31 Ekim 2014 Cuma

İKİ HİKÂYENİN DİLİNDEN 2


Hikâyemizi özetleyerek başlayalım:
Rasim’le Şemsettin yıllarca birbirlerinden haber alamamış iki eski arkadaştırlar. Bir parkta karşılaşırlar. Şemsettin şansı yaver giderek servet sahibi olmuş, Rasim’se felek’in tokadını yemiş durmuştur. Şemsettin Rasim’i evinde vereceği baloya davet eder...

Hikâyemize kaldığımız yerden devam edelim.

Şemsettin bu esnada konuklarını ağırlamakla meşguldür. Bir ara iki eski arkadaş buluşurlar. Şemsettin arkadaşının gelmiş olmasına sevinir.

“Nasıl buldun malikânemi? Çok kocaman değil mi? Soğuk ve sıcak yemekleri beğendin mi? Salonun bir köşesini Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasına ayırdım. Onlar Pavarotti ve Carusso’ya da eşlik ediyorlar, dinledin mi ikisini?” diyerek soru yağmuruna tutar.

Rasim her şeyi çok beğendiğini, gördükleri karşısında küçük dilini yuttuğunu söyler. Pavarotti ve Carusso için ise;

“Öküz gibi bağırıyorlar”

Deyince, Şemsettin;

“Yahu onların biri Pavarotti, diğeri Carusso, dünyanın en ünlü tenorları. Nasıl öküz gibi bağırıyorlar dersin. Sen müzikten anlamıyorsun, belli” diyerek Rasim’e kızar.

Rasim; 

“Yok yok yanlış anlama, ben demiyorum, kendileri diyor.” Der.


 ***     

2. Hikâye

Bir inek, bir beygir, bir eşek, dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve beş yıl sonra buluşmaya karar verdiler. Her biri başka yöne yola çıktılar.

Beş yıl sonra buluşma yerine önce inek ile beygir geldi. İkisi de perişan bir haldeydiler. İkisi de zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüşlerdi. 

Beygir sordu: “Nedir bu halin inek kardeş?..”

İnek iç çekerek anlattı: 

“Bu insanlar merhametsiz. Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha varmış, onu yanıma koyup çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş...”

Sonra beygir anlattı: 

“Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler. O indi öbürü bindi, o indi öbürü bindi... Binmedikleri zamanlar zincire vurdular... Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğimde arkama kocaman bir araba bağladılar, bu sefer birçoğunu birden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım yahu inek kardeş...” 

Ve uzaktan eşek gözüktü.

Eşek; ıslık çala çala, taşlara tekme ata ata geldi. Mutluydu.

Şişmanlamıştı, tüyleri parlıyordu, gözlerinin içi gülüyordu, üzerinde lacivert takımlar vardı. 

İnek ile beygir, “Nedir bu halin, neler oldu” diye merakla sordular, eşek anlattı: 

“Bir memlekete vardım, birisi bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu.
Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, duyan benim yanıma koştu, duyan koştu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım...”

“Sonra?..” 

“Sonra beni bir yere seçtiler...” 
“Yani sen bir yerin başı mı oldun ?..” 

“Evet... Bir şey yapmama gerek kalmıyordu, ben bağırdıkça onlar ‘Memleket seninle gurur duyuyor’ diye alkışladılar. Yiyecek birçok şey vardı. Ben ise yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım...” 

“Pekiii... Senin eşek olduğunu anlamadılar mı?...”

Eşek yanıtladı: 
“Yarısı anladı, ama diğer yarısına anlatamadı...”


Yayın Tarihi: 31.10.14

İKİ HİKÂYENİN DİLİNDEN 1

Bugün cumhuriyetimiz 91 yaşında. Hepimize kutlu olsun sevgili okurlarım. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk ve silah arkadaşlarından Allah razı olsun. Allah onlara gani gani rahmet eylesin. Bir hanedan (ailenin) yönetiminden halkın kendini yönetmesine geçiş onların sayesinde oldu. Türkiye ve cumhuriyet onların eseridir. Cumhuriyet yolculuğumuzun daha nice seneler, temsili demokrasiden (sadece oy kullanarak değil, gerekli yer ve kurumlarda bizzat katılarak ve ilgili yerlere görüşlerimizi bildirerek) katılımcı demokrasiye geçebilmiş, gelişmiş, dünyayla boy ölçüşebilen, dünyaya örnek olabilecek nice seneler diliyorum ülkeme.

Sizlere bugün yorumsuz iki hikâye anlatacağım. İlkini yıllar önce sabah gazetesindeki köşesinde Çetin Altan’dan okumuştum. İkincisini e-posta ile sevgili kan kardeşim Şenay Demircioğlu göndermişti. Çetin Altan’dan okuduğum hikâyeyi ben yeniden yazmış olacağım. Konusu benim olmasa da anlatımı bana ait bir hikâye olacak.

Hikâyemiz şöyle:

***

1. Hikâye

Başarılı ve zengin genç işadamı Şemsettin limuziniyle bir parkın önünden geçerken bankta oturan genç bir adamın hareketlerini yıllar öncesinde kalmış Rasim arkadaşına benzetir. Şoföre durmasını söyler. Limuzininden inip parka girer, banktaki adama yaklaşır. O adam arkadaşı Rasim’in ta kendisidir.

“Beni tanıdın mı?” der Rasim’e.

Rasim Şemsettin’e şöyle dikkatlice bir bakar. Kısacık bir an geçer üstünden ve Rasim’de Şemsettin’i tanır. Birbirlerine sarılıp kucaklaşırlar. Öyle ya, çocuklukları, ilk gençlikleri birlikte geçmiş; ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimlerini bir sınıfta görmüşlerdi. Birbirlerini nasıl unutsunlar?

Uzatmayalım. İki eski arkadaş geçmişten, özlemden söz ettikten sonra şimdiki durumlarına gelirler. Şemsettin Rasim’e ne iş yaptığını sorar.

Rasim:

“İşsizsim, girdiğim bütün iş yerleri iflas etti. Ben iş tutayım dedim, az sermaye ile işi çeviremedim. Şimdi günlük işlerde amelelik yapıyorum.”

Rasim bu kez arkadaşına ne iş yaptığını sorar.

Şemsettin:

“Şansım açıkmış dostum, Allah’ta yürü ya kulum dedi. Hangi işe el atsam o iş değer kazanıyor. Borsada bütün şirketlerim en kârlı şirketlerin başında geliyor.”

Rasim arkadaşı adına sevinirken kendisinin şansızlığına üzülür. Bunun sonucu olarak bir an derin bir sessizlik olur.

Durumu fark eden Şemsettin arkadaşına;

“Artık üzülme, benim şirketlerimden birinde müdür olarak çalışırsın. Senle karşılaşmamız iyi oldu. Bu Pazar bir balo veriyorum. Bütün jet sosyete orda olacak. Sende gel. Hem ulaştığım zenginliği görürsün. Ertesi günde başarılı olacağına inandığın alanda iş yapan şirketlerimden birini seçer orda işe başlarsın.”  

Rasim’in boynu bir kere daha bükülür. Baloya gidecek takım elbisesi yoktur. Olacakları tahmin eden Şemsettin giderken Rasim’in cebine bir çek yaprağı bırakır. Üstünde yazılı olan rakam Rasim için servettir.

Efe’m konuyu uzattık kusura bakmayın.

Rasim Grand tuvalet Şemsettin’in malikânesine gider. Daha semtine girdiğinde şaşırır kalır. Sur gibi kalın duvarlı, belki yüz futbol sahası büyüklüğünde bahçesi olan dev gibi bir binadır malikâne. Kapıda isim listesiyle misafirleri kabul eden korumalar vardır. Rasim’in heyecandan dizleri titrer. Malikânenin balo salonuna alınır. Salon o kadar büyüktür ki nerdeyse üç futbol sahası içine sığar. Daha malikânenin semtine girişte şaşkınlıktan küçük dilini yutan Rasim yutmaya küçük dil bulamaz. Çok kalabalık bir davetli gurubu bir birine çarpmadan dolaşmaktadır. Bir köşede envai çeşitte yiyeceklerle donatılmış açık büfe vardır. Garson kızlar isteğe uygun içki dağıtmaktadırlar.

Bizim Rasim ne bulursa yiyip içerek salonda dolaşırken bir yandan da kulağına klasik batı müziği çalınır. Sesin geldiği yöne gider. Salonun bir köşesinde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde dünyanın iki meşhur tenoru Pavarotti ve Carusso sevimli, şirin şarkılar söylerler. Bir ara Pavarotti sahnedeyken Rasim Carusso’ya yaklaşır. Biraz kırık dökük İngilizcesiyle birazda işaretlerin yardımıyla Pavarotti’nin ne güzel şarkı söylediğini anlatır. Carusso’nun yüzü buruşur. Öküz sesi çıkartır. Yani Carusso Pavarotti için, ne güzeli canım, öküz gibi bağırıyor demek istemiştir. Biraz sonra Carusso ile Pavarotti yer değiştirirler. Rasim bu kez Pavarotti’ye gene  kırık dökük İngilizcesiyle ve gene işaretlerin yardımıyla Carusso’nun ne güzel şarkı söylediğini anlatır. Pavarotti’nin tepkisi Carusso’nunkinden farklı değildir. Onunda yüzü buruşur. O da öküz sesi çıkartır. Rasim kendi kendine “sanatçı kaprisi” diyerek oradan uzaklaşır.


DEVAM EDECEK
 


Yayın Tarihi: 29.10.14

GERİSİ NE GAM



Seçim düzlemine henüz girmedik. Ne var ki seçimler pekte uzak değil. Demokrasinin olmazsa olmaz ilk kuralı elbette seçimlerdir. Yani halkın önüne konan sandıktır. Ama sandık her şey değildir. Sandık gücüyle yasama gücü, sandık gücüyle güvenlik gücü, sandık gücüyle istihbarat gücü, sandık gücüyle uluslar arası politika gücü belirlenmez. Bunlar süreğen şeylerdir ve devletin önceliklerine göre belirlenir. Keşke eğitimde, sağlıkta, sanayide v.b konularda partiler tarafından oyuncak durumuna düşürülmese.. bu süreğenlik devleti devlet yapar. Yoksa o devlet devlet olmaktan çıkar, çadırlı oba yönetimi olur ki orda bile süreğenlik vardır.

Bu konuda süreğenliğiyle övünebileceğimiz tek konu halkın oyuna başvurma arzumuzdur. Demokrasimizi kör topalda olsa ayakta tutanda budur.

Neden böyle diyorum? 

Çünkü bizde seçimler biter sonuçlar alınır. Herkesin konumu dört yıllığına belirlenir. Sadece belirlenemeyen genelde muhalefet, özelde CHP’nin ne olacağı.. seçim sonrasında bütün muhalefeti saran “başarılıyım, başarılı değilsin” tartışmalarına CHP kendini iyice kaptırır. Umarım bu seçimlerde bu tartışmalara girmeyip başarısız olma durumunda yöneticiler istifa ederler. Kafasını kim kuma sokarsa bilsinki bölgemizde ve dünyada olan şeyler onları tarih önünde kifayetsizler bölümünde anılmasına sebep olacaktır. Çünkü ülkemiz ve çevresinde olağan üstü şeyler olmaya devam ediyor. Bunun sorumluluğundan iktidar ve muhalefet kurtulamaz.

Bu günü anlamak için dünde söylenen sözler ve gazetelere yazılan makalelere bakalım. Yazılarımda sık sık yabancı basında çıkan yazıları okuyorsunuz. Gene öyle yapacağım. Bundan bir süre önce bir makalede “Osmanlı”lık konu edinilmişti. ABD’nin haftalık Newswek dergisi bir sayısında  Niall Ferguson imzasıyla yayımlanan “Orta doğunun Bir Sonraki İkilemi” başlıklı yazısında “Osmanlılığın Yeniden Doğuşu” vurgusuyla gene ülkemizi konu edinmişti.

Büyük devletler çok daha ileriyi görüp tasarlamalarıyla büyük olmuşlardır. Toplumdaki her sesin duyulması sağlanarak büyük aklın ortaya çıkmasıyla gerçekleştirme imkânı buldukları tasarıları onların bugünkü büyüklüklerinin sebebidir. Büyük aklı ortaya çıkarırken tasavvurlarını saklama gerekliliğini düşünmezler bile. Hatta sesli düşünmekten büyük keyif alırlar. Newswek dergisisinin o yazısı da böyle bir sesli düşünme ürünü.

“ABD’nin Büyük Ortadoğu’daki askeri varlığını azaltması konusunda, Cumhuriyetçi başkan adayları ile Başkan arasında mutabakat bulunduğu, hiç kimsenin cevaplamak istemediği sorunun ise ABD’nin buradan çekildikten sonra neler olacağı.” Yazıda, bu duruma ilişkin üç muhtemel senaryodan söz edildi. İlki “Mutlu senaryo”, ülkelerin ardı ardına Batı demokrasisini kucaklaması, ikincisi “kabus senaryosu”, ya iç savaş ya da İslami devrimin ortaya çıkması denilirken, üçüncü muhtemel senaryonun ise “yeniden canlanmış bir Osmanlı İmparatorluğu” olduğu belirtildi.

Yazı devamında Osmanlı İmparatorluğu’nun 17’inci yüzyıla kadar elde ettiği topraklar ve kapladığı geniş coğrafyadan söz edilerek, sonraki iki yüzyılda ise İmparatorluğun Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki topraklarının büyük bölümünü kaybederek, “Avrupa’nın hasta adamı” haline geldiği ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise sona ererek, ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu anlatılıyor. Yazıda, yakın zamana kadar Türkiye’nin AB’ye katılıp katılamayacağı, hatta ne zaman katılacağı sorusu sorulurken, şimdi agresif İslamcı olmak değil, bölgesel süper güç olduğu Osmanlı dönemine dönme yönünde olduğu özellikle vurgulanıyor.

“Bunu tesis etmek için gücünü muhtemelen artıracak şekilde anayasayı değiştirmeye yönelik çabası, İsrail’in Gazze’de ‘devlet terörizmi’ uyguladığı yönünde giderek dozunu artırdığı eleştirileri, Arap Baharının sunduğu fırsatlardan istifade etmeye dönük, Suriye’yi ağır biçimde eleştirmesi, İran’ı kontrol altına alma çabası ve kendisini rol model olarak tanıtması gibi becerikli manevralarının bunu gösterdiği” şeklinde yorumlanıyor.

ABD Başkanı Barack Obama’nın ilk ziyaretlerinden birini Türkiye’ye yapmasının tesadüf olarak görülemeyeceği kaydedilen yazıda, iktidar partisinin son seçimleri kazanarak üçüncü kez art arda iktidara gelmesinin de sürpriz olmadığı belirtilerek, “Ancak (yine de Türkiye’de olan) bitene daha yakından bakmaya ihtiyacımız var. Çünkü Türkiye, Kanuni Sultan Süleyman’ın hayran kalacağı şekilde dönüştürülürken ülkenin hayallerinde olan şeyin bu olduğundan şüphelenmek için iyi nedenler bulunmakta” deniliyor.

Türkiye’nin istikameti Ortadoğu’da yeni bir Osmanlı (Müslüman) imparatorluğu şekline bürünürse, bir sürpriz bizi bekliyor olabilir” yorumuyla sona eriyor.

Batılı ülkelerin Libya’daki iç karışıklığı gündeme geldiğinde birleşmiş milletler vasıtasıyla “kendi halkına soykırım uygulayan devletlere müdahale” kararı (beş daimi üye tarafından ittifakla olmasa bile veto edilmeyerek) yürürlüğe girdiğinde varmak istedikleri hedefi görmüştüm. Bu yazı ne kadar haklı olduğumu gösteriyor.  Bütün partiler bu dönemde değilde ne zaman faydalı olacak? Siz seçim kaybedersiniz sadece, oysa bütün bir halk olarak hepimiz vatan derdindeyiz. Gerisi ne gam?

 


Yayın Tarihi: 27.10.14

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Gene günlerden Pazar. Gene şiirlerle karşınızdayım. Bu gün kendi şiirlerimden önce 18 mayıs 1048 - 4 aralık 1131 tarihleri arasında yaşayan İranlı şair Ömer Hayyam’dan seçtiğim şiirlere yer veriyorum.

Neden Ömer Hayyam; çünkü evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki hakim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır. Bu yanıyla dönemi için ilk sayılabilecek din dışı anlayışı temsil etmiştir. Burada da bu şiirlerden örnekler bulacaksınız.

... ...

ARKADAŞ DÜNYA İÇİN
arkadaş dünya için boş yere üzülme
şu hurda dünya için gereksiz yere üzülme
var olan zaten geçti yok da ortada yok
şen ol da var için yok için üzülme
ÖMER HAYYAM

***

AŞK
Ezeli sırları ne sen bilirsin ne de ben
Bu muammayı ne sen okuyabilirsin ne de ben
Perde ardında sen ben dedikodusu var amma...
Perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben

Ey dünyanın işinden haberi olmayan sen yoksun
Dünya esen yel üstüne kuruldu..
Varlığımız iki yokluk arasındadır
Çevrendekilerde hiçdir sen de bir hiçsin

Medresede söz vardır tekkede de hal
Fakat bu aşk sözden de dışarıdır halden de
İster şeriat müftüsü ol ister şehir vaizi
Aşk mahkemesine gelindi mi dilsiz kesilir

Bugün zevk etmek elindeyken zevkine bak
Yarını düşünmen beyhude bir heves
Bir çok kişiden arda kalanlar
Sana da kalmayacak sen de göçüp gideceksin...
ÖMER HAYYAM

***

RÜBAİLER
Ey bütün bir evrenin
En seçkin yaratığı olan sen!
Sen ki;
İki gözümden ve canımdan
Daha da azizsin.
Ey güzel kimse!
Candan aziz birşey yoktur.
Sen bana;
Candan da yüz kere daha azizsin.
ÖMER HAYYAM

***

Ey hoca!
Yalnız bir dileğimizi yerine getir.
Konuşma. Kes sesini.
Allah'la aramıza girme.
Biz doğru yoldayız.
Yalnız sen,
Bu yolu eğri görüyorsun.
Git... Gözlerini tedavi ettir.
Ya da rahat bırak bizi.
ÖMER HAYYAM

***

Kalk gel!
Hatırımız için gel.
dileğimizce bir zorumuzu hallet.
Bir testi şarap getir.
Ki, vücudumuzun toprağından
Testi yapılmadan önce
Kana kana testiden içelim.
ÖMER HAYYAM

***

Boyun eğeceksin,
Doğa kanunları önünde.
İşe yaramaz başka bir şey...
İnsanların önünde,
Gösteriş ve riyadan başka
Bir şey fayda etmez...
Kül ettim aklın düşünebildiği her şeyi.
Lakin;
Doğa'nın emirlerine çaresiz kaldım.
ÖMER HAYYAM

***

Ömer Hayyam şiirlerini tadında bırakalım. Şimdi sırada kendi yazdığım şiirler var. Bu şiirlerde biraz iri sözlerle gevezelik ettiğimi kabul ederim. Ama şiir biraz iri söz söyleme sanatı değil midir? İri sözler söylemek “delici ışıkları” (projektör dedikleri şeye bu sözcüğü ben şimdi uydurdum) bir yere yöneltmek gibidir. Konusu gene “sevgi” bile olsa iri sözler biraz felsefe kokar. Şiire biraz coşku katar. Dikkatleri de daima diri tutar. Umarım beğenirsiniz.

... ...

258
Şairin dili konuşmazsa yüreği konuşur
Bütün şairler gibi çirkinim
Yüreği konuşmazsa alev alev tutuşur
Sevgiyi unuttular gerginim
Seven yokmuş şairden başka

Aydın Göle
19 mayıs 2003

***

49
Kel alâkaları alâkalandırmak
ve inandırmak zor,
şablonlara takılmış kafaları.
dala uçurtmanın kuyruğunu
taktırmış çocuk gibidirler.
İpi ucundan çekip dururlar.
İpten vazgeçmezler,
uçurtmayı feda edemezler.
Vedaları yoktur onların inatçıdırlar.
Kurtarsalar hem ipi, hem uçurtmayı
Rüzgâr diner, yağmur başlardı
Özlem başka bahara kalır mı kalırdı
Rüzgârları yitirmeden uçurtmayı uçurmalı

Aydın Göle
20 mayıs 2003

***

50
İğne deliğinden ışık sızmaz
Retinası yırtık gözlere ışık ne gerek
Görmeye göz yok kimsede
Çiçek yok bu bahçede
Işık sonsuz yolculukta
Yiter gider sonsuz boşlukta
Biz yitiyoruz canım biz yitiyoruz
Geveze falcıların karanlık odalarında
Biraz ışık arıyoruz

Aydın Göle
21 mayıs 2003

***

51
Sallayıp durur başını
Esrik ve eski kentin dervişi
Susması çok bilmesinden mi
Belleği sileceksiz çıkmış yağmura
Başını sallar durur
Bildiğini bilen,
bildiklerinin;
bilmediklerinin yanında
hiç olduğunu bilir.
Kendini bilen
bilmeyle süzer özünü
özbe öz adamdır o
telâşsız, soluksuz
ama sakin hızlarla
Telâş var mı bak zamanın aynasında
Kararlı ve vakurdurlar
Çok açmış gülün katmerleri
gül dalına dizilmiş
Yatılmış zamanlar üstüne
Hiç dikey gezilmemiş
Katmerden katmere seker gibi
Sekip parabollerde geziye çıkmak lâzım
Geçmişten hisler getirmeli
Bugünden bilgi götürmeli
Cellâtlığı mahkûm etmeli sevgiye
Kara suratları aşkla yıkamalı
Sevgi yeşertir kankam
kayayı dahi

Aydın Göle
21 mayıs 2003

***

Hepinize iyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya gene görüşmek üzere hoşça kalın!



Yayın Tarihi: 26.10.14

KÜRESEL BİR DÜNYA İÇİN ONURUM BEDEL Mİ


Küresel dünya der dururuz durmasına ama bunun ne demek olduğunu hiç düşünüyor muyuz? Yeryüzünün yuvarlaklığını anlatan bir sözcüktür küre. Küresellik bütünü kapsamak anlamını taşır. Yani yeryüzünün şekli ne olursa olsun sonuçta tüm çukur ve çıkıntılarına rağmen bütünün yuvarlak olduğu sonucunu ortaya koyar. Fiziki olarak bu böyledir fakat bu sözcükle sadece coğrafi terime vurgu yapılmıyor. Anlatılmak istenen şey dünyanın en ücra köşesinin bile ulaşılabilir, erişilebilir olmasıdır. Neden? Güdülen sadece turistik amaç değildir de ondan! Dünyaya egemen olmak, ürettikleri malları daha çok ülkeye satarak kendi refah düzeylerini dahada  arttırmak, kimi ülkelerin yer altı zenginliklerini sömürmek tek düşünceleri. Bu arada olan bizim gibi yarı gelişmiş veya hiç gelişememiş ülkelerin onuruna oluyor, ne oluyorsa..  kendi adıma söyleyebilirim ki, son 14 senede olanlar beni bu açıdan çok yaralamıştır. Elbette olanlar sadece geçen 14 yılla sınırlı değil.


1960’lara gelindiğinde 2. dünya savaşını ve sonuçlarını sorgulayan, yerleşik düzene ve memur zihniyete başkaldıran müzik akımları ortaya çıkmıştı. Yaşadıkları çağı şöyle yorumluyorlardı: “Bugün yaşadıklarımız dünün sorusuna cevapsa, dün sorulan soru kim bilir ne kadar saçma bir soruydu.” Bu durumda yarında olacaklar bugünün sorusudur. Her olay bir olguya gebedir. Her olgu başka bir olaya... kimi bunu önceden görebilir, kimi kış uykusunda olduğu için göremez. Olayları yöneten durumda olan ülkelerde bunun önceden görünmesini istemez. Ellerinde o kadar çok araç gereç var ki, toplumları istedikleri yönde sürüklerler.

Bakın yabancı basından bir dergi 2011 seçimlerinden bir hafta kadar önce “parti ismi” vererek bir partiye oy verilmesini istemiş, iktidardaki partinin daha önce iktidarının devamı için yabancı basının benzer yayınlarına kendilerinin sessiz kaldığını unutup, konu “o parti” olunca tepki göstermişlerdi. O derginin o tarihteki sayısının başyazısında konu ülkemizdeki seçimlerdi. Kazandığı  3. seçimi “ezici zafer” olarak tanımlayan dergi, çıkan tabloya göre şimdi artık “çatışma” değil “uzlaşma” arama zamanı olduğunu belirtmişti.

Hatırlıyorsunuz değil mi, seçim gezileri sırasında gidilen illerin meydanlarında derginin bu yazısıyla “bir parti” vurulmaya çalışılmıştı. Aynı günlerde Amerika’dan ünlü bir gazete bu durumu belirten bir yazı yayınlayarak seçimlerden sonra tek partinin egemenliğinde bir anayasa çıkarılmasının olumsuzluğunu belirtmiş, uzlaşmayı gerektirecek, toplumun her kesimini kapsayan bir anayasa yapabilecek meclis aritmetiğinin gerektiğini vurgulamış, seçim sonuçları tamda böyle bir ortamı doğurmuştu. İstenen şey “o parti”de olmak üzere bütün partileri Büyük Ortadoğu Planının içine çekmekti.

O Amerikan gazetesi her seferinde oy oranını arttırarak ardı ardına üç kez seçimi kazanan partinin idaresinde, “Arap Baharı çalkantıları arasında Türkiye, Müslüman dünyasında laik bir demokrasinin cesaret verici örneğini veriyor” yorumunu yapmıştı.

O köprülerin altından çok sular değil alt tarafı henüz üç yıl geçmiştir. Görünen şey bugün çok farklıdır. O zaman anayasa tartışmaları vardı ve bu konuda önerilerde bulunuyorlardı. Seçim sonuçlarının, iktidar partisinin beklediği seviyede, yani üçte iki oya ulaşamadığı için de “cesaret verici” olduğu savunulmuştu. Ünlü ekonomi dergisi, “bugünkü seçim sonuçlarının aksi olsaydı başkalarının görüşleri dikkate alınmaz, bir uzlaşma aramadan, kendilerince düşlenen anayasayı çıkarmaya çalışabilirdi” görüşünü dile getirmişti.

Bu satırları okuyan her vatansever mutlaka içinden yabancıların içişlerimize burunlarını sokmalarına kızıyordur. Küreselleşme aldatmacasıyla gelinen nokta bu. Onlara, önerilerde bulunarak içişlerimize karışmak yetmez, belki  daha ilerisini bile düşünür ve uygularlar.

Devam edelim.

İngiliz dergisi başyazısında, “(iktidarın) üçüncü dönemi konusunda kaygı verici unsurun, iktidar partisinin laik cumhuriyeti ‘İslamlaştırmaya’ çalışması değil, sistematik olarak otokratik eğiliminin doğrultusunda hareket etmesi” yorumunu yapmıştı.

Önümüzdeki dört yılda bazı zorlukların, “eleştirilere daha az hoşgörülü” olunmasına sebep olacağını, ekonominin “fazla ısındığı”na, cari açığın GSYH’nın yüzde 8’i gibi çok yüksek bir düzeye tırmandığına, işsizliğin halâ yüzde 11 civarında olduğuna işaret ederek ekonomiyi yavaşlatmak için alınması gereken önlemlerin “popüler olmayacağını” belirmişti.

Ülkenin bu gidişatına etkide bulunacak konuda iki şey yapılması gerektiğini savunarak bunların;
1:“Fransız stili güçlü bir başkanlık hırsından vazgeçmek”,
2:“Türkiye’nin en ciddi sorunu olan, 15 milyon Kürt ile ilişkiler sorununu çözmek için yeni bir çaba harcamak” olduğunu değinmişti.

Güçlü bir başkanlık için “Bu, Türkiye gibi fazla merkezileşmiş bir ülke için kötü fikirdir ve muhtemelen başka hiçbir parti bunu kabul etmez” diyen dergi, iktidar partisinin yeni bir anayasa yapma ihtiyacının olduğuna göre “şimdi parlemento çatısında bulunan Kürtçü Partiye dönerek şiddetin bitmesinin karşılığında daha çok azınlık hakları ve yetki devri sağlamalı, cezaevindeki Kürt lider ile konuşmak demekse bile” diye yazdı.

Okuduğumuz satırlara şu kadarını söyleyeyim; bütün bunlar hiç hoşuma gitmiyor. Küresel dünya için ben onurumu bedel olarak ödeyeceğim, bu görünüyor.



Yayın Tarihi: 22.10.14

BU TOPLUM LİDERLERİNDEN DAHA ÖNDEDİR

AKP iktidar oldu olalı ne çok seçim yaşadık değil mi? Üç yerel, üç genel seçim, iki anayasa değişikliği halkoylamasıyla toplam sekiz kez sandığa gittik. Dördüncü Genel Seçimlerede az kaldı. Bugüne kadar yapılan seçimlerde seçimin amacından çok, amaç dışı tartışmalar yaşandı. Şark kurnazlığıyla politikacılarımız birbirlerine üstünlük tasladılar. Liderlerimiz en başta tabii..
   
Son seçimlere kadar liderlerin gittikleri il ve ilçelerde yaptıkları seçim konuşmalarını biliyorsunuz, çok acımasız ve çok seviyesiz tartışmalara sahne olmuştu. Bu tür tartışmalar eskiden olsa toplumda gerginliklere yol açar hatta kavga sebebi bile olabilirdi. Sanırım seçmende batılı ülkelerin seçmenleri gibi düşünme tarzı oluştu artık. Liderlerin gittiği illerde gene kalabalıklar meydanları dolduruyor. Gene seçim arabaları ile yapılan seslendirme çalışmaları ortalığı yıkıyor. Fakat ben sade vatandaşta bir sessizlik görüyorum. Parti sempatizanlarına bakmayın. Onlar her dönemde olur. Asıl gerçek sessiz seçmenden yansır. Öyle eskisi gibi ne olacak halimiz diye konuşan görmüyorum. Televizyonlardaki tartışmaları kahvelere taşıyanı da görmedim. Ben bir iki kez denemeye kalkıştım, birkaç fanatik dışında konuşan çıkmadı. Vatandaş bu tartışmalardan bezmiş gördüğüm kadarıyla.

Bu tip tartışmalar seçmenin fikrini değiştirmez. Seçmenin fikrini verilen vaadlerin tutulabilirliği, yani gerçekçiliği, ülkeyi kalkındıracak projelerin sunumu değiştirir. 1950 model demokrasiyi geçtik artık. İnönü-Menderes-Bölükbaşı ile başlayan tartışma biçimi 1970’lerde Demirel-Ecevit, 1980’lerde Demirel-Özal, 1990’larda Tansu Çiller-Mesut Yılmaz, 2002-2010 arasında da Baykal-Erdoğan ile sürdü. Şimdide aynı üslubun Erdoğan-Kılıçdaroğlu ile devam ettiğini görüyoruz. Sorarım size, seçmenin olgunlaştığı dönemde liderlerimizin de olgunlaşması gerekmez mi? Bir takım konular böyle tavırlarla gerçeği göstermek için yapılıyor denemez. Öylede dense, derinde yatan gösterildiğinden çok farklı gerçeklik vardır. Yoksa bu gürültülerle o mu gizlenmek isteniyor? İnternet çağında hiçbir şey gizli kalamaz ki.. gerçi yeni yasa tasarısıyla bununda çaresine bakılmış olunacak.  Konuyu saptırmayalım, bu başka bir yazı konusu.

Nedir gizlenen (gizlenen değilse de, en azından açıkça dile getirilmeyen), gerçekler nelerdir peki? Neler olacak? Siz hiç seçim meydanlarında birbirlerine sataşmak ve ağır hakaretlerde bulunmaktan başka dile gelir bir söz duydunuz mu?

2023 yılında kutlayacağımız cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümünde bugünkü yapıdan neler kalacak? Anayasal vatandaşlık nedir? Azınlıklara ne gibi ayrıcalıklar getirir? Yada daha ötesi mi düşünülüyor? Ülkemizin üniter (tek parçalı) yapısı değişir mi? Bütün bunlarla birlikte Türklük unutulacak yada unutturulacak mı?

Bu soruların cevabı da bu yazının konusu değil. Bizim konumuz seçmen olgunlaşırken liderlerinde olgunlaşmasının gerektiğidir. İnanın toplum liderlerin önünde gidiyor. İlk kez bunu görüyorum. Eğer liderlere kalsa ülkeyi toz duman götürürdü. Siyasi konuşmalara bakın, seçim konuşmalarına bakın bunu göreceksiniz.

Yeni dönem millet vekilleri ve kurulacak hükümet vatana ve millete şimdiden hayırlı olsun. Hiç unutmasınlar ki, tarih boyunca liderini takip eden bu millet artık liderlerinden daha öne çıkmıştır. Yeni sivil anayasayı bir türlü yapamayan, olan yasalara da uymamayı şiar edinen liderlere toplumun liderlik yapacağına inanıyorum. Baksanıza atlatılan onca badireye, onca sıkıntıya, halkı sokağa çekme çabasına rağmen bu halk soğuk kanlılığını koruyor. Bu halkın liderlere liderliği değilde nedir?


Yayın Tarihi: 20.10.14

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Merhaba sevgili okurlar. Bir Pazar günü gene sizler için seçtiğim şiirlerle birlikte evlerinize konuk geldim. Bir şey istemem, çayı kahveyi boş verin, susarsam susuzluğumu dindirmek için bir bardak su yeter. Bu günde sizlere şiirler okuyacağım çünkü. Şiirlerini seçtiğim şair Fransız şairi Arthur Rimbaud (Artur Rimbo). Bakalım beğenecek misiniz? Nesir yazıları bile başka bir dile çevirirken yazıldığı dildeki tadından kaybederken, şiiri başka dile çevirmekle tadının çok daha fazlasını kaybeder. Bu çeviri şiirleri bizim beğeni düzeyimize uygun gördüm. Okunduğunda çok anlamsız kalmıyorlar. Yabancı dilim yok! Bunların özgün halini bilmiyorum. Ama şiirleri bizim dilimizde de, yani Türkçe okurken de bir tadı olduğunu fark ettim. Umarım sizlerde beğenirsiniz.
... ...

ASKERİN ÖLÜMÜ
Yemyeşil bir çukur, burda bir ırmak çağlar
Gümüş paçavraları atlara çılgınca takan
Burda güneş mağrur dağın tepesinden parlar
Küçük bir vadi ki bu, köpürür ışıklardan

Genç bir asker uyuyor, başı çıplak , ağzı açık,
Ve ensesi taze mavi terlerle yıkanmış..
Yeşil yatağına yağmur gibi yağıyor ışık,
Bulutların altında, solgun otlara uzanmış...

Hasta çocuklar gibi uykuda gülümsüyor
Ayakları zambaklar içinde; askercik üşüyor
Tabiat, beşiğinde salla onu, sıcak sar!

Burun kanatları artık, ürpermiyor korkuyla;
Eli göğsünde, sakin, güneşte dalmış uykuya
Yalnız sağ yanında kırmızı iki delik var.
ARTHUR RİMBAUD

***

ÇAPKIN KIZ
Kahverengi bir salon, cila ve meyva kokan,
Kurulmuş koca iskemleye tıkınıyordum,
Bir Belçika yemeği, buyursun canı çeken,
Yeter ki karnım doysun, aldırmayıp yiyordum,

Rahattım - oh ne güzel çalar saatin sesi-
Derken, mutfak açıldı, sürünmüş, sürmelenmiş,
Kılık kıyafetine ise biraz boş vermiş,
Yanaştı cilvelenip aşevi hizmetçisi.

İstediği tatlı bir öpücüktü sanırım
Belçikalı kızları bakışından tanırım,
Fazla çatal kaşıkları masadan topladı,

Dudak büktü gülerek çocuk bir yüzle bana:
Bastırıp parmağını şeftali yanağına,
"Buramı üşütmüşüm, dokun anlarsın" dedi.
ARTHUR RİMBAUD

***

ÇENGİ MİDİR?
Çengi midir, nedir?.. İlk mavisinde sabahın
Düşer mi ölü çiçekler gibi darmadağın...

Duruyor önünde, ışığa gömülmüş kentin
Soluduğu aydınlık, görkemli düzlüklerin!

Her şey güzel! çok güzel! güzel olması gerek,
- Balıkçı kız ve şarkısı için böylesi gerek,

Böylesi gerek çünkü hâlâ inanıyorlar,
Denizde gece törenleri var sanıyorlar.
ARTHUR RİMBAUD

*** ***

Her zaman ki gibi sırada benim yazdığım şiirler var. Bu gün yedi tane küçük şiire yer verdim. Anlamları çok açık. Üstüne fazla söz söylememe gerek yok!

... ...

254
Sakin ol deme heyecanlıyım
Ben zaten yarım canlıyım
Her söylediğin sonum olacak
Seni umutla beklerim ay doğarken
Ellerin gelir aklıma yağmur yağarken
Sevgiyle saçlarımı okşayan ellerin

Aydın Göle
9 mayıs 2003

***

255
Güneş seçilmiş hayata
Dünya haytalığı bırakmış güneşi görünce
Seçilmişlerden seçilen bir yediveren
Goncasında ateş görmüşler kıpkırmızı

Aydın Göle
10 mayıs 2003

***

256
Kadehler kalksın sabahlar şerefine
Kuşların uçtuğu yere doğru
Umut yükselsin gelsin senin yanına
Gitmenin vaktidir kırlara doğru

Aydın Göle
10 mayıs 2003

***

257
Gece indi siyah ipek gibi kayarak güne
Kimi gitti dönüşsüz yola, kimi düğüne
Takvim bir yaprak daha döktü zamanın hazanında
Bitecekse ömür bitsin dostun yanında

Aydın Göle
10 mayıs 2003

***

258
Ben size kimliğimi verdim
İsteyin benliğimi de alın
Gelsem yanınıza taze bir dalın
Bahar çiçeklerini versem
Sonra mutlulukla rüyaya dalın
Mehtabı seyredip bulutsuz gecede

Aydın Göle
10 mayıs 2003

***

47
Seni değişmem bütün sevgililerime
Belki doğmadın ama benim ellerime
Seninle asırları yaşamış gibiyim
Git deme bana nasıl gideyim
Sensizlik zindanlarına kankam

Aydın Göle
11 mayıs 2003

***

48
Rüzgâr esmiyor, yıldızlar küsmüş
Bulutlu bu gece gökler
Kimsede ses yok herkes susmuş
Gönül bir merhaba bekler
Unutanları unutalım kankam çaresiz

Aydın Göle
19 mayıs 2003

***

Gönlünüze göre bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle..


Yayın Tarihi: 19.10.14

İNSANIN BOZUK PUSULASI: BENLİK 2


İnsanın gelişmesi hayat denen sürekli değişimin bir parçası olmasına bağlı. Bunuda benlik dediğimiz şey sağlıyor. Yazımızın ilk bölümünde “Biz evrensel bir güce sahip insandan söz ederken, insanın benliği yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunanlar kadar, bu benliğiyle var olduğunu savunanlarda var. Bence iki görüşünde haklılık payı inkâr edilmemeli” demiş ve benliğin ortaya koyduğu bugünkü insana ait çelişkileri göstermeye çalışmıştım. Kaldığımız yerden devam edelim.

İnsan her konuda daha çok uzmanlaştı. Şimdi bir konuyu daha derinlemesine inceliyor. Bu incelemeye bağlı olarak olumlu sonuçlar almaktadır. Fakat uzmanlaşmaya bağlı olarak sorunlar azalmamış ne yazık ki daha çok artmıştır. Bir örnek istenirse sağlık konusu örnek verilebilir. Tıbbi gelişmeler sonucu her hastalığın daha çok ilacı bulunmuştur, hastalıkların tedavi imkânları artmıştır. Gelin görün ki çevresel şartlar, üretimdeki yapay maddelerle bugün insanoğlunun daha az sağlığı var. Bir çok eski hastalıktan kurtulmuşken çağın hastalıkları denebilecek hastalıklarla boğuşması yüzünden sağlığı eskisi kadar (belki de daha çok) tehlikededir.

Kalabalıklaşan dünyada yalnızlaşması insanı mutsuz etmektedir. Çareyi alkol ve sigara tüketmekte aramaktadır. Hıristiyan dünyasında papazla günahlarından arındığını düşünen insan bugün papazın yerini alan psikologlara servetler ödeyerek alkol ve sigara ile birlikte ruhunun sıkıntılarını çözmeye çalışmakta. Günümüz insanların daha az güldüklerini görüyoruz. Daha hızlı araba kullananların, çok çabuk öfkelenenlerin temelinde bu mutsuzluk aranılsa yanlışlık olmaz sanırım.

Kimse insanın doğa varlığı olduğunu düşünmüyor. Düşünmediği için doğal davranmıyor. Doğal davranmamak için kendini zorluyor. Her insanın kendi içinde biyolojik bir saati var. Bunu en çabuk ve en kolay uykunun gelme zamanlarıyla anlayabiliriz. Uçakla kıtalar arası yolculuk yapanlar bilirler; gidilen yer gün ortası olmasına rağmen uyku sanki gecenin yarısıymış gibi bastırır.  Değişen yaşam biçimi insanın yatağa girme vakitlerini çaldı. Artık çalışanlar dışında güneşin doğuşunu gören yok. Şimdi uykulardan yorgun kalkılıyor.

İnsan okumaya zaman ayırmaz oldu. Okumak zahmetli iş, şimdi onun yerini seyretmek aldı. Herkes sadece televizyon seyrediyor. Ne öğreniyorsa ordan öğreniyor. Bütün bilgileri ambalajlanmış konserve bilgiler. Bunun üstüne bir “ben” oturtuluyor ki, aman Allah! Zalim bir insan, karakteriyle herkesi dehşete düşüren insan farkına varmadan kendi sonunu hazırlıyor. Oysa insan okusa ve şükretse ilkel benliğinden kurtulurdu.

İnsan benliğini doyurmak için sahip olduğu eşya sayısını önemsiyor. Başarısını buna bağlıyor. Çünkü yeni dünya düzeninde başarı tek gösterge. Başarılı olamayanın yaşama şansı yok. Bakın bütün insanlar yarış atıdır artık. Öyle bir koşudalar ki, nefes almaya fırsat bulamıyorlar. Nefes alabilseler ne uğruna başarı elde etmeye çalıştıklarını soracaklardır mutlaka. Görecekleri şeyse bütün bilinen insani değerlerinin kaybından başka bir şey değildir.

Uzayan ömürle birlikte hayatına yıllar katmayı beceren insanlara, yıllarına hayat katıp katmadıkları sorulsa kim hayat muhasebesinden olumlu cevap alır? Hiç kimse! Aya giden insan komşusuna eşine dostuna gitmiyorsa bu muhasebenin cevabı hiç olumlu olur mu?

Şöyle etrafınıza bir bakın. Ne çok konuşan var değil mi? Fakat dinleyen yok! İletişim eksikliği yaygın. Karşılıklı konuşma öncelikle bir insanın başka bir insana saygısı gereğidir. Saygı başkasının yaşama hakkını tanımakla başlar. Sonrada başkasının kendi kendisini üretmesine ve anlatmasına fırsat vermekle devam eder. Kimsenin kimseye tahammülü olmayan bir dünyada elbette kimse kimseyi dinlemeyecek, herkes kendi konuşup kendi dinleyecek, sonunda neden konuştuğunu unutup, yorularak susacaktır.

Bir zamanların Amerikalı komedyeni  George Carlin’in dediği gibi “Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.”
  
Kendisini felâkete sürükleyen benliğinden kurtulan insan kolayca mutluluğa ulaşabilirdi. Halâ daha ulaşma şansına sahip. Her şeye rağmen henüz hiçbir şey için geç kalınmış değil. Yeterki insan gelişmeyi olumlu yöne çevirmekte istekli ve kararlı olsun.

 
BİTTİ


Yayın Tarihi: 17.10.14



İNSANIN BOZUK PUSULASI: BENLİK 1



Hayat yerinde hiç durmaz, hep hareket eder. Kimi zaman geri, çoğunluklada ileri gider. Gidiş gelişler sonucu bir değişim yaşanır. Sürekli değişim evrenin kuralıdır zaten. Yer kürenin tek idrak sahibi olan insan, yaşadığı gezegenin hareketiyle birlikte ürettiği hayatın vardığı hızdan başı dönerek zaman zaman duraklar. Ama zaman dediğimiz ikili (insan ve yer küre olarak beliren) hareket bu duraklamaları affetmez, duraklayanı hayatın dışına atar. Atmasa bile oldukça gerilerde bırakır.

İnsanın kendi dışında gelişen hareketlere müdahale etme gücü, yaşadığı gezegen olan yerkürede bile, geçmişine oranla epey yol kat etmiş olmasına rağmen, oldukça sınırlı. İnsanın evrende güç olarak varlığını derecelendiremezsiniz. Güç olma çabasını hiç vermiyor da diyemezsiniz. O konuda yarattığı kaynaklardan bir miktar ayırarak denemede bulunuyor. Kendi iç sorunları daha fazla kaynak tükettiği için şimdilik bundan fazlası beklenmemeli. Yaşadığı yer kürenin hareketlerine müdahale etme gücüne sahip olduğu kadar (bu hareketlerden doğan) sorunlara çare bulması elbette yetmez. Ya iç sıkıntılarına ne demeli? Çağımızın insan üretimi çelişkilerinden doğan, gene insan iç sıkıntılarının oluşturduğu sorunla karşı karşıyayız. Bunlar öyle kolay aşılır şeyler midir? Aşıldığı zaman insan benliğide aşılmış olmaz mı? Peki insanın benliği aşılmalı mıdır? Biz evrensel bir güce sahip insandan söz ederken, insanın benliği yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunanlar kadar, bu benliğiyle var olduğunu savunanlarda var. Bence iki görüşünde haklılık payı inkâr edilmemeli.

İnsanın benliğiyle geldiği durumu görerek değerlendirelim.

İnsan çoğaldıkça barınma ihtiyaçlarıda arttı. Daha önce bomboş olan arazilerde seyrek olarak alçak yapılar, daha sonra yeryüzü yetmezmiş gibi gökyüzünü de işgal ederek yüksek binalar yapan insanın sabrının azalmasını ne ile açıklamak mümkündür? Ne kara, ne deniz, ne hava, hiçbiri insana yetmiyor. Tüketmek üzere kurgulanmış sanki. Her yeri tüketiyor.

Ulaşımda üretilen taşıt kadar çok ve daha geniş oto yolları yaptı. Fakat bağnazlıkları aşamadığı için daha dar bakış açılı olmaktan kurtulamadı. Bunun uğruna kendi türünün kanını bile akıtmaktan çekinmeyen tek tür olduğu söylenebilir. Kurduğu sistemler bağnazlığı kutsallaştırdığı için dışına çıkması mümkün görünmüyor. Sistemleri kendisi kurmuş olmasına rağmen sistemin düzenini sağlamakla yükümlendirdiği, gene kendi türünün temsilcisi insanın buyurgan olmasına hiç ses çıkarmıyor. Ses çıkarmadığı (çıkarmak istese de çıkaramadığı) buyurganlar onları istediği gibi güdülendirebiliyorlar.

Kendilerine biçilen bir değer var. Adına “para” demişler. Onun yerini “hesap” denilen paranın asla görünmediği havada uçuşan “rakamlar” alıyor. Üretim ve hizmet sektörü diye ikiye ayırarak adlandırdıkları çalışma alanlarında, harcadıkları bedensel/zihinsel güç ve ömürlerinde tükenen zamanların karşılığı olarak kendilerine bunlardan belli miktarlarda veriliyor. Her geçen gün bu miktarlar karmaşık hesaplar sonucunda artıyor. Bunları gene onlara dönecek şekilde daha çok harcıyorlar. Sahip oldukları şey, her geçen gün insanlıklarından kaybettiklerinin yanında çok önemsiz sayılır. Üstüne üstlük kendilerine açılmış hesapta rakamlar büyüdükçe satın aldıkları şey nicelik olarakta azalmakta. Çünkü her şey hızla değişiyor. Her değişimin değeri çok fazla olduğu için hiç bir şeye yetişemiyor. Alın size bir mutsuzluk nedeni.

20.yy başında sanayi devrimiyle birlikte toprak işçiliğinden fabrika işçiliğine geçen insan ilk olarak aile kurumunda büyük değişim yaşadı. Aile kurumu kalabalık bir gurubu çağrıştırırken değişimle birlikte anne baba ve çocuklarla sınırlanır oldu. Aileler küçüldükçe konutlar tam tersine büyüdü. Büyüyen konut aile içi iletişimsizliği getirdi. Herkes odasında kendi dünyasını yaşıyor. Teknolojide buna katkıda bulundu. Şimdi hiç kimse bir televizyona bağlı değil. Nerdeyse her evde çocuk sayısı kadar bilgisayar var. Cep telefonları başlı başına bir facia. Eski konutlara oranla şimdiki konutlarda çok araç gereç var. Ama kimsenin birbirini dinlemeye vakti yok. Nasıl olsun ki? Ona kendini her şeyin en üstünde tutma ve görme fikri aşılanıyor. Reklâmlardan tartışma programlarına kadar böyle bir fikir bombardımanıyla karşı karşıya kalan bu insan kendisinden önceki kuşaklardan daha eğitimli olmasına rağmen dar görüşlülükten ve bağnazlıktan kurtulmuş değil. Her konuda çok bilgisi var ama bu bilgiyi eşyanın ve olayların insanlar üzerindeki egemenliğini kıracak kadar kullanamamakta. Kısacası günümüzde her mahallede milyoner var, mahalleyi geçtim, koca kentlerde bile bilge kişi nerdeyse yok.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 15.10.14
   

GELECEĞİN GÖRÜNÜMÜ VE SUNUMU

Ak Partinin 12 yıllık iktidarı döneminde Türkiye’nin rolleri değişti mi diye sorulsa ilk cevabım “evet” demek olurdu. Fakat evet demek her şeyi anlatmaya yetmeyeceği için mutlaka açıklama yapma gereği duyardım. “Önceleri Türkiye kökü ve gücü doğuda olupta yönünü batıya çevirmiş ülkeydi, iktidarının ilk 10 yılında gücünü batıdan alıp yönünü doğuya çevirmiş ülkedir” derdim. Orta doğu ülkelerinin ülkemizi böyle gördükleri muhakkaktır. Aslına bakarsanız her iki biçimiyle de eksik bir ülke tanımı yapmış olurduk. Olması gereken kendi köklerinden güç alarak yönünü belirlemiş ve çevresindeki ülkeleri gittiği yöne götüren ülke olmaktı. Çünkü biz bu coğrayada yüzyıllarca zorba ve zalimce davranmadan uzak yakın birçok ülkeyi himayemize alıp onlara “büyük ağabey” olmuşuz. O ülkelerin halkı üzerinde yöneticileri istemeseler bile bir etkimiz var. Son uygulamalarımıza verdikleri tepkilerle bunu açıkça belli ediyorlardı. Balkanlardan orta doğuya, orta doğudan Kafkaslara kadar, durum aynıdır.
4 yıl önce bu etkiden söz eden bir yazı New York Times gazetesinde yayınlanmıştı. Oradaki saptamalar çok ilginçti. O yazıyı olduğu gibi sizlere aktarmak istiyorum.

***

ABD’nin saygın gazetelerinden New York Times (NYT), Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle vizeleri kaldırarak “Ortadoğu Ticaret Bölgesi”nin oluşumunu teşvik ederek ve popüler kültürünü bölgeye ihraç ederek bölgeyi yeniden bütünleştirmeye çalıştığı” yorumunu yaptı.
New York Times’ın, “Türkiye, Araplar’ı Birleştirmeye Yardımcı Olabilir mi?” başlıklı yorum yazısında, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun görüşlerine de yer verildi. Davutoğlu’nun Türkiye’nin bölgedeki vizyonuyla ilgili olarak tarihin normalleşmesinden söz ettiğini yazan haberde Davutoğlu’nun, “Türkiye’nin hiçbir sınırı doğal değil, neredeyse tümü suni. Elbette bu sınırlara ulus-devletlerin sınırları olarak saygı duymalıyız ama aynı zamanda da doğal devamlılıklar olduğunu anlamalıyız. Bu yüzyıllardır bu şekilde olmuştur” dediğini kaydetti. Gazete, Davutoğlu’nun bölgeye yönelik vizyonunu “bölgedeki tarihi ve doğal çevrenin yeniden yaratılması” olarak tanımladığını da belirtti.

(Bu görüşe bende katılıyorum. Çünkü biz her ülkeden daha çok bu coğrafyayı tanıyoruz. Üstelik bu coğrafyanın halkıyla tarihsel ve duygusal bağımız var. Arapları birleştirmek konusu bu bölünmüşlük içinde öyle kolay değil. Bu ülkeler var olmalarını bölünmüş olmaya borçlu oldukları sürece ülke halklarının birleştirici yanlarının olmasına rağmen birleşeceklerini ummuyorum. Amerika’nın bölgeye demokrasi ihraç masalıyla ülkelerin yönetimleri değişse bile sonucun değişmeyeceğini düşünüyorum. Kaldı ki bir değişim gerçekleşse de, değişim kendi dinamikleriyle olmayacağı için alınan sonuç bizim istediğimiz biçimde olmayacaktır. A.Göle.)

Türk milliyetçiliğinin Türkiye’nin bölgede rol oynamayı hak ettiği anlayışını taşıdığını da yazan gazete, Türkler’in bunu emperyalizm olarak değil, bölgeyle barışçıl bir ortaklık olarak gördüklerini bildirdi.
Haberde “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekibinden akademisyen Yusuf Yerkel”in “Yaklaşık 100 yıldır suni sınırlar, suni kültürel ve dini sınırlarla birbirimizden ayrıydık, şimdi Ürdün’e, Suriye’ye ve Lübnan’a vizeleri kaldırarak ulusal sınırları kaldırıyoruz. Türkiye 20. yüzyıldan beri uygulamada olan Ortadoğu’da geleneksel politika anlayışına meydan okuyor” şeklindeki görüşüne de yer verildi.

(Ülkemizin uzun yıllar orta doğuda hiçbir olaya taraf ve hiçbir ülkeyle yandaş olmama politikası İngiliz casusu Edward Lawrence’ın Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtıp ayaklanmalarını sağlaması sonrasında Arapların Türk askerini arkadan vurmaları sonucudur. 2. dünya savaşından sonra iyice karmaşık hale gelen orta doğuda yansızlık ülkemizin esenliği için şarttı. Bugün tersini savunarak o politikaları eleştirmek, o günleri bilmemek demektir. A.Göle)

Bölgedeki son gelişmeler kapsamında da Türkiye’nin bütünleşmiş bölge vizyonuna sadık kaldığına işaret eden gazete, “Türkiye, Suriye ve Irak’ı birbirine bağlayan demiryolu hattının geçen yıl yeniden açıldığını, Gaziantep ile Halep arasında hızlı trenin başlayacağını, Kuzey Irak’taki doğal kaynakların Türkiye’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirme ve Türkiye’den Orta Avrupa’ya giden boru hattını besleme açısından stratejik öneme sahip olduğunu ve Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasında serbest ticaret alanının oluşturulmasına karar verildiğini” yazdı.

(İşte haberin bu bölümü gücümüzü göstermesi bakımından çok önemli. Lider ülke başka türlü olunmaz. Sanayileşme çabalarımız bütün orta doğu ülkelerinden daha eski ve uzak ara ileride olduğu için bizim tecrübelerimiz daha fazla. Buda bizi, kendi içimizde yaşadığımız soruna bağlı bölünme endişeleriyle çelişkili görünse de ayrıcalıklı bir konuma getiriyor. Bundan sonrası gelecek iktidarların tutumuna bağlı. Fakat kim iktidar olursa olsun gelecek bu temel üstünde zorunluluk taşıyorsa bu politikalardan vazgeçemeyecektir.)

Haberde Türk popüler dizilerinin Arapça dublajla Arap ülkelerinde gösterildiğini ve dizilerin yıldızlarının posterlerinin Irak’ta onbinlerce sattığı da belirtildi. Türk iş adamlarının vizelerin kalkmasıyla genel olarak bölgeyle ticaretlerini son derece fazlalaştırdıklarını, hatta Suriye ile iş yapan bazı Türk işadamlarının bu ülkeyle ticaretlerini on kat artırdıklarını söylediklerini de yazan gazete, hafta sonlarında Suriyelilerin Gaziantep’te otelleri doldurduğunu da bildirdi.

***

New York Times gazetesinde yayınlanan yazı bu kadar. 4 yıl önce desteklemediğim AKP hükümetlerinin icraatları hakkında yazdığım olumlu bir yazıydı. Bugün gelinen ortamda içerdeki etnik kalkışma şeklindeki karışıklıkları ne yener derseniz o zamanın haklı politikaları derim. Çünkü Arapları birleştirici politikaları bugün aynı New York Times gazetesi çok başka biçimde ve çok yıkıcı gözle inceliyor. Emperyalizmin gözü bizim gözümüz değildir. Onlar kendi çıkarları doğrultusunda işlerine geldiği gibi olayları yorumlarlar. Bu yüzden iki yüzlülüklerine şaşırmamak gerekir.

Biz yine konumuza dönelim.

Yerelden küreselliğe nasıl varılır dense Tv dizilerimizi gösterirdim. Yakın çevremizdeki ülkelerde çok izlendikleri haberlerini sıklıkla duyuyoruz. Türk yaşayış kültürünü ihraç etmenin en kolay yolu dizilerimizle sağlanıyor. Dinsel yakınlığımızda bu kültürün kabul edilmesini kolaylaştırıyor. Ticaret anlaşmalarının sonucunda iş adamlarımızda ilişkilerimizi arttıracaktır. Geçenlerde bir arkadaşım Müslüman ülkelerde iş adamları arasında “TUZ” adında bir dayanışma örgütü kurulduğunu, dünyanın hangi ülkesinden olursa olsun Türk ve Arap ülkeleriyle iş yapacak yabancıların bir Müslüman iş adamıyla bu örgütten referans almadan iş yapamayacağını söyledi. Bütün bunlar adım adım ve işin kuralına ugun, öyle bodoslama değil, sessiz sakin ve bilgiyle yapılıyor. Gelecekteki Türkiye’yi şimdiden kurma çalışmaları bunlar.

Politik çekişmeler gündemimizde çok yer tuttuğu için bunları göremiyoruz. İç politik çekişmelerdeki seviyesizlik, (ayrıca bu gün savaş tam tamlarının çalması) içinizi karartmasın (bunu durduracak güç gene kendimizdedir, emperyalistlerin yapıp söylediklerinde değil). Ülkemizde iyi şeylerde oluyor. Eksik olan Geleceğin Görünümü ve Sunumu. Umarım bu sunum aşırıya vardırılmadan ve Amerikan politikalarına kurban edilmeden hedefine varır.


Yayın Tarihi: 14.10.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Merhaba şiir sever okurlarım. Kurban bayramını idrak etmiş olmanın huzuruyla geçen bir haftanın ardından tekrar bayram sonrasının ilk şiir yazısıyla bir kez daha buluşuyoruz çok şükür. Ülkemizin içine düşürülmek istendiği kaos ortamı hepimizi üzüyor. Yurdumuzu çok sevmemizden dolayı kimi şeylere dayanamıyoruz. 20. yy’lın son çeyreğinde az şey yaşamadık. 21. yy’da geçmiş yüzyılın sorunlarını ve emperyalizmin heveslerini içinde barındırıyor. Bu besbelli ki Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar dünyanın diğer yerlerinden daha fazla acı çekecek ve kim bilir bu acı ne kadar sürecek... bu bayram sonrasının huzurunun bir anda kaybolmasıyla yazılmış satırlardır. Ama hayat devam ediyor, hayat devam ettiği sürece neyi umut ederseniz o umut hep vardır. O umutta insandır. İnsan varsa işin içinde şiirde vardır tabii.

Şiir sever olmak aşkı sever olmaktır. Aşkı sever olmak insanı sever olmaktır. İnsanı sever olmaksa yaratıcıyı sever olmaktır. Biz seviyorsak yaratıcının yarattıklarının muhteşemliğine duyduğumuz hayranlıktan dolayı seviyoruz. Peki o halde yaratıcıyı sevmek gerekmez mi? Bizdeki aşkın kaynağı o dur zaten. Bu hafta “Yunus Emre” şiirlerine bunun için yer verdim. Halk edebiyatının önemli bir bölümünü tutan tasavvuf şiiri ve onun en önemli şairi Yunus Emre bize sevmenin gerekçelerini, aşkın temelini anlatır. Sizlere bu konuda sunacağım üç güzel şiirden sonra kendi şiirlerime geçeceğim

...

Aşkın Aldı Benden Beni

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni 

Aşkın aşıklar oldurur
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni

Aşkın şarabından içem
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni

Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni

Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni

Yunus’durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni

Yunus Emre

***

Ben Yürürüm Yana Yana

Ben yürürüm yana yana
Aşk boyadı beni kana
Ne akîlem ne divâne
Gel gör beni aşk neyledi

Gâh eserim yeller gibi
Gâh tozarım yollar gibi
Gâh akarım seller gibi
Gel gör beni aşk neyledi

Akarsularım çağlarım
Dertli ciğerim dağlarım
Şeyhim anuban ağlarım
Gel gör beni aşk neyledi

Ya elim al kaldır beni
Ya vaslına erdir beni
Çok ağlattın güldür beni
Gel gör beni aşk neyledi

Ben yürürüm ilden ile
Şeyh anarım dilden dile
Gurbette halim kim bile
Gel gör beni aşk neyledi

Mecnun oluban yürürüm
O yâri düşte görürüm
Uyanıp melûl olurum
Gel gör beni aşk neyledi

Miskin Yunus bîçâreyim
Baştan ayağa yâreyim
Dost ilinden âvâreyim
Gel gör beni aşk neyledi

Yunus Emre

*** ***

Bir Kez Gönül Yıktın İse

Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil

Bir gönülü yaptın ise
Er eteğin tuttun ise
Bir kez hayır ettin ise
Binde bir ise az değil

Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki Hak’kı göre
Er odur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil

Erden sana nazar ola
İçin dışın pür nur ola
Beli kurtulmuştan ola
Şol kişi kim gammaz değil

Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka matahların satar
Yükü gevherdir tuz değil

Yunus Emre

*** ***

Yunus Emre şiirlerine burada bir nokta koyduktan sonra kendi şiirlerime geçiyorum. İlk şiir sevdiğim kişiye doyamadığımı anlattığım bir şiir. Yıllar geçiyordu ama sevgim alışkanlık haline dönmeden artarak devam ediyordu. Bu kişi kim olabilir? Bir sevgili diyebilirsiniz, ama değil. O bir kardeştir. O sığınılan şefkatli bir omuzdur. O kan kardeşimdir. Daha öncede sözünü ettiğim gibi kan kardeşim bir saygıdeğer hanımdır.

...

42
Sana doyamıyorum canım sana doyamıyorum
Yerine hiç kimseyi koyamıyorum
Asırları karşılarım, seninle saatler ne ki
Sen istediğini al benden vaatler ne ki
Sana vaat etmem canım hemen veririm
İstersen böbreğimi
İstersen gözlerimi
Ben gördüm göreceğimi, ama ne gördüm
Ben bakarken kördüm sevdalar yaşarken
Sana doyamıyordum canım sana doyamıyordum
Senin sesinden başka ses duyamıyordum
Değişen bir şey yok bende
Sana doyamıyorum canım halâ doyamıyorum

Aydın Göle
03 mayıs 2003

*** ***

Kan kardeşim Fenerbahçeli. Bense Beşiktaşlıyım. Galatasaray ülkemize ilk uluslar arası başarıyı getiren kulüp. Burada nasıl fanatikçe bir takımın taraftarlığını yapabilirim. Fanatiklikten de hiç hoşlanmam. Bu şiir bunun göstergesidir.

...

43
Ben taraftarım şampiyonluklara
Mola vermek gerek alışkanlıklara
Aslanın yelesi güzel kanaryanın sesi
Kartalın kanatlarında özgürlük mavisi
Bir sana tutkunum kankam birde kartala

Aydın Göle
05 mayıs 2003

*** ***

Giden sevgililer neler dedirtir insana. Bugün okuyunca kendime bile yabancılaştığımı görüyorum. O günlerden benden bana duygu olarak bir şey kalmamış.

...

253
Kırk ayağım olsaydı sana koşardı
Kırk kalbim olsa sana atardı
Bir heves değil tutkum oldun
Seni gördüm tutulan nutkum oldun
Adını sayıklarım uykumda bile

Aydın Göle
05 mayıs 2003

*** ***

44
Bana ne kadar yakınsın, ne kadar uzak
Söyleyebilir misin canımın içi
Kimi zaman damarlarımda dolaşıyorsun
elinde bir jilet
Kimi zaman asırlar ötesine bir bilet,
gitmenin telaşındasın
Gözlerin uzak kıyılarda
İçim ezilir gözlerim dolar
Bir yerlerde güneşler söner,
ben tükenirim
Bana ne kadar yakınsın, ne kadar uzak
Bana ne kadar yakınsın, ne kadar uzak
Bin yıl geriden gelsem duyar mısın yüreğinde
Gel desem yalnızlığıma,
unutulmuşluğuma gelir misin
Söküp içimden yüreğimi
Kurtuluş günü şenliklerinde
trampet çalar mısın
Korkum var gelecek günden
Kulağına beni fısıldayıp
Yüreğinden beni silersin diye
Bana ne kadar yakınsın, ne kadar uzak

Aydın Göle
08 mayıs 2003

*** ***

45
Sessizliğin içinde
bir çığlık koparsa
can teslim edenlerden
Yüksek gerilime tutulmak gibidir
milyar kilovat saatlik
Sevdanın rengimi var
uzaktan görünür mü
Yalnız yürünmüyor, bu yol çok uzundur
Geriye dönüş yok, bir nefes mola vermekte
Sessizlikte bir çığlık
can teslim eder gibi
Nefes nefese rüzgâra kapılmaktır sevda

Aydın Göle
08 mayıs 2003

*** ***

46
Zühre yıldızından mı geldin bu mavi fanusa
Kanatların değdi mi okyanusa
Yağan yağmurlarla ıslanmadın mı
Ayrılık eser rüzgârları uslanmadın mı
Küçük bir inci tanesine kan sıçrar buralarda
Şemsiyemiz kılıçtandır
Çiçeğimiz kılıç..
Balığımız kılıç..
Kılıçtan geçiririz koca şehirleri
Kılıç artığıdır çoğumuz
Gözlerimiz kıpkırmızı
Çığlıklar böler en derin uykumuzu
Bir el okşamaz izinsiz yüreğimizi
Dizginler koyduk sevgilerimize
Sana göre yerimiz mi var
Arama, ayaklarına kara sular iner
Diner sanma
Dinmez bu fanusun kanamaları
Ne dışına çıkılır, ne yaşanır içinde
Sen uzak galâksilerin bilinmeyen yıldızı
Sana yavaş döner geceler, günler
Ağırdır sevgiye fanusun hızı
Sen Zühre yıldızı mısın yeşil ışıklar saçan
Yok! Yok! Sen serapsın sana gelindikçe kaçan

Aydın Göle
08 mayıs 2003

*** ***


Bu haftalıkta bu kadar. Haftaya görüşmek dileğiyle hepinize mutlu pazarlar sevgili okurlar.


Yayın Tarihi: 12.10.2014