30 Nisan 2016 Cumartesi

MUM KOKULU GECELERİYLE AMİŞLER 3

Amişler, Amerika gibi dünyanın en gelişmiş ülkesinde 17. yy gelenekleriyle en az 300 yıl öncesinin hayatını seçmiş ve hiç değişmemiş bir halktır. Bu halk köy meydanında bulunan bir telefon dışında kesinlikle bu çağa ait başka tek bir araç kullanmıyorlar. 21. yy insanına oldukça garip gelebilecek yaşam tarzıyla daima ilgi odağı olmuşlardır. Onlara yaşam tarzlarının nedenini sorarsanız, “gelişmenin masumiyeti öldürmemesi için” diyeceklerdir. Haksızlar mı? Bence haksız sayılmazlar. Her şeyin paraya dönüştüğü yeni liberalizmin kanatlarındaki kapitalizmle satılmayan neyimiz kaldı? İnançlar, hizmetler, ürünler, ne varsa hepsi alınıp satılıyor. Ülkeler bile alınıp satılıyor artık. Amişleri konu edindiğimiz yazı dizimize devam ediyoruz.

İncil’de yer aldığına inandıkları ilkeler gereği fotoğraf çektirmek istemeyen Amişler, insan yüzünün resmedilmesinden de hoşlanmazlar. Bu sebeple onları ziyaret edecek olursanız, fotoğraflarının çekildiğinin fark etmemeleri için özenli davranılması gerekir. Son derece kibar ve hoşgörülü insanlar olan Amişler, resimlerinin çekildiğini fark ettiklerinde arkalarını dönerek ama fotoğrafı çekenleri kırmadan bundan hoşlanmadıklarını belirtirler. Bu inançlarından dolayı çocukların oyuncak bebeklerinde de yüz figürü yoktur. Sadece erkek bebeklere yüz çizerler bu da oldukça nadir görülür. 

*

Bu davranış sizede tanıdık bir davranış olarak gelmedi mi? Yakın zamana kadar bizde de aynı davranış vardı. İslamiyet putperestliği yıktığı için, putperestliğe yol açar düşüncesiyle heykel ve resim gibi sanatlardan uzak durmuştur. Bu duruş gündelik hayata bile yansımıştır. İbadetlerin kesinlikle hat sanatı ve duvar süslemelerinin dışında hiçbir figür içermeyen mekanlarda yapılması bundandı. Allaha şirk koşma korkusu İslam toplumlarını minyatür resimleri hariç, soyut sanatlara yöneltti. İnsan figürlerinin olduğu bir esere zor rastlanırdı eskiden.

Devam edelim

*

Günlük yaşamları nasıl?

Amişler’in yaşam koşullarını incelemek için kadınlar, erkekler ve çocuklar olmak üzere gruplara ayırmak gerektiğini düşünüyorum.

Amiş kadınları

Amiş kadınlarının topluluk içindeki en önemli görevleri, eşlerine hizmet etmek ve çocuklarını iyi yetiştirmektir. Son derece sade giyinmeyi tercih eden kadınlar, genelde tek parça düz ve koyu renkte dikilmiş elbiseler giyerler. Saçlarını hiç kestirmezler ve topuz yaparak başlarının arkasında toplarlar. Kendilerine özgü bir çeşit boneyle saçlarını kapayan Amiş kadınlarının başlıklarının rengi, evlenene kadar siyah evlendikten sonra ise beyazdır. Doğal güzelliklerine hiç müdahale etmeyen bu sade kadınlar, mücevher takmadıkları gibi makyaj da yapmazlar. En büyük süsleri saçlarına taktıkları çiçeklerden ibarettir. Süslenmeyi neredeyse günah sayan Amiş kadınları, dünyevi arzulara kapılmamak için günümüz şartlarında son derece zor olan bu tarzı, çocukluklarından beri benimsediklerinden kolaylıkla taşırlar.

Günlük yaşamlarında her ailede sayıları 7-8’i bulan çocuklarıyla ilgilenerek vakit geçiriyor olsalar da zaman zaman tarla işlerinde eşlerine yardım ederler. Boş vakitlerinde 40 parça olarak bilinen farklı desendeki kumaş parçalarının birleşmesiyle oluşan örtü ve tekstil ürünleri yaparlar. Bazı Amiş kadınları bu el emeklerini satışa da sunarak aile bütçelerine de katkıda bulunurlar. Boş vakit geçirmenin günah sayıldığı inançları gereği sürekli bir şeylerle meşgul olurlar.

*

Yardımlaşma kültürüyle gelen toplumların tipik davranışlarını gördüğümüz Amişlerin erkeklerini anlatmayı gelecek bölüme bırakalım. Orda da şaşıracağınız pek çok özellikler bulacaksınız. Amişleri ilkez bir televizyon programında gördüğümde bende çok şaşırmıştım.


DEVAM EDECEK 


Yayın Tarihi: 29.04.2016

MUM KOKULU GECELERİYLE AMİŞLER 2

Amerika gibi dünyanın en gelişmiş bir ülkesinde 17. yy gelenekleriyle en az 300 yıl geride kalan bir halk var. Köy meydanında bulunan bir telefon dışında kesinlikle bu çağa ait başka tek bir araç kullanmayan bu halk 21. yy insanına oldukça garip gelebilir. Oysa onlar gelişmenin masumiyeti öldüreceğini savunuyorlar. Haksızda sayılmazlar hani. Her şeyin paraya dönüştüğü yeni liberalizmin kanatlarındaki kapitalizmle satılmayan neyimiz kaldı? İnançlar, hizmetler, ürünler, ne varsa hepsi alınıp satılıyor. Ülkeler bile alınıp satılıyor artık. Böyle bir dünyada bozulmadan kalan bir şey bulamazsınız. Buna tepki olarak 1960’larda çeşitli tarikatlar doğmuştu. Elinde kuru bir dal, üstünde nerdeyse sıradan bir çuval elbiseyle hazreti İsa’yı andıran insanlar türemişti. Bütün inanmış Hıristiyanlara kıyametin yakın olduğunu söyleyerek keşişliği öneriyorlardı. Avrupayı terk ederek Amerika’ya gelen Amişlerse bu konuda çok daha eskiydiler. Modern dünyayla hiç ilgilenmediler. Bugünde Amişleri anlatmaya devam ediyoruz.

*

Hayatları boyunca paylarına düşen rızıklarının Tanrı tarafından adaletli bir biçimde dağıtıldığına, herkesin hakkı olanı zaten alacağına inandıklarından kimsenin malına göz dikmeden huzurlu bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar. Savaşmayı reddettikleri için kesinlikle askere gitmiyor, dünyevi kaygılar taşıdığından siyaset ve devlet işleriyle de ilgilenmiyorlar.

Amişler, tarım ve marangozlukla ilgilenerek geçimlerini sağlıyorlar. Günümüz koşullarında son derece ilkel sayılabilecek yöntemlerle yetiştirdikleri %100 organik sebze ve meyveler, satışa çıkarıldıkları pazarların en gözde tezgâhlarını süslüyor. İnançları gereği hiçbir malı hak ettiğinden pahalıya satmayan Amişler, Pazar fiyatlarının yanında oldukça ucuz kalan etiketlerle ürünlerini aracılara satıyorlar. Bu sebeple alış ve satış arasındaki yüksek fark aracıların cebine kâr olarak giriyor. Tereyağı, peynir ve reçel gibi temel gıdalarını da kendileri üreterek bir kısmını yine aracılara satıyorlar.

Teknolojinin en önemli nimetlerinden biri olan arabaları da kullanmayı reddettiklerinden günlük ihtiyaçlarını at arabalarıyla hallediyorlar. ABD hükümetinin ve eyalet valisinin kendilerine sunduğu imkânlar arasında at arabalarını güvenli bir şekilde kullanabilecekleri özel şeritler de var.

Günlük yaşamlarında yazılı olmayan bir kurallar zincirini takip eden Amişler, her Pazar kilisede toplanarak toplu halde yaptıkları ibadetlerinin ardından sırası gelen Amiş’in evinde yemek yiyerek birbirlerini ağırlıyorlar.

İnançları gereği vergi vermeyi reddeden Amişler, sık sık vergi memurlarının baskılarına maruz kalıyorlarsa a da özgür bırakılmalarını savunan Amerikalıların baskıları sonucu hiçbir zaman vergi mükellefiyeti altına alınamamışlar. Devlete ödedikleri tek para, sahip oldukları evler için belirlenen emlak vergisi ve ürettikleri tarım ürünlerinin satışı sebebiyle belediyece alınan vergiden ibarettir.

Dışarıdan kendilerine katılmak isteyenler olursa bu kişilere bir süre aralarına alarak deneme süresi veren Amişler, bu sürenin sonunda aralarına katılmak isteyen "yabancıyı" ihtiyarlardan oluşan bir heyetin karşısına çıkararak test edilmelerini isterler. Amiş olmak isteyen "yabancı" gerekli aşamaları geçmeyi başarırsa kabul edilir ve ancak o zaman aralarında yaşamaya başlayabilir.

Yalnızca acil durumlarda kullanılmak üzere köy meydanında bir adet telefon bulunduran Amişler, gerçekten gerekmedikçe bu telefonu asla kullanmazlar. Genelde doktora gitmekten hoşlanmayan bu sıra dışı topluluk, üyelerinden biri hasta olacak olursa kendi yöntemleriyle tedavi etmeyi tercih ediyorlar. Ancak kendi müdahalelerini aşan bir durum söz konusuysa, hastalarını hastaneye götürüyorlar. Herhangi bir sağlık sigortası yaptırmayan Amişler, hastane masraflarını yine aralarında topladıkları paralarla karşılayarak birbirlerine daima destek oluyorlar.

DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 27.04.2016

MUM KOKULU GECELERİYLE AMİŞLER 1

Amişleri şimdiye kadar hiç duymayanlar, bilmeyenler yazının başlığına bakarak ne dediğimi büyük ihtimalle anlamayacaklardır. Amerika gibi en gelişmiş bir ülkede 17. yy gelenekleriyle en az 300 yıl geride kalan bir halktan söz ediyorum. Köy meydanında bulunan bir telefon dışında, ki onunda hangi amaçla kullanıldığını göreceksiniz, kesinlikle bu çağa ait başka tek bir araç kullanmayan bu halk 21. yy insanına oldukça garip gelebilir. Oysa onlar gelişmenin masumiyeti öldüreceğini savunuyorlar. Haksızda sayılmazlar hani. Her şeyin paraya dönüştüğü yeni liberalizmin kanatlarındaki kapitalizmle satılmayan neyimiz kaldı? İnançlar, hizmetler, ürünler, ne varsa hepsi alınıp satılıyor. İnsana takılan prangaların sayısı her geçen gün artarken bize bütün bunlar özgürlük olarak anlatılıyor. Günün birinde eskinin halkalı kölesi olduğumuzu fark ettiğimizde iş işten geçmiş olacak ne yazık ki. İşte Amişler zamanı adeta durdurarak bunu önlemiş durumdalar.

Amişleri bir kez olsun televizyonda izleyenler onları mutlaka görmek isterler. Öyle ya; uygarlığın ortasında mum ışığıyla gecelerini aydınlatan insanlar bunlar, merak edilmez mi?

İnancın bütün bir hayata egemen olmasını savunan ve bu şekilde yaşamaya çalışan Hıristiyan bir halk Amişler. Değişime direnmenin inançlarının gereği olarak görüyorlar. Değişimin beraberinde bozulmayı getirdiğini düşünüyorlar çünkü. Bozulmanın imanı sarstığını belirtiyorlar.

Peki kimdir bu Amişler, nerde yaşarlar ve nüfusları ne kadardır?

Sorunun cevabını şöyle verebiliriz.

Günümüzde sayılarının 170 bin civarında olduğu tahmin edilen Amişler, -çoğunlukla- ABD’nin Pensilvanya Eyaleti’nde yaşayan inançlarına son derece bağlı bir Hıristiyan mezhebinin üyeleridirler. Amişler kavminin ilk ortaya çıkışı bundan yüzyıllar öncesine dayanır. 16. Yüzyılın başlarında Memnucular olarak isimlendirilen Amişler, İsviçre’de hızla yayılmaya başlayan reform hareketleri sırasında doğar doğmaz vaftiz olmayı reddeden gruplar arasında ortaya çıkmıştır. Yeniden Taktis olarak isimlendirilen bu inanışa göre, insanlar kendi dinlerini seçecek yaşa ve olgunluğa geldiklerinde Hıristiyan olmayı kendileri seçerek o yaşta vaftiz edilmelidirler. Amişler, ilk olarak bu hareketin öncülerinden olan Katolik mezhebi papazı Mennu Simon’a uyarak bir araya gelmişler ve Mennucular olarak anılmaya başlamışlar.

Dönemi için oldukça farklı görünen bu grubun hızla büyümeye başlamasının ardından Katolik grupların Mennucular’a olan tepkileri artarak devam etmiş ve en sonunda yüzlerce Mennucu’nun öldürülmesiyle sonuçlanan bir katliama dönüşmeye başlamış.

Hayatta kalmanın zorlaşmaya başladığı o günlerde Mennucular arasında da bölünmeler başlayarak toplamda üç farklı grup ortaya çıkmış. Bu gruplardan biri olan Amişler, Jacob Amman önderliğinde temelde Yeniden Tastikçiler’den uzaklaşmadan teknolojiyi kullanma şekli başta olmak üzere farklı kuralları barındıran yeni bir topluluk olarak yollarına devam etmişler. Mennucular’dan ayrılan en tutucu kavim halen Amişlerdir.
Amişler, Avrupa’da gördükleri baskı dayanılmaz boyutlara gelince tüm varlıklarını satarak Yeni Dünya’ya (ABD) göç etmeye karar vermişler. ABD’ye vardıklarında, Pennsilvanya’nın dönem valisi William Penn tarafından son derece iyi karşılanan Amişler, işlemeleri için kendilerine toprak tahsis edilmesinin ardından yeni hayatlarına kolayca adapte olmuş ve bu kıtada huzur içinde yaşamaya başlamışlar.

Amişlerin inançlarının temelini, “Dağdaki Vaaz”da belirtilen kurallar oluşturur. Dağdaki Vaaz, İncil’de yazılı bulunan Hz. İsa’nın dini ve ahlaki kuralları sıraladığı vaazıdır. Temel hayat felsefeleri asla savaşmamak olan bu naif insanlar, kendilerini alçakgönüllü ve sadık olarak tanımlıyorlar. Gerçek Hıristiyanlığın Hz. İsa gibi yaşamak olduğuna olan inançları, elektrik başta olmak üzere teknolojinin tüm imkânlarını reddetmelerinin asıl sebebi. Teknolojinin dünyayı sevdireceğine, dünyayı sevmenin de kötülük yapmalarına sebep olacağına inanıyorlar.

DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 25.04.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Güzelim baharın ortasındayız. Doğa iyiden iyiye yeşil örtüye sahip artık. Güneş parlıyorsa bahardan dolayı parlıyor. Bu günlerde içimizi bir neşe sarıyorsa biraz da bahardan dolayı sarıyor. Güneş hem yeryüzünü, hem içimizi ısıtıyor. Fakirinde zengininde tek eşitlendiği mevsim bahar aylarıdır. Ne ısınmak için bir yakacak gerekir, nede serinlemek için soğutuculara gerek var. İki kesim doğa şartlarından bedava faydalanırlar çünkü.

Bu haftaki şairimizi sizlere tanıtmak isterdim. Ne yazık ki kendisi hakkında en ufak bir bilgiye ulaşamadım. Bu haftaki şairimizin şiirleriyle yetineceğiz. Beğeneceğinizi umuyor ve sizleri şiirlerle baş başa bırakıyorum.

...

AĞITLARIMIZI GİZLEDİK 
Ağıtlarımızı perçemlenmiş
dişlerimiz arasına gizledik.

Sarışın bir bedenin
pamuk tenine dokunurken
Ağlamadık, sızlamadık...

Gün olur dedik,
Zemheri ayını bekledik,

Siftah ederken
Ölümün sıcak nefesini ensemizde
Çıkardık
Zulamızdaki kızılcık şerbetini.
Savurduk suratlarına.

Ağıtlarımızı gün batımından
gün doğumuna birer birer söyledik.

Abdülvasi Köse

***

BİZ KAÇ KİŞİYDİK VE ÖLDÜK
Güneş saklanınca dağların ardına,
Günah melekleri çıkar sokaklara.
“İmparator” un çirkin köleleri
Ellerinde adisyon fişleriyle
Sıralanır loş masa önlerine..

Bir kuşun kanadında geçtik akdenizi
Altın sarısı kumlarını, kan kızıl koylarını,
Ve bir sevda türküsünü anımsadık.
İlk ışıkları vurunca akçadenize,
Dalgalar dinginleşir,
Şavkı vurur, aydınlanır odalar.
“Köleler” yataklarda yorgun
Çeker tespihini ya sabır makamında.

Benzer yaşam öykülerini anlatır,
Uzak diyarlarda maviş gözlü bebeler
Analara emanettir.
Ve yüreklerinde “bir gün mutlaka”
Sevgisiz, insansız, ihanetsiz yaşamlar..
Gerçekleşirse özlem,
Çırpınır bir daha Karadeniz.
Anlatılan masallar kalır dillerde.

Hani sıcaklar bastırır,yaz gelir,
Hani yürekler sevdaya palazlanır,
Hani iki yürek buluşur ya,
Eller kenetlenir, bedenler tümleşir..

Apansız fırtınalar kopar.
Dolunayda kan yükselir damarlarda.
Astımlı hasta gibi soluklar,
Zorlar göğsünün kafesini,
Anlatılar karadenizden
Akdenize uzanır,
Bir kuşun kanadından
Seyreylenir yaşamlar..

II.
Günahlar güneşle çekilir odalara.
İmparator “malibu” içerken meksikalı
Sapkın “yalnız kurtlar” dörtçekerlilerde
Taşır kanatsız melekleri,
gecenin en yalnız saatlerine.

Yüreğimizdeki sevdayı anlatırız.
Tanıdık, dişi bedenlere.
Tüm çekim eklerinin di’li geçmiş zamanını.
Bırakır bir kenara,
Ağıdımızı haykırırız.
Ey hüzün git artık,
Kuzeyli dilberlerle günah vaktidir
Sonra;
Tutkulu bedenlerde giyinik “geyşalar”
Karadenizin kuzeyini anlatır.
Dilleri dillerimize yabancı.
Ey kanadı kırık,
Yeleleri sapkın ayrılıklar
İhaneti dostluğa çanak tutanlar
Karadeniz, Akdeniz çırpınıyor
Kanatlarında seyreylerken yoz dağları
Gözlerim pınar olur, kan akar “çıkartmada”

Mor salkımlı dağları dolaşırız,
Figüran rollerde sarışın bedenler
Unutturmak eyleminin başlangıcı
Ve Beşparmak’ta yok olan umutlarım.
Ben ah çekerken, bir daha, bir daha ah..
Salkım olur, saçaklanır zakkumlu ağaççıklar.
Bir güzelin katli vacip fetvası savrulur manastırdan.

III.
Biz acıları tadarken bedenlerimizle,
Uzak diyarlardan seslenir ağıdımız.
Memet dayı’ya verdiğimiz ant,
Gözlerimizde şavkılanır.

Unutma;
Sözümüz namusumuzdur.
Sen rahat uyudukça toprağında
Andımız ve adımızdır arda kalan.

IV.
Biz üç kişiydik.
Ben, sen ve o.
Sen’i ihanet denizine gönderdim.
Ben, temmuza hükümlü.
O; gözleri (bakmaya doyamadığım),
Elleri (öylesine güzel, anlamlı) ve ruhuyla,
Bedenimde gizlidir.
Biz üç kişiydik.
Ben, infazım hazır "kaç ay kaldı ki,
Sen, yaşanmamış birkaç gün.
O; şimdi bedenimde onulmaz yaradır ,
Masum ve gizemli.

V.
Öyküler başladığı gibi bitmez.
Başlanan rol aktörleri de etkilerse,
Senaryolar değiştirebilir.
Şimdi ‘yaşam’ bölümünün finali çekilecek.
Kamera hazır.
Motor, başla komutu.
Gözlerimde hüznün bulutları gezinir.
Film biter.
Dağbaşları bulutlanır.

Yazılmamış öyküler,
Daha yaşanmamıştır bilesiniz.
Yaşanırsa sevinçler,
Acıdır ve hüzündür bilir misiniz?

Biz kaç kişiydik, öldük.
Bir sen kaldın geride,
Birde senli anılarımla ben.

08.06.1999
kırıkhan

Abdülvasi Köse

***

SEVMEYİ ÖĞRENİYORUM ANNE
Sevmeyi ilk annemle öğrendim.
O; beyaz yüzlü, güzeller güzeli kadından.
Seveceksin, her şeyi der,
Sevmenin anlamını, yüceliğini
Anlatırdı kırık kelimelerle.

Sevmeyi hala öğreniyorum.
Kuşları, böcekleri, çirkinlikleri,
-hamam böceklerini bile,,,
Birtek ikiyüzlü
Dostlları,
İhaneti,
Ve yalanı sevemedim.,
Bağışla beni anne.
Kurşunlayanı sevdim,
Dağlarda yaşayanları sevdim .
Dostluğa ihaneti sevemedim anne.

Bağışla beni anne.
Sevmeyi sen öğrettin
Bir bir yapıyorum dediklerini,
Sevmeyi daha çok seviyorum anne.
İhanetler olmasa, dostluklar bozulmasa,
Ne çok seveceğim daha anne.

Sevmeyi daha da çok sevdim anne.
Sen ne dedinse yaptım.
Birtek kalleşliği,
Hainleri,
Arkadan bıçaklamaları sevmedim.
Bağışla beni anne.
Seninle sevmeyi özledim.

06.06.99

Abdülvasi Köse

***

PAZAR GÜNÜNÜ HİÇ SEVMEM
“İlhami Vardiya”

Amik’ta ağustos ayları cehennemdir.
Sıcağın kemikleri erittiği saatte
Güneşi renklerine hapsetmiş arabada
ceketine sarılmış, sigara içiyor. 

“Agabek” diyor;
Çako dayinin
Ahıska günlerinden kalma hüznüyle. 
“Agabek;
Ben hiç sevmedim pazar gününü
Mapusane yadigarıdır bana.”

Ve biçkin delikanlılık günlerini
Ve keskin devrimci yanılgılarını
Ve Mapuseneyi anlattı İlhami Usta...

Cehennem sıcağında
Üşüyen adam,
derin bir oh çekiyor
Sigaranın tadına varıp.

Anlatır hüznün
ve yalnızlığın
ve üşümenin öyküsünü...

Mapusanelerde pazar günü

yalnızlıktır,
hüzündür,
gözyaşıdır.

Mapusanede en sıcak güneş
üşütür körpe, biçkin bedenleri.

Ve ben yıllardır
sıcak bölgelere hasretim.
Üşüyorum.
Sıcak Akdeniz koylarını düşlüyorum.

Ne gelen olur pazar günleri,
ne giden olur mahkemelere,
umutlar ertelenmiştir.
kimi yanık türküler okur,

Ben şiire sarıldım,
Ustaların şiirlerine
Yalnızlık buzdağıdır bedenlerimizin,

şimdi üşüyorsak,
Pazar günlerindendir “Agabek”

Abdülvasi Köse

***

Bugünkü şiir köşemizinde sonuna geldik. Hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum. Haftaya görüşmek umuduyla..



Yayın Tarihi: 24.04.2016

ÇIPLAK AYAKLI ÇOCUKLAR, HEİDİ VE GELİŞMİŞ BATI 5

Dünyanın daha çok özgürleşmeye doğru gittiğini söylemek isterdim. Bunun için canla başla çalışan bir kesim var. Ama buna direnen kesim daha kalabalık. Bu yazı dizimizde dünya olarak ne evrelerden geçtiğimizi gördük. İnsanlık tarihi acılarla doludur. Bu acılara egemen kesimler sebep olmuştur. Yerelden başlayarak uluslar arası ilişkilere kadar uzayan bir silsile izleyen bu egemenlik yarışı sağladığı gelişmeden daha fazla insan öğütmüştür. Uygarlıkta gelinen düzeyde teknoloji kullanımı önemli gösterge kabul ediliyor. Oysa insanlığın mutluluğu için sadece gelişmiş teknolojilerin kullanılması yetmez. İnsanlık onuru ve insanın mutluluğu her türlü teknolojinin üstünde olmalıdır. Gelişmiş batılı ülkeler bunun için mücadele eder görünürler ama baş dertleri ürettiklerini satabilmektir. Geçen bölümlerde de  “Batı yaptıklarını hep itiraf eder. Yapacaklarından da geri durmaz.” demiş ve devam etmiştim. “Günah çıkarma metodu onların bütün davranışlarına hakim olmuştur. Sanatlarına yansıması bu yüzdendir. Yalnız bu davranışın eleştiri mekanizmasını oluşturması bakımından iyi bir tarafıda vardır. Sanatta bir eleştiri mekanizmasıdır zaten. 

Yazımızın son bölümüyle Sevim Akyürek’in satırlarına devam edelim.

Film, o zamana kadar kendi gerçeklerinin kabuğunda yaşayan pek çok insanın konuşmasını sağladı.
Örneğin; Lyss’ de oturan Hugo Zingg (76) filmin gösterimin ikinci günüde ‚ “Ben de O Cehennemi Yaşadım” diyerek bir gazeteye yaşadıklarını anlattı. Tam 70 yıl sonra bu yazı sayesinde, ikisi de yıllarca köle olarak ayrı çiftlikler de birbirlerinden hiç haber almadan çalıştırılmış iki kardeş birbirlerini bulabildi. İsviçre Çiftçiler Birliği, o günkü çocuklardan özür diledi. Thurgau yönetimi, zamanında bölgede çalıştırılmış tüm çocuklar için resmi olarak özür diledi. Şimdiye kadar bu ticarete aracılık yapan rahipler adına sadece Luzern Katolik Kilisesi özür dilemiş durumda.

Sevim Akyürek yazısını şu dört kelimeyle özetliyor. “Dövüldüler, aşağılandılar, tecavüze uğradılar.” Devamında Avrupa’nın göbeğinde parçalanmış ailelerin çocuklarının dramlarını görüyoruz.

Dora Stettler, iki kardeşi ile birlikte Emmantel’e bir çiftliğe kiralık olarak verilir. Tarih 1934. Artık burası sizin eviniz diyerek çocukları bırakırlar. Yeni bulduğu arkadaşı Karl ile yaşamına sorunsuz ve engelsiz devam etmek istemektedir. Yedi yaşında ki Dora, annesinin bavula koymuş olduğu elbiseleri tam dört yıl giyer. Kendisine iki numara büyük gelen ayakkabısını bir numara dar gelene kadar da kullanmak zorunda kalmıştır. Babasının getirdiği kıyafetleri ise çiftlik sahibinin çocukları giyer. Babaları onları geri almak için tam dört yıl boyunca mücadele eder, sahip çıkar ve sonunda mücadelesini kazanır. Annesinden hep nefret eder. Yıllar sonra bu kitabı yazar.
Charles Probst 79 yaşında. Annesinin “çıplak ayaklı çocuk” olarak yanında çalıştığı çiftçi tarafından tecavüze uğraması sonucu doğmuş. Başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin kaderi onun da geleceği olmuş. Yıllarca saat dörtte kalkarak ot biçmiş, ahırda yaşamış, yıllarca dişlerini fırçalayamamış, iç çamaşırı olmamış, hasta olduğunda doktora götürülmemiş. Cinsel istismara uğramış. Sabahları verilen kuru ekmeği soğuk suya batırarak yemek zorunda kalmış. Uzun yıllar sakladığı bu gerçeği artık tüm İsviçre çapında yapılan toplantılarla anılarını anlatarak, soruları cevaplandırarak bu karanlık dönemin aydınlatılmasına katkıda bulunuyor.
Walter Zwahlen yaptığı açıklamalarda verdingkinder konusunda en çok kitabın İsviçre’de basılmış olduğunu açıkladı. Yalnız İsviçre’de değil, Almanya ve Ukrayna’ya kadar olan bölgelerde de çocuk köleliği resmi olarak uygulanmış. İsviçreli Fotografçı Paul Senn, “Bauern und Mitarbeitern” adlı kitabını bu konuda yıllarca İsviçre’yi dolaşarak çektiği fotoğraflardan oluşturmuş.
Sergiyi izleyenlerin ziyaretçi defterine yazdıklarından bazılarını birlikte okuyalım:
“Ben de bir Verdingkinder idim. Ama çok geç kaldınız.”
“Bakıcı babamın yıllar sonra gazetede ölüm ilanını görünce gazeteyi parçaladım.”
“Bunlar bizim özgür ve zengin ülkemizde mi olmuş? Çok üzgünüm.”
“67 yaşındaki eşimin neden çocukluk ve gençlik yıllarından hiç söz etmek istemediğini şimdi anlıyorum.”

Bu yazı dizisini, hele Sevim Akyürek’in bu satırlarını okuduktan sonra Heidi çizgi filmini izleseniz eskisi gibi izleyebilir misiniz? Yüzüklerin Efendisi, Avatar vs.vs. filmlerininde ana amacı masalsı bir dünya sunmak değildir. Tıpkı Heidi çizgi filminin amacının o olmadığı gibi. 


SON



Yayın Tarihi: 22.04.2016

ÇIPLAK AYAKLI ÇOCUKLAR, HEİDİ VE GELİŞMİŞ BATI 4

Ne acılar yaşadı bu insanlık. Tarihin içinde hor görüldü, aşağılandı, eziyet çekti, işkence gördü. Kim tarafından? Gene türdeşi tarafından tabii. Aralarında fiziki hiçbir farklılık olmamasına rağmen yaratılan dil farkı, din farkı, statü farkı gibi yapay farklılıklarla bir taraf diğer tarafı ezmiştir. Dünyanın daha çok özgürleşmeye doğru gittiğini söylemek isterdim. Bunun için canla başla çalışan bir kesim var. Ama buna direnen kesim daha kalabalık. Dünyada ve bölgemizdeki savaşlara, savaş sonrası kaderine bırakılan toplumlara bakın. Daha büyük bir kargaşa ortamı doğduğu görülüyor. Japonya’ya atılan atom bombasıyla 100 bin kişi ölmüştü. Irak ve Suriye’de 1991’den beri süren savaş ve kargaşadan 5 milyon insan öldü. Çocukların durumuysa içler acısı.

Batı yaptıklarını hep itiraf eder. Yapacaklarından da geri durmaz. Günah çıkarma metodu onların bütün davranışlarına hakim olmuştur. Sanatlarına yansıması bu yüzdendir. Yalnız bu davranışın eleştiri mekanizmasını oluşturması bakımından iyi bir tarafıda vardır. Sanatta bir eleştiri mekanizmasıdır zaten. Sevim Akyürek’in satırlarına devam edelim.

*

“Onun ‘evlilik dışı çocuk’ olmasından dolayı devlet ve kilise tarafından kendisine layık görülen yaşamı, İsviçre’nin ‘karanlık bir dönemine’ tanıklık eder. Çocuğun eğitim yerinin cezaevi olmadığını söylemiş ama tüm bunlar yaşadığı dönem için aykırı düşünceler olarak nitelendirilip dışlanmıştır. Her şeye rağmen, İsviçre Yazarlar Derneği ve İsviçre Ressamlar, Heykeltıraşlar Derneği ve Mimarlık Derneği gibi kuruluşların ortaya çıkmasına önderlik etmiştir.
Ressam Albert Anker’in İsviçre halk hayatını resmettiği tabloların birçoğunda çıplak ayaklı çocukları görürüz. Bu köle çocuklar okulda, sokakta, evlerde çıplak ayakları, düşük omuzları, soluk benizleri ile o kadar ortadalar ama bir o kadar da görünmez olmuşlar. Biz bu tablolarda onları, özellikle okul konulu resimlerinde, diğer çocuklarla birlikte ama onlardan hemen ayırt edilebilen özellikleriyle görürüz. Kendilerine ancak iki senede bir verilen ayakkabıları ya iyice küçük gelmeye başlamıştır, ya da çoktan eskiyip atılmıştır. Büyüme çağındaki bir çocuğun ayakları için iki sene kısa bir zamandır!”

Hangi çocuk böyle bir çileli hayatı hak eder? Hangi çocuk kendine büyük veya küçük gelen eşyaları kullanmak zorundadır? Hiç biri değil mi? Onlar insanlığın yarınıdırlar. Bütün çabamız geleceği bırakacağımız bu çocukları iyi yetiştirmek, iyi beslemek, iyi eğitmek içindir. Onların saf, tertemiz, günahsız oluşları bütün iyi şeyleri hak etmelerine yeterde artar bile. “Bu dünya sabilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor” dememiz buna vurgudur. Sabi yani günahsız, çocuk.. sanatın çocuklarla ilgilenmesi, hele böyle ezilenlerin yanında durması, kaçınılmaz olgudur. Çünkü sanatında altında saflık, masumiyet, temiz duygu vardır. İlgilenmese olmaz zaten. İlgilenmezse o toplum duyarlılığını yitirmiştir. Dönelim Sevim Akyürek’in satırlarına..

*

Verdingkinder’lerin insanlık dışı yaşam koşulları ilk defa bir filme de konu edildi. Bu gerçeği yaşamış on bine yakın insanla yapılan röportajlardan doğan senaryo, Markus Imboden tarafından çekildi ve 2011 tarihinden itibaren gösterime girdi.
103 dakika süren film, puslu karanlık bir havada tepede, köyden uzakta yeşillikler içindeki bir çiftliğe taşınan bir tabut görüntüsüyle başlıyor. Dayağın, soğuğun, küçük bedenlerin taşıyamayacağı işlerin, bitmeyen çalışmaların yaşandığı çiftlikten çıkmaktadır. İçinde, on yaşında bir kız çocuğu vardır. Ev işlerinin yorucu çalışmalarının ardından geceleri evin oğlu tarafından tecavüze uğramıştır. Köle kız hamile kalmıştır ve sahibesi, çocuğu düşürtmeye kalkmıştır. Kanaması olur, doktora götürülmez. Bir rahip, sorgusuz sualsiz, tabutu alır gider.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 20.04.2016

ÇIPLAK AYAKLI ÇOCUKLAR, HEİDİ VE GELİŞMİŞ BATI 3

Geçen iki bölümde Heidi’nin vatanı İsviçre’de fiili olarak 1960 yılında, yasal olarakta 1974 yılında kaldırılan her türlü çocuk istismarını Yazar Sevim Akyürek’in “İsviçre’nin karanlık yüzü: Heidi’nin ayakları neden çıplaktı?” adlı yazısında yaptığım alıntılarla görmüştük. Bu gün İsviçre toplumunun bu olayla nasıl yüzleştiğine bakalım mı? Gene Sevim Akyürek’in yazdıklarına dönelim.
...
“Birkaç yıldır İsviçre toplumu bu gerçekle yüzleşmeye çağrılıyor. Çünkü köle çocuklardan bugün hayatta olanlar bu tarihsel utanca tanıklık ederek o dönemin hiç olmazsa vicdanlarda yargılanması yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşturdular.
Özellikle 1998 yılından itibaren Olten’da yaşayan birkaç tarihçi bir zamanlar tabu olarak adlandırılan bu gerçeğin konuşulmasını sağlamak üzere, yaşayan bütün Verdingkinder’lere ya da yakınlarına ulaşmak için çalışmalara başladı. Bu işe gönül verenlerden biri Tarihçi Marco Leuenberger. On yaşındayken babası kendisinin bir verdingkinder olduğunu açıklamış ve yaşadıklarını anlatmış. Bugün oğlu canla başla bu karanlık tarihin ortaya çıkarılması için emek harcıyor. Özellikle 2009 yılındaki Verdingkinder Reden adı verilen sergiyle ilk defa bilimsel çalışmalara, konferanslara, canlı tanıklıklardan oluşan açık oturumlara konu edilerek, sonra operaya ve ilk defa bir filme de uyarlanarak konu gündemde tutuluyor.
Konunun toplumda ilgi görmesi, ses getirmesi üzerine sergi 2016 yılına kadar uzatıldı. Bu etkinlikler sonucunda 11 Nisan 2013’ de devlet resmi olarak özür diledi. Verdingkinderler bir zamanlar çocukluklarının çalındığı bu yerde konuşarak tüm çiftliklerden hesap sorarcasına yaşadıklarını anlatıyorlar, İsviçre’ye ve dünyaya. Basel Üniversitesinden Veli Mäder açılışta şimdiye kadar yapılanların ses getirdiğini açıkladı. Toplumun konuya duyarlılığını arttırdığını, çok sayıda okulu ziyaret ettiğini ve şimdi bir adım öteye geçerek 30 Mart 2014 yılında parlamentonun önünde yapılan protesto gösterisinde verdingkinder ve yakınlarının maddi tazminat istemelerinin sevindirici olduğunu açıkladı.”
...

Yer yer araya girerek söylediğim veya söyleyeceğim sözlerde, şimdi söyleyeceklerim arasında bir çelişki olduğu fikrine sahip olmamanız için baştan belirtme gereği duyuyorum: Batı suçunu itiraf ederken kendini eleştirmiş olduğu gibi, günahta çıkartmış olur. Ama yapacaklarından da geri durmaz. Bunu baştan koyalım. Ama kamuoyunun baskı unsuru oluşturmasına da ses çıkarmaz veya çıkaramaz. Bu olayda da kamuoyu oluşturmakta gösterdikleri çabayı görüyoruz. Belki de güçlü olmalarını sağlayan, hatalarını görme ve azaltmaya yönelten bu tutumlarıdır. Onların bu tutumları yöneticileri hesap verir konumunda tutar. Verilemeyen hesapta da yönetici yerinde kalamaz. Ya görevden alınır yada kendisi görevinden çekilir. Hem toplumsal kokuşma önlenmiş olur, hem toplumsal yenilenme gerçekleşir. Nihayetinde sermayenin yararına olsa bile demokrasiyi salt sermayenin rahat hareket etmesini sağlayan araç olmaktan çıkaranda budur. Yazar Sevim Akyürek’in yazdıklarını okumaya devam edelim.
...
“Peki, bu dönemde hiç tepki gösteren yok muydu? Vardı kuşkusuz. Örneğin, bir Rus doktorun, bir çiftlikte yoğun tecavüzler sonucu ölen bir erkek çocuğu hakkında ilk defa bir resmi rapor yazması o dönem için sık rastlanılan bir durum değildi. Ama bu tutumundan dolayı dışlandı ve yazdıkları dikkate alınmadı. Aynı zamanda kadın örgütleri, partiler ve sendikalardan da tepkiler gelmişti. Örneğin kendisi de bir ‘verdingbub’ olan yazar Carl Loosli ‘Susmuyorum’ şiarı ile yazdığı kitaplarıyla mücadelede yerini almıştı. Carl Loosli, İsviçre’nin bir ‘Verdingbub’ yazarı, sosyal eleştirmeni, filozofu, gazetecisi. Yaşadığı dönemde yazdıkları dikkate alınmayan, dışlanan bir yazar. Carl Loosli, “annemi hayatımda yalnızca beş kez görebildim, babamı ise hiç görmedim” diyerek başlar hayatını anlatmaya. 1877 yılında Bern şehrinde gayri meşru bir çocuk olarak doğdu. Sekiz yıl bir çiftlikte yaşadı. 11 yaşından sonraki yaşamı yetimhanelerde, cezaevlerinde ve tımarhanelerde geçti. Ülke ve toplum sorunları üzerine düşünen, mücadele eden bir yazardı. Yaşadığı dönemde konuşulması tabu olan “Verdingkindern” gerçeğini yazdı, İsviçre’nin faşizme ve mültecilere olan tavrını, sanat anlayışını eleştirdi, Yahudiler, kadın ve çocuk hakları gibi sorunlar için mücadele etti. Bu yüzden düşmanı da çok oldu.


Bu dünyada yaşayan her canlının, buna bağlı olarak her insanın mutlu hayat düşü ve buna hakkı vardır. Çalınan hayatların hakkını kim verebilir ki? Yazık olan ömürleredir. Bir kere annesine sarılamamış, sevgilisini saramamış insana bunun hesabını kimse veremez.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 18.04.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlarım. Bugünü şair Müştak Erenus’a ayırdım. Dünlerden bugünlere uzanan yoldan gelen şairimiz Müştak Erenus’a yer vermeden önce kendisini tanıyalım.

MÜŞTAK ERENUS
1915 Afyonkarahisar doğumlu olan şairimiz ilk ve orta öğrenimini burada okudu. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Avukat olarak çalışma hayatına atıldı. 1940’lı yıllarda “Yücel” dergisiyle tanıştı.  Derginin etrafında toplanan genç şairler arasında anıldı. İlk şiirleri “Yücel”in yanı sıra Yenitürk, Kaynak, Şadırvan dergilerinde de yayınlandı. Asıl kişiliği 60’lı ve 70’li yıllardaki şiirleriyle yeni bir aşamaya ulaşarak belirginlik kazandı.

ESERLERİ

Şiirler (1965)
Ölmeye Vakit Yok (1976)
Duyuru (1979)
Çağırın Gidenleri (1986)
Sermaye Destanı (1987)
Kalk Geleceğe Oturdun (1991)
...

BİRAZ DAHA
Bir uzun öykü biter
Yorulur kişileri
Girer derede yıkanır

Yollar inatçıdır
Keçiler ağaçlara tırmanır
Döner döner de bir Temmuz günü
Böceklerle bir köşede tükenir

Çalkanır güçlü denizler
Bütün o delilikler üstüne
Devrilir devrilir de
Varır bir çöplükte yorulur
Yurdum benim
Taşım toprağım
Göğüm ağacım
Çiçekli dikine dikine yamacım
Gelir gelir de
Kötü bir güne dayanır

O öykü öyle bitmez
Yorulmaz kişileri
Varır gün ışığına şöyle
Yunar, yenilenir

Yolların inatçılığı nicedir
Ağaçlarda keçilerin başı vurulur
Köşeler dolandığı yerde düzlenir
Alır bir soluğa götürür
Çalkanır güçlü denizler
Bütün o erdemlikler üstüne
Yücelir yücelir de
Varır o köhneyi kurutur

Yurdum benim
Taşım toprağım
Göğüm ağacım
Gelin çiçekli köklü ağacım
Elbet bir gün gelir
o güzel güne uyanır.

Müştak Erenus

***

BU GÜNLER
Üstümüzde bu şaşkın bulutlar
Küskün bir telâşın peşinde
Nereye gidiyorlar
Ve de bu günler neyi getiriyor böyle
Ve de niçin götürmüyorlar getirdiklerini
Bıktıramazsınız bizleri günlerimizden
Umutlarımız çocuklarımızın gözlerine emanet
Ve de içimizdeki bu tosun sevgi
Yağma yok
Yedirmeyiz kimseye.

Müştak Erenus

***

ÇOCUKLAR AĞLAMASIN
Çocuklar Ağlamasın
Hiç ağlamasın
Güneşte yunmuş bir damla su.
Ama siz ağlayın payınıza düşeni
Bilerek, ederek
Ve de hiç hak geçirmeden
Şu perişan rahatlığınıza
Ne hale getirdiğiniz bu dünyaya
Namusluca, utanarak ağlayın
Ama çocuklar ağlamasın
Hiç ağlamasın

Müştak Erenus

***

DELİLER
Bir gök var üstümüzde
Yıldızlar bir ipte dizi
Bizi gözetleyen varsa yukarda
Neyimiz var ki gizli
İşte insanlar sokaklarda
Kimimiz aç, kimimiz dertli
Gülenlerimiz varsa meydanlarda
Deli

Müştak Erenus

***

ELİN BOZUĞU
Sen karanlıkta hiç türkü söyledin mi
Türkü söyledin mi hiç karanlığa
Hiç yemin ettin mi gönülden
Katıldın mı bir inanca
Yürek dolusu binlerle
Hiç sevdin mi ha
Sevdin mi?
Hadi be.

Müştak Erenus

***

GÜNÜN İÇİNDEKİ
Bu bağışlanmak isteği de
Nerden çıktı şimdi
Cam gerisinde bir başına
Şu kumrunun gözleri
Yeşille karmakarışık
Bir türlü anlayamıyorum

Bu bağışlanmak isteği de
Nerden çıktı şimdi
Bir ömür boyu
Birbirimizi görmediğimiz
Bu güzel başım
Ve sanki bir inada
Yürütüp getirdiğim bu ayaklar
Ve nedense her sarhoşluğumda
Bakıp da özür dilediğim bu ellerim
Bugün benden ayrı ve uzak
Ve güzel güneşe gülüyorlar

Fena yakalandım bu sabah
Göğün mavisine

Müştak Erenus

***

İNADIN GÜZELİ
Kuzguncukta nenemin evi
Nazarlığı yumurtadan çiçekler
Telaş toplardı nenemin elleri
Şeftali yemiş kardeşim
Ağzı pembe bulaşık
Ben daha oynayacağım derdi.

Bazen insanın aklına gelmiyor değil
Hani gidip de şöyle
Gül fesliğen olup dönmek diyorum
Yok öyle yağma şey
Güzelim umutlar içindeyim bu dünyada
Yaşayacağım diyorum.

Müştak Erenus

***

KAPIN ÇALINIYOR
Bir söğüt dalının yeşilini getirdim sana
Üstünde kelebeğin mavisi
Durma işte öyle
Niye geldin diye sorma
Bir nar ağacı gibiyim tepeden tırnağa
Geldim bu söz dinlemez sevgiyle böyle.

Müştak Erenus

***

MERHABA YERYÜZÜ
Eşref saati hayra dolu
Bir cömert günün ortasında
Dönüp de yaşar mısın deseler
Uzayası şu güdük ömrünü
Ve verseler elime anahtarlarını
Tüm geçmiş günlerimin
İstemem derim.

Kalsın eksiğinde o kullanılmış günler
Bir su damlası telaşında
Elini öptüğüm ilk sevgilim
Düşlerimle oynaşan o haşarı renkler
Ve Şükriye anamın ölümü ile yalnayak
Eskişehir istasyon yolu..
İstemem derim
İstemem.

Kalsın eksiğinde o tükenmiş günler
Ama bugün
Yaşamın bu şaşkın destursuz cümbüşünde
Cenklisi cefalısı
Mutlusu belalısı
Benim hepsi bütün günlerim
Hepsi benim
Geceye ateş yakmış
Dağ başındaki bir keşiş inadıyla

Müştak Erenus

***

TAŞLI YAZI
Üç el yamanmıştı geceye sivri
Korkunun ötesinde ateş yakmıştı çocuk
Kimse bir şey diyemedi

Önce bir yerinden başladı
Kocaman kara kırmızı mor
Kımıldadı deli taşlar, denizler bitti

Çıldırıyordu yağmursuz toprak
Kaynadı ağaçlar kuşlar bulutlar
Doğa yarattıklarını yedi

Sustu insansız dağ taş yorgun
Delinmiş göklerde yıldızlar yerlerine dönüyorlardı
İşte bu upuzun sersemlikte
Çatladı bir küçük taşın sabrı
Daha küçük bir böcek çıktı güne
Yaşamı müjdeledi
Utandı önce o korkusuz kara kırmızı mor
Boşluklara çakılı ışıklar
Doğacak çocuklara sevindi
Açıldı hemen koca gökler
İnatçı bir son bitiyordu
Tüm yağmurlar indi

Üç el yamanmıştı geceye sivri
Ateş yakmıştı çocuk geceye
Kimse bir şey diyemedi

Şimdi yine döndük geldik
Atomlarla
Bu bitmeyen son
Nagazakide kırmızı elbiseli çocuk
Okşarken parlak düğmelerini
Bir anda yamandı göklere
O küçücük güzel elleri

Ve işte görüyorsunuz
Kimse bir şey diyemedi.

Müştak Erenus

***

YARINA AÇAN GÜL
Gergefte kırmızı bir gül gibiyiz
Umutlu ve keyifli
Onurluyuz bu kavgamızda
Öyle bir güç taşıyoruz ki
Kime ne zaman nerede demeden
İşte buradayız.
Bir çelik ki bu zincirin halkaları
Bilek bilek korkusuz
Yılmayan bu yürek güzelliğinde
Böyle elele.

Müştak Erenus

***

YÜREĞİN VAR YA YÜREĞİN
Geceleri yıldızlar örter üstünü
Bilirsin de yine üşürsün.
Kaçışır boşluğa bu korkak sözcükler
Kan ter içinde.
Susar düşünürsün.
Boşuna mı sana bu sevda yaşamda
Bu yürek
Bu insan onuru.
Gölgelerimiz makaslanmışsa yollarda
Silkele bi kez kendini
At üstündeki kurumuş kalmışları
Yaprakları yeniden güneşe
Tut renkleri ellerinden.
Ha şöyle.

Müştak Erenus
  
Bu haftada bir şair ve şiirlerine yer verdiğim bu yazının sonuna geldik. Her şey gönlünüzce olsun. Esen kalın.



Yayın Tarihi: 17.04.2016

ÇIPLAK AYAKLI ÇOCUKLAR, HEİDİ VE GELİŞMİŞ BATI 2

“Bu kadarla kalsa iyi. Devamında bir insanlık dramıyla karşılaşıyoruz. Sonunda ‘Meğer Heidi kimin hikâyesiymiş?’ diyeceksiniz. Sanayi devriminin başına kadar gidiyor bu hikâye” demiş ve devam etmiştik.

“Heidi’nin ülkesi İsviçre fabrikalarında 14 yaşından küçük işçi çalıştırılmak1789 yılında yasaklanırken çocuk sömürüsü için yeni bir kapı açıldı. O kapı 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar açık kaldı.”

Bu küçük hatırlatmadan sonra bugünkü yazımıza dönelim.

Neydi o kapı bakmak ve görmek gerek. Çünkü bu kapı çocuk emeğinin en vahşice sömürülmesinin örneğine neredeyse rastlanmayacak bir biçimde uygulama imkân ve alanını doğurdu. Şu nitelikteki çocuklar devlet ve kilise tarafından çalıştırılmak amacıyla başka ailelere verildiler.

1: Devlete borcu bulunan ailelerin çocukları.
2: Boşanan çiftlerin çocukları.
3: Fakir ailelerin çocukları.
4: Yetim çocuklar.
5: Ailesi cezaevinde olan çocuklar.
6: Suç işleyen çocuklar.

Fiili olarak 1960’larda biten bu uygulama 1974 yılında çıkarılan bir yasayla resmen kaldırıldı. Şimdi şu vahşete bakar mısınız? Aile şöyle yada böyle bir sebeple sarsıntı geçirsin ve sonuçta çocuk bunun ceremesini çeksin. Neden? Kim sorarsa ortada kalmasın diye. Olacak şey değil!
Sevim Akyürek’e kulak verelim.

“...papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden “kurtarılmış” çocuklardı!
Böylece, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar, toplumsal hayatın olağan, sıradan bir parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre’nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü.”

Konumuzla hiç ilgisi yok ama belirtmeden geçemeyeceğim; 17 ağustos depreminden sonra Fransa, Hollanda ve İtalya ortaklığında kurulmuş Siloe vakfının bir kuruluşu olan Caritas firması yardım amacıyla gelmiş, dernek kırında bir prefabrikte ana-baba ve ilköğrenimini burada gören bir çocukla depremzedelerle kaynaşmıştı. Sonradan misyonerlik faaliyetlerden dolayı yurt dışına atılan bu aile derneğimizle de ilişki kurmuştu. Derneğimize gide gele sadece dernek üyelerini değil, çevredekileride tanımışlardı. Dernek faaliyetlerimizin yürütüldüğü yere komşu iki ayrı iş yeri sahibinin birer engelli oğlu vardı. Bir tanesi hem zihinsel, hem görme engelliydi. Bu çocuğu eğitmek vaadiyle Fransa’ya götürmek için anne babasından istediler. Annesi şaşkın bir halde bize geldi, ne yapması gerektiği konusunda bizlere danıştı. Doğrusu bir anlam verememiştik. O çocuktan ne istediklerini tam anlamıyla çözememiştik. Ailesine bir bahaneyle öldüğünü söyleyip organlarını mı kullanacaklardı, yoksa Fransa devletinden o çocuğun bakım ve eğitim gideri için bir miktar para mı talep edeceklerdi?

Heidi İsviçreli, bunlar Fransızdı. Hiç ilgileri yok gibi duruyor. İlk bakışta Dr. Oktar Babuna’nın kan kanseri olan oğlu Cem Babuna için ülke insanından topladığı kanları laboratuar sonuçlarını öğrenmek amacıyla Amerika’ya göndermesininde kötü amacı yok gibi görünüyordu. Oysa Amerikan veri bankasına Türk genetik yapısının bilgileri her türlü kullanıma açık olmak üzere yüklenmiş oldu. O Fransız ailenin zihinsel ve görme engelli çocuğa iyi bir amaç taşıdığına gelinde güvenin. Çocuğun anneside güvenemedi ve onlara oğlunu vermedi.

Batının sabıkası çoktur. Sonradan kendileride itiraf ederler. Ama yapacaklarından geri durmazlar.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 13.04.2016

ÇIPLAK AYAKLI ÇOCUKLAR, HEİDİ VE GELİŞMİŞ BATI -1

Batılı gelişmiş ülkeler herkesin gözünde farklıdır. Kimi, batılı ülkeleri sanatların beşiği sayar, kimi teknolojinin, kimi özgürlüklerin.. hepside doğrudur, yada doğru olabilir. Olabilir diyorum, çünkü özgürlük görece ve çağdan çağa değişen bir kavram. Sanat ve teknoloji gene daha somut bir şey olduğu için o konuda tartışma yok! Saçma der beğenir veya beğenmezsiniz olur biter. Özgürlük öyle bir şey değil. Özgürlük nefes alabilmenin ilk şartıdır dersek yanlış olmaz. Dini bütün Araplar bile ülkelerinden kaçarlarken gelişmiş batı ülkelerini tercih ediyorlarsa sırf bu nedenledir. Kaçış sürecinde yaşananlar ve sonrası bu yazımızın konusu değil. Bu yazı güncel politikanın dışında bir amaç taşıyor.

İsviçre bu gelişmiş batı ülkeleri içinde iki dünya savaşında tarafsız kalabilmiş bir ülkedir. Tarafsız kalabilmesi dünyanın para merkezi, bankası oluşuna bağlıdır. Hikâyesi uzun şimdi oralara girmeyelim.

İsviçre’yi neleriyle tanırsınız desem ne dersiniz? Dağlarıyla, gölleriyle mi, belli başlı marka saatleriyle mi, bankacılıklarıyla mı, peynir ve çikolatalarıyla mı? Yoksa bir zamanlar (tek kanallı televizyon döneminde) karşısında mıhlandığımız Heidi çizgi filmiyle mi? Eminimim herkes hepsiyle diyecektir. Hele Heidi adını duyanlar derin bir iç çekmişlerdir bir kere. Küçük kız çocuğu olan Heidi’nin gülen yüzünü, umutlu, yardımsever, çalışkan biri olduğunu herkes hatırlamıştır. Kırlarda çıplak ayaklarla koşuşu, bulutlar üstünde uçuşu hala hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Peki çizgi karakterin çizeri Johanna Spyri’nin Heidi’yi neden çıplak ayakla çizdiğini biliyor musunuz? Sanılanın aksine kırlardaki özgür hayata vurgu için değil. Tamamen çocuk istismarını belirtmek için Heidi’yi çıplak ayaklı çizmiş. Kimin aklına gelirdi? O çizgi filmi kaç kişi bu gözle izledi? Şimdi sıkı durun Avrupa’nın göbeğinde hemde 1960’lara kadar fiilen, 1974 yılına kadarda yasal olarak çocuklar istismar ediliyormuş. Hem de her türlüsünden bir istismar...

Yazar Sevim Akyürek bu konuya değindiği 2015 şubatında yayınlanan “İsviçre’nin karanlık yüzü: Heidi’nin ayakları neden çıplaktı?” adlı yazısında Almanca verdingkinder, Türkçesi “Sözleşmeli Çocuk”a çevrilebilen kelimeyle karanlık ve acı bir hikayeyi anlatıyor. Heidi’den söz ederken şöyle diyor.  

“Alp’ler, peynir ve çikolatadan sonra İsviçre’nin simgelerinden biri sayılan Heidi’yi hatırlayın. Kırmızı yanaklı, basit elbiseli, hiç yorulmadan herkesin yardımına koşan bu kız çocuğu, hep çıplak ayaklarıyla geçer öykülerin içinden. Onun büyükbabası olarak izlediğimiz yaşlı çiftçiyle arkadaşı Peter’in ayakkabıları varken Heidi, keskin taşların üzerinde ve soğuk havalarda bile hep çıplak ayak koşar keçilerin peşinden.”

Burada neden diye sormanın zamanıdır. Bizde soralım ve sözü yazarımıza bırakalım.

“Yaratıcısı Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır örtüsünün bir ucunu kaldırmıştır. Küçük kahramanı aracılığıyla, doğaya, insanlara, hayata Alpler’in öksüz kızının gözüyle bakarken, bütün Verdingkinder’lerin çocuk dünyalarına ve duygularına dikkat çekmeye çalışmıştır. Heidi, İsviçre’nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen bir gerçeğin simgesidir ve onun çıplak ayakları bugün çocuklara karşı işlenmiş bir suçun yarattığı utancın üzerinde koşuyor. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.”

Bu kadarla kalsa iyi. Devamında bir insanlık dramıyla karşılaşıyoruz. Sonunda “Meğer Heidi kimin hikâyesiymiş” diyeceksiniz. Sanayi devriminin başına kadar gidiyor bu hikâye.

Heidi’nin ülkesi İsviçre fabrikalarında 14 yaşından küçük işçi çalıştırılmak1789 yılında yasaklanırken çocuk sömürüsü için yeni bir kapı açıldı. O kapı 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar açık kaldı.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 13.04.2016

ZİHİNSEL DİNÇLİK İÇİN 2

Artık uyuşturucu kullanmadan uyuşturucu kullanmış gibi beyinler. Uyaranların çok olduğu kadar uyutanlar ve uyuşturanlarda çok var. Özellikle televizyon dizileri.. üstüne deli saçması yarışmaları da ekleyebilirsiniz. Okumaya meraklı bir toplum değiliz. Kitap okumayı bırakın, bir gazeteyi bile hakkıyla okuyan neredeyse yok! Konuşmaya gelince kimse mangalda kül bırakmıyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan çok. Bilgi sahibi olmanın şartları anlayan, kavrayan bir zihne sahip olmaktır. Sakarya Üniversitesi Hendek Kampüsünde öğretim görevlisi Metin Çengel bu konuda bir yazı yollamıştı. O yazıdan zihni dinç tutmanın yollarını bugünkü son bölümle öğreniyoruz.

5. Dizi veya film izlemek yerine oyun oynamak

Televizyon izlemek edilgin (pasif) bir eylemdir. Televizyonda bir bilgi aktarılırken izleyici sadece bakarak görmüş olur. Adı üstünde sadece izleyici olunur. Televizyon izlemek yerine zihninizi çalıştıracak oyunlar oynanabilir. Araştırmalar gösteriyor ki, en basit oyun bile beynin gelişiminde önemli bir etkiye sahiptir.

6. Televizyon izlemek yerine kitap okumak

Kitap okumak, tıpkı video oyunundaki gibi zihninizin ve hayal gücünüzün gelişmesine yardımcı olur. Karakter ve mekânları aklınızda canlandırdığınızda imgesel dünyanız genişler ve bu da sosyal ilişkilerinize yansır.

7. TED konuşmalarını izlemek

Son yılların ilham veren konuşmalarını düzenli olarak izlemek ufku açar. Farklı konu başlıklarında öncü isimlerin kısa ve çarpıcı konuşmalar arasında kişi kendine uygun gördüğü konuşmaları haftada birkaç kez izlenmelidir. Yeni bilgi ve fikirler her zaman öğreticidir.

8. Küçük egzersizler yapmak

Beden ve zihin birbirine sağlam iplerle bağlıdır. Gün boyu sadece zihni çalıştırmak yetmez, bedenin hareketi de zihni açmaya yardım eder. En basitinden asansör yerine merdiven kullanılırsa, gün içinde esneme hareketleri küçük hareketler denerek küçümsenmeden ve düzenli olarak yapılırsa kişinin kendisini daha dinç hissetmesini sağlayacaktır.

9. Aynı fikirde olmayanlarla konuşmak

Herhangi bir konuda aynı doğrultuda düşünmeyen biriyle arkadaşça bir tartışmaya girilirse hem sahip olunan fikir savunulur, hem de haksız durumdayken da karşı tarafın savını dinlemiş olmak gibi bir meziyet kazanılır. Ayrıca bu tip tartışmalar, kelime dağarcığını geliştirir, kendine güven kazanılır.

10. Doğada yürümek

Ormanda yapılacak bir yürüyüş bacak kaslarını kuvvetlendirirken beyne de güçlü bir uyarıda bulunur. Oksijen iyi gelir, doğa insan zihnini sakinleştirir ve yürümek kan dolaşımını hızlandırır. Öğle arasında parkta yapılacak kısa bir yürüyüş bile günü güzelleştirebilir. Ayrıca yürüyüşlerin ne kadar işe yaradığını görmek, yakılan kalori miktarını bilmek FitWell’in adım sayar özelliği kullanılabilir.

11. Planlı yaşamak

Her zaman herkesin yanında küçük de olsa bir not defteri olmalıdır. Program yapmak ve akla gelen bir fikir not almak hem merak duygusu hem de mantıklı düşünme yetisini gelişir. Gün sonunda ertesi günün programı yazılmalıdır. Bu, üretkenliği artıracaktır.


SON


Yayın Tarihi: 11.04.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Mevsimin değişmeye yüz tuttuğu havaların yavaş yavaş ısındığı bir baharı yaşamaya başladık. Önümüz yaz. Renklerin cümbüşü başladı. Güneş daha güleç yüzlü. İnsanın içi kaynar bu mevsimde. Eskiden olsa aşklarda aşıklarda artardı. Eski aşklar kalmadı ne yazık. Yar yolu bekleyen var mı, görüyor musunuz? Hasretten kavrulan var mı? Bunlar kalmayınca bahar yarım kalıyor. Yeşeren yapraklar, açan çiçekler eski aşklar olmayınca kimsenin yüreğini titretmiyor artık.

Bugün iki şaire yer vereceğim. İlki Hakan Sürsal, ikincisi Kaan İnce. Bende bu iki şairimizi bu yazı için yaptığım araştırma sonrasında tanıdım. Hakan Sürsal’la başlayalım.

Hakan SÜRSAL 1963 yılında doğdu. Liseyi Ankara’da bitirdi. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji bölümünü kazandı fakat eğitimini yarıda kesip 1980 de İstanbul’a gitti. Oraya yerleşmeye karar veren şairimiz 1985 de bu kez İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Jeoloji Mühendisliği bölümünden bitirdi. Üniversitede okuduğu sıralarda felsefe, dil felsefesi ve sosyoloji üzerine çok çalıştı. İlk edebi yazılarına bu dönemde başladı.

Şiir, öykü, deneme ve makaleleri pek çok dergi ve gazetede yayınladı. Amatör olarak kolaj ve fotoğraf çalışmaları yapmayı seviyor

Türkiye Yazarlar Sendikası, P.E.N Yazarlar Derneği, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği üyesi.

Evli ve bir çocuk babası olan Sürsal İngilizce ve Almanca biliyor.

Kitapları :

is’tas’yön (şiir) : 2005
eşeysiz rodin (şiir) : 2006
karanlık oda gülücükleri (şiir) : 2007
sigaralar ve kargalar (öykü) :2008
mavi revir (şiir) : 2009

...

***

UÇURTMA
seninleyim çocuk
kırlarındayım
gözüm değirmen taşı
ana kokusu öğütüyorum

boyanıyorum çocuk
renklerindeyim
kışlık düşler çiziyorum
güneşli resim defterindeyim

aranıyorum çocuk
elimde medeniyet küreği
tarih eşeliyorum
bit dökülüyor önlüğümden
kelleşiyorum
başım yap-boz tarlası

yanıyorum çocuk!
ateşli oyunlardayım
vuruluyorum
tutuklanıyorum kavgama
su oluyorum
suç oluyorum
uç oluyorum
uçuyorum…
HAKAN SÜRSAL

***

BUGÜN
beni baştan aşağı insanla zincirle

gözümü çivitle boya
avucuma sadakan olsun bu garip gün
kıyıya doğru silkele
üstümden çağanozlar dökülsün
yıldızlar üşüşsün başıma
kumdan kulübe yap -pembe
içinde çayır olsun bulut olsun
beni yarenliğe çal
şarkılar söylesin yüreğim
işaretim sussun
başparmak ezmesin böceği
serçe uçsun gitsin uzaklara
yürürüm -ölüm de olsun
yeter ki ayrı dursun çiçeklerimden
ilk benim dudağıma dokunsun
vur sırtıma
çocukluğumdan kalan oyunlarda
çanak çömlek patlasın
tekerlemeler kaçışsın
diretme
garip bir şey olsun bugün

beni baştan aşağı insanla zincirle…

HAKAN SÜRSAL

***

İkinci şairimiz Kaan İnce 1970 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da aldı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne girmeye hak kazandı. 1991 yılının ocak ayında ilk şiiri Milliyet gazetesinde Sanat Genç Şairler köşesinde yayımlandı. 1992’de, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'nde, Mektup isimli şiiri yayınlandı. Ağustos ayının ilk haftasında Gizdüşüm isimli dosyasını bir yayınevine verdi. Dosya, yayınevi tarafından kitap olarak basılmaya uygun görüldü. Ağustos ayının ikinci haftasında, 11 Ağustos sabahı Kadıköy, İstanbul’daki bir otel odasından atlayarak yaşamına son verdi.

...

ANNE
hüznün damlalarıdır sevgime yağan
dolduğunda çatırdayan kalbim uçurum yarıklarıyla
dilim dilim kesilmekte gözbebeklerim
sarkarak toza bulanan
işte o zaman
ışığına dolanıp düşlerinin göğsüne yatardım
karışık sesinle kanat çırpardı sesim
elllerine erir karışırdım ıslaklığına
eğirmek isterdim kestane saçlarını iğle saçlarıma
zorlu anlarımda çıkıp gelirdin hep yanıma
eziyetle yürüdüğün yeter
dökünüyorum yorgunluğunu bedenime
sarnıçlarda yağmurlar dinlenirken senin için
anne, gül et beni kederine

KAAN İNCE

***

AŞKTAN
İmgelerde yaşanacak aşk bırakmadım
Tüm güzellikler donup kalıverdi karşımda
Hüzün kaçıyor penceremden koşarak
Ölüm kayboldu geceye karışıp
Bir kolunda gözyaşı diğerinde acıyla

KAAN İNCE

***

GECE ŞİİRLERİ


D E V R İ K Y Ü R E K S A V U N M A S I
Çiy doladım kasnağına gecenin. Işıksızlığın hep
yoksul yalnızlıklara çıkması doğurur o rüzgârı.
Giz dizilmiş çardaklar incir kokulu, çiçek hattı
gözlerine doğru. Kokunda korku. Kafka; mürekkebini
içtiğim mevsimsiz aşk. Ölümün önünde yayılan;
çıbanı yüzümün. Devrik yürek savunması ömrüm.
Yaşlı bir adam vurgun yemiş. Kuşlar. Düşler.
Kapılma saatleri, basamaklarında ateş yatan zaman
merdiveninin dik soluğuna. Ve çekip giden bir ben,
aynı denize, irkilen iskeleden.

2. I S S I Z L I K S Ü R Ü S Ü

Sıcak bir buğu düşürdüler ceplerinden, kışın gelişini
gözlerime yıkan gölgeler, ölüme giderken. Sonuna vardım
ufuk renginin, gündüz rüyalarımda gördüğüm. Gün sayıyor
kör eşgalim. Sönüyor gülüşüm, gülün bağrında ikindi vakti.
Zaman çağlıyor, ömrümü biçmeden. Çölde ıssızlık sürüsü
gecelerim. Pencerelerden akan yollarda usulca büyüyor
hüzün. İsyan dumanları. Bir kıyı, boğulduğum. Suçluyum.
Talan edilmiş sokaklara yeleler taktım, yenilgilerimi
asmak için. Korku salmış düş dudaklarına. Üzgünüm.

3. B U Y R U K

Gecenin deniz kanatlarında, bir kuşun sesine dalmış
düş topluyorum, gözlerime öpücük. Kendine açan bir ışığı
emiyor kalbim. Kara tren, sisler durağında akıntısı
kavuşmanın. Ten, sahili gurbetin. Dalga dalga köpürüyorum
aşka. Buyruk: Tez boynu vurula!

4. H A R İ T A

Haritası parçalandı ellerimde gecenin, bir yitiriş değil
bu, sınırları tutamadım yerinde, gözlerime doldu sular,
şimdi zaman oynak bir gölge. Nasıl başlasak geri dönmemek
için? Hüzünkıran ardında saklanan kalbimle, artık, okyanuslara
açılmak geçmeli içimden. Biliyorum. Ama kavuşmalar ayrılıktır
bazen.

KAAN İNCE

***

GİZDÜŞÜM
Boşlukta kemiklerin kanattığı karanlık: Sürekli,
geceye bölünen saatlerin asıldığı yer. Kıyı boyunca
çalınan sabah: Esrik tin. Sehpada unuttum başımı, us yitik.
Divansızların bembeyaz ayetleri gibi peşin hüküm giydik.
Gözlerim deniziğnesi.
Kırıl benliğimin benli gözenekleri
İçinde, sürgünlerin gizli sessizliği.
Alnıma dayarım güz görümlük ömrümü, seherin cılız eliyle.
Uzaktaki vahşi güle hüzün kokarım. Ve ölüm ardıma leke
düşer, gözlerimden çekilen sıcaklık korkuluk yüzümde
soğur soğur, iki kaş arasında yenilir kendine uzun yol.
Çiçek tüter düşler karanlığı kısıp pencerede
gök uçurtma çeker yıldız çölüne
Bir ışık örtüsü açılacak göğe, acılaşan gecede; suya ateş
düşüp kirpiklerime gömülecek, yüzüme sıkışmış erguvan
ölüleri. Dilenci kızlara serpinti yağmurun kırık sesi.
Ay batışı gözlere iki ezgi gibi hüzün çökerim, tetikte
yalnız kalan gölgemle. Sıkıntımın yıldız sefası, n'olur
kapatma kollarını, sakalıma basma sabah. Denk cepheli
çalışmalar ederi kadar başlık paramız, asmayın bizi.
Güvencin uçuşu, alabildiğine rüzgâr;
gez arpacık göz tetikte.
Ölüm açmazda bekleyen kuş seslerine sağanak: Bakire
umutlar. Görünmez viranlığım. Çiğ damlacıkları...
Soluğunda sevişen fesleğenlerin, üç kulaç kurşuni sudan
gözlerini saran kokusu; sendeleyen hoş bir yaşam,
inanç yüklü gülüşlerde. Gecenin sararmış mühründe billurlaşan
sessizliğe dolunay doğarım.
Düş artık yakamdan
güneş kırıklarına dadanan sevda.

KAAN İNCE

***

KAN
yüzün yakamozlanır akşam saatlerinde
kime çıkmaz piyangosu hüznün
belki de sombalığa en son
ve demir kırı bir taya
ertesi yasaktı, es vardı
bir tek uzun gecelerde

çıkrığında intihar edeceğim kuyu
zaman kuyusu, soluksuz ve ıssız
inip çıkar ölüm, durana dek yüzümdeki
sevişen kederlerle gülün gümü
adımdan çıkardım bir a
gözlerimde gezer geriye kalan

KAAN İNCE

***

Okuyacağınız şiir şairimizin intihar etmeden önce yazdığı mektuptur. Bu şiiri rica etsem intiharın eşiğindeki insanla hemhal (ben empati kuramam, hemhal olurum) olarak okur musunuz? 

MEKTUP
Yarım kalmış acılar denizi pencereme konardı geceyle, savrulurdum. Gözyaşı kokusuyla dolu bir kuğu, zamanın sonuna kalkan, sürgünümdü; göz mavisi duman, sessizliğim. Aktım ölü deniz kızıyla gökkuşağı saklı mektubun içine, pulumuz rüzgâr oldu, postacımız güvercin. Civa gibi eridik kabımızda. Kırmızıya gittik. Hemen yokladım yüzümü yağmurun yuva yaptığı ellerimle. İyice şaşırmıştı alıcısı vapur ıslığımızın. Saplandı gözlerimin ışığı yeni güne.
Mermer bir kayıkla geri döndük
     diğer yarısına acının,
       usulca çekildi deniz,
          son bulduk, yenildik.
Artık yataksız bir liman yüreğim, soğuk ve loş. Kırık
düşlerim. Serçelerde gözlerimin buğusu. Buruk içim.
Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için
    sabahın en serin ucunda bağıran ben
     intihar edecekmiş gibi sıkıyorum
       düşük boynuma asılı sonbaharı.
Çekildi yaşanan hıçkırıklara, yaşanmayan düş kırıntılarımızla boğulduğumuz odaya. Düştü saat duvardan, telefon diye çevirdim yelkovanı: İmdat. Akrep soktu kendini. Çan sesleri, ezan sesleri, mart sesi, çatılarda kaldı gecenin gizi. Unuttum mektubun içinde boğulduğumu. Elveda.

KAAN İNCE

***

YAŞAMA SEBEBİ
sıkmışım dişlerimi gözlerim kanayana kadar
çeyizimizde hüzün motifleri
göçebe bir ağıt göğsümün derinliklerinde
bu aşkın dönüşü yoksa
duman kırığı gözlerinde gecenin hıçkırıkları
kırık keman sesi ve adağım var
moraran hercai düşlerim ateşi delip ıslatır mendilimi
kalbime dolar -sonsuz uykuma- korkuya susamış yasadışı bir rüzgâr

bu aşkın dönüşü yoksa
suya düşer kokusu menekşelerin
deniz her zamankinden daha köpüklü
serçeler bi garip ötüşlüdür
martıları mavnalarla başka türlü danseder hamuruna sevgi katılmış bu dünyanın

küflü yüzler yok hiçlik de
hani ne derler gözlerinden öperim çocuk, gamlı sevda, şiir
ne’m kalır geriye gülüm seni alırlarsa benden
tiksintiler toplamı umutsuzluk sapağında ölüm

KAAN İNCE

***

Bu haftalıkta bu kadar. Haftaya başka şair ve şiirlerle buluşuncaya kadar kendinize çok iyi bakın. İyi pazarlar, iyi hafta sonu tatilleri...



Yayın Tarihi: 10.04.2016

ZİHİNSEL DİNÇLİK İÇİN 1

Artık uyuşturucu kullanmadan uyuşturucu kullanmış gibi beyinler. Uyaranların çok olduğu kadar uyutanlar ve uyuşturanlarda çok var. Özellikle televizyon dizileri.. üstüne deli saçması yarışmaları da ekleyebilirsiniz. Okumaya meraklı bir toplum değiliz. Kitap okumayı bırakın bir gazeteyi bile hakkıyla okuyan neredeyse yok! Konuşmaya gelince kimse mangalda kül bırakmıyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan çok. Bilgi sahibi olmanın şartları anlayan, kavrayan bir zihne sahip olmaktır. Sakarya Üniversitesi Hendek Kampüsünde öğretim görevlisi Sayın Metin Çengel bu konuda bir yazı yollamıştı. O yazıdan zihni dinç tutmanın yollarını öğreniyoruz.

Zihinsel dinçlik için 11 öneride bulunuluyor. O öneriler sırasıyla şöyle.

1. Her sabah su içmek
2. İş saatleri içinde yeşil çay içmek
3. Gün boyu şeker kullanmamak
4. Sosyal medyaya günde iki defadan fazla bakmamak
5. Dizi veya film izlemek yerine oyun oynamak
6. Televizyon izlemek yerine kitap okumak
7. TED konuşmalarını izlemek
8. Küçük egzersizler yapmak
9. Aynı fikirde olmayanlarla konuşmak
10. Doğada yürümek
11. Planlı yaşamak

Zihnin Dinç tutulması için yapılan bu önerilerin teker teker içine girelim mi?

1. Her sabah su içmek

Bildiğiniz gibi uyurken biz hareketsiz kalsak bile organizmamız ve buna bağlı olarak solunum yolları daha güçlü hareket  eder. Bu hareket vücut ısımızı arttırarak zaman zaman sıvı kaybına yol açar, dolayısıyla vücudumuz susuz kalır. Sabah yataktan kalkar kalkmaz mutlaka bir bardak su içilmelidir. Yarım saat içinde ikinci bardak su da içildikten sonra kahvaltı yapabilir. Çalışmalar sonucunda su içerek zihnin görevlerini tamamlamasına yardımcı olunduğu anlaşılmıştır.

2. İş saatleri içinde yeşil çay için

Çalışan insanın zihni açtığı gerekçesiyle vazgeçilmez içeceği kahvedir. Oysa zihni uyaran ve zihne yarayan yeşil çaydır. İçeriğinde bulunan aminoasitler sayesinde Matcha yeşil çayı, beyin dalgalarının artışını sağlar. Böylelikle uyuma isteği kalkar ve yapılan işe daha rahat, daha kolay odaklanılır

3. Gün boyu şeker kullanmamak

Aslına bakarsanız şekeri hayatımızdan çıkarmak gerekir. Çünkü şeker bir çok hastalığın nedenidir; başta da kanserin tabi ki.. eğer şekerden vazgeçmekte zorlanılıyorsa, en azından gün içinde şekere olan ilgi başka yöne kaydırılabilir. Kimi zaman çaya şeker yerine bal katılabilir.  En iyisi hiç şeker atmamaktır. Bu denenerek bile bir ilerleme kazanılır. Çok yüksek miktarda kullanılan şeker yüzünden beyin fonksiyonları iyi çalışmayabilir. Zaman içinde bu fonksiyonlar tamamen ölebilir.

4. Sosyal medyaya günde iki defadan fazla bakmamak

Beyne yüklenen gerekli gereksiz her bilgi birikir. Gün içinde sosyal medya hesaplarına girildiğinde zamanın nasıl geçtiği genellikle fark edilmez. İyi ve kötü birçok haberin adeta saldırısına uğrayan beyni dinlendirmek çok önemlidir. Bunun için belli bir süre belirlenmeli, sosyal medya hesaplarına günde yalnızca iki kez ziyaret edilmelidir.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 8.04.2016

ISLAK BAYAT EKMEK 2

Yazarı belirtilmemiş bir hikâyemizin Bugün son bölümü. Sonunda bir çift sözüm olacağını dünde belirtmiştim.

*

Hanife teyze mutfak yoluna yönelir yönelmez, ben doğru içeri.. Masanın üstünde bir bardak su, ıslak ekmeklerin konduğu yarısı yenmiş tabak ve annemin bir gün önce verdiği dolmadan 4 tane.. Soracaktım, sormalıydım. İçim içimi kemiriyordu..

Hanife teyze beni kapıda göremeyince içeriye yanıma geldi.. Sanki “Sor” der gibi yüzüme bakıyordu ve sordum.

“Bu ıslak ekmekleri sen mi yiyorsun? Hani kuşlara verecektin?”

Buğulu mavi gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Üzmüş müydüm anlayamadım daha 15 yaşındaydım.. ama ağlatmıştım..

“Evet ben yiyorum canım kızım.. Benim bir oğlum birde kızım var. Burada değiller. Başka il’deler. İkisi de çalışıyor.. Araba alacaklarmış.. Bana kredi çektirdiler. Aldığım para ancak kiraya elektrik ve suya gidiyor. Üç beş kuruş ya kalıyor ya kalmıyor elimde. Ben de ekmek isteyemedim. Kol kırılır yen içinde kalır. Böyle biliriz. Üç yıl böyle idare edeceğim. Kimseye söyleme e mi” dedi..

Bu sefer benim gözlerim yaşardı ..

Tabağı aldım, kapıdan çıkarken arkamdan
“Kimseye söyleme güzel kız” diye bağırıyordu.

Eve geldiğimde bağıra bağıra ağlıyordum. Annem şaşırmış,

“Ne oldu kızım biri bir şey mi söyledi?” dedi. Olanı anneme anlattım, o da çok üzüldü.
Böyle vicdansız evlat olmayacağım anneciğim” dedim.
Üç yıl boyunca tüm mahalle Hanife teyzeye kimimiz sabah kahvaltılıkları götürüyor, kimimiz öğlen yemekleri, kimimizse akşam yemekleri..

İki ay önce kaybettik.. Hastayken okul çıkışı yanına uğramıştım.
Bana; “İyi kalpli meleğim sen mi geldin? Şükür borç bitti” dedi.
“Artık rahat edersin Hanife teyzem” dedim.
“Evet senin sayende sıkıntısız ekmek düşünmeden üç yıl geçti. Rabbim seni korusun” dedi. İki gün sonra vefat etmiş. Çok üzüldüm. Ama şunu anladım ki onurlu insan dilenemez. Bizim halkımızda onurludur, isterken de halini ortaya koyarak isteyemeyiz. Bir bahaneye bağlar, onurunu düşürmeden.

*

Hikâyemiz burada bitiyor. Eskiden Gırgır dergisinde “Hain Evlat Ökkeş” adlı bir karikatür dizisi vardı. Orda işsiz, tembel bir evlat olan Ökkeş, annesine ne eziyetler ediyordu, o dergiyi o zamanlar okuyanlar bilir. O karikatür ve hikâyemizdeki konuya benzer gerçek kişilere kimileri rastlamıştır. Ben rastladım. Karikatür karakteri Ökkeş gibi zalim evlat değildi belki ama o da hikâyemizdeki evlat gibiydi. Üstelik işadamı olmuş, bir dönem hatırı sayılır gelir düzeyine erişmişti. Bir gün 1950-1960’lar Adapazarı’nın basit, kâgir, üç odalı evi olan annesinin evinin banka yoluyla satıldığını duydum. Çok şaşırmıştım. Meğer bir borcuna karşılık o evi ipotek etmiş, kaba deyişle rehin göstermiş. Ev satıldı. Anneye ne mi oldu? Gitmedi onlara. O mu annesini yanına almadı, annemi gitmedi bilmiyorum; deprem sırasında yapılan ve uzun süre kaldırılmayan prefabriklerde kısa süre kaldı. Bir yıl dolmadan da vefat etti.

Nerden nereye?

Konumuz “onur”du oysa. Yazımız sonunda hayırsız evlada dayandı.      


SON


Yayın Tarihi: 6.04.2016

ISLAK BAYAT EKMEK 1


Bugünde bir hikâyemiz var. Yazarı belirtilmemiş. Sonunda bir çift sözüm olacak elbette.

*

Komşumuz Hanife teyzemiz var. Sekiz aydır konuya komşuya “bayat ekmeğiniz var mı? Varsa verin kuşlar cama geliyor ıslayıp veriyorum” diyordu.. Çok da zayıflamıştı. Kiracıydı.

“Rutubetini çok ucuza oturuyorum diye çekiyorum” diyordu..

Eşinden dul maaşı alıyordu. Gülen, şaka yapan Hanife teyze gitmiş, yerine suskun düşünceli Hanife teyze gelmişti..

Bir gün annem dolma yapmıştı. Bir tabak dolma uzatarak;

“Hadi götür Hanife teyzene de sıcak sıcak yesin” dedi.. Hanife teyzenin zilini çaldım..75 yaşındaydı.. Yavaş yavaş gelerek;
“Kim o?” dedi..
“Ben Zeynep, Hanife teyze” dedim..
“Tamam açıyorum kızım” dedi..
“Annem dolma yolladı” dedim..

Elimden aldı, yüzüme baktı, yutkundu ..
“Allah razı olsun. Ben de yemek yiyecektim.. Şimdi yerim” dedi.
“Hanife teyze annem tabağı istedi.”
Hanife teyze kapıyı kapatmayı bıraktı mutfağa yöneldi.. İçeriye baktım. Oturma odası karanlıktı. Işığı yaktım. Masanın üstünde bir bardak su ve ıslatılmış ekmekler tabağa doğranmıştı.. Hemen kapının önüne çıktım.. Hanife teyze tabağı uzattı.
“İki cihanda aziz olun evladım” dedi.
“Sağ ol” dedim...

Eve geldiğimde annem
“Ne o ne oldu? Suratından düşen bin parça” dedi.
“Anne, Hanife teyze tabağa bayat ekmekleri doğranmıştı yiyordu” dedim.
“Olur mu kızım? Baban da emekli, O da eşinden emekli maaşı baban kadar alıyor. Sen yanlış görmüşsündür, kuşlar içindir o. Biz geçiniyorsak ki 3 kişiyiz, O tek başına hayli hayli geçinir.”

Ertesi akşam anneme ne pişirdiğini sordum, etli kuru fasulye olduğunu öğrendim. İçimi bir kurt kemiriyordu.. Akşam yemeğine oturmadan
“Anne Hanife teyzeye de bir tabak götüreyim mi?”
Annem; “Kuru fasulye bir tanem. Götür de, güzel bir şey değil”
“Olsun hadi ver götüreyim.”

Sıcak tabağı elime aldım. Hanife teyzenin sesi:
“Kim o?”
“Ben Zeynep.”
Kapıyı açtı gülümseyerek, yüzüme baktı.
“Annem kuru fasulye yolladı bilmem sever misiniz?”
“Nimeti ayırt etmem tabii ki severim. Allah razı olsun.”
“Ha unutmadan annem tabağı istiyor”


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 4.04.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar;


Bugünkü şairimiz Oğuz Tansel 1915 doğumludur. Doğduğu yer il olarak belirtilmemiş, sadece Batı Toroslar’ın kuzeye bakan Meyre köyünden söz ediliyor. Bu Meyre köyü hangi il veya ilçeye bağlı, es geçilmiş. Şairimiz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirmeden yeterlilik sınavına girerek 1938 yılında Ortaokul öğretmeni oldu. 1969 yılında sağlığı bozulunca emekliye ayrıldı. Ölçü ve kafiyenin gözetildiği ilk şiirleri 1937 yılında Servetifünun’da ve Varlık dergisinde yayınlandı. Sade bir söyleyişe ulaştığı şiirlerinde toplumsal gerçekçilik ilkelerine bağlı kalarak; sevgi, kardeşlik, özgürlük, barış ve eşitliği işledi. Halk söylemini, folklorik ögeleri bolca ve ustalıkla kullandı.  Masallar derledi.

Türk Dil Kurumu Çocuk Edebiyatı Ödülünü ilk kez 1977 yılında Oğuz Tansel aldı. Oğuz Tansel 30 Ekim 1994'te Ankara’da öldü.

Yayınlanan eserleri: Savrulmayı Bekleyen Harman (şiir, 1953), Gözünü Sevdiğim (şiir, 1962), Bektaşi Dedikleri (şiirleştirilmiş Bektaşi fıkraları, Metin Eloğlu ile birlikte, 1970), Altı Kardeşler (masal, 1959), Yedi Devler (masal, 1962), Üç Kızlar (masal, 1963), Mavi Gelin (masal, 1966), Allı ile Fırfırı (masal, 1976). Oğuz Tansel, 1985'te şiirlerini Sarıkız Yolu adıyla, masallarını ise “Konuşan Balıkla Yalnız Kız” ve “Çobanla Beykızı” adlı kitaplarda  topladı.
Sözü şiirlerine vermenin sırası geldi. Buyurun bakalım beğenecek misiniz?

...

ÇAĞRI

I

Yürümek yol yordam öğretir
Kuşun özgürlüğü uçtukça büyür
Atın ceylânın koştukça
Yolculuğa çıktıkça sular
İğdeler yaprak çiçek açtıkça
Düşünüp yaptıkça insanlar
Ay batıp gün doğana dek
Dört mevsim on iki ay
Bilesin hep seni düşündüğümü

OĞUZ TANSEL

***


MASAL DÜNYASI

O masaldaki güvercinler mi
Böyle hür dolaşan bu göklerde,
Yıkanırlar maviliklerde;
Bir kral kızı kimi,
Kimi şehzade sevgilisi,
Hatıralar gibi uçtular kanat, kanat…

Bir halk türküsünde kaybederim kendimi
Bir masal dünyasında yaşar,
Bir halk türküsünde bulurum seni.

OĞUZ TANSEL

***


SALKIM SÖĞÜT

Ayrılıktan eğlim eğlim dalların,
Düşüncelere dalmışsın kapkara.
Başın yerde gözlerini mi yitirdin?
Gölgen toprağa uzanmış, düşüncelerin suya.
Toprak adamına benzer duruşun,
Ağacım, bana da ver sabrından.
Yapraklarında taze ay ışığı,
Bezgin değilsin yaşamaktan.

İyi insanların düşünü azma
İçli türküler söyleyerek geceleri,
Bu yoldan hırlı geçer, hırsız geçer,
Yalnız, can dayanmaz ayrılığa.

Büklüm büklüm dalların “dönen yerleri”
Tel tel nakış, kimseye deme.
İnsanın insan elinden çektiği,
Ağacım, dert oturdu yüreğime.

Beni, dalların bir hoş eder,
Bir sevgili yakınlığı sarar içimi.
Esmerim, boş ver de gel,
Ekmek, su gibi özledim seni.

OĞUZ TANSEL

***

ADAMLAR

Adamlar; yolağzında çömele kalmış,
Alınları, elleri çizgi çizgi;
Zincirlenmiş gibi düşüncelerden
Kaygılar içinde yüzleri.

Yüreklerindeki ateşten habersiz,
Gözlerinde toprak özlemi,
Yıllar yılı çağlamış
Başı boş sularca elleri.

Adamlardan güneşi içinde bulan,
Dumandan sıyrılmış dağ gibi;
“Bize uyuşukluk yakışmaz” diye
Doğrulup gürleyiverdi.

“Yaşamak için geldik dünyaya,
Yaratabiliriz iyiyi, güzeli.”
Günlük güneşlik kesildi yol
Kararlı gözleri.

OĞUZ TANSEL

***

KAVAK AĞACI

İlk ışık saygıyla selâmlar dallarını,
Başın ufuklar ötesinde güler.
Rüzgârların dilinden yaprak yaprak anlarsın,
Üstünde sevgisi cıvıl cıvıl serçeler.

İnsanlara örnek duruşun,
Uzak diyarlardan selâm getirir leylek
Tavında toprak gibi gücün yeter yaza, kışa
Bizimkinden başka, aydın dünyan gerçek.

Yeryüzünün süsü, onuru
Işıl ışıl türkü söyler toprağa gölgen.
En temizi sevgilerin en arısı
Çalışanların hayatına yakın düşüncen.

Vücudun çelik gibi kavak ağacı
Seni kucaklamak gelir içimden.
Topraklarımda biriniz bin olsun,
Bütün iyi dilekler yürekten.

OĞUZ TANSEL

***

MUTLULUK PEŞINDE

I

Karanlık Dünya masalındaki
En küçük kardeşim ben
Yaralı devin indiği kuyudan
Yer altı hazinelerine gidiyorum
Dönersem bütün bezekler sizin
Yandıkça iniyorum indikçe yanıyorum
Bütün gemilerin halatları belimde
Karanlık dünyaların ilkinde
Bir demet karanfil gibi bağlı duran
Üç güzel kızı kavuşturdum özgürlüğe
Kara koyun koyunların şahı
Ak koyun yüreğimin yağı
Merkez katı sıvı ateş dünyanın
Tam ortasında bu katın
Bir çekirdek olmak gerek
O bütün tohumların özü
Erimiyen yanmıyan
Yer yüzüne bir çıkarsak
Gereksinmeyiz güneşe
O zaman kendiliğinden dağılır
Kardeşlik iyilik güzellik
Yaban otları gibi bürür dünyamızı
Dev burada kalsın
Yaralı kartala ok atmam
Biz dönelim çileli yolculuğa


II

Bir semender hakladım önce
Onunla değiştirdim organlarımı
Ateşlerin düşlere sığmayanında
Zırhlara bürünmüş gidiyorum
Mercanların şafağında
Önce yitirdiğim gözlerimi buldum
Ellerim gerçek güneşler içinde
Kollarım kilometrelerce
Altın dağlar elmas dağlar
Hiç önemli değil gözümde
Kırmızı topazları gök yakutları
Zümrütleri yeşimleri
Güneş gözlerini aytaşlarını
Yanardağlar gibi atıyorum yer yüzüne
Çam gövdesi gibi yılanlar
Çini çini bakar gözüme
Gecesi gündüzü olmayan bir dünyada
Timsah sırtında balık boynunda
Bir karabatak gibi dala çıka,
Arıyorum çekirdeği
Renk boy farkına bakılmazsa
Dünyamızın tıpkısıydı bu dünya
(...)
Yoktu savaş barış sözcükleri
İlkin öldürdüğüm semenderden utandım
Timsahların balıkların sırtı geldi aklıma
Hayvanlardan özür dilerim.


III

Sözün kısası
Az gittik uzunluğuna
Uz gittik derinliğine
Mutlu çekirdeğe ulaştık
Kalbe benziyor kalbe
Balık gibi o da yüzer
Bütün âşıkların ateşi onda
Işığı seller gibi çağlar
Elini sür el olsun, gözünü sür göz
Altın gözlü balıklar zümrüt kuşlar
Elmas gözlü yılanlar yakut ağaçlar
Dile geldi sevinç içinde
Dünyamızı çevirmek için cennete
Elele verip cümle yaratık
İleteceğiz yeryüzüne

OĞUZ TANSEL

***

İĞDE AĞACI

Her sabah yürekten selâmladığım,
Baharda süslü, kışın çırçıplak,
Ana, kardeş gibi düşünürüm, sevgili
Bir halin var pek dokunur içime;
Ne kaygısız deyip imreniyorum sana,
Yerini beğenmiyorum bizim bahçede;
İçimde sanki beraber  yaşıyoruz.
Sarı çiçeklerin erken tomurur;
Her halde hapislerle komşusun;
Yapraklarına özlem türküleri dokunmuş;
Dalların yıldızlarla konuşur;
Köklerin bilinmez düşlerde.
Neden bizimle konuşmuyorsun?
O canlı, dipdiri duruşunla,
Hep onu düşündürüyorsun,
Görmüşlüğün var mı iğde ağacı?
Özgür yaşamayı biliyor musun?

OĞUZ TANSEL

***

MAYKU

Aylardan kiraz ayı
Gözlerime uyku girmez oldu
Karanlıkların ürpermesi dolar içime
Yüreğime ateş düştü Mayku.

İğde dallarından altınlar yağar
Testisi omzunda, belinde eli
Kırlangıçların sevinci eteklerinde
Sevince dağlar dillenmeli

Burda taş olmuş gelinler kızlar
“Ayrılık var bir yandan” dudaklarında
Salla saçlarını öldür beni
Aklımı bıraktım sulara

Bahar sabahlarının tatlı yağmuru
Sendedir mânaların en güzeli
Ay akşamladı gözlerinde.

OĞUZ TANSEL

***

MAYKU

III

Kanıların değişmezdi hani
Kömür gözlüm öpülesi ellerin
Ay ışığı doldurur odama
Tutsakların özlemi tüm bende
Seni denizi kuşları düşünürüm:
Tomurur kupkuru iğde dalları
Yollar boyunca türküler gider
Karanfiller dert olur aklıma
Kayan yıldız tepeden tırnağa aşk
Tutuşur bir gelincik tarlası
Fidanın topçiçeğim gün gün
Yüreğime burgu burgu gömüldün

OĞUZ TANSEL

***

BİLİNÇ IŞIĞI

Sevgi dolu yürekleri,
Canım dünya çocukları;


BİLİNÇ IŞIĞI

Işık özünden hamuru,
Mayası kardeşlik, barış,
Yapalım tükenmez ekmeği;
Sunalım yeryüzü sofrasına.
Dağı bağ yapan bu bilinç,
Güneş olur çalışan ellerde.
Savaş, kıyım, yıkım korkusu,
Karartmasın güneşimizi bir daha.
Özgürlük, barış, kardeşlik
En köklü, en soylu yasa.

OĞUZ TANSEL

***

Bu haftada bir şairin şiirleriyle birlikte olduk. Hepinize mutlu pazarlar dilerim sevgili okurlarım. Hoşça kalın.



Yayın Tarihi: 3.04.2016