Nerede kalmıştık, şurada mı?
“-Biz küçükken
annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde
babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz
hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen
toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya
oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir,
«Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe...
Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece
yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!..”
Torunu:
(Torunun sorusuna gelmeden gene araya gireceğim. Tarım
toplumlarının bu alışkanlıkları bizim gibi işçiliğin arttığı ülkelerdeki tarım
kesiminde bile kalmadı. Köylüde işçileşti, şehirlide. Herkesin parası cebinde.
Kimse istediğini yapmak için kimseden izin ve para almak zorunda değil. Artık bunun
için el etek öpülmüyor. Okula giden veya yüksek öğrenimde okuyanların dışında
babasından para bekleyen yok! Eskiden toprağın sahibi olan baba aynı zamanda
işverendi, patrondu. İşçilikle parçalanan büyük aile çekirdek aileye döndü.
Çekirdek aile büyük aileyle aynı evde yaşayamaz oldu. Şehirlerin yolu tutuldu,
işyerleri şehirdeydi, çaresiz oraya gidilecekti. Zamanla şehirli hayat
ihtiyaçları arttırınca ve tek kişinin geliri barınmaya, ısınmaya, yeme içmeye,
çocukların eğitimine yetmez olunca, dolayısıyla kadın da çalışmaya başlayınca
ailede patron sayısı artarken bir değişiklik daha oldu. Çoğu ailede çocuklar
teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler. Birde bireyleşme zirveye vardı. Çocuğun
kişilik kazanması amacıyla hiyerarşi ortadan kalktı.)
Torun ne sormuş görelim.
“-Bu kadar baskı
karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!” dedi.
“-Hayır, yavrum bizim
zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç
depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor
musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir
tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi.
Vallahi, o bile o
kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca
bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş
çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı.
Cumaları esnaf
elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
(Hikâyemizdeki babaannemizin toplum ve devlet anlayışıyla
günümüz anlayışı farklı. Artık
engelliler, yaşlılar ve çocuklar -Çetin
Altan’ın deyimiyle söylersek “kabuk devletten;” yani vatandaştan asker ve vergi
alan, aldığı vergiyle memur besleyen devletten, “teknik devlete;” yani kurum ve
kuruluşlarıyla kendiliğinden tıkır tıkır işleyen devlete geçildikçe- modern
devletin gereği kurumlar eliyle korunduğu için kişilerin vicdanına
bırakılmıyorlar.)
Şimdi hiçbir şeye
saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde
perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz
daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin
ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder;
ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile
dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı.”
(17 ağustosu yaşamasaydık, bu gün 10-12 katlı binaları
şehrimizde de görecektik. O tarihte 7 kata izin çıkmıştı zaten. Deprem her şeyi
değiştirmişti. Şehrimiz gene bir büyümenin eşiğinde. Toki’nin kentsel dönüşüm
çerçevesinde yaptığı binalar 5 kat. Ülkemizin büyük şehirlerinde özellikle
İstanbul’da kuleler bile var. 30 -50 katlara ulaşıldı. Onlarda pencere bile
yok! Kim görecek orda oturanı? Perde kapalı olsa ne olur, açık olsa ne olur?
Uydu kentlerde, Sitelerde villa edinenler hariç, ortak yaşam alanları denen
açık alanlar dışında kimse kimseyi göremez.)
Bu sırada gelini,
oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
“-«Evin edebi, önce
perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman
duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını
ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken
giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya
çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle
ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört,
sonra mandalla...
Altında ne olduğu
görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi.
Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine
girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı
komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.”
(Bugün çamaşır makinelerinin çamaşır kurutanı bile var. Ama
çamaşır asma işinde hala bir edebe sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Şehrimizde
kimse atlet hariç erkek iç çamaşırlarını bile aleni asmaz. Bu gün şalvar gibi
dış giyecekten sayılacak giyecekler kadın erkek farkı gözetmeksizin asılır.
Terası olan binaların dışında büyük şehirlerde görüntü kirliliğini önlemek
amacıyla balkonlarda çamaşır asılması yasaktır. Kimsenin bahçesi yok, yıkanmış
çamaşırlar mecburen balkon içine cam seviyesinden aşağıda açılan çamaşır
kurutucularında kurutuluyor.)
DEVAM EDECEK
Yayın Tarihi: 09.03.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder