Düşünce evreninde gezeceğimizi belirtmiştik. “Mum kokulu
geceleriyle Amişler” yazı dizisini yazarken bu yazının ana fikride doğmuştu.
Geçen bölümde “Saçma-Absürd”
konusunu incelemiştik. Bugün yerimiz nereye kadar yeterse o kadar, yani bir
veya iki başlıktaki konuyu inceleyeceğiz.
İlk konumuz “Bilinmezcilik.”
“Bilinmezcilik” insanın, kendi
deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını
bilemeyeceğini ileri süren öğreti. Bilinmezcilik hem bir terim, hem de
düşünce evreninin kavramı olarak ortaya atıldı. Bilinmezcilik sözcüğünü hem
geleneksel Yahudi-Hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık
öğretisini reddederek Tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için
kullandı. Terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri
kapsamıştır. Bilinmezcilik tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun
insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
İlk tepkiyi Antikçağ bilgicileri vermiştir. Onlara göre bilgi duyuların
sonucudur ve duyular dışında bilgi edinilemez ve herkes için geçerli bilgi
olamaz.
Bilinmezciliğe göre bilgiye duyularımızdan edindiklerimizle
varırız. Duymadığımızı, yani işitmediğimizi, görmediğimizi, tutmadığımızı,
koklamadığımızı bilmemiz imkânsızdır. Bilginin ortaya çıkması sadece o kadarla
sınırlı mıdır? O bilgi ham bilgidir, ilk bilgi ve ilkel bilgidir. Bilgi anlama,
kavrama ve işlenmeye de muhtaçtır. Görebildiğimiz en küçük dalga boylu ışınımı
mor olarak algıladığımızdan, bundan daha küçük dalgaboyuna sahip olan ışınıma
“morötesi ışınım” denen Ultraviole ışınları ile birlikte başka dalga boyutunda
olan kızılötesi İnfrared ışınları görmüyoruz diye yok değildi. Gördük diye var
olmadı. Onlar orda zaten hep vardı. Bizim algı boyutumuzun dışındaydılar
sadece. Gün gelip onları görecek aygıtlar yapmayı başarınca görür olduk. Sesler
içinde aynı şeyleri söyleyebiliriz. Mimaride akustik alanı diye bir bölüm var.
Burada seslerin toplanması ve dağıtılması incelenir. Konuyla ilgili bilgim hiç
yok, çam devirmekten korkarım; bunun için işin mimari boyutuna sadece değinmiş
olalım. Ses teknolojileri konusundan gidecek olursak duymadığımız sesleri duyar
hale gelmemizi sağlayacak birçok gelişmiş aygıta sahibiz. Şimdi bilinmezciliği
aşan bilgiye sahibiz ve o bilgiyi duyularımızla sınırlı tutmuyoruz. Elbette
bilgi arttıkça bilinmeyende artıyor. Ama bilginin artması anlama, kavrama ve
bilginin işlenme konusunu kolaylaştırdı. En azından bugün çöldeki şaşkın bedevi
değiliz.
Bugünkü ikinci konumuz “Ahlak.”
İnsanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle
ilişkilerini düzenlemek amacıyla başvurulan kurallar dizgesi, başka
insanların davranışlarını olumlu ya da olumsuz biçimde yargılamakta kullanılan
ölçütler bütünü. Tarih boyunca her insan topluluğunda ahlak dizgesi var
olmuştur. Bu dizge toplumdan topluma ve aynı toplum içinde çağdan çağa
değişiklik gösterir. Nesnel ya da toplumsal ahlak, insanın toplumun öteki
bireylerine karşı ödevini içerir. Bu kurallar yazılı olmadığı için biçimsel
bakımdan hukuktan farklı olmakla birlikte, gene de ahlak ile hukukun
örtüştüğü, hatta özdeşleştiği durumları vardır. Toplumsal yaşama egemen
olan hukuk kurallarıyla nesnel ahlak arasında sıkı bir bağ vardır. Toplumun
genel ahlak görüşlerine ve toplumsal vicdana uygun düşmeyen hukuk düzenlemeleri, kendilerinden
beklenen toplumsal işlevi yerine getiremeyeceğinden uzun ömürlü olmaz.
Ahlak insanların bir arada yaşamasını sağlayan kurallar
bütünüdür. Yalnız insan ahlaka ihtiyaç duymayabilir. Ahlaklı olmak için bir
başka insana ihtiyaç vardır. Kimsenin olmadığı bir ortamda gürültü çıkarsanız
ahlaksız olmazsınız. Bomboş bir ovada görünme ihtimali hiç yokken tuvalete
çıksanız ahlaksız olmazsınız. Bir ıssız adada küfürler etseniz ahlaksız
olmazsınız. Sahipsiz bir bağın üzümünü yeseniz ahlakınız eksilmez.
Bu konu biraz daha açılmayı gerektiriyor. Değinilen her
bölüm katlanarak açılıyor. Onun için gelecek bölümlerde ahlak konusunu
sürdürülebildiği kadar sürdürelim.
DEVAM EDECEK
Yayın Tarihi: 06.05.2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder