.
Kavanozun altındaki etiketi de okumalı. Derin bilgiler var orada.
İçindekiler: Okyanus balık bulyonu (uskumru), Tuz, Zeytinyağı, Pektin E211, Sodyum benzoat. E202, Potasyum Sorbat, Doğal renk E153.

Muhteşem, değil mi?

Sen uskumruyu al, parçala, minik toplar yap, siyaha boya, koruyucu kimyasallarla harmanla ve elaleme “doğala özdeş havyar” diye kakala. Ama satan adamın haberi yok.

Baktım markette zencefilli gazoz da var, ithal etmiş büyüklerimiz, sağ olsunlar. İçinde zencefil var mı? Yok. Aroması da, rengi de yapay. Ama kendisi doğala özdeş.

Bizim bir çiçekçi var, serada karanfil ve gül yetiştiriyor. Satmadan önce üstlerine koku sıkıyor.

Doğala özdeş gül! Zavallı bülbül!

Kayseri’nin en ünlü mantıcısına götürdüler, Kaşıkla diye bir yer. ‘Yer’ demek doğru değil, entegre tesis mübarek. Bir kapıdan 80 kilo giren, diğer kapıdan 100 kilo çıkıyor.
“En iyi Kayseri mantısı burada” yazıyor kapısında. Aldım iki kutu, eve getirdim koydum dondurucuya. Bir ay sonra yemeğe kalktık, baktık mantı acılaşmış. Niye ki? Et mi bozuldu?
Etin bozulması mümkün değil, çünkü et yerine soya kıyması kullanıyorlar, içinde et olan mantı neredeyse kalmadı. Acılık içindeki azot gazından geliyor. Raf ömrü uzasın diye paketlenme aşamasında azotu basmışlar mantıya.

Doğala özdeş!

Bir bilgi daha:O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazı zamanla gıda zehirlemesine yol açıyor. Bunların hepsi doğayla özdeş gazlar. Onlara “gıda gazı” diyorlar. Azot gazı da, oksijen de istenmeyen durumlarda inert atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor. Mesela, taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün raflarda. Yasal bunlar, girin internete “gıda gazı” diye yazın, görün neler yediğinizi.

Markete üzüm gelmiş. Kırmızı, iri, dipdiri şeyler. Erik gibiler maşallah! Nereden geliyor bunlar? Şili’den. Şili mi? Evet! Kaç gündür buradalar? 3-5 gün oldu.
Düşünün, Şili’nin bir köyünde topluyorlar bunları. Uzun yolculuklar sonunda bizim kasabaya kadar geliyor. Bir süre bizim manavda bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de3-5 gün daha, bana mısın demiyor. Hala kütür kütür. İyi ama, nasıl?
Şahane şeyler var, adına ilaç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilaçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım mesela: Dane büyüklüğünü arttırır. Dane ağrılığını arttırır. Dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir. Tam olgunlaşmadan daneye parlak sarı yeşil rengini verir. Dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner, hastalıklara direnç katar. Kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir. Raf ömrü uzar.
Nedir bu? Sitokinin. Büyüme hormonu. Bakın şu şansa ki, sitokinin insanda da aynı işe yarıyor. Sonra anneler şikâyet ediyorlar “ee benim çocuk erken kıllanıyor!” Bu dünya böyle hanım abla, sen üzümü alırken kıllanmazsan, çocuğun kıllanır.

Adana’da çiftçilerle çalışıyoruz. Yaz güneşi altında soğutması olmayan tankerle süt topluyorlar mandıralara.
Şöföre soruyorum “Bozulmuyor mu bu sıcakta süt?” “Abi, tankere iki bardak hidrojen peroksit döküyorum, akşama kadar bir şey olmuyor.”
Hidrojen peroksit dediği şey kadınların saçlarının rengini açmak için kullandıkları bir kimyasal. Çok kötü değil, sadece canlıları öldürüyor. Süte koyunca bütün bakteriler ölüyor, geriye bozulacak bir şey de kalmıyor.
Doğala özdeş süt!

Bu anlattıklarımın hepsi yasal.

Temel problem şu ki: İnsan doğa ilişkisi değişti. İnsan yeni bir doğa kurgusu yaptı, kendini doğanın dışına aldı, doğayı alınır-satılır mal yaptı, sentetikleştirdi ve tüketime sundu. Hal böyle olunca, insan kendinin doğal bir varlık olduğunu unuttu.
İnternetten pantalon, ayakkabı, peynir, arkadaş ve sevgili edinmeyi marifet bildi.
Optik kabloların sunduğu hayatı da hayat bildi. İnsan artık bu!
Doğala özdeş!

*

Şimdi vardığımız noktada ramazan ayının ruhuna uygun olarak gelişmiş varlık mı olduk, yoksa “Edep”siz varlık mı? Keşke insanlık Edeple gelişmiş olsa.



Yayın Tarihi: 15.05.2016

HER KULA HELÂL, AMA...

Bir haftadır yüce dinimizin kutsal aylarından, son günlerinde kur’anı kerimin indiği ay olan ramazan ayını idrak ediyoruz. Bu idrakla kendimizi sorguya çekiyorsak ne mutlu bize. Aşırı Bireyselleşen ve bu bireyselleşmeyle herkesin kendini kral sandığı bu zamanda insanlık insanlığını kaybetmek üzeredir. Ramazan bunu önleyebilecek aydır. Geçmiş yazılarımdan birinde bu nedenle ramazanın edep ayı olduğunu söylemiştim. O yazıda Edep’in varlık sınırlarımızı bilmek olduğunu yazmıştım. Herkesin krallığını ilan ettiği dönemde varlık sınırı tartışmalıdır. Varlık sınırı tartışılır haldeyse orda kavga ve kargaşa kaçınılmaz demektir. Bunun için varlık sınırlarımıza dönmeliyiz. Tüm insanları, canlıları tabiatı sevmek; yurdunu, milletini, dinini korumak ve kollamalıyız. İşte bunun için edepli olmak zorundayız. Bize edebi sağlayan ramazan ayına erdiğimiz için ne kadar şükretsek azdır.

Ne yazık ki milletçe kötü bir özelliğimiz var. Kendi adamlarımızı çok kolay gözden çıkarıyoruz. Bunun da edeple doğrudan bir ilgisi yok mu sizce. Ne dersiniz?

Selim özen kardeşimden aldığım bir hikâye ile bunu anlatacağım.   

*

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: “Her kula helâl, Müslüman’a haram!”
Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama. Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş. Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan o da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?” Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee!”
- “Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler.
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi? Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş.



Yayın Tarihi: 13.05.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Onat Kutlar 3)
Merhaba sevgili okurlar. 2 haftadır Pazarları şairimiz Onat Kutlar ve şiirleriyle birlikte olduk.  Bu hafta son kez bitlikte olacağız. Daha önceki iki hafta şairimizi tanıtmıştım, kaçıranlar olabilir düşüncesiyle gene önce kendisini tanıyalım, sonra şiirlerine devam ederiz.

“25 ocak 1936 yılında Alanya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketi Gaziantep’te tamamladı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimini son yıl yarıda bıraktı, felsefe öğrenimi için Paris’e gitti. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Doğan Kardeş dergisinde sekreterlik yaptı. 1956 yılında, a dergisinin, 1965’te ise Türk Sinematek derneğinin kurucuları arasında yer aldı ve 1976 yılına kadar aynı derneğin yöneticiliğini yaptı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim ve Yürütme Kurulu üyesiydi.
1952’de çeşitli dergilerde yer alan şiirleriyle tanınmaya başlayan Onat Kutlar, Gösteri, Hisar, İlke, Küçük Dergi gibi dergilerde şiirlerini yayımladı. Duyarlı, ayrıntılara inen, açık bir söylemle yazdığı şiirlerinde toplumsal durumlar ve konumlar öne çıkmaktaydı.
İstanbul’da The Marmara Oteli’nin pastanesine konan bombanın patlaması sonucu yaralandı, 15 Ocak 1995’te yaşamını yitirdi.”

Kısaca şairimiz böyle tanıtılmış, sıra şiirlerine geldi.

...

MARDİN HOYRATI
- Nedendir oğul, sabaha karşı
bir kanat gölgesi geçti yüzünden
Kartal mı desem yoksa keder mi
Bir günah işledin mi?
- İşledim ana, bir ağaç kestim.
- Kalk oğul uyku iyi değildir
Bir arpa ekmeği yapayım sana
Günün çayı yatıştırır öfkeyi
Bu horoz neden ötmüyor?
- Düşte uyur görüyorum kendimi.
- Sormak bana düşmez oğul, erkek
kendi kanadıyla uçar, git su boyuna
yıka ellerini bir de tütün sar
Düğün yok ellerin neden kınalı?
- Ana ben sevdiğimi öldürdüm.
Kaynak: İki Irmak Arası

ONAT KUTLAR

***

ORMAN
Kendine esen rüzgârla derinleşen
yüzü bir adamın durur
ve ormana bakar, bu benim.
Damarların uğultusunu duyar bir sarnıçtan
gizli bir kente döşenmiş su yollarının
Ağaçların sararmış yaprak uçları
dalarken gökyüzünün karanlık denizine
kökler büyülü bir ışıkla aydınlanır ve toprak
yabancı bir mimariye açılır, bana ait olan.
Yalnızlık, doğunun bildik çarşısı
kendi alışverişiyle canlanır, yeni bir ırkın
kölesi masmavi bir adam haber bekler, benden
yabancı bir tapınağın tanrıçasına.
Ötmeyen soyu tükenmiş kuşun saati
alacakaranlığı gösterir, gündüze mi geceye mi
gideceği belirsiz bir yolcu gibi. Ben.
Anılar biter ve bir cumhuriyetin
sınırları silinir.
Çekilirken bir çınarın burcuna
yüzünün gölgesi olan güneş bayrağı,
bir adam çam iğnelerinden bir çelenk koyar
kayanın dibine, bir gençlik anıtı olan kayanın.
Sonra ağır ağır ağaca dönüşür
Geleceğe ve sonsuzluğa uzatır yapraklarını
sürgünde bir kıral gibi, ülkesi olmayan
Bırakır kılıcını toprağa
rüzgâr ve büyüyle gelen adam
Geriye uzak bir uğultu kalır ve kimsenin ayak basmadığı bir orman.

ONAT KUTLAR

***

PERA’LI BİR AŞK İÇİN
Merhaba güzelim, bak nasıl doldurdu
-Dur önce şu sigaramı yakayım-
Kırmızı bir güneş bardağımızı
Dışarda kararan rum kilisesinin
Gürültüyü yapraklara çeviren
Çan sesleriyle yüklü ve karmakarışık
Saatlerden geçiyoruz umut, ayrılık
Günleri. Yüzünün gülü kapalı
Acı eylül geçiyor köklerimizden
-Sanırım değişen bir şey olmalı-
Biliyoruz öğle sonu mavi perdesi
Gözlerinin yıldızıyla ışıyan
-Dur güzelim yüzüne dokunacağım-
Ve aklı yetmeyen tarlakuşuna
Öpüşlerle derinleşen bir halı
Yeni gelin bahçeleri dokuyan
-Bu kör eylül karanlığından uzak-
Bir ölümsüz yaz ülkesi olmalı
Çıkalım buradan hemen gidelim
-Ben önce şu hesabı vereyim-
Avluda fatihin ormanlarından
Kesilmiş çamlara bakan rum yetim
İçimi yalnızlıkla dolduruyor
Kapıda sadakor bir dalgınlığın
Ardından bize bakan şu delikanlı
-Nasıl benim gençliğime benziyor-
Şiirimiz bitince ve solduğunda
Sarı gül yaprağına yazdığım divan
Alıp götürecek bir sahaf olmalı

ONAT KUTLAR

***

SADECE SENİN YÜZÜN
At konuşmadan çıkar yollara
Eğersiz çıplaktır bir payitahtın
ıssız sokaklarından sabaha karşı
bir ılgarla geçer
Açılır sular ve deniz koşar yalnızca
kendinin bildiği ülkeye doğru
Ardında kıvılcım tarlaları bırakır
Ayaklarında mermere çarpan
demirler bulunması bundandır
Denizi bilir de bakmadan geçer
At uysaldır parlak gönderine
çekilir çocuklar ve gökkuşağı
Kamçıdan dizginden gemden çekinmez
Korkusundan değil utanmasından
Bir çam hizasından geçer ormanı
Yel burnunun narin kanatlarına
bir ipek sezgisiyle dokunur. Ova
Sonra kentler gelir durur bakar at
Gözleri güzeldir gelecek gibi
Sisli yaprakları demir kargıyla
kuşatan askerler ve köpekleri
yelesinin sularında boğulsun diye
fırtınayı bekler
Sonra çılgın dörtnala bir koşu başlar
Nereye nereye? Belki Oramar
Yakar kendi yazısının yapraklarını
Sarı tanyerinin bulutlarından
alnına durmadan yıldızlar kayar
Ayağı sekili dağ köylerinden
kaynağı bilinmez sulara doğru
Bir resim değildir at ve sınırları
tam çizilmemiştir
Tökezler bir düşün yamaçlarında
Kişneyerek bir çavlana dönüşür
Bekler Oramarın ıssız dağları
ve altın nadaslardan doğan çocuklar
yeni bir at gelinceye kadar

ONAT KUTLAR

***

SURLAR VE DENİZ
körler ülkesinin tam karşısında
çünkü gören olmadı seni benden başka
duran kent sevgilim nicedir
surların çevirdiği denize doğru
kurdum barbar çadırını bekliyorum
bekliyorum bembeyaz bir yapının
omuzlarına konacak kartal
kapına dikilmiş boynuzlarıyla
kara koç başı hırslı kalkan
ve hasret ve tutku ve bitip tükenmez
ayrılığa inatla kafa tutan
bakışların tozlarına bulanmış
ağaç heykeli olan gövdemle
içinden görmek istiyorum seni
dinlemek daha da bir güze doğru
çimenlerinden geçen serin esintiyi
yıkanmak derin saatlerinde denizinin
yarı aydınlık sokaklarından geçmek ve eski
bir balıkçının uslanmaz merakıyla
ağ atmak akşama karşı sularına
yanan alnımı su mermerinin
karnına koymak ve uyumak
yorgun savaşçının
tütün ve barut kokusuyla uyumak bir hayvanın
karlı sınırlarını aşmak bir yaza doğru
saklı kent bıktım seni kuşatan
kendi çadırlarından kör kılıcına
tuğlalarla örülmüş yanık surlardan
bıktım bana uzaklığı öğreten
di’li geçmişiyle zamanın
yazılmış kuşatma günlüklerinden
taş perdeleriyle bir gize doğru
yelken açan kent göremiyorum seni

ONAT KUTLAR

***

TEŞEKKÜRLER KALBİM SANA
Gençliğimin dalları hep ikindiyi gösteren durmuş bir
yelkovan gibiydi o yıllarda yani erken ölümü ve içinde
altın tozlarıyla ağır ağır yaz boyunca yaprakları tirse
yeşili ve kişin yoktu bilemezsin o küçük saatin karnında
sapsarı bir çark ne işe yarar tıpkı kimi sözcükler gibi
önce anlaşılmayan ve bir zaman gelir döner başlatır
bir şiiri
İşte öyle bir şarkıydı
Her gün içimde yaşayan yalnız bir japonun küçük bir
alanda kırmızı kasım yapraklarını büyüttüğü paris'te
tuvaletlerinde bile çeyrek le monde sayfaları kullanılan
çünkü kalındır kağıdı banyolarla dolu ve sartre'in
çocukluk anılarıyla bir otelde lahmacun cumhuriyetinin
üç uyruğuyla eski bir rus plağını ilk kez dinlerken
bu şarkı çantama düşürmüş olmalı
geleceğin ormanını
Sağol yüreğim çünkü o ezgi
bakir bir şafakta uçarken saatlerce altımda “güneşte
sararmış kemik ve kil ve külle örtülü” ortaasya kentleri
ve parti çizgisinde lacivert giysilerle adamlar büyük
bir gökyüzü gemisinin lombozlarından alkol denizinde
yüzen daglara bakar bakar donuk gözlerle
içimde bir sıkıntı ne istediğimi bilmiyorum görünmüyor
ekimin kayıp ülkesi düşünürken habersiz savurduğumuz
beyaz bir bulutta
seni taşıyordu
Bağlı kaldı
içimdeki japonun da içinde kapkara bir koç o yüzden
dolanır durur düşleyerek tanyeri ülkesini ve bekler ne
zaman ışıtacak beyaz duvardaki tüy sarmaşığı seher
yıldızı bekler kil çadırlarda göçer denklerine sıkışmış
kara bir çekirge gibi umutsuz bir yarini ve atlara eğer
örgütleyen kolan durmadan dağılır gider gene de iner
mahmuz kan içinde bir hint horozunun gözlerine kararır
ortalık nerede başaklar ve yanılmıyorsam tıpkı
böyle bir zamanda yüreğin kanatları bir tele çarpar
eski bir şarkıyla
Çark döner
tamamlar şiirimizi.

ONAT KUTLAR

***

TURGUT’A
Eylül mezarlıklarından şimdi her gece
ellerinde fenerlerle geçen arkadaşlarım
Oturup düşündüm unutkan bir ülke eylül
Herkes unutuyor ancak bir deniz sofrasında
durulunca hazları tenin ve bütün kitaplar
hatırlıyoruz. Ne kadar yoksuluz çocukluğumuzda.
Anamızın eteğine doldurulmuş çakıltaşları
Güz gelince yeniden ölen çekirge, savruk otlar
gizli bir tarihin yarıklarını
doldurmak için ırmağın sürüklediği çerçöp
kambur yollarında ceza okullarının
aşınmayı önleyen bir avuç kabara ve anamız
şimdi düşünüyorum kimbilir kaç kez
yamalı çoraplarla birlikte yeniledi bizi
Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.

ONAT KUTLAR

***

Şairimiz Onat Kutlar’la beraberliğimizin sonuna geldik. Gelecek haftalarda başka şairlerimizin şiirleriyle birlikte olmak dileğiyle herkese mutlu hafta sonları..



Yayın Tarihi: 12.05.2016