30 Haziran 2014 Pazartesi

DOMATESİ YEN YENEBİLİRSEN

Yaz aylarının ilkini bitirmek üzereyiz. Baharı bıraktığımız şunun şurasında henüz bir ay olmadı. Henüz havalar yaz sıcaklarına erişmiş değil. Ramazan da başladı. Allahın hikmeti her ramazanda havalar sıcaksa biraz serinler, soğuksa ılıklaşır. Bu senede öyle olacak sanırım. Gün uzun, havada sıcak olunca inanan insanlar zorlanırlar. Ama yüce Allah kullarına zorluk yaşatmıyor işte. Bundan birkaç yıl önce kırk günü aşan bir süre aşırı sıcaklarla boğuşmuş ve epey bunalmıştık. Kimimiz serin havalarda o sıcak yazları arar, kimiz sıcak havalarda o soğuk kışları özler. Annemin bir sözü var; “insan nankör varlıktır, her şeyden şikayet eder” der. Hava biraz ısınınca yanarız. Bir serin rüzgar esse donarız. Bu nankörlük değil elbette. İnsanın zayıf yaratılışta olması onun üstünlüğünü sağlamıştır. Doğaya uyamayan insan bugünkü teknolojiye gelebilmiştir. İnsan beden olarak zayıf yaratılışta olmasa bu gün et obur veya ot obur yaratıklardan farklı olamazdı. Onlar gibi gelişemeden, olduğu gibi kalarak ömür tüketirdi. Anlamı kavramadan kitap okumak gibi bir hayat ne sıkıcı. İyiki Allah insanı zayıf yaratmış.

Dedim ya; insanın zayıf yaratılışlı olması üstünlüğüdür. Karşılaştığı her güçlükte aklını kullanmayı başaran tek canlı olması bunun göstergesidir.

Bugünde biraz aklımızı çalıştıralım, var mısınız?

Şu veriler hükümetlerce sürekli işlenmedi mi? Şimdide işlenmiyor mu?

Milli gelirlerimiz arttı, insanımız giderek zenginleşiyor, terör bitmek üzere, ekonomimiz dünya ilk on’una giriyor, sağlık hizmeti problemleri sona erdi, ilaç sıkıntıları halledildi, işsizlik son göstergelere göre azalıyor, ziraatımız güçleniyor, hayvancılığımız gelişme yeteneğinde olduğunu gösteriyor, tarımımız güçlü, milli kuruluşlarımız her geçen gün artıyor, elektronik üretim sanayimiz, insansız uçaklarımız, ağır sanayimiz, madenlerimiz, enerji kaynaklarımız ve üretimimiz, toplumsal huzur ve barışımız var, dünyanın en başarılı üniversitelerine, dört dörtlük bir milli eğitim program ve projelerine sahibiz.

Gelişmemiz küçümsenemez tamam, keşke iktidar partilerinin dediği kadar dört başı mamur olsak. Onlar bize dev aynasını uzatırlar. Öyle yapmasalar kendimize güvenimiz artmaz onları tekrar tekrar seçmeyiz ki..

Onlar bize yalancı cennetleri vaat ederek iktidara gelirler. Kendi iktidar dönemlerini güllük gülistanlık gösterirler. Sanki memlekette değil cennetteyiz. Oysa gerçek hiçbir zaman onların gösterdikleri gibi değildir. Yakın geçmişte domates ve karpuz işin öyle olmadığını bize gösterdi. Yaz bitmeden karpuz, ardından domates bitti. Domates altın fiyatlarıyla yarıştı sanki..

Evet evet, hani şu Türk mutfağının vazgeçilmezi yemeklik, salatalık, salçalık domates!! Alın size “işe yarar” seminer konusu, ister açık ister gizli toplantılar düzenleyin. Bir ara domatesin kilosu 10 liraya kadar çıktı. 10 kilo alırsanız 4 Kilo kaliteli salça yapabilirsiniz. Yani 100 liraya 1 Kg. salça. Kısacası övünçle açıklanan memura, emekli, işçi maaşlarına yapılan zamlar o yıl salça parası bile değildi.

Ezberledik artık biliyorsunuz, her yaz başında keneler yoluyla kanamalı Kırım Kongo gribi, sonbahara doğru kanatlılar yoluyla kuş gribi uğramadan gitmezdi. Bir ara ortalığı tırtıl sarmıştı, unutmuş değilim. O yılda domates güvesi musallat olmuştu. Tarladaki domatesin halini televizyonlardan görmüştüm. Hem bitkinin hem meyvenin içi boşalmıştı. İçler acısı bir durumdu. Allah’tan sera domatesleri (ben hiç sevemiyorum o domatesleri, yaz gelmeden domates yemiyorum, oysa tam bir domates tutkunuyum.) imdada yetişti fiyatlar geriledi.

Yetişti yetişmesine ama kafalardaki sorular gitmedi. Türk insanının en çok konuştuğu konulardan biri de genetiği ile oynanmış gıdalardır. İnsanımız İsrail’in şu meşhur hormonlu ve genleriyle oynanmış tohumlarını konuşur. Malum hormonlu ve GDO’lu “Milli” zirai politikalarımız sayesinde daha da konuşacak bu gidişle.

Hani söylendiği gibi heybetli olan ekonomimiz ve siyasetimiz o yıl bir kilo domatese kurban gitti! Hem bütün yaz yok sattı, hem inanılmaz uçuk bir fiyattan. Galiba birileri bizi muhatap bile almayıp, ciddi bir cevaba bile ihtiyaç duymadan açıktan dalga geçti. Bize boyumuzun ölçüsünü birde bu şekilde gösterdiler. Hep gösterdikleri gibi. Sen önce  “domates”i yen diyorlar sanki.

Yenebilirsen!


Yayın Tarihi30.06.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Henüz daha kavurucu sıcakların hüküm sürmediği yazın ilk ayını bitirirken nefes alacak serin köşeler bulmak mümkün, değmeyin keyfimize. Sıcaklarda en büyük nimet bu serin köşelerdir. Bu sene kurak bir kışın ardından yağmurlar bahar sonuna yaz başına sarktı. Zamanında yağmayan yağmurlar nedeniyle boşalan su havzaları bu yağmurlarla dolmadı tabii. Ama çiftçi için bu yağmurlar bereket demek. Bundan sonrasına da güneş gerekli. Sebzenin arzı endamını sürdürmesi için güneşede ihtiyaç var. Şimdi yaz yazlığını göstersin değil mi? Bu arada sıcaklardan dolayı yakınmalarımız olacaktır. Biz insanoğlu olarak sınırlarımızı çabuk unutan bir varlık olduğumuz için her şeyden şikâyet ediyoruz. Hoş unutmasak ne olacaktı? Dayanma gücümüz değişmeyecekti ki.. yer yer mevsim normallerinin üzerinde sıcaklar gene olacaktı ve biz gene şikâyet edecektik.

Bu sıcaklar başlarken üstüne ramazan ayıda geldi. Dini yükümlülüklerini yerine getiren her Müslüman kaybettiği suyu oruçlu olduğu sırada yerine koyamadığı için gelecek sıcaklardan daha fazla etkilenecektir. Her ramazanın ilk gününde çok etkilenirim. Ter yoluyla çok sıvı kaybedildiği için idrar yollarım biber gibi yanar. Doğrusu kendimden korkarım. Ertesi günlerde daha az hareket etmeye çalışırım. Af edersiniz; daha az yüz numaralı odayı ziyaret ederim. Vücudumdaki su kaybını biraz engellemiş olmalıyım ki ilk gün kadar idrar yollarım yanmaz. Birde ben 25 senedir tek böbrekliyim. Kalan böbreğimin zorlanmamasını sağlığım için düşünmek zorundayım. Diyalizler çekilir şey değil. Allah onu çekmemizi emretmişse amenna. Fakat gene de dikkatli olmak şart. Bunun için sağlığınızı zora sokacaksa ve doktorunuz oruç tutmamanızı öneriyorsa tutmayın. Düzenli ilaç alanlar en başta olmak üzere ameliyat sonrası dinlenme ve iyileşme süresi demek olan nekâhat süresinde olanlar oruç tutmamalılar. Unutmayın Allah bu vücudu bize iyi bakalım diye emanet verdi. Emanete hıyanet olmaz!

Bütün oruç tutanlara Allah sabrını da verir. Ben oruçlu olanlara irade savaşlarında başarılar dilerim. Allah her dua edenin duasını, her ibadet edenin ibadetlerini kabul etsin.
Bugün ramazanın ilk günü, yazı yazmakta çok zor. Bilgisayar başında ne yazayım diye düşünüyorum. Laptopum da bir ısınıyor ki, sormayın. Bu şartlarda bu yazılar sizin huzurunuza geliyor. Gazeteyi yayına hazırlayan, yazı kurulu ve matbaa bölümünde çalışanların durumu daha zor. Onlara da sabırlar diliyorum.

Bu haftaki şiirlerle 55 haftada bir ajandayı bitirmiş oluyorum. 1971-2003 yılları arasında yazdığım şiirlerin tamamı elinizin altında. Bundan sonra nerdeyse yarım ciltlik bir ajanda daha var. Onlardan da yayınlanabilir nitelikte olanları seçerek sizlere sunmaya devam edeceğim.

İzin verirseniz bu haftada şiirlerin arasına girmeyeceğim. Şiirlerin yazılış öyküsü yada bende bıraktığı düşünsel izi okumak ve öğrenmek hoşunuza gidiyor muydu bilmiyorum ama bunları da sizlerle paylaşmayı çok seviyorum. Bazen şiirler bütün bunları anlatmaya gerektirmeyecek kadar açık anlamlı olunca üstüne bir şey yazmanın anlamı kalmıyor. Bu sevda şiirleri de böyle


72
Bana beni anlatamıyorum sensiz
Bir sen var ki içimde,
kurtulmak imkânsız
Sen su gibi kaydın ellerimden
Sensiz seni taşırım dermansız
Olmak, var olmak değil, yok olmakla eş
Oldum da olamadım olmanın zoru bu
Olmak yer almaksa mekânda cismimle
Oldum ışığı yansıtıp gören gözlere
Kalbinde var değilim heyhat!..

Aydın Göle
26 aralık 2002

***

73
Ben seni seyrediyorum
Yüreğim çıkacak gibi
Senin her tavrın
Benden kaçacak gibi
Korkuyorum yıllardan
Bizi de yutacak gibi
Sevdaya sözüm yok
O davetsiz misafir
Yüreğe getirdiği
Ne elmas, ne safir
Getirdiği taşınmaz ağır bir taştır
Yüz yıllarca pişmez bir aştır
Pişirsen en harlı ocakta
Soğuk terler döktürür
Kar yağarken ocakta
Senin dudakların bana gülecek gibi

Aydın Göle
26 aralık 2002

***

74
Sana sevgilim diyemem
Sen en sevdiğimsin
Sana bir tanem diyemem
Sen yegânemsin
Ellerinde yüreğimi görüyor musun
İstediğim sevgiyi bana vermiyorsun
Buradan trenler geçer
Yalnızlığım kadar bomboş
Neden geçer, nereye gider
Rayları eskiterek
Kendide eskir, eskiyen takvimlerle
Sana sevgilim diyemem
En sevdiğim sensin

Aydın Göle
26 aralık 2002

***

75
Bir serçe kondu pencereme
Beni gördü, hemen uçtu
O sen miydin yoksa,
Seni görmek sanki suçtu
Dursan biraz konuşsak
Ben sana sensizliği anlatsam
Sen dinlesen halimi
O sen miydin yoksa
Beni gördün uçtun
Sonra güvercin kondu pencereme
Sardunyalar arasında bir çift göz
Baktı, bakıştık uzun uzun
Gözlerini seyrettim, büyülendim
Yoksa o sen miydin
Sanki bir şeyler söyler gibiydin
Sen var ya sen
Sen kırk kıratlık elmas
İçine ışık giymişsin
Gözümü alıyorsun, aklımı da
Sen var ya sen
Bir gülüşünle beni
Bin yıl esir alırsın

Aydın Göle
01 ocak 2003

*** ***

76
Güneş kutup güneşi gibi
Tan yerinden guruba koştu
Yaz yağmuru gibi,
Heyecanlı bir yağmur yağdı kısacık
Doymadık, doymadık
Güneşe yağmura doymadık
Bir rüyaydı yaşadıklarımız
Uyandık

Aydın Göle
01 ocak 2003

***

İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle hoşça kalın sevgili okurlar. Haftaya Pazar günü görüşmek üzere..


Yayın Tarihi29.06.2014

ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜN YENİ SLOGANI 2

Geçtiğimiz günlerde yeni bir vergi affı açıklanmış, her zaman olduğu gibi gazetelerde “tarihi af” olarak nitelendirilmiş, önceki yazımda bu konuyu bugünede taşıyacağımı belirterek o günkü yazıyı bitirmiştim. Kaldığımız yerden devam edelim.

Mustafa Mutlu yazısında bu konuda birde bilgi aktarmıştı. O bilgide şöyle:

“Türkiye’de bugüne kadar tam 30 kez vergi affı yasası çıkarıldı. Şimdi 31’incisi yolda!
Rekor 7 afla İsmet İnönü’de... Onu 3’er afla Süleyman Demirel, Bülend Ulusu, Bülent Ecevit ve Turgut Özal izliyor.
Ortalama 2,8 yılda bir kez vergi affı çıkarılan ülkemizde iktidar olup da vergi affı ilan etmeyen tek parti ise Demokrat Parti...
Adnan Menderes ve arkadaşları 22 Mayıs 1950 ile 27 Mayıs 1960 arasında süren 10 yıllık iktidarlarında bir kez bile buna başvurmamış...”

Kimin haklı olduğunu bana sormayın ben konunun başka yönüyle ilgiliyim. Sonunda bunu sizlere verebilmenin çabası içindeyim. Bütün dikkatimi buraya yönelttim. Kaldı ki siz kimin haklı olduğunu çok iyi biliyorsunuz.

Cep telefonundan bilgisayara kadar her türlü haberleşme ağıyla donatılmış görünen kişilerin her an ne yaptığından haberi olan, vatandaşlık numarasıyla o kişilerin her şeyini bilen, mobese kameralarıyla cadde ve sokakları (alış veriş merkezleri, toplu taşıma yerleri v.b yerleri de katarsanız izlenmedik yer kalmaz) izleyen devlet (devlet burada hükümetlerdir) bunlardan habersiz olamaz.

Akşam Gazetesinin eski yazarı Hüsnü Mahalli’nin o zamanki belirlemeleri bu konuda ne demek istediğimi daha açık ortaya koyacaktır.

“Haberlere bakılırsa devlete bağlı kurumlar resmi olarak 70 bin kadar kişiyi dinlemektedir. Şimdi bir düşünün o vatandaşlardan biri sizisiniz ve siz yılda 10.000  kadar kişiyle telefonla görüşüyorsunuz. Bu durumda devlet sizin telefonunuz üzerinden 1.000 kişiyi daha dinlemiş oluyor. Böylece 70.000 kişiyi dinleyen devlet aslında 70 milyonu dinlemiş oluyor. Ev, işyeri ve benzeri yerlerde yerleştirilen kameralar işin cabası... 
Bir de ‘özel’  kurum ve kişilerin yasal olmayan yollarla yaptığı dinleme ve gözetlemeler. Bu dinleme ve gözetlemeleri yapanlar sizin tüm konuşma ve görüntülerinizi kaydediyor, istediği şekilde montajlıyor ve gerektiğinde sizin ses ve görüntü analizlerini yaparak yeni ses ve görüntüler  ekleyebiliyor ya da çıkarabiliyor.

İşin daha vahim olan tarafı sizi gözetleyen ya da dinleyenler sizin telefonlarınızı ya da bilgisayarınızı kullanarak sizin adınıza başkalarına mesaj gönderebilir ya da yazışabilir.

Gelelim cadde, sokak, işyeri ve konutların girişlerinde yerleştirilen bildik kameralara. Onlar da sizin dışarıdaki tüm hareketlerinizi gözetliyor. 
Peki kredi kartlarına ne demeli? Bu kartları bir vesileyle takip edenler sizin ne zaman nerelere gittiğinizi, neler yaptığınızı hatta neler satın aldığınızı ve neler yiyip içtiğinizi bilecekler.

Dünyada durum Türkiye’den farklı değil.Ya da tersi ile söyleyelim; Türkiye’deki durum diğer ülkelerdeki durumdan pek farklı değil.
Ancak işin bir de küresel (hani şu global) boyutu var. Örneğin internet denilen ‘büyük mucize’... Yazışmalarınız, haberleşmeleriniz ve bu mucize ile yaptığınız her şey iç ve dış devlet ve kurumlar tarafından takip edilebilir.
Örneğin ABD’de Savunma Bakanlığı’na bağlı US.Cyber Comand. adıyla bir kurum var. Bu kurum istediğinde dünyanın dört bir yanındaki haberleşmeleri izleyebilmektedir. Aynı kurum Google, Facebook ve benzeri sosyal paylaşım ortamları üzerinde yapılan tüm bilgilenme, yazışma ve konuşmaları da gözetlemekte ve böylece bu araçları kullanan insanlarla ilgili özel bilgi arşivi oluşturmaktadır. ABD’li kurum bu görevini yaparken kendisine bağlı ve dünyanın dört bir yanında yerleştirdiği  7 milyon bilgisayardan yararlanmaktadır. ABD gerektiğinde tepemizde dolaşan casus uyduları da devreye sokmaktadır.”

Hüsnü mahalli’nin yazısına biraz ara vererek size bir haberi hatırlatmak istiyorum. Konu ilginç olduğu için okuyanlar bilir, Amerika bir casus uydusunu dünyanın yörüngesine yerleştirdi. Bu uyduyla internette kamera açanı izleyebiliyor. İzlediği kişinin yediği yemeğini, iç çamaşırlarını isterse görebiliyor.

İskoçyalı George Orwell 1948’de yazdığı 1984 adlı romanında tamda böyle bir konuyu anlatmıştı. 1988 yılında okuduğum, uzak görüşlülüğün romanı olan bu kitap yazıldığı zamanlarda olması imkânsız bir hayaldi. 2014 yılı ve sonrası için ise gerçekleşebilecek bir olgudur.

Hüsnü Mahalli’nin yazısını bitirelim..

“ABD’nin yaptığını diğer süper devletler de yapar, yapıyor.
Kişi ve kurumlar tüm bu dinleme ve gözetlemelere karşı önlem aldıkça  karşı taraf da kendi teknolojilerini geliştirerek görevini sürdürüyor.
Sonra da birileri çıkıp bizlere demokrasi ve insan haklarından söz ediyor. Oysa demokrasi ‘insanın temel haklarına saygı göstermeyi’ gerektirmektedir.  

Yukarıda özetlemeye çalıştığım  yapılanmalarla  insanların büyük bölümünü gözetleyen ve dinleyen ve dinlenmesine göz yuman ülkeler hiçbir zaman  demokratik olamaz. 

Çünkü bu  demokrasinin ve daha önemlisi insanlığın hiçbir kriterine sığmamaktadır.”

Böyle bir dünyada vergi nasıl kaçar? Vergi kaçırandan veya ödemeyenden habersiz bir devlet olabilir mi? Birilerinin bu duruma göz yumduğu muhakkak. Sonunda alınamaz duruma gelen borçları alabilmek için af çıkartılır tabii. Kurtarmak gibi, müflis tüccar mantığı egemen olunca devletin yapacağı başka bir şey kalmaz.

Özgürleştiği söylenen bireyin aslında daha çok denetlendiği ve izlendiği bir çağa hızla sürükleniyoruz. Giderek nefes alışımız bile sayılır duruma gelirse şaşırmamalı. Hava alanlarında ve bazı toplu yerlerde üst baş kontrolü cihazlarla yapılıyor. Amerika onu geliştirmiş, insanları çıplak gösteren kameralar eklemiş. Buna rağmen polisler elle kontrolde yapıyor. Bir Amerikalı buna “kalçama dokunma” diyerek şiddetle karşı koyunca bu bir eylemin adı oldu biliyor musunuz? Özgürlüklerimizin korunması için kimsenin kalçamıza dokunmaması şart.

Artık özgürlüğümüzün yeni sloganı; “KALÇAMA DOKUNMA” olmalıdır.


BİTTİ


Yayın Tarihi27.06.2014

ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜN YENİ SLOGANI 1

Ülkemizin son yirmi yedi yılı devletin ekonomik alandan çekilmesiyle geçti. Kısaca K.İ.T olarak adlandırdığımız kamu işletmeleri devlete yük olduğu söylenerek, hiç bir önem gözetmeden satıldı. Gelen her iktidar ezberletilmiş gibi hep aynı sözü söylediler. “Devlet sütçülük yapamaz, devlet manavlık yapamaz!” Devlet ne yapar diye sorsanız “çelik çomak oynar” cevabını alamazsınız elbette. “Vergi alır” diyeceklerdir muhakkak. Vergi alabiliyorsa alır. Alamadığı ortada.. o kadar ortada ki, devlet ikide bir af çıkarıyor. Affedilen vergiler değil, ödenmeyen vergi borçlarının birikmiş faiz borçlarıdır. Bu bence devletin sattığı bir şeyin karşılığıdır. Elinde K.İ.T’ler olmadan ne satmıştır diye sorulursa en azından hizmet satmıştır diyeceklerdir. Hani devlet alım satımla yani ticaretle uğraşmazdı? Hizmette ticaret metaı değil mi? Buda gösteriyor ki devlet istese de ticari hayatın dışında kalamaz. Sigarayı, benzini, doğalgazı, elektriği, ekmeği, kibriti size sattırır, sattırma izni olarakta dolaylı vergi dediğimiz bir pay alır. Ticaret; devletin varlığını sürdürebilmesinin bir çok yolundan biridir çünkü. Kim ne derse desin devlet en büyük tüccardır. Öyle tüccardır ki hükümetler eliyle kuralları kendi koyar.

Geçtiğimiz günlerde vergi affıyla ilgili manşetleri gazetelerden okumuş, televizyonlardan izlemişsinizdir. “Tarihi af” adıyla anılan yeni vergi affıyla sevinenlerde, üzülenlerde var. Vergisini düzenli ödeyende, ödemeyende sorarsanız kendini haklı görür. Dört yıl öncede vergi affı çıkarılmış köşe yazarları bugün yazdıklarını dünde yazmışlardı. Konu aynıydı, şikayet ve sevinçler aynıydı. Hükümetler değişir, zihniyet değişir ama tutumlar, davranışlar değişmediği için ülkemizde iyi şeyleri pek sıklıkla göremezsiniz. Hep namussuzlar korunur, namuslular cezalandırılır.

Ünlü köşe yazarlarımızın da böyle düşündüklerini görürsünüz. Önceki vergi affına ilişkin Fatih Altaylı afla ilgili gazetesinde 4 yıl öncede şunları yazmıştı:

“HÜKÜMET arife günü bayram hediyesini açıkladı.
Her zaman olduğu gibi Türk işi.
Kaçakçıyı, ahlâk dışı hareketi alışkanlık haline getireni, devlete kazık atmaktan zevk alanı, tüyü bitmedik yetim hakkı yiyeni ve bilcümle namussuzu sevindirecek bir bayram hediyesi.
Dedim ya tipik Türk işi.
Kaçanın ve kaçıranın anası ağlamazmış.
Zaten bu da Türk atasözü.
Yıllardır vergisini ödemeyen, yıllardır devletin parasını, milletin parasını haksız zenginleşme için kullanan herkesin yüzü gülüyor.
Çünkü devlet baba, onları affetti. Çaldılar çırptılar, ödemediler ve ceza olarak yüzleri güldü, bayram hediyesi aldılar.
Ayıp değil mi?
Yıllardır tek kuruş aksatmadan vergisini ödeyen işadamına, daha parası eline geçmeden vergisi kesilen çalışana, primini ve borcunu gününde yatırana ayıp değil mi, yazık değil mi?
Bu ülkede kazanmak için, sevinmek için ve hediye almak için ille de ahlâksız mı olmak gerekiyor!
Bu ülkenin milyonlarca namuslu vatandaşı, şimdi namussuz sever devletinden bir hediye bekliyor.
Şimdi de namuslular, erken ödeme primi, vaktinde ödeme faizi, namuslu olma ödülü istiyor. Vermeyecekseniz eğer iki çift lâfım var.
Kaçakçının cebine koyduğunuz hediye haram olsun!
Boğazından geçmesin, çoluk çocuğuna yaramasın!
Namuslunun elinden başka bir şey gelmiyor. Bedduadan başka.”

O zamanki Gazete Vatanda düşündüklerini yazan Mustafa Mutlu Fatih Altaylı’dan farklı düşünmüyordu. Bakın neler yazmıştı:

“ -Vergi borcu namus borcudur- diyen siz enayiler, derdinize yanın!
Üç kuruşluk emlâk vergisi borcunu ödemek için yüksek faizle banka kredisi kullanmak zorunda kalan...
İşçilerinin SSK primlerini zamanında yatırmak için arabasını satan...
Satacak bir şey olmayınca tefeciden borç alan ya da kredi kartından para
çekip, daha sonra donuna kadar haciz yiyen... Belki de cezaevine düşen...
Kısacası, devlete olan tüm borçlarını gününü gününe ödeyen sizler...
Kusura bakmayın ama bu devlet size -enayi- muamelesi yapıyor!
Ve bu sıfatınız dün bir kez daha tescil edildi...
Hükümet, Cumhuriyet tarihindeki en kapsamlı borç yapılandırmasını (hep böyle denir, şimdiki içinde böyle dendi. Demek ki namussuzlar azla kanmaz oldular, yada ülkede namussuz sayısı ve çeşidi artınca affın kapsama alanı giderek genişliyor. A.G) dün resmen açıkladı.
Koskoca maliyeciler size boşuna mı -kümesteki kaz- diyor, bir bildikleri var elbette...
Kümesteki kazları yoluyorlar, yaban ördeklerini ise balla börekle besliyorlar!

Tamam; namuslusunuz, borcunuza sadıksınız, dürüstsünüz...
İyi de -eşit- değilsiniz!
Devlet sizi değil, vergi borcunun namus borcu olmasına aldırmayanları...
Kendisine kafa tutanları...
Borçlarının üstüne yatıp, paralarını işletenleri kolluyor!
Durmadan af çıkarıp ödüllendiriyor...
Siz ise her defasında dizlerinizi dövdüğünüzle kalıyorsunuz!

Tüm sivil toplum örgütlerini ve dürüst vatandaşları bu –haksızlığa- karşı omuz omuza mücadele etmeye davet ediyorum.
Her defasında -kendisine kafa tutanları ve borcunu ödemeyenleri- ödüllendiren devlet, önümüzdeki yıldan itibaren borcunu tıkır tıkır ödeyen mükellefleri de ödüllendirmeli...
Geçmişte hiç vergi borcu takmamış mükellefleri belirleyerek, onların önümüzdeki beş yıl boyunca ödeyecekleri tüm vergilerde ve primlerde yüzde 20 indirim yapmalı...
Vadeyi ve oranı ben kafadan atıyorum; ama bu, en azından oturup tartışılmalı...
Sadece -devlete baş kaldıranlar- değil, -uysallar- da teşvik görmeli!

Tekrar ediyorum:
Tüm partileri...
Dernekleri, vakıfları, sendikaları ve siz sıradan ama namuslu vatandaşları bu konuda mücadele etmeye davet ediyorum!
Eğer gerçek bir demokraside yaşıyorsak...
Ve hepimiz sözde değil özde de eşitsek; o zaman devlet, namuslu mükelleflerini de koruyup kollamak zorunda...
Haydi; (….)
-Enayi- ya da -kümesteki kaz- olmadığınızı gösterin!”

Köprülerin altından çok sular aktı, devir değişti, kümesteki kazlarla birlikte olmak, namuslu sayısını arttırmak, toplum ahlakını korumak düşüncesi kalmadığı için böyle yazılarda yok artık.

NOT:
Özgürlüğümüzün yeni sloganını bu
yazıda bilerek vermedim, verseydim
bu yazının devamı gereksiz olurdu. Onun
için 2 bölümlük bu yazı dizisinin 2. ve
son bölümünde sloganı bulacaksınız.
Biraz merak uyandırmak istedim sevgili
okurlarım. Umarım beni hoş görürsünüz.
Cuma günü görüşmek üzere…


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi25.06.2014

GEREKSİZ BİLGİLER 3

Patates ve patates kabuğundan enerji üretme konusunu bitirememiştik. Yazımızın bu son bölümüne kaldığımız yerden devam edelim.

“Konuk, üretim kapasitesinin artırılması için yapılan çalışmaların yanı sıra ürün çeşitliliğini artıracak projelerin de hayata geçirildiği tesislerde, üretim sonrası ortaya çıkacak bitkisel atıklardan da biyogaz üreteceklerini vurgulayarak, şunları kaydetti:

‘Bu çerçevede biyogaz üretimi için düğmeye bastık. Konya Şeker enerjisini boşa harcamadığı gibi atıktan enerjisini çıkararak hiçbir ekonomik değerin israf edilmesine göz yummuyor.

Biz sadece Seydibey Tesisimizde değil tüm yatırımlarımızda bu ilkeyi benimsedik.

Bitkisel ürünün işlendiği ve fizibl olduğunu tespit ettiğimiz her tesisin yanında atıkları enerjiye dönüştürecek bir tesisin yükseldiğini göreceksiniz.

Bu konuda Türkiye’nin en iddialı şirketiyiz. Konya şeker, temiz enerji kullanımı, enerji verimliliği, sera gazı emisyonlarının azaltılması ve tarıma dayalı yenilenebilir enerji konusunda Türkiye'nin öncü sanayi kuruluşudur.’

Konya Şeker’in kurduğu biyoetanol tesisinin Türkiye’nin biyoyakıt üretim kapasitesinin yüzde 56’sına karşılık geldiğini dile getiren Konuk, şimdi 6 MW gücünde biyogaz tesisi kurmak üzere projelendirme çalışmalarını sürdürdüklerini açıkladı.

Konuk, bu tesisin üretim faaliyeti sonrası ortaya çıkan bitkisel atıklardan yılda 2,3 milyon m3 biyogaz üreteceğini vurgulayarak, tesisin yılda 20-22 bin ton karbondioksit eşdeğeri karbon kredisi için sertifikalandırılmasına ilişkin prosedürü de başlattıklarını belirtti.

Patetes kabuklarından ve atıklarından elde edilecek olan biyogaz tesislerinin inşaatının hızlı bir şekilde devam ettiğini dile getiren Konuk, projenin 2011 yılı Nisan ayında tamamlanmasının ve biyogaz tesislerinden üretilecek gazın Konya Şeker’in enerji ihtiyacını karşılamaya başlamasını beklediklerini söyledi.

Konuk, Seydibey Patates Entegre Üretim Tesisleri’ndeki bu yeni yatırımların tutarının 20 milyon lirayı bulacağını, bunların tamamlanmasından sonra ise yeni projelerle tesislerdeki yatırım hamlesinin devam edeceğini bildirdi.

Yeni yatırımlar kapsamında patates kroketi üretmeyi planladıklarını, geçtiğimiz ay bununla ilgili makinelerin getirilip montajına başlandığını açıklayan Konuk, yakın zamanda parmak patatesin yanında kroket üretiminin de yapılacağını duyurdu.”

Patates Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında İngilizler kadar enerji kaynaklarına ulaşmak isteyen Almanların askerlerini doyurmak için elverişli gördükleri Adapazarı ovasına ekmeleri sonucu ülkemizin tarım ürünlerinin arasına girdi. Girmekle kalmadı, en önemli beslenme kaynaklarından biri oldu.

Bugün patatesli bir çok yemek çeşidimiz var. Güzel bir yemek kadınlara göre erkeğin kalbine giden yoldur. Demek ki güzel yemek yapmayı bilen her kadın erkeğini elde etmekte zorlanmaz. En kısa zamanda parmağına (kölelik halkası –şaka şaka.) yüzüğü takıverir demektir. Alın size gereksiz bir bilgi daha. Bu defa konumuz yüzük..

Neden evlilik yüzüğü yüzük parmağına takılır biliyor muydunuz ?

“Evlilik yüzüğü neden hep aynı parmağımızdadır, neden işaret parmağı baş parmak ya da serçe parmak değil de neden yüzük parmağı?...

Evlilik yüzüğünü ilk defa eski mısır prensesi Nefertiti takmıştır...o yıllardaki
Tıbbın ne kadar ilerde olduğu ayrı bir tartışma konusudur ama yüzyıllar sonra anlaşılmıştır ki direk kalbe giden tek damar evlilik yüzüğünü taktığımız Parmaktadır.. Başka hiç bir parmağımızdan direk kalbe giden bir damar yoktur.”

Haftanın yedi günü yirmi dört saat kalpten gelen damarla kan parmaktan tekrar kalbe giderken yüzüğün basıncıyla eşini daha çok düşünmesine mi neden olur? Öylede olsa yüzük erkek veya kadının evli olduğunun topluma duyurusudur, işaretidir. Haftanın yedi günü, yirmi dört saati, yüzüğün yaptığı budur.

Haftanın yedi günü dedimde aklıma geldi. Hafta neden yedi gündür, ne zamandan beri hafta yedi gündür? Gereksiz bir bilgi daha..

Bir hafta niçin 7 gündür ?

“Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanıyorlardı. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın sayısının 7 oluşu bu sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu. Daha sonra dinlerde göğün 7 kat oluşu ve doğadaki ana renk sayısının 7 oluşu, müzik notalarının 7 oluşu 7 sayısının önemini daha çok arttırdı. Daha sonra Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısını 10 yaptı ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük hafta uygulamasına geçti, o da tutulmadı. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.”

Haftanın yedi günü hep aynı geçmez. Ülkemizde devlet işçi ve memurları 5, özel sektör işçileri 6 gün çalışır, kalan bir veya iki gün tatil yaparak dinlenir. İster çalışırken görev gereği, ister tatil günleri kişisel zevk edindiği şehirler arası geziler sırasında geceleyecekleri yerlerin başında oteller yer alır. Bu otellere, (giren çıkan sayısının çok olduğu yerler arasında sayabileceğimiz devlet dairelerine, alış veriş merkezlerine, eğlence yerlerinede) neden döner kapılar konur, hiç düşündünüz mü? Yoksa bu konuyu gereksiz bir bilgimi gördünüz?

Niçin otellerin kapıları döner kapıdır ?

Döner kapıların tek amacı enerji ve yer tasarrufudur. Büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır. Açılan normal kapıdan içeri soğuk hava rahatlıkla girer. Eğer normal kapı kullanılırsa hava değişimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden çalışacaktır. Özellikle çok kişinin girip çıktığı otel veya benzeri binalarda enerji tasarrufu için döner kapı kullanılır. Döner kanatlar sıcak havanın dışarı çıkmasına, soğuk havanın da içeri girmesini engeller. Üstelik tüm bu işlev kapı çapı kadar yer alır.
  
(Bu konu lastik gibi uzayabilecek bir konu, bu konuya dair bilgileri sizlere yeri geldikçe sunarım. Benim çok hoşuma gitti. Ne çok gereksiz sandığımız, ama bilmek gereken bilgi varmış değil mi?)



BİTMEDİ AMA BİTTİ
  


Yayın Tarihi23.06.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. İlimizdeki basın dünyasının amiral gemisi değiliz belki, ama onurlu ve yapıcı dik duruş sergilediğimiz tavrımızla belli bir okuyucu kitlesine de sahip olduğumuzu düşünüyorum. Demokrasi bu değil midir zaten? Karşıtların ve zıtların hayat hakkı bulması kadar doğal ne var değil mi? Toplumda tıpkı bir beden gibidir. Uyumlu uyumsuz her şeyi içinde barındırarak bir genel yapı ortaya çıkar. Eğer tıpkı kanser gibi marazi bir uyumsuzluk söz konusu değilse, bundan fayda bile görülür. Toplumsal ilerlemeyi ben burada görüyorum. Bilimde, sanatta, edebiyatta ve felsefede, sözün kısası, düşünsel ve güzel duyu oluşturma konusunda ilerleme sağlamanın birinci şartı buna bağlıdır. Uygar toplum böyle olunur ve böyle olunacaktır.

Hayat zaten çelişkilerin toplamı değil mi? Bilim, sanat ve felsefeyle bu çelişkilere çözüm aranır. En azından bu çelişkilerin derinleşmesinin bu yolla önüne geçilmeye çalışılır.
Bu günlerde en büyük çelişki siyasi partilerdeki sessizlik mi, yoksa geleceği söylenen bunaltıcı sıcaklara rağmen çok rahatlatıcı serin ve ferah, yağmurlu geçen bir yaz mı? Kimi yerlerde hissedilen sıcaklığın 70 derecelere, bizim gibi Anadolu’nun kuzey illerinde 50 derecelere ulaşacak olması mı diye sorsam ne dersiniz? Bu bunaltıcı sıcaklara hiçbir şey fayda etmez değil mi?

İşte bu sıcakta aşağıda sunacağım şiirler sizlerin ne kadar ilginizi çeker bilmiyorum ama, güzel bir ses, güzel bir duygu bırakmak isteğiyle sunduğuma emin olabilirsiniz.
Bu haftada şiirlerin arasına girmeyeceğim. Konu olarak kendilerini çabuk ele veren şiirler. Bu yüzden fazla söze gerek görmüyorum.

...

66
Sen ruhumda akan ırmak
Dur desem durmazsın
Mümkün değil durmak
Bir uçurumdan düşürür gibi
Sularını şelalelerin
Kalbime doldun
İçinde kayboldum o batık şehirlerin.
Aşktandır bendeki şehrayinlerin.
Debdebesi yetmez ki ayinlerin
Faydasız kalksa da ellerin
Seni benden almaya

Aydın Göle
7 aralık 2002

***

228
Art arda yağıyordu şiir
Garipti, masumdu, mahzundu
Gözleri nemliydi, elleri üşümüştü
Mosmordu dudakları
Art arda yağıyordu şiir
Gül sağanağı gibi,
güvercin sağanağı yağıyordu.
Kanatlarını kartallar kanatmış,
güneş yakmış.
Şiir yağıyordu,
ben ağıyordum karanlığın üstüne
Yangınımla beraber

Aydın Göle
9 aralık 2002

***

229
Beyaz, bembeyaz kedim vardı
Munisti, sokulgandı
Belki biraz sıkılgandı
Ben bilirdim, birde sen bilirdin
Kapıları açık bırakmışım, gitmiş..
Gecedir..
Nicedir..

Aydın Göle
9 aralık 2002

***

67
Sevgilim
Ben alıp başımı gidiyorum buralardan
Seni sana bırakıyorum
Yıldızları, mehtabı, güneşi sana
Yağmurlar gene eskisi gibi yağacak
Rüzgarlar gene eskisi gibi esecek
Çiçekler açmaya devam edecek bütün ihtişamıyla
Gök gene mavi
Yaprak gene yeşil
Deniz gene dalgalı
Hatta kimi zaman kudurgan olacak
Ben olmasamda davetkâr olacak parklar
Çimenler senin oturman için
tüm yeşilliğiyle bekleyecekler
Hayat seni yaşamaya kışkırtacak ben olmasam da
Buz gibi sular yanmış dudağına cam sürahilerde
Kırmızı domatesler dişlerini duymak için etlerinde
Çıldırasıya gülümseyecekler sana.
Sevgilim
Ben gidiyorum sevgilim
Soğuk yalnızlığıma gidiyorum
Dönmemek, ölmek üzere gidiyorum.

Aydın Göle
16 aralık 2002

***

68
Ben seni ömrüme inat sevdim
Ben seni ölüme inat sevdim
Yaşayacak bir günüm kalsa bile
Her saniyesinde
Bütün hücrelerimde duyarak sevdim
Ben seni inatlara inat sevdim

Aydın Göle
24 aralık 2002

***

69
Denizin dalgası
Başağın sarısı
Saçlarına,
Gülün kokusu nefesine
Bülbülün sesi, sesine
Ama gecenin karanlığı
Kalbine bulaşmış
Ona sevginin ışığını getirdim

Aydın Göle
21 aralık 2002

***

70
Belki rüyadır yaşanan
Belki gerçektir rüyalar
Belki sevgi bulur bizi
Belki sevgiyi biz buluruz
Belki ölümden korkarız
Belki mutluluğumuzdan ölüm
Belki kendine söylemeye korkuyorsun sevgini
Belki sevgi korkutur gözünü
Belki korktuğun sevgi değildir
Belki kalbin sırra kadem basmıştır
Belki ben çalmışımdır, bilemezsin
Belki kuytudadır kalbin
Belki boş sokaklardadır
Belki dolaşıyordur bir başına
Belki bir gün sen dönersin bana
Belki ben gelirim umut yüklü
Belki elimde bir kuşla

Aydın Göle
25 aralık 2002

***

71
Alma beni boşluk
Çekme hiçliğine beni
Kavrulmuş kahve
Ve susam kokusu
Genzimi kaşıyor
Şaşıyor beni gören
Toprağa karışıp
Nebat olmalıymışım çoktan

Aydın Göle
25 aralık 2002

***

İyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya tekrar buluşmak üzere o bunaltıcı sıcaklarda soğuk ve tatlı içeceklerle serin, yeşil ve kuytu köşeler dilerim.


Yayın Tarihi22.06.2014

GEREKSİZ BİLGİLER 2

Önceki yazımızda;

Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir?

sorusunu sormuş, cevabını vermeyi bugünkü yazımıza bırakmıştım. Kaldığımız yerden devam ediyorum.

“Bu şarkı “Happy birthday to you” dur. Hepinizin bildiği gibi bu şarkı doğum günü şarkısıdır artık. “Mutlu yıllar sana” sözleriyle başlayan bu şarkıyı her doğum günü kutlamalarında söylüyoruz. Şarkının asıl kaynağı Amerikalı iki kız kardeşe aittir. Orijinal adı “Good Morning to All” yani “hepinize günaydın”dır. Daha sonra güftesi değiştirilerek bütün dünyaya yayılmıştır. Fakat telif hakkı kardeşlere aittir, onlardan sonra da Warner/chappel müzik şirketine geçmiştir. Müzik ticari amaçlı kullanıldığı zaman şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır.”

Gereksiz bilgiler kapsamına telif haklarını alabilir miyiz bilmiyorum. Bununla ilgili elimde çok ilginç listeler var. Bunlardan biri de artık yaşamayan sanatçıların devam eden yıllık gelirleri.. Nasıl? Bu haber ilginç mi geldi? Vatan gazetesinin “forbes” dergisinden aktardığı haber şöyle:

“Forbes dergisinin, ölümünden sonra bile kazanan ünlüler listesinin ilk sırasını geçtiğimiz yıllarda 275 milyon dolarlık gelirle pop yıldızı Michael Jackson aldı. Jackson’ın geliri, 12 kişilik listedeki diğer ünlülerin toplam kazancını geçti. 

Listenin ikinci sırasında rock efsanesi Elvis Presley 60 milyon dolarla bulunurken, ‘Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı J. R. R. Tolkien 50 milyon dolarla üçüncü sırayı aldı. Charlie Brown ve Snoopy’nin yaratıcı Charles Schulz 33 milyon dolarlık kazançla dördüncü olurken, eski Beatles üyesi John Lennon 17 milyon dolarla beşinci sıraya yerleşti. 

Presley, Tolkien, Schulz ve Lennon, mal varlığının büyük bir bölümünün satışından elde edilen 350 milyon dolarlık gelirle Yves Saint Laurent’in birinci olduğu geçen yılki listede de bulunuyordu.”

Görüyorsunuz adamlar öyle bir isim oluyorlar ki, dünyanın bildiği bir marka olarak sadece isimleri bile gelir getirmeye yetiyor.

Gereksiz bilgilere devam edelim.

Patatesin ülke tarımındaki geçmişi yüz yılı sanırım biraz geçer. Çay üretimi ise yeni yeni 80 yaşına ulaştı. Ama ikisi de başlıca tarım ürünlerimizden.. Patates kabuğuyla ne yapılır diye sorsam ne dersiniz? Yapılsa yapılsa tavuklara yem yapılır mı dersiniz?

Bakın bakalım ne yapılırmış:


PATATES KABUKLARINDAN VE ATIKLARINDAN BİYOGAZ ÜRETİLECEK


“Türkiye’nin en büyük kurulu üretim kapasitesine sahip olan Seydibey Patates Entegre Üretim Tesisleri'nde biyogaz üretimi yapılacağı bildirildi.

Pankobirlik Genel Başkanı, AB Holding ve Konya Şeker Yönetim Kurulu Başkanı Recep Konuk, yaptığı yazılı açıklamada, bu yıl 32 bin ton patates alımı yapılan Seydibey Patates Entegre Üretim Tesisleri'nde saatte 12 ton patates işlendiğini belirtti.

Üretilen ürünlerin 60'ı aşkın bayi kanalıyla ülke genelindeki tüm otellere, restoranlara ve fastfoodlara ulaştırıldığını ifade eden Konuk, dondurulmuş patates üretimiyle birlikte yeni yatırımlara da başlandığını bildirdi.

(Patates konusu bayağı uzun bir konu. Bu konuya devam etmek üzere şimdilik burada ara veriyorum.)


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 20.06.2014

GEREKSİZ BİLGİLER 1

Gereklilik veya gereksizlik ölçüsü kullanılabilirlilik ve kullanılamazlıkla bağlantılıdır. Bir şeyin gerekliliğini veya gereksizliğini kullanılabilir olması kadar, o anda bulunulan şartlar belirler. Bazen en gereksiz denen şey hiç umulmadık yerde o kadar gerekli olur ki, yeri gelir hayat bile kurtarır. Bazen de gerekli olan bir şey uygun olmayan şartlarda gereksiz duruma düşebilir. Buna örnek olarak düğünde gerekli olan çalgı ve müziğin cenazede gereksiz olduğunu gösterebiliriz.

Gerekli veya gereksizlik konusundaki yargıyı en çokta bilgileri edinme tercihlerinde yaparız. Bir bilgi kullanılmayacaksa çoğu kişi için gereksizdir. Oysa kültür bu ayırımı yapmadan, eskilerin dediği gibi diyecek olursak, “hâl üzere hükmü” kolaylaştırıcı bilgilerin hepsidir. Bu bilgi  bir düşünürün, bir bilim insanının ve bir sanatçının ortaya koyduğu eser ve toplum üstündeki etkileri yerine, bu eserleri insanlığa kazandıranların boy-bos, kaş-göz, huy, zevk ve alışkanlıkları konulu olmamalıdır elbette. Eskiler bu şekildeki bilgilere “malûmat-ı furuş,” yani faraşlık biligi, böyle bilgileri edinenlere de “malûmat furuş” yani “bilgi çöpçüsü” derlermiş.

Bir bilginin gereklilik veya gereksizliğini belirleyen şartları yukarda belirttim. Ama “çöp bilgi” diye nitelendireceğimiz öyle bilgilerde var ki bugün uyguladığımız adetlerin kökenini bilmek açısından gereklidir. Yazımızı bu konulara ayırdım. İçinde sizi çok eğlendirecek bilgilerde var. Belki birçoğu için gereksiz de diyebilirsiniz, kim bilir?

Bugün olmazsa olmaz kabul ettiğimiz, uğruna çok canların yok olduğu, ülkelerin varlığının kaynağı ve sembolü paradır değil mi? Herkes paraya ihtiyaç duyar. Kimi kürk almak için, kimi ekmek.. şimdi sorumuzu soralım.

Kağıt Parayı Kimler İcat Etti ?

Para icat edilmeden önce, deniz kabuğundan kıymetli metallere kadar çeşitli mallar değişim aracı olarak kullanılmıştır. Tarihi kayıtlara göre, M.Ö. 118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kağıt para ise M.S. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır.
“Kağıt icat edildi, paranın kağıt olması yüzyıllar sürdü.” Batıda kâğıt paraların basılması ve kullanılması 17 nci yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. İlk kağıt paranın 1690’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Massachusetts Hükümeti, İngiltere'de ise “Goldsmiths” ler tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı görülmektedir.

Paranın bir değer taşıması için temsil ettiği ülkenin toplam mal ve hizmetlerinin paradan fazla olmasına bağlıdır. Ayrıca yer altı ve yer üstü servetleri de toplam malın içinde üretildiği oranda yer alarak paranın değerine etkide bulunurlar.

Dünyada; her ne kadar milliyetçilik ve din adına gösterilirse gösterilsin tamamen ortada dönen gelirden en fazla payı alma hırsı ve aç gözlülüğünden savaşlar çıkıyor. Yapılan hamasetse kirli amaçları örtmek için yapılıyor.

Yukarıdaki bilgi için gereksiz bilgi diyebilir misiniz? Kredi kartlarının her alanda yaygınlaşması nedeniyle gelecekte bu bilgi için böyle bir durumun olması mümkün. “Paranın ne önemi var mühim olan insanlık” değil mi?

Peki mühim olan insanlıksa, bu insanlık sadece parayı icat etmedi ya.. mesela ürettikleri arasında, belki de icatların en ruha yarayanı müziktir. İster çıplak sesle ister bir çalgıyla olsun insanoğlu sevindiği zaman da, üzüldüğü zaman da müzik yapıyor. Türkçede insan sesiyle yapılan müziğe “şarkı söylemek” deriz. Konu şarkı söylemekse sorumuzu sorabiliriz artık.

Dünyanın en çok söylenen şarkısı hangisidir?


Cevabını gelecek yazımızda okuyacaksınız


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi18.06.2014

DEVLET KUTSAL, SOY SOP ÖNEMLİ DERLER

Çok garip bir milletiz vesselâm. Kimimiz Hrant Dink’in cenaze töreninde olduğu gibi “Hepimiz Ermeniyiz” deriz. Kimiz de birini küçük düşürmek istediğimiz zamanda “Bunun anası Ermeni” deriz. Oysa bir yerlere yaranmak için söylenmiş olsa da hepimiz Ermeni olmadığımız gibi, birimizin annesinin Ermeni olması da önemli değildir. Bir milletten olmak bizim seçimimiz değildir. O kaderdir. Değiştirilemez bir kader.. evimizi, eşimizi, işimizi, arkadaşımızı, arabamızı seçeriz ama ana babamızı ve doğum yerimizi, yani vatanımızı seçemeyiz. Bunları değiştirdiğimizde aslımızı inkâr etmiş oluruz.
Kimliğimizin önemli bir parçası olan milliyetimizle ne çok övünürüz. Hasletlerimizi saymakla bitiremeyiz. Bunun tarih içinde yer alan haklı tarafları da vardır. Ama zamanla toplumsal değişmeye bağlı olarak bu hasletlerimizi yaşatmakta ne kadar başarılı olmuşuz?
19 ağustos 2010 tarihinde Hürriyet gazetesindeki köşesinde Yılmaz Özdil’in buna değinen bir yazısı yayınlandı. O yazıdan bölümler aktarıyorum.

***

Derviş Özer, tıp doktoru. Aynı zamanda, heykeltraş. 90’lı yılların başı... Tatile giderken, Afyon’da mola verir. Çay bahçesine kalabalık bir grup insan gelir o sırada, üstleri başları perişan, alayı gariban, ağlamaktan gözleri şişmiş... “Hayrola?” der. Şehit cenazesi taşıyan köylülerdir.
O gün 3 yaşında olan ve ortalıkta neşeyle hoplayıp zıplayan kızına bakar, bir de köylülere... Bir yanda saçının telini dünyaya değişmeyeceği evladı, bir yanda evladını vatan için toprağa vermiş baba... Utanır...
“Bir şey yapmalıyım” der. “Bu çocukları ölümsüzleştirmeliyim.”
Böylelikle “Şehit Ağacı” projesi hazırlar.
Terör şehitlerini künyelere yazacak, künyeleri ağaca takacak, çocukların birer yaprak gibi ebediyen salınmasını sağlayacaktır o ağacın dallarında... Hayata geçirmek için aradığı fırsatı, ancak 2003’te bulur. Resim Heykel Müzesi’nin açtığı yarışmaya katılmaya karar verir.
İstanbul’a gelir, künyeleri almak için Tahtakale’ye gider. Sorar soruşturur. Herkes aynı adresi verir. Ermeni bir usta... Dükkâna girer, anlatır. O güne kadar hiç düşünmediği detaya dikkat çeker Ermeni usta, “Paslanmaması lazım” der, “Evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı.”
Olmalı ama, en pahalısıdır o bahsettiği künyeler, tanesi 1 lira 25 kuruş... “Ticari iş değil bu, takma kafana” der Ermeni usta, “Vatan işi” der... 5’te 1 fiyatına, kâr falan almadan, hatta zarar ederek, 25 kuruştan verir. 3 bin künye... “Haftaya gönderirim” der. Tam gününde gönderir.

***

Sözün burasında bir şeyler eklemek istiyorum. Bizim insanımız uzun vadeli düşünmeyi pek sevmez. Bu yüzden ticarette sözüne sadık olmayana sıklıkla rastlanabilir. Yürüme engelli oluşum nedeniyle 50 senedir ortopedik firmalarıyla ilişkilerim oldu ve bundan sonrada hayatımın sonuna kadar olmaya devam edecek. 1960’lı yıllarda bu işin imalâtıyla Ermeni ve Rumlar uğraşırlardı. İstanbul’a bu işler için gittiğimizde onlara işimiz düşerdi. İnanın hiç güçlük çıkarmazlardı. 1970’lerin başında onların yetiştirdiği bir Türk İstanbul Lâleli’de küçücük bir dükkân açarak bu konuda hizmet vermeye başladı. Zamanla bu işte epey yol aldılar. Hiç unutmuyorum; bayrama bir ay kala bir cihazımı yanlış tamir etmişler ve istediğim ortopedik ayakkabılarımı yapmayarak beni mağdur etmişlerdi. Bunun için parasını vererek yalvaran (o sıralar 18’inde olan kardeşime hiç kulak vermemişlerdi). O bayramı ben cihazsız ve ayakkabısız, kardeşimde bunları yaptıramamış olarak, sonuçta moralimiz yıkık geçirmiştik. Hikâyemize dönelim.

***

Sonra, kısmet olmaz, araya başka işler karışır, hazırlandığı yarışmaya katılamaz heykeltıraş... Künyeleri paket halinde evinin deposuna kaldırır. Taa ki, amacına ulaşacağı 2009’a kadar.
Ankara Kızılcahamam Belediyesi, Şehit Fatih Duru Parkı yapmaktadır. Başvurur... Belediye “Başımızın üstünde yerin var” der... Kurumuş bir sedir ağacı, gövde olur. Ancak, bir sorun vardır. Şehit sayısı 6 bini geçmiş, eldeki künye sayısı ise sadece 3 bindir.
Parkın açılışına yetişme kaygısıyla, İstanbul’a gelmez, Ermeni ustanın ismini telefonunu da kaydetmemiştir, internete girer, eksik künyeleri tamamlamak için askeri malzeme satan tüccarlarla temasa geçer. “Paslanmaz istiyorum” der. “Abi merak etme, künyenin kralı bu” garantisi verirler. Zaman dar... Ermeni ustanın 25 kuruştan sattığı künyeleri, 1’er liradan alır.
Tek tek isimleri yazar, takar sedir ağacının dallarına, Cumhuriyet Bayramı’nda açılışı yapılır. Medya ilk gün hücum eder, Türkiye ağlayarak seyreder, sonra unutulur gider.
Ve, kış...
Sadece tebrik yağmaz tabii.Yağmur da yağar.
Şehit Ağacı'nın 3 bin yaprağı ışıl ışıl parlıyor hâlâ; gerisi paslandı...
“Vatan işi bu, evlatlarımız ebediyete kadar ışıl ışıl olmalı” sözü kulağında çın çın çınlayan heykeltıraş, ağlayarak, tek tek değiştirmek zorunda kaldı, Türk tüccardan aldığı künyeleri.

***

Az önce dediğim gibi bizim insanımız uzun vadeli düşünmeyi pek sevmez. Bu yüzden çok uzun süre karmaşık yapılı ticarette başarılı olamamıştır. Son yıllarda hızla değişen toplumsal yapımıza bağlı olarak oturmuş değerleri sarsılan insanımız, giderek ahlaki erozyona uğramıştır. Köşe başlarını en az maliyetle en yüksek kârı etme hırsında olan vurguncu tüccar zihniyetli insanlar tutmuş durumda. Sorarsanız devlet kutsal, soy sop çok önemli derler. Ama bu kutsal devleti ve ağına düşürdükleri zavallı halkı soysuzca soyarlar.



Yayın Tarihi16.06.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba! Onca yağmurun ardından gökyüzü masmavi bocuk sanki. Beyaz bulutlar gurup vakti pembeleşmiyor mu, o zaman kendimden geçiyorum. Asıl şiir o. Yüce yaratıcının şiiri; bakan ve baktığını gören her gözün, bakmaya doyamadığı her şeydir. O şiir kelimelerle kurulmaz. O şiirin kelimelere ihtiyacı yok! Onun için her dilden millet bu şiirden anlıyor. İnsanlar, bu şiiri daha çok görmek için diyar, diyar gezmiyorlar mı? Yani her anı şiir dolu mevsimler içindeyiz. Şehrimizde buna çok elverişli. Gidilen her beldemize Mevlâm ayrı güzellik saçmış. Artık evlerde durulmaz. Ya motor gücüyle karadan, ya rüzgâr gücüyle denizden gezelim. Belki en umulmadık yerde, en umulmadık biçimde şiirle karşılaşırız.
Eğer halâ evdeyseniz, yüceler yücesi yaratıcının bana bağışladığı kalbimden damlayan damlalardan biriktirdiğim şiirleri okursanız sevinirim.

Bugünkü ilk şiirim de sevmek giyilmiş ten gibidir diyorum. O öyle her elbise gibi çıkarılamaz.

…. ….

60
Sen kaç dur bakalım benden
Can çıkar huy çıkmaz bedenden
Sevmek tenimdir soyunamam
Canımı iste ruhum, senden vazgeçemem
Razıyım uykusuz gecelere
Razıyım yaşlarımdan döktüğüm gözlere
Razıyım en galiz küfürlere
Uyku haram oldu
Su içmek haram
Bir lokma ekmekte..
Sen haram oldun
Yaşamak işkence
Akşam üstleri güneş
Gözyaşlarımı görmeden batmıyor
Sana zindanlarda ağlıyorum
Sevmek tenimdir soyunamam

Aydın Göle
26 kasım 2002

***

Gerçeklik insafsız bir değişmezliktir. Siz değişmesini ne kadar isteseniz de boş.. alışana kadar etleriniz lime lime doğranır. Ama sevgiliyse bu gerçeklik, ölmeniz tutar da ölemezsiniz. Ne yaparsınız, ah çekmekten başka ne yaparsınız. Bu şiir işte öyle bir ahın şiiri.

…. ….

61
Sen insafsız gerçeğin aynası
Kalbimdeki sevgiyi görmüyorsun
Görsen mümkün değil, duramazdın
Kalamazdın böyle duyarsız
Gücüm tükendi yaşamaya
Sen zalimliğinle kal kalabilirsen
Senden zalimi çıkar, çalar kalbini
Ektiğini biçersin

Aydın Göle
26 kasım 2002

***

Vefasız yari olanlara cennet müjdelense yeridir. Çekilir acımıdır o acı? Allah kimseyi vefasıza düşürmesin.

…. ….

62
Melekler vurulmuş sana
Çok mu benim sana vurulmam
Bak ay perişan, yıldızlar perişan
Kâhkülünde sallanan bahtım perişan
Kalbine nişan
Alamaz mıyım son nefesime dek
Hüzzam dilencilere sadaka,
Dualara el aradım,
Okuyacak dudak.
Bulamadım! Benden başka
beni anlayacak.
Yok kimsede, insaf kalmamış
Sende unuttunya beni
Hüzzam saatlerin tiktakları
Savurur beni gecelere

Aydın Göle
02 aralık 2002

***

Sevdalar hastalık gibi gece canımızı daha çok acıtır. Her şey dillenir gece sevda acısıyla. Olur olmaz yerlerden gölgeler peydahlanır. Hep onun gölgeleri..

…. ….

226
Ben leyli sevdamın palamar çözmüş gemisi
Sen Leyla denizlerinin baş belası
Kayalara vurmadımsa usta kaptanlığımdan değil
Rüzgâr fısıldadı yolumu kulağıma

Aydın Göle
02 aralık 2002

***

Gitmek isteyipte gidememenin şiiri. Sevda karasızlıklarla dolu olmasa çabuk biterdi. Bitmeyen sevdada gitmek kolay iş değil.

…. ….

63
Ben gidersem büsbütün
Bulamazsın hiçbir yerde, arama
Sana bir selam emanet ediyorum
Nasıl söylersin bilmem, anama
“İç kanama
Geçirdi, yaşıyor, yaşıyor ama
Nerde, nasıl bilmiyorum” dersin
Sevdalara hiç doyama
Hiç bitmesin aşk özlemin
Bir elsiz eldiven sarsın yüreğini
Sen hiçbir şeyi sarama
Ben gidersem büsbütün
yüreğinden de giderim
Yüreğimde göremezsen kendini
pişman olup ağlama
Ağlama dayanamam, yine seni severim
Ben gidemem büsbütün
Ayak seslerim kalır kulaklarına
Gölgem kalır akşamlarına
Belki dayanamam beni seversen
Bil ki mutlaka gelirim

Aydın Göle
02 aralık 2002

***

 Bu küçük dörtlükle özlediğim kişinin o an ne düşündüğünü merak ettiğimi anlatmak istedim.

…. ….

227
Özler mi özlenen özleyenini
Bilir mi özlenen özlendiğini
Bekler mi özlenen özlemlisini
Diner mi özlemlilerin özlemi bir gün

Aydın Göle
05 aralık 2002

*** ***

Faili belli olmayan, yani kim vurduya gidenlere bakıp biz neler demeyiz? Ne kuşkular besleriz değil mi? Oysa cinayete kurban giden katilini bilir. Onun bilmediğini, her şeyi bilen Allah bilir. Aşka ziyan olmakta bir cinayet bence. Bu şiirle bunu anlattım.

…. ….

64
Faili bellidir cinayetlerin
Siz bilmeseniz de bellidir
Sessizce işleyen cinayeti
Issızda işler, gözlerden uzak
Kendi bilir birde maktül
Sizin gördüğünüz incecik bir tül
Oda sallanır durur her rüzgârla
Ya rüzgârlar sert esmelidir
Ya bir el gelmelidir kararlı
Gerçeğin apaçık görünmesi için
Sen, birde ben biliyoruz
Aşkı öldüreni, beni öldüreni
Benim dilim yok, söyleyemem
Ay suskun, yıldızlar uzak
Vicdanın seni zorlayacak
Suçunu itiraf edeceksin
Aydın Göle
05 aralık 2002

*** ***

İşte inanılmazsa aşkın yeşermeyeceği aşka ait inanç sistemi. Bu inanç sistemine girenler aşkın ne olduğunu anlarlar.

…. ….

65
Sevginin yüceliğine
Aşkın onun şahikası olduğuna
İnandım.
Sevenin
Hele aşk düştüğünde yüreğine
Kendisinin kanatsız melek
Ve yüreğinin
Kutsal kitap olduğuna
İnandım.
Sevgilinin rüya,
Acısının gerçek olduğuna
İnandım.

Aydın Göle
06 aralık 2002

***

Bir yazının sonuna daha geldik, size mutlu bir hafta sonu dilerim sevgili okurlarım.


Yayın Tarihi15.06.2014

İŞTE HAYAT BÖYLE ISKALANIR

Hayat devam ederken olanı biteni anlayan hayatın gidişatına bir derece hükmetmeyi başarır. Ama ne olup bittiğini anlamayan hayatı ıskalar. Hayat onun için Livaneli şarkısı gibi ÇOK UZAKTAN GEÇEN BİR GEMİ’dir. İnsanlar için böylede en büyük ve en düzenli insan topluluğu olan devlet için farklı mı? Tarih farklı olmadığının örnekleriyle dolu. Buna giden yapı taşları tek tek gene insan.  
İlk örneğimiz şöyle:
DAVULCU Remo’nun,  davul çalarken sağ ayağını kaldırıp tokmağı ayağının altında davula vurması, Samuel Morse’nin elektrikli telgrafı icat etmesine denk gelir.
Hayat yanından akıp giderken seyirci kalan insanlarda çok var. İşte böyle biri ülkemizin küçük bir şehrinde, Burdur’da yaşamış.
Şeker Fabrikası’ndan emekli olan Ahmet Geçer, 1980-95 yılları arasında çalışarak biriktirdiği paraları bankaya yatırmak yerine evinde saklamayı tercih etmiş. Kazandığı paraları evde kanepe altları ve yatak aralarına saklayan Geçer, bir süre sonra paraları sakladığı yeri unutmuş.

Aradan 15 yıl geçtikten sonra önceki gün eşiyle birlikte evde temizlik yapan Geçer, kanepe altı ve yatakların arasından, artık tedavülden kalkan 2 milyon 396 bin 330 TL para bulmuş. Önce çok sevinen Ahmet Geçer, bir süre sonra bu paraların artık tedavülden kalktığını fark etmiş.

Paraları bulduğunda paralar tedavülden kalktığı için hiçbir işe yaramaz. Bırakın değer kaybetmesini tedavülden bile kalkmıştır. İşte akıp giden bir hayat. Para bir sembol; yitirilen, onca zaman ve verilen emektir.

Her şeyin bir yeri ve sırası vardır. Hayatı ıskalayanlar bu sırayı unutanlardır. Dinimizde yarın ölecekmiş gibi ibadet etmekten söz edilirken hayatı ıskalamamak için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmaktan da söz edilir. O kadar ki, düne eşit geçen günü peygamber efendimiz ziyan edilmiş zaman olarak gösterir. Gelin görün ki bu sözü unutarak bilim üretemez olduk. Oysa bir alimin uykusu bile ibadetten sayılıyordu.

Bizim köylerimizden birinde köylülerin bir keçinin sırtındaki harf gibi işaretlerden anlam çıkarmaya çalışmaları, keçiyi kaptıkları gibi kaymakama götürmeleri,  kaymakamın da bunu ‘Adı geçen keçiye ne gibi bir işlem yapılmasını’  bir yazıyla merkeze sorması  ise  Çinlilerin pirinçteki gen sıralamasını bulmalarına rastlar.

Şıh Hazretleri’nin, müminlerin imanını bozacak şeyleri tebliğ etmesi de İskoç asıllı John Baird’in Televizyonu icat etmesiyle eş zamanlıdır.

Sene 2014...

- Son beş yılda insan epigenomunun ( ilk olarak 1950’lerde Conrad Waddington tarafından önerilen Epigenetik terimi günümüzde DNA dizisindeki değişimlerle açıklanamayan mitoz ve/veya mayoz bölünme) şifresi çözüldü...

- Görme engelliler için göz yerine geçen mikroçip yapıldı...
- Bilim adamı robot, Aberystwyth Üniversitesi’nde çalışmaya başladı...
- NASA, Ay’da su bulunduğunu açıkladı...
- Maryland Üniversitesi’nde, atomun içindeki veriyi bir metre uzaklıktaki kabın içine ışınlayarak taşıdılar...
- Büyük Hadron çarpışması ile yerkürenin sırrı aralandı...
- Subaru teleskobu, komşumuz yeni bir gezegen buldu...
- Başta Alzheimer ve kemik erimesi olmak üzere  27 hastalığa çare buldu elin adamı...

İşte hayat böyle ıskalanır. Hayatı ıskalayan devletse, başkalarının buyruğuna girerek küresel dünya masalıyla avunur.


Yayın Tarihi13.06.2014

KURU SU

Aşağıdaki haberin başlığını okuyunca gözlerime inanamadım. Gerçekten inanılır gibi değildi. Kim bilir? Belki bu haber gerçek değildir. Bilimsel keşif ve buluşlarda sınır tanımadığını biliyorum. Gene de inanması zor haberler alıyorum. Bu seferki buluş veya keşif sizleri de şaşkına çevirecek. Bilim insanlarının son keşfi ‘kuru su’ olmuş. Kurak bir kışın ardından sular sellerle geçen bir ilkbahar sonu, yaz başında  ne ilginç konu değil mi?

Buyurun haberi okuyalım.

Bilim dünyası yeni keşiflerde sınır tanımıyor. Bilim insanlarının son keşfi ‘kuru su’ oldu.

Bu teknolojiyle küresel ısınmayla savaşılacağı gibi sera gazı salınımının önüne de geçilmesi bekleniyor.

‘Kuru suyun’ aslında yüzde 95'i ‘ıslak’ sudan oluşuyor. Sadece normal su silika kumuyla kaplanarak ‘kuru suya’ dönüştürülüyor. Bilim insanları, kuru suyun, karbondioksiti normal sudan üç kat daha iyi absorbe ettiğini de belirtiyor.

Peki kuru su ne işe yarayacak? İnsanlar kuru suyu içebilecek mi? Bu soruların cevabı henüz net olmamakla birlikte silika suyuyla kaplı suyun ilaç yapımında, gıda üretiminde ve tüketim mallarında kullanılması bekleniyor.

Kuru suyun, doğal gaz arama çalışmalarında metan gazını emerek, bu alanda daha hızlı sonuca ulaşılmasını sağlaması da bekleniyor.”

Haber böyleydi. Su işleriyle uğraşan biri sulu biri midir? Bu sululuğa son vermek için mi suyu kuruttu acaba?

Suyu kurutanlar evli miydi, merak ettim şimdi. Bence değildi. Temizliğe ve sağlığa daha çok özen gösteren hanımlar olduğu için evli bir bilim adamının bunu keşfetmesine bence eşi izin vermezdi.

Evliliği kötüleyecek değilim. Toplumsal hayatın gereği evlilik olacak elbette. Ama bakın her evli olan da her istediğini eşine sormadan yapabiliyor mu?

Sizce Kristof Kolomb Amerika’yı keşfettiği yolculuk sırasında evlimiydi? Hayır dediyseniz kazandınız. Evli olsaydı o yolculuğa çıkabilir miydi? Evli olsaydı aralarında şöyle bir konuşma geçerdi herhalde.

* Ben gidiyorum karıcım.

- Nereye gidiyorsun?
- Kiminle gidiyorsun?
- Niçin gidiyorsun?
- Nasıl gidiyorsun?

* Keşif için gidiyorum.

- Neyin keşfine gidiyorsun?
- Niye bir tek sen gidiyorsun?

* Bilmiyorum şansımıza ne çıkarsa onu keşfederim.  

- Sen dönene kadar ben ne yapacağım?
- Ben de seninle gelebilir miyim?
- Senin kürekçilerin var mı?
- Personel listeni bana göstersene!
- Peki ne zaman dönüyorsun?
- Doğru söyle niçin gidiyorsun?

* Doğru söylüyorum keşfe çıkıyoruz.

- Sen bu seyahati bensiz planladın değil mi?
- Bana cevap versene?
- Bu seyahattin amacı ne?
- Yoksa biriyle mi kaçıyorsun?
- Senden nasıl haber alacağım?
- Senin orada neler çevirdiğin ne malum?
- Gemide kadın da var mı demiştin? (unutmayın kadınlar kuşkucudur)

* Yok karıcım, yemin olsun ki yok! Dişi sinek bile almadım gemiye.
 
- Ben hala neyin keşfi olduğunu anlayamadım?

* Bende bilmiyorum ki.. zaten neyi keşfettiğimi bilsem o keşfetmek olmazdı karıcım. Onun için neyi veya nereyi keşfedeceğimi bilmiyorum. Şansımıza ne çıkarsa..

- Senden başka keşif yapacak yok mu ?
- Sen zaten her zaman böyle yapıyorsun!
- Sen kendini bana karşı ön plana çıkartıyorsun!
- Ben anlamıyorum keşfedilecek başka bir şey daha kaldı mı ki?
- Benim kırık kalbimi niye keşfetmiyorsun?

* Gideyim geleyim onu da keşfe çıkarım karıcım, hiç merak etme sen.

- Onu bunu bilmem ben de seninle geleceğim!
- Yalnız annemler seyahatten dönene kadar bir ay beklemen lazım!

* Neden?

- Çünkü onların da gelmelerini istiyorum!
- Annemler bugüne kadar hiçbir yeri keşfetmediler!

Şimdi beni anladınız mı?

Bugün konumuz çok su götürür bir konu. Geçmişte sularla boğuşa boğuşa keşiflere gitmişler. Bugünse suyu kurutmuşlar. Göllerde, derelerde bu bekâr bilim adamları tarafından mı  kurutuldu yoksa? Şaka şaka..


Yayın Tarihi: 11.06.2014

BİZE NE OLDU?

Bu toprakların yetiştirdiği insan heyecanlı sabırsız ve telaşlı olur. Hele gençliğinde.. ama dünyanın her yerinde gençlik aynı değil midir? Bizdeki gençliğin daha adaletçi, daha paylaşımcı, daha atak, daha korkusuz olduğunu söyleyebiliriz. O gençlik haklıyı haksızı ayırabiliyor. Daima da haklıdan yana oluyor. Hele güçsüze kötü bir şey yapılmasına hiç izin vermiyor. Bu durum gençlere has değil. Sadece gençler adalet konusunda daha kesin hükümlere sahipler. Yoksa her yaşta insan bu duygulara sahip. Öylede olması gerek.

Bu girişi yapmamın bir nedeni var. Ben şimdiye kadar bu düşüncelere sahiptim. Duyarlılığımızın sebebini adalet duygumuzu tüketmeyişimize bağlıyordum. Gördüklerimden sonra duyarlılığımız konusunda fikrim değişti. Sizde okuyunca bana hak vereceksiniz.

Bir ara bilgisayarımda iki yıl kadar süreyle “MİLLİYET HABERCİ” programını kullandım. Bilgisayarım açık olduğu sürece her haberi gelen başlıklardan görüyordum. Ülkemiz ve dünyamızdaki  siyasetten ekonomiye her konuda olaydan anında haberdar ediyordu. Bir keresinde 3. sayfa haberi olarak baktığım bir haber geldi geçti. Bu haberler eskilerin diliyle “vakayı adiye”dendir. Bunun için öyle pek dikkatimi çekmez. “Terk edilen genç, sevdiği kızın annesini öldürdü” başlıklı bir haberdi bu. Bir gün öncede “sevdiği kızla evlenmesine izin vermeyen annesi ve kız kardeşini öldürdü” başlığını gelip geçerken görmüştüm. İnsanlar öldürmekten başka çare bilmiyorlar mı diye düşündüm.

Gelgelelim durum hiçte göründüğü gibi değildi. Bunu Ali Kırca görev yaptığı Show Haberde görüntüleriyle yayınlayınca çarpıldım. Ankara 16. İcra Mahkemesinin 40 yaşındaki Yazı İşleri Müdürü Nejla Yıldız , sabah işe gitmek için Akdere’de otobüs durağında beklerken, 19 yaşındaki kızı Duygu Yıldız’ın  eski erkek arkadaşı olduğu öğrenilen 22 yaşındaki Gazi Baltacı tarafından bıçaklanarak öldürülüşü görüntülenmişti.

Genç kız genci terk ettikten sonra tehditler alınca savcılığa başvurup “öldürüleceğiz” demişler, fakat yakın korumaya alınmamışlar. Annesiyle aynı işte çalıştığı işyerine gitmek için evden çıkmakta gecikince genç kız öldürülmekten kurtulmuş, annesiyle birlikte çıkan 17 yaşındaki Halil Yıldız bacağından bıçaklanarak yaralanmıştı.

Bunun üzerine haberi aradım ve buldum. Haber gazetede şöyle verilmiş:

“Korkunç olay, dün Akdere’de meydana geldi. Ankara Adliyesi’nde çalışan Nejla Yıldız, dün sabah adliyeye gitmek üzere, oğlu Halil Yıldız ile birlikte evinden ayrıldı. Durakta otobüs bekleyen Yıldız ve oğlu, kızının eski erkek arkadaşı olduğu öne sürülen Gazi Baltacı tarafından bıçaklandı.

Yıldız olay yerinde ölürken, oğlu da bacağından yaralandı. Baltacı’nın önce 6.35 mm’lik bir tabancayı belinden çıkardığı, ancak ateş almaması üzerine cinayeti bıçakla işlediği belirtildi. Ankara 9. Asliye Ceza Mahkemesi kaleminde çalışan Duygu Yıldız’ın ise evden geç çıkması nedeniyle kurtulduğu öğrenildi.

Genç kız cinayetin ardından korumaya alındı. Baltacı ise intihara kalkışınca getirildiği Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde gözaltına alındı. Baltacı’nın Keçiören’deki bir evde saklandığı, kendini öldürmeye çalışınca hastaneye kaldırıldığı öğrenildi.”

Bu haberin görüntülerini televizyondan izlerken cinayeti işleyen delikanlının zavallı kadıncağızı otobüse binerken çekerek indirmesini, sürüklemesini ve bıçaklamasını gören onca insandan ses çıkmamasına, bir kişinin bile tepki göstermemesine hayret ettim. Annesini kurtarmaya gelen kadının oğlunu da bıçaklayan gözü dönmüş caninin üstüne orda bulunanlar yürüse olay öyle mi olurdu? Bir kişi bile üstüne gitse değil cinayeti işlemek, kadınla bu kadar kolay uğraşamazdı. Yazık, çok yazık. İsteyenin her istediğini yapabildiği bir toplum olduk. Yapanın yaptığı yanına kâr kaldığı bir ülkede adalet beklenmemeli. Nerde kaldı bize has adalet duyguları? Yoksa kentli olmak demek duyarsız olmak, insanlığını unutmak mı demek? Bir köpeği böyle öldürseler hayvan severler dernekleri dünyayı ayağa kaldırırlardı. İnsan severler derneğini kursak mı acaba? Çünkü kendi türünden başka her türü seven insan, kendi türünden olan, kendisinin dışında birini sevmiyor ne yazık ki..


Yayın Tarihi09.06.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Bu serin yaz gününde size içinizi ısıtacağını umduğum dost merhabalar yolluyorum sevgili okurlar. Bu hafta yağmur yağışıları afet oluşturacak kadar arttı. Gazetelerden hem ilimizden, hem ülkemizden su baskınları haberlerini okuyoruz. Kurak geçen bir kıştan sonra baş gösteren su sıkıntısına bir çözüm umudu gözüyle bu yağışlara sevindik. Biz bunu zaten istemiyor muyduk? Zaman şimdi o zamandır işte, diyemiyoruz. Çünkü ortalığı sel götürmesine rağmen İstanbul’daki  barajların doluluk oranı 1.5 cm artmış. Bu da toplam 60 günlük su rezervinin kaldığını gösteriyor. Allah her şeyin normalini versin. Kimsenin canı yanmasın diliyorum. Kışkışlığını, yazda yazlığını yaparsa hayat düzene girer.

Bu hafta şiirlerin arasına girmek istemiyorum. Anlamları ve kime yazıldıkları o kadar belli ki.. Fazla söze gerek yok sanırım.

*** ***

216
Fazladan neyim ben
Can kurtaran sirenleri mi
Yangınları söndüremeyen
İtfaiye erleri mi
Tut elimi göreceksin
Yüreğimin sana atışını
Parmak uçlarımda

 Aydın Göle
02 kasım 2002

*** ***

217
Neler yazdım beğenmedim de sildim
Sildim gamı kederi gönlümden de
Ümidin yelkenlerine rüzgâr oldum
Pupa yelken
Dalar giderim bir tebessümüne

 Aydın Göle
07 kasım 2002

*** ***

218
Delilendim
Deli delilendim de
Kör bıçaktım
Sevginle bilendim
Çürümüş ağaçtım
Yeni filizlendim de
Kasırgalara direndim
Zavallıydım
Seninle güçlendim

 Aydın Göle
08 kasım 2002

*** ***

219
Rüzgâr zalim yar zalim
Biri beni içerden dağıtır
Biri dışarıdan dağıtır
Konuşmaya hiç yok halim
Ne sesimi duyarlar
Ne halimi görürler
Kalpleri kış uykusunda

Aydın Göle
17 kasım 2002

*** ***

220
Mutluluk bana haram
Böyle vefasızı severken
Canım yanıyor kanıyor yaram
Tam seviliyorum derken
Ellerim böğrümde kaldı
Yapayalnızım beni anlayan yok

 Aydın Göle
17 kasım 2002

*** ***

221
Ya gir aklıma hiç çıkma
Ya çık aklımdan hiç girme
Böyle kararsız durma
Bu gemi yoksa kayalara çarpacak
Kaptan dümenim elinde
Göster hünerini kurtar fırtınadan
Ben suyun üstünde duruyorum halâ
Kırk yerimde yaram var,
Yorgun yolculuklardan.
Suyun üstündeyim, hem hiç batmadan
Güneş duramıyor benim kadar
Sulara gömülüyor her akşam
Bak gene akşam, gene güneş yok
Sen ışıklarımı yak kaptan
Gece korksun bizden
Biz yol alalım sevdalara

 Aydın Göle
17 kasım 2002

*** ***

222
Yaz bebeğim yaz
Kış ortasında hava yaz
Sevgimi suya değil
Kalbinin içine yaz
Suda silinir saniyede
Kalbe yazılanı ölüm bile silemez
Kalbinde sakla beni
Kırılmış vazodan saçılmış mimozayım
Darmadağın yerlerdeyim
Seni benden vazgeçirdiler ya
Seni benden kopardılar ya
Ben daldım sen çiçek
Sandım ömür böyle geçecek
Seni kopardılar benden
Baş düştü sanki, gövdeden
Gövdenin inadını görsen
Görsen inadını bebeğim
Gözlerin seni terk ederdi
Seni sevmeye bu kadar
Bu kadar niyetli
Ve bu kadar kararlı
Seni kopardılar benden
Baş düştü sanki, gövdeden
Bilmiyorlar günaha girdiler
Neden ama neden
Sekiz başlı ejder miyim
Seni sevmekten vazgeçer miyim
Bilmiyorlar günaha girdiler
Erken bahara aldanan zerdali ağacıyım
Bu yüzden zırdeli sevdalıyım
Aldanmışların, aldanmışlığının kavrukluğu
Yapraklanmama mani
Bilmiyorlar günaha girdiler
Yaz bebeğim yaz
Kış ortasında hava yaz
Sevgimi suya değil
Kalbinin içine yaz

Aydın Göle
20 kasım 2002
*** ***
223
Yangınıma yangın ekliyorsun
Ve sen bunu hiç bilmiyorsun
Arkanı dönüp gidiyorsun
Yangınıma yangın ekliyorsun

Aydın Göle
21 kasım 2002
*** ***
224
Dostlar
Acıma merhem
Derdime çare
Yarama ilaç
Olabilir misiniz
Depremlerimi Fırtınalarımı
Durdurabilir misiniz
Trafik polisi gibi

 Aydın Göle
20 kasım 2002
*** ***
225
Ne İsa kaldı ne Musa
Neron’da unutulurdu
Roma’yı yakmasa
Biz unutulalım
Sevdamız unutulmasa
Sevdamız bizim yalan sevdamız
Başımızı derde salan sevdamız
Kanlı izi yüreklerimizde

 Aydın Göle
20 kasım 2002
*** ***
58
Sevmek seni;
Gecenin aniden
Gündüz olmasıdır
Tam orta yerinde.
Yıldızların bir hizaya gelmesidir
İp gibi dizilmesidir
El pençe divan durmasıdır,
Emre amade.
Kadehte;
Buzların erimesidir yavaş yavaş
Dilin susuzluğunu dindiren.
Suretlerde resimlerin dillenmesidir
Gizli yeminleri hatırlatan.
O yeminler ki
Yarınlara gider unutulsa da
Sonsuzluğa bağlanır.
Ayaklara çiçeklin serilmesidir
En yabancı yollarda
Sevmek seni

 Aydın Göle
20 kasım 2002



İyi pazarlar sevgili okurlar. Buz gibi ayranlı, mis gibi çaylı, soğuk meyveli serin köşeler dilerim hepinize.


Yayın Tarihi08.06.2014