31 Mart 2016 Perşembe

GERÇEĞİN AYNASINDA HAYELLER ERİR 2


Nerede kalmıştık, şurada mı?

“-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!..”

Torunu: 

(Torunun sorusuna gelmeden gene araya gireceğim. Tarım toplumlarının bu alışkanlıkları bizim gibi işçiliğin arttığı ülkelerdeki tarım kesiminde bile kalmadı. Köylüde işçileşti, şehirlide. Herkesin parası cebinde. Kimse istediğini yapmak için kimseden izin ve para almak zorunda değil. Artık bunun için el etek öpülmüyor. Okula giden veya yüksek öğrenimde okuyanların dışında babasından para bekleyen yok! Eskiden toprağın sahibi olan baba aynı zamanda işverendi, patrondu. İşçilikle parçalanan büyük aile çekirdek aileye döndü. Çekirdek aile büyük aileyle aynı evde yaşayamaz oldu. Şehirlerin yolu tutuldu, işyerleri şehirdeydi, çaresiz oraya gidilecekti. Zamanla şehirli hayat ihtiyaçları arttırınca ve tek kişinin geliri barınmaya, ısınmaya, yeme içmeye, çocukların eğitimine yetmez olunca, dolayısıyla kadın da çalışmaya başlayınca ailede patron sayısı artarken bir değişiklik daha oldu. Çoğu ailede çocuklar teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler. Birde bireyleşme zirveye vardı. Çocuğun kişilik kazanması amacıyla hiyerarşi ortadan kalktı.)

Torun ne sormuş görelim.

“-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!” dedi.
“-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi.
Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı.
Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..

(Hikâyemizdeki babaannemizin toplum ve devlet anlayışıyla günümüz anlayışı farklı. Artık  engelliler, yaşlılar ve çocuklar -Çetin Altan’ın deyimiyle söylersek “kabuk devletten;” yani vatandaştan asker ve vergi alan, aldığı vergiyle memur besleyen devletten, “teknik devlete;” yani kurum ve kuruluşlarıyla kendiliğinden tıkır tıkır işleyen devlete geçildikçe- modern devletin gereği kurumlar eliyle korunduğu için kişilerin vicdanına bırakılmıyorlar.)

Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı.”

(17 ağustosu yaşamasaydık, bu gün 10-12 katlı binaları şehrimizde de görecektik. O tarihte 7 kata izin çıkmıştı zaten. Deprem her şeyi değiştirmişti. Şehrimiz gene bir büyümenin eşiğinde. Toki’nin kentsel dönüşüm çerçevesinde yaptığı binalar 5 kat. Ülkemizin büyük şehirlerinde özellikle İstanbul’da kuleler bile var. 30 -50 katlara ulaşıldı. Onlarda pencere bile yok! Kim görecek orda oturanı? Perde kapalı olsa ne olur, açık olsa ne olur? Uydu kentlerde, Sitelerde villa edinenler hariç, ortak yaşam alanları denen açık alanlar dışında kimse kimseyi göremez.) 

Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
“-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla...
Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.”

(Bugün çamaşır makinelerinin çamaşır kurutanı bile var. Ama çamaşır asma işinde hala bir edebe sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Şehrimizde kimse atlet hariç erkek iç çamaşırlarını bile aleni asmaz. Bu gün şalvar gibi dış giyecekten sayılacak giyecekler kadın erkek farkı gözetmeksizin asılır. Terası olan binaların dışında büyük şehirlerde görüntü kirliliğini önlemek amacıyla balkonlarda çamaşır asılması yasaktır. Kimsenin bahçesi yok, yıkanmış çamaşırlar mecburen balkon içine cam seviyesinden aşağıda açılan çamaşır kurutucularında kurutuluyor.)


DEVAM EDECEK 

Yayın Tarihi: 09.03.2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder