Çocukluğumdan beri olagelen felaketlerin büyük çoğunluğu hep
geri kalmış veya az gelişmiş ülkelerde meydana geldi. Gelişmiş ülkelerde de
meydana gelen felaketlerde vardı ama onlar iş hacimlerinin, iş tecrübelerinin
yanı sıra, ellerindeki kaynaklarla bu felaketleri çabuk atlattıkları için,
dünya gündeminden kısa sürede düşmesine sebep oluyordu. Diğerleri belki bir
asırda elde ettikleri servetlerini birkaç saniyede yitirince toparlanmaları
kolay olmuyordu. Bir yandan doğal afetler, bir yandan büyük devletler bu
ülkelerin göz açmasına fırsat vermiyordu.
Deprem sonrasında sözde yardım amacıyla gelen bazı ülkeler,
17 ağustos 1999 yılında Marmara depreminde olduğu gibi uzun yıllar gitmezler.
Felaketle canı yanmış ülkelerin yapılarını değiştirebilecek adımları atmaktan
çekinmezler. Bizde bu kişiler misyonerlik faaliyetleriyle az denemeyecek sayıda
yurttaşımızı Hıristiyan yapmışlardı.
Çok gelişmiş bir ülkede, 12 mart 2011 cumartesi sabahı Japonya’da,
Türkiye saati ile sabah 07.46’da merkez üssünün Tokyo’nun 380 km kuzeydoğusunda ve yerin
24 km .
altında olduğu belirtilen, 8,9 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmişti.
Yaklaşık 2 bin 100 km .
uzunluğundaki sahil şeridi üzerinde onlarca şehir depremden etkilenmişti. İlk
önce 93 kişinin hayatını kaybettiği açıklanmış, daha sonra bu sayı 400’e kadar
çıkmıştı. Bu kadar büyük bir deprem için bile, geliştirdikleri yapı sistemiyle
insan kaybını en aza indirmeyi başarmışlardı. Gel gelelim deprem başka felaketlerinde
doğmasına neden olmuş, dev deniz dalgaları demek olan “tsunami” ile kıyılar
sular altında kalınca can kaybı 10.000’lere kadar varmıştı. Ardından Japonya’yı
nükleer sızıntı tehlikesi bekliyordu. Depremden sonra
kapanan Fukuşima’daki nükleer santralin soğutma sisteminde mekanik bir arıza
meydana geldiğini ve bunun o sıralar giderilemediğini açıklayan hükümetin
ardından öncelikle Japonya’nın komşularının, sonrada bütün dünyanın ilgisini
kapıda bekleyen bu tehlike çekmişti. Rüzgâr ve yağmurlarla Çernobil faciasından
çok daha büyük bir facianın doğabileceği endişesi yayılmış durumdaydı. Bu
tehlike bir günle, yada bir aylada sınırlı değildi. Yıllarca havada kalacak
radyasyon rüzgârlarla çok geniş alanlara
yayılabilecekti. Yağmurlarla yer yüzüne indiğinde de sulara, oradan bitkilere
ve sebzelere karışabilecekti.
Bu deprem; “ne kadar gelişirseniz gelişin, doğanın gücü
karşısında aciz duruma düşmekten kurtulamazsınız” gerçeğini gelişmiş ülke
insanlarının da idrakine soktu. Hatta bir adım daha ileri götürdü bile.
“Teknolojiniz size bu depremlerden sonra, depremlerden daha çok insan kaybı
vermenize sebep olacak” dense, inanın Japonya’daki bu radyasyon tehlikesi
söylenmiş olurdu.
Peki bu şuraya mı varıyor? Gelişmek kendini bitirmektir!
Yapay bir yapıyla ulaşılacak nokta bu sanırım. Organik gelişmenin uzağına
düştüğümüz oranda, makine ve yapay enerjiye bağımlı olduğumuz oranda, gelişmek;
bir depremin ortaya çıkardığı biçimiyle kendini bitirmektir.
Gelecek nesilleri işte bu tehlike bekliyor. Yapay,
üretilebilir, doğal yolla elde edilmeyen enerjiye bağımlı olmak, insanlık için
yok oluş süreçlerinin başlamasına sebep olacaktır. Ne yaparsanız yapın insanın
bir doğa varlığı olma gerçeğini değiştiremezsiniz. Bütün doğa varlıkları gibi
insanında en azından bol ve temiz oksijenli, nefes alabileceği havaya, korkmadan
tüketeceği suya ihtiyacı vardır. Savaşları hiç olmayacak varsaysak bile
depremlerde yıkılabilecek nükleer enerji santrallerinin ortaya çıkaracağı
radyasyon bulutları atom bombasıyla vurulmuş Japonya’dan bin beter edecektir
dünyayı. Eğer bu gelişme biçimine paralel olarak (insanın doğa varlığından
çıkması demek olabilecek buluşlarla) insan yapısal değişiklikle her ortamda
yaşayabilen bazı böceklere döndürülürse, ancak o zaman, bu sözünü ettiğim
tehlike söz konusu olmaz. Şimdilik böyle bir çabanın varlığından söz edemeyiz.
Ortaya en azından böyle bir söz bile atılmış değil henüz. Yarın bilimin ne
gelişme göstereceğini kim bilebilir?
Bilimin yarın nereye varacağı konusunu sormayı bırakalım.
Şimdilik insanın yaşaması için gerekli olan şey açıkça belli: Temiz ve bol
oksijenli hava ve gene temiz tatlı su. Depremlerde oksijen üreten kaynaklardan
biri. Tıpkı yeşil bitki örtüsünün oksijen üretmesi gibi. Şimdi depremlere
felaket diyebilir misiniz? Asıl felaket kendi yaptıklarımızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder