Dün çocukluk arkadaşım bir hikâye yolladı. O hikâyeyi okuduktan sonra toplumsal süreçlerin toplumu getirdiği noktadan geriye dönüş olabilir mi diye düşünmeden edemedim. Geçmiş deyin, yada mazi; bir çoğumuzun burun direğini sızlatır. Boşuna “Kör ölür badem gözlü olur” dememişler. Oysa o geçmiş dönemde yaşarken kim bilir ne sıkıntılar yaşanmıştır? Gençlik gücümüzle aştığımız o güçlüklerin bir çoğu unutulmuştur. O kadar ki neyi unuttuğumuzu bile unuturuz. Bundandır geçmişi hatırlayınca çoğunlukla aklımıza güzelliklerin gelmesi. İnsanın güzel bir yaşantı arayışının gerçekleşme oranına bağlı olarak geçmiş şekillenir. Birde hayal dünyasında gündelik hayat kaygısından çok özlemler öne çıkınca geçmişin en kötü halleri bile masalsı bir görünüm kazanır. İşin içine romantizmi de eklerseniz gerçeklikten uzaklaşırsınız. Buna günü değil, dünü yaşamak denir. Romantizmin iki sevgilinin elele kırlarda parklarda, çiçek böceklerle birlikte kuş cıvıltılarını dinleyerek dolaşmak, yada sevgilinin ayrılığıyla iki damla göz yaşı dökmek olduğu sanılmasın. Ekonomik her gerçeklikten, garantici her tutumdan uzak davranış romantizmdir.
Her yenilik, eskiye ait şeyleri bozar. Bozamazsa kendine
benzeterek değiştirir. Yada tamamen yok eder. Onun için her yenilik güzel
olmayabilir. Eski veya yeninin bize güzel görünmesine sebep bizim eskiye olan
alışkanlığımız, yeniye dair umudumuzdur. Gerçekçilikten uzak kalıp, alışkanlık
ve umuttan ayrı düşünürsek eski ve yeniyle aramız hiçbir zaman hoş olmaz.
Yaşadığımız topluma, ortama sürekli yabancılık çekeriz. Kuşaklar arası çekişme
denilen şey bundan başka bir şey olmasa gerek. Onun için “Gerçeğin Aynasında
Hayaller Erir” diyoruz.
Bunu hikâyemizle anlatsak daha anlaşılır olur herhalde.
*
Yaşlı kadın, usulca
odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
“-Oğlum, sofra hazır,
çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!..”
Salonun en kuytu
yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu.
Çocuk, babaannesini görünce:
“-Babaanneciğim, gel
beraber yiyelim!..” dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
“-Evin erkeği
gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz
inşaâllah!” dedi.
Evin gelini:
“-Aman anneciğim,
eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer.”
dedi. Yaşlı kadın:
(Yaşlı kadının cevabından önce burada araya girmeme izin
istiyorum. “Günümüzde her birey çalışmalı,” anlayışına sahibiz. Çünkü ülkemizde
artık işçilikle kimse geçinemez. Bir kişinin çalışıp beş kişinin geçindiği aile
yapısı kırılalı en az 25 - 30 yıl oluyor. 1980 darbesiyle sendikalar budanarak,
iş kanunlarında yapılan değişikliklerle bunun yasal zemini sağlandı, rahmetli
Özal döneminde başlayan ve daha sonra devam eden özelleştirmelerle iş gücü
ucuzlatıldı. Buna karşılık çalışanlar kredi kartı tuzağıyla günü tüketmek şöyle
dursun, gelecek 5-10 yılı tüketmeye başladılar. Birde ikâmet ettiği yerle
çalıştığı yer arasında birkaç durak olanların ömrü yollarda geçiyor. Vardiya
sistemi cabası.. Herkes memur değil ki. Şimdi köylü ve memurdan oluşan tek düze
toplum düzeninde olduğu gibi aynı saatte ve birlikte yemek yemek çok zor.
Çocukların okullarını saymıyorum bile.)
“-Kızım, nasıl
insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır.”
Torunu dayanamayarak
alaycı bir tavırla söze karıştı:
“-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!..” dedi.
“-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!..” dedi.
Yaşlı kadın söze
başladı:
“-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
“-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir,
«Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe...
Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece
yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!..”
DEVAM EDECEK
Yayın Tarihi: 07.03.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder