31 Mart 2016 Perşembe

ÜSTÜN DÖKMEN SÖZLERİNE BİR YAZI 5


Akademisyen, psikolog, yazar ve televizyon programcısı Üstün Dökmen’in seçme sözlerine yer verip o sözleri kendimce yorumladığım veya açtığım yazı dizimize devam ediyorum

-Göz göre göre su birikintilerine taş atma, mutlaka üzerine sıçrar.
İş yapanın işi önlüğünden belli olur. Yapılan işin kiri önlüğe (yada iş elbisesine) geçer çünkü. Kirlenmekten kaçmak mümkün değildir. Kirlenmek keşke hep bu sebeple olsa... ama kaçılacak kirlenme biçimleride vardır. Kimi hastalıktan, kimi sarhoşluktan, kimi işin kendisinden, kimi kişilikten kayanaklanabilir. En kötü kirlenme kişilik kirlenmesidir. Kişilik kirlenmesinin önüne geçmek için hem kötü olaylardan, hem kötü kişilerden uzak durulmalı. Onlar hakkında ne iyi, nede kötü söz söylenmemeli. Karşılık veremeyeceğiniz kadar çok cevap alma riski vardır çünkü. Her cevap sizi kirletmek üzere söylenmiş olabilir. 

-Gözyaşlarının değerini bil. Onları hak etmeyenler için harcama.
Ağlamanında gülmeninde bir değeri, bir yeri ve sırası vardır. Uzun uzun saymayalım şimdi bunları. Ağlarken dökülen gözyaşları inci değerindedir. Hele aza, çoğa ağlanmıyorsa.. birde eşe, dosta dökülmüşse.. insanlık adına hiç tanımadığın bir hayata dökülen içten bir gözyaşı bin yıllık günahlara bedel olsa gerek. Her şeye ağlamaksa kalp para gibidir ve hiçbir değeri yoktur. Ne ruhu arındırır, ne merhamet, ne şefkat katar insana. Göz yaşı süzülürken gözlerden her bir damlada pembe şafaklar doğmalı, kara bulutları darmadağın etmelidir. Bütün bunlar hak edeni bulan gözyaşları için mümkündür inanın.  

-Senin zekâna inanan insanları hayal kırıklığına uğratma.
Eskilerin bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman, veya iş görecek kimsenin ters davranmayarak, güçlük çıkarmayarak uysallık gösterdiği zamanı belirten “eşref saati” dedikleri bir deyim vardı. Birde bunun tersini anlatmak üzere “eşek saati...” İnsanların bu iki tutumu sergiledikleri zamanlar vardır. Birde bu saatlerin dışında olağan tavırları akıl ve zekâ kokan insanlar vardır, onlardan aynı davranışları görmek her zaman mümkün. Olgun insanın yapacağı da budur. Bize düşen zekâmıza uygun davranmak, işi eşref saatine bırakmamaktır. Eşek saatinde olsak bile kimseyi hayal kırıklığına uğratmamak gerekir.

-Kendini sev.
Ben kendimle barışık biriyim. Kendime kızmam diyemem ama. Herkesin önünde dillendirmesem de hatalarımı öyle kolayca örtmem. Kendi içimde kendimle o hatalarımı tartışırım. Bütün bunlar kendimi sevmeme engel değil. Annem hala şöyle der: “İnsan kendini sevmese, yaşayamaz.” Kendine tapacak kadar (narsist) olmamak üzere her insan kendini sevmelidir. Yaşamak moral değer olarak asıl amaçsa ki öyle (dinimizde intiharın yasak olması bunun göstergesi), kendimizi zarar vermeyecek kadar sevmek zorundayız. Kendini sağlıklı biçimde sevecek bireylerden kurulu toplumda “yaşatmak” amaç olur. Kendine tapacak kadar kendini seven bireylerden kurulu toplumda “sömürü” had safhadadır. Kendini sev ama kendine aşık olma! 

-Dışarıdaki güneşe bakıp gülümse ve önünde koskocaman bir gelecek olduğunu unutma.
Işık ve ısı kaynağı aynı zamanda hayatın kaynağıdır. Bütün canlılar karanlık ve soğuk geceden aydınlık ve sıcak güne ulaşmayı diler. Çünkü gün hayatı pişirir. Bütün bunları içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinin güneş sisteminde domatesleri elmaları kızartan, otu çiçeği yeşerten güneş sağlar. Dikkat edin güneşli havalarda yüzler daha güleçtir. Güneşli havalarda fazladan moral sahibi oluruz. Bu moralle gezegenimizin hayat kaynağına bakıp gülümsemeyen önünde kocaman ve güzel bir gelecek ummayan yoktur. Güzel havalar şiiriyle Orhan Veli ne güzel vurgulamış. Güzel havada memuriyetten istifa etmiş, sigaraya böyle güzel havada başlamış, böyle havada aşık olmuş bir güzele, eve ekmek tuz götürmeyi unutmuş güzel havada, şiir yazma hastalığı güzel havalarda kendini göstermiş ona. Şimdi gelinde güneşe bakıp gülümsemeyin, yarına dair umutlar beslemeyin.   
  

DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 30.03.2016

ÜSTÜN DÖKMEN SÖZLERİNE BİR YAZI 4


Akademisyen, psikolog, yazar ve televizyon programcısı Üstün Dökmen’in seçme sözlerine yer verip, o sözleri kendimce yorumladığım veya açtığım yazı dizimize devam ediyorum

-Kendini öven insanlardan kaç.
İnsanoğlunun birbirinden ayrılmaz iki kötü huyu vardır. Biri yakınma (şikâyet), diğeri övünme. Edilgen (pasif) insan kusuru hep başkasında arar. Başarısızlığında da bahanelere sığınır. Her fırsatta bu duygularını, bu düşüncelerini kısır döngü halinde anlatır durur. Çünkü gerçeklerden kaçış yolunu böyle bulur. Böyle gönül rahatlığına erer. Gönül rahatlığını övünmeyle de kazanır. Övünme; becerisi, uğraşısı olmayanın ama zamanı çok olanın işidir. Birde böyleleri daha çok geçmişte yaşar. Öyle ya, bugün yaşanan andır ve herkesin gözü önündedir; kimse kül yutmaz. Gözlerden uzak, yarı unutulmuş bir geçmişin başrolünü bunun için oynar. Gerçekten övünülecek şeyler yapanlar övünmezler. Olgun ve gelişmiş insanda bilgi, kültür özümsenmiş, sindirilmiş, buna bağlı olarak tavır ve tutum kişiliğin aynası olmuştur. Kendini öven insan aç insandır. Övünmek kişilik açlığının sıradan işi gibi görünse de en uç noktasıdır. Bunun için kendini çokça övenden kaçınmak, hatta kaçmak gerekir.   

-Karşındakinin doğruyu söylediğini varsayma.
Esas olan insana güvenmektir. İnsanın mayasında iyilikte kötülükte vardır. Ona nasıl davranırsanız öyle tepki alırsınız. Bu ilk bebeklik anında bile böyledir. Geçenlerde bir araştırma sonuçlarının video görüntüleri yayınlanmıştı. Ufacık bebekler bile kötüyü itip, iyiye güzele yöneliyorlardı. İnsanın mayasındaki iyiliği veya kötülüğü, doğruculuğu yada yalancılığı aile ve toplum işler, bir yöne çeker. Çocuk bu çekilen yöne göre gelişme gösterir. Yetişkin insan artık ne yaparsa bilerek yapar. Bilerek suç işler, bilerek yalan söyler. Hele bir çıkarı söz konusu olan, dürüst olmayan kişiler, karşısındakini yanıltmak için yeminler ederek yalan söyler. İşin içine başkalarınca masum görünümlü yalanlarda sokulabilir. Onun için söylenenin doğruluğunu onaylatmak şarttır.

-Kendine saygını yitirmene neden olacak hiçbir şey yapma.
İnsan herkese yalan söyleyebilir, kendine söyleyemez. Yalan söyleyebilmek için karşıdakinin hiçbir şey bilmiyor yada çok az şey biliyor olması gerekir. Yoksa o anlatılan şeyin yalan olduğu anlaşılır. Daha ikinci cümlede yalanını çarparlar adamın suratına. Yalan söyleyen anlatacağı olayın veya durumun biliniyor olması durumunda bile yanlış bilindiğini iddia eder. Bu iddiasını kanıtlama çabasıyla gerçeğin bir bölümünü gizler, gizleyemezse bir yanından eğip büker. Böylelikle gerçeği çarpıtmış olur. Bunu yaparken kesinlikle renk vermez. Gelgelelim kendisine bunu yapamaz. Gerçeğin her yönünü en ince ayrıntısına kadar bildiği için vicdanını köreltmemişse kendini kandıramaz. Yalan en başta olmak üzere, insanın kendine saygısını yitirmemesi için ahlak dışı davranışlardan uzak durması gerekir. İyi ve güzel ahlakın içi geleneklere veya yaşanan çağa uygun ne varsa onlarla doldurulabilir. Onun tersinin yapılmaması öz saygının korunması için şarttır. 

-Sorunun olduğunda insanlar zaman ayırıp seni dinliyorsa onların öğütlerini göz ardı etme.
Bu devirde birini dinleyen insanı bulmak zordur. Dost veya arkadaş sohbetlerini izleyince açıkça kimsenin kimseyi dinlemediği görülür. Hele sorunu olanı neredeyse kimse dinlemiyor artık. Kimse başkası için üzülmek istemiyor. Üzüm üzüme baka baka kararır misali bende itiraf edeyim ki böyle davranmaya başladım. Kendimi sıkı denetlediğim bir konudur, hiçbir şey yapamasam bile karşımdakini dinlerim oysa. Çağın vebası ilgisizlik, duyarsızlık kime bulaşmadı ki..  yaşadığımız yoğun tempo, ülkemizin içinde bulunduğu durum bizi iyice örseledi. Gelişmiş ülkelerde de durum bundan farklı değildir. Herkes tek kişilik oyun oynuyor hayat denen bu sahnede. Hazları da, tatsızlıkları da; umutları da, umutsuzlukları da; mutlulukları da, mutsuzlukları da tek başına yaşıyor. Derdimizi, tasamızı anlatabileceğimiz bir arkadaşa, bir eşe, bir dosta sahip olmak büyük şanstır. Özellikle zaman ayırıp dinleyeni altın değerinde tutmak gerek. O değerde insanınız varsa onun öğütleri de, önerileri de dikkate alınmalıdır. Çünkü sizi dinleyen sizi seviyor ve düşünüyordur, size kötülük gelsin istemez.   


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 28.03.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlar.

İlkbahar yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Kimi çiçekler açtı, ağaçlar yeşilleniyor yavaş yavaş. Kışı geride bıraktık artık. Hava ne kadar soğuk olursa olsun en geç üç gün sonra ortalık ılınıyor. Kimi kışı sever, kimi yazı. Kimi ilkbaharı romantik bulur, kimi sonbaharın daha şiirsel olduğunu düşünür. Her mevsim kendine özgü güzelliklere sahiptir. Gönül neyi severse göz onu güzel görür. Bu günde gönlü şiiri sevmiş, gözü şairce görmüş bir şairimizden, Nihat Behram’ın şiirlerinden bir kaçını sizlere sunacağım.

...

ANACAN YİĞİTLEMELERİ
1
Canımdan can yolundu
Uğuldar anacanım
Dalı diken bürüdü
Filizim darda benim
Oy çakıl da çakıl kuduz dişleri
Körpe canı parçalamak işleri
Canımdan can duruldu
Sızıldar anacanım
Baharı kan sürüdü
Çiçeğim harda benim
Oy sinsi de sinsi hain güçleri
Aydınlığa tuzak kurmak işleri
Canımdan can budandı
Çağıldar anacanım
Bir sevdaya adandı
Yiğidim sırda benim
Oy civan da civan umut kuşları
Anaların can can açan düşleri

II
Gün doğar günüm olur
Solurum dünüm olur
Birisi benim yavrum
Gerisi gülüm olur
Vay kanlı da kanlı cellat elleri
Cellat ellerinde halkın gülleri
Işığı gözde çağır
Sözünü özde çağır
Yüreğin dağ rüzgârı
Acını közde çağır
Vay çatal da çatal yılan dilleri
Yılan dillerinde halkın gülleri

III
Yavrum benim çağıl çağıl
Sularda ışıldanır
Zulüm ona ölüm değil
Bin canda yankılanır
Oy seni de seni yavru ceylanım
Öcünü hıncıma yemin ettiğim
Tomurcuğum güne durmuş
Dal üstünde hızlanır
Düşmanları pusu kurmuş
Kan içinde gizlenir
Oy seni de seni yavru ceylanım
Ölümlerde gülüşüne kurbanım

IV
Can zulüm bağlarında
En güzel çağlarında
Alevlenmiş kuşum benim
Özgürlük dağlarında
Oy seni de seni yavru kartalım
Rüzgârını doruklarda tutanım
Bir yanım uzaklarda
Bir yanım tuzaklarda
Öfkeyle bilendi acım
Dişlenmiş kucaklarda
Oy seni de seni kanlı bağlarım
Günü gelir hesabını sorarım

Nihat Behram

***

DOĞADAN İSTEK
Beni geçmişin dehşetiyle besle
beni geleceğin özsuyuyla

Küpeler tak kulaklarıma kirazlardan
mendilimi fesleğenlerle yıka

Bana çılgın bir gürleyiş bellet
yankısıyla kapan üstüme geceleri

Benimle rüzgârları tanıştır
gözlerimi boralara düğümle

Beni kankardeşi bilsin gözyaşların
beni umudunla büyüle

Bana ıssız gecelerden yıldız kaymaları sun
beni ucu kıl birbirine sürtünen çakmak taşlarının

Koynuma başakları yıkayan yağmurunla yağ
kasıklarımı zeytin yapraklarıyla yenile

Ben seni esir alayım şiirlerle
Sen beni kul bil kendine

Nihat Behram

***

DOĞDUM BAĞLANDIM SANA
Bütün düşlerde olduğu gibi
anamın yaslı çehresinde olduğu gibi
içimde bir şeyler birikiyor

Savaşarak pişirilen toprağı
kıvır kıvır işleyen güneş
yitip gitti sanılan
bir sesi iletiyor

(...eriklere, ardıçlara, dallarını
yosunların bürüdüğü selvilere,
koruda kaybolan tavşanla, kaynağa
biriken pervanelere,
uçsuz bucaksız maviliğine denizlerin,
bulutu evcilleşmeyen dağların görkemine,
serin çığ taneleriyle ağırlaşan hasat rüzgârına,
yaylaların büyüsü keskin ayaza...)

Memleketim
4
Kınından sıyrılıp
ışıldamak için sabırsızlanan bıçak

Habersiz duruyor
terkedilmiş çocuklar gibi
gözlerinde kıvılcım güzelliğinden

Nihat Behram

***

ELLERİN AVUCUMDA İKİ ATEŞ DAMLASI
içeğinde yeni yeni kamaşan zerdalisi ömrümün,
gülüşümde çekirdeği sertleşmemiş ilk çağlam,
kızım benim, nazım benim,
gurbetelde sazım benim,
yalazlanmış can tanem,
körpe dalım bir tanem..
Sisini gözlerimin, içimdeki dumanı
seziverdin de sanki
acılandın uykunda,
sızlandın huysuzlandın..
Dudakların kurumuş, ter içindesin yavrum!
Kolsuz kanatsız kalmış
geceden beri başucundayım..
Çırpınarak anlamını arayan binlerce sözcük
kabukları koparılmış yaralar gibi
uğulduyor beynimde..
itiraf etmeliyim ki yavrum
çekip gitse de bir bir
ekmeğe, özgürlüğe, insanlık ve hayata dair
içimi dişleyen düşünceler,
senin bir gülücüğün şimdi
yaşamam için bana yeter.
Geceden beri başucundayım..
İşte, sabaha dayandı gün!
Aşsız, işsiz, kuruşsuz
bir ıssız bayırdayım.
Bebeğim, canımın kıvırcığı,
boranda fırtınada sürgün vermiş tomurcuk,
üzüm tanem, nar tanem,
acar yanım, bir tanem..
Kim kime, dum duma bir tufandayız;
günlerin ağzında kara bir gül
dikenleri tenimize dayanmış;
ürkütülmüş, sarılmış, acıyla sınanmışız..
İnim inim uykunda nasıl da yalnız
yanıyor yüzün yavrum,
yüreciğin kaşlarında tütüyor,
ellerin avcumda iki ateş damlası,
tutuşmuş rüyaların, sesin duyulmaz,
kendi kollarımızdan başka
saranımız yok bizim..
Yazım benim, güzüm benim,
yemin olmuş sözüm benim;
sana kuş bulmalıyım
sana düş bulmalıyım
gidip iş bulmalıyım..
Koynunda çırpınırken böyle çaresiz
kahrınla tanıştırdın bizi ey hayat
zehrinle tanıştırdın;
alışılmaz bildiğimiz nefrete alıştırdın!
Onurumuz:
senin için sakladığım tek servetim bu yavrum;
süt olmaz, aş olmaz, iş olmaz onurumuz..
sızım benim, gizim benim,
gurbetelde izim benim;
ateş almış taş altında kalmışız,
gün olur hesabını sorarız elbet.

Nihat Behram

***

HAPİSHANEDEKİ ARKADAŞIMA

Sevgili  kardeşim:

Belli ki
gömleğinin yakasında kuruyan ter
bu bahar
tarlaların tozunu taşımayacak
kasketinin gölgesini
küçük üzümleri andıran gözlerini
bir selvi yaprağı gibi korumayacak

Sana
tomurcuklu bir dal yollamıştım

bir kaç kitap
bir kilo portakal
Ve
“dostları özlemle kucaklamayı unutma” dizesini
almadılar

geçen yaz-hatırlarsın-
ilk meyvasını veren bir fidandan
ham zerdaliler toplayıp
uzun yollar boyunca
esaret ve zafer üstüne
marşlar söylemiştik

yaşadığın günlerin hesabını soranlara
bildiğin marşları söylemeyi unutma

Nihat Behram

***

HESAPSIZ DUYGULAR

Bil ki
üzgün bırakıp ayrılırken
caddeler
kaldırım taşlarıyla örtülmüş uçurumlardır.

Bilinçsizce mırıldanışta ansızın hatırlanan
bir şarkı gibidir dönüşündeki haz

Uzun uzun ağlamak için güdülen hasret
bazen nelere değmez
subaşından ürkütülmüş ceylanın
sekerek kaçarken ırmağa saldığı kader
sanki süzülüp kalbine gelir

Yanıp sönen solgun
ve kararsız ışıkları şehrin
topraklarda ışıldasa da yıldızlar kadar
gözlerimde yoğunlaşan anlamsız bakış
takılıp gölgesine derinliklerin
uzaklaşır.

Oysa tayların körpecik kuyruğuna
parlak yelesine bağlanan kurdela
huylarını gizlice dizginlemek içindir

Ve bilmediğim acılar
yemişine kuşların konmadığı ağaçlar
sarmaşıklar altında

Seni birazdan ay batarken anacağım
fakat unutma ki yaşamak
sonsuz bir tadla onarıyor
hırçın bir çocuğun ısırdığı elmayı

Nihat Behram

***

MANASTIR KUŞÇUSU

zor bir nakış gibi işliyorum
liseyi ve aşkı
hüzünden bir kanaviçeye

Üveyikler ibibikler arıyorum
kandillerle gece çullukları
bana bir salgını çağrıştıran bıldırcınlar
lise öğretmenlerinin dolduğu odalardan
sarı asmalar ürküyor koştuğumda

kim bilir kuşların öldüğünü
rüzgâr geçerken selviler arasından
sepetime diken gülleri toplayıp
annemin güzelliğine üzgün
kuşlar vurduğumu benim
çağlalar çaldığımı
kim bilir halâ nasıl süslüyor beni
o yusufçuk sesleri

şimdi kumruların angutların kaçıştığı
çocukların mavi serçeler topladığı
aile albümünden bir yüreği
hızla soyunuyorum
hızla soyunuyorum karanlık koynumdan
liseli kitaplarımı

Nihat Behram

***

Bu haftada her hafta olduğu gibi yazımızın sonuna geldik sevgili okurlar. Şurup gibi havaları fırsat bilip doğanın şenlendiği bu bahar mevsiminde dağ bayır demeden gezmeye çıkın. Yanınıza gözleri 24 saat bilgisayara, cep telefonuna, tabletlere bakmaktan kan çanağına dönen çocuklarınızı da alın. Onlara sanal alem yerine gerçek dünyayı tattırın. Birde arabanızda radyo çalar varsa ki bütün arabalarda vardır, FM bandındaki 100.5 frekansında sadece Türk Halk Müziği çalan TRT TÜRKÜ, yada 106.0 frekansında sadece Türk Sanat Müziği çalan TRT NAĞME radyolarını açın. Türkülerin ve Türk Sanat Müziğinin kendine, daha doğrusu bize has tatlarıyla tanışmalarını sağlayın. Hiç eleştirmeden sadece kendi zevkinizi ortaya koyarak müzikten başka her şeye benzeyen “rep” müziğinden kurtulmaları böylelikle mümkün olabilir bakarsınız. Gelecek nesillerin ülkesine yabancılaşmadan yetişmeleri sadece okulla değil sizin okul dışı katkılarınızla gerçekleşecektir.

İyi pazarlar hepinize..  

Not: Geçen hafta halamı kaybettiğim için
sizlerle buluşamadık, anlayışınıza sığınırım.


Yayın Tarihi: 27.03.2016
 

ÜSTÜN DÖKMEN SÖZLERİNE BİR YAZI 3


Akademisyen, psikolog, yazar ve televizyon programcısı Üstün Dökmen’in seçme sözlerine yer verip o sözleri kendimce yorumladığım veya açtığım yazı dizimize devam ediyorum

-Seni sevenlerle kullananları iyi ayırt et.
Birlikte hareket edenlerin birbirlerini sevip sevmedikleri bazı şeylerden feragat etmelerinden, yada gerektiği durumlarda fedakarlık yapmalarından ve birbirlerinden vazgeçmemelerinden belli olur. Birbirlerini kullananlarınsa ilişki ömürleri, kullanma sebebi adardır. Bunları birleştiren ya işlenen suçtur, yada ortak çıkarlardır. Kullanılmamak için sevdiğini söyleyenin fedakarlığı ve samimiyetine bakılmalıdır. Bu iki gurubu iyi ayırt etmek gerekir.

-Seni dinleyip anlamaya niyetli olmayanlarla tartışma.
Konuşmaktan çıktık yola, onunla devam edelim. “Konuşmak iletişimin bir yarısıdır, dinlemekte iletişimin diğer yarısıdır.” demiştik değil mi? İletişim ilişkiyi sağlayan ana etkendir. Peki neden ilişki kurmak ihtiyacımız oluşur dersiniz? Anlaşılmak isteğimiz için tabiî ki.. anlaşıldığımızı görmek bize sonsuz huzur verir. Sorunlarımızın çözüleceğine inanırız. Dinlememek anlamamaya niyetli olmamak söylediklerini dinletmek isteyen için üzücü; ama dinleyip anlamayanları görmek son derece yıkıcıdır. Bu nedenle niyeti anlamak olmayanla tartışmak şöyle dursun, konuşulmaz bile. Öyleleri kolaylıkla fark edilir. İlgisizdir, umursamazdır, yanınızdayken bile size uzaktır. İyisi mi siz, böylelerine anlatma çabalarınızla yorulacağınıza, anlatmayarak üzüntünüzü içinize gömün; unutun.

-Emrivaki oluşturulan dostlukları kabul etme.
Bir ilgisi yok gibi görünür ama sözünü edeceğim şeyin satır başlığımızla dolaylı ilgisi vardır. Şu sözü bilirsiniz; “Birine ilk kez yapılan yardım iyiliktir, 2. kez yapılan yardım iyiliğin tekrarı, 3. kez yapılan yardımsa görevdir.” Eğer bir yardım “iyilik”ten çıkıp “görev”e dönüşürse onun tadı tuzu kalmaz. İyiliklerde gönül hoşluğuyla yapılmalıdır. Gönül hoşluğu içinde yapılmayan iyilik, iyilikten olmaktan çıkar. Tıpkı bunun gibi dostluklarda gönül hoşluğuyla, gönül rızasıyla kurulmazsa adına dostluk dense bile dostluk olmaz. Her ikisinin ortak noktası gönül rızası, ve gönül hoşluğudur. Kim önerirse önersin bir dostluk ısmarlama kurulamaz. Tesadüfen kurulmuş birkaç örneği bir kenara bırakırsak başkasının arzusuyla bir dostluk belki başlar ama devam edemez. Daha öteye gidelim. Dostluğu emir verme hakkı olarak görenlerle de dostluk yürümez. Zor gününde yanında bulunmak dostluğa vefanın gereğidir. Emir almak emir vermekse ast-üst ilişkisinin geçtiği yerlerin gereği. Bunları birbirine karıştıranla dostluk olmaz.  

-Eğer verdiğin o kişide kalmıyorsa ikinci bir sır şansı verme.
Bundan önceki bölümde “Sır tutmasını bil.” başlığının altında yazıklarım şöyleydi.

Gizli kalması istenerek söylenmiş söz size güvenilerek söylenmiş sözdür. İnsanlar güvendikleri insanla 1.’si sırlarının ortaya dökülmeyeceğini bilmekle, 2.’si içlerine dert olan ve taşımakta zorlandıkları şeyleri başkasıyla paylaşmış olmakla iki türlü huzur bulurlar. Güvenli elin, güvenli sesin bizi sarması, okşaması ruhumuzun kırışıklıklarını giderir. İletişimin, ilişkinin sürekliliği için sır saklamasını bilmek gerekir. İşin burasında da boşboğaz olmamanın önemi ortaya çıkar.” 

Bu satırları ters çevirirsek “Sır verdiklerimiz sırlarımızı ortaya döktüğünde sırdaşlık hükmünü ve hakkını kaybederler” sonucuna varırız. Yanlışta değildir. Herkesin olduğu gibi güven veren bir elin, güven telkin edip şefkat saçan bir sesin bizi sarması bizimde ihtiyacımızdır.  
   

DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 25.03.2016

ÜSTÜN DÖKMEN SÖZLERİNE BİR YAZI 2


Sevgili okuyucum, 18 mart 2016 günü halamın vefat haberini aldım. Bu yüzden Pazar ve pazartesi günlerinin yazılarını gazeteye veremedim. Bundan sonra ara verme gereği doğmadan yazma fırsatı buluruz dilerim. İki günlük ara için affınıza sığınırım. Yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Akademisyen, psikolog, yazar ve televizyon programcısı Üstün Dökmen’in seçme sözlerine yer verip o sözleri kendimce yorumladığım veya açtığım yazı dizimize devam ediyorum

*

-Kimseye yalvarma.

Konuşmak ne kadar önemli değil mi? Konuşmayı kelimelerle sınırlayamayız. Sınırlamamalıyız da.. duruşumuzla da konuşuruz, bakışımızla da konuşuruz, yaptıklarımızla da konuşuruz. Jest ve mimiklerden tutunda, iş ve spor faaliyetleride bunun içine girer, sanat ve düşünce faaliyetleride. Bunların hepsi kendimizi ifade edebilme yollarıdır. İfade eksikliği insanda zaaflar yaratır. Bu zaafı daha da arttıran yalvarmaktır. Alamayacağın şeyi isteme derlerdi büyüklerimiz. Alamadıklarını almak için yalvarmak zorunda kalabilirsin. Kısaca yalvarmanın kişilik sapmasına, bozulmasına yol açtığını söyleyebiliriz.  

-Asla dönüp arkana bakma.

Söylenen söz ağızdan, atılan ok yaydan çıkmıştır. Geri gelmeleri mümkün değildir. Onlar hedefe varsalar da, hedefi görmeseler de yöneldikleri yere varırlar. İstediğiniz hedefe ulaşamadığınız için pişman olmayın. Sonucu ne olursa olsun sizi üzecek konularda geriye dönüp bakmayın. Petse etmeyin. Tekrar, tekrar ve tekrar deneyin. 

-Sır tutmasını bil.

Gizli kalması istenerek söylenmiş söz size güvenilerek söylenmiş sözdür. İnsanlar güvendikleri insanla 1.’si sırlarının ortaya dökülmeyeceğini bilmekle, 2.’si içlerine dert olan ve taşımakta zorlandıkları şeyleri başkasıyla paylaşmış olmakla iki türlü huzur bulurlar. Güvenli elin, güvenli sesin bizi sarması, okşaması ruhumuzun kırışıklıklarını giderir. İletişimin, ilişkinin sürekliliği için sır saklamasını bilmek gerekir. İşin burasında da boşboğaz olmamanın önemi ortaya çıkar. 

-Dostlarının yeri ayrı, sevgilinin yeri ayrı. Sevgilin için dostlarını, dostların için sevgilini satma.

Her insanın yeri ayrıdır. Anne baba eş ve evlatlar ilk kategoriyse, kardeşler ikinci, dostlar arkadaşlar üçüncü kategoridirler. Olması gereken budur, fakat kişisel tercihler farklı olabilir. Hayatınızda öyle insanlar olabilir ki, herkesten öne geçer. Kişisel tercihleri anlayışla karşılasam da olması gerekeni savunacağım. Şayet hayatınızı kopartmanlara bölerseniz buna gerek kalmaz. Her kopartmanın önemi ayrıdır, insanları da ayrıdır. Ev halkını dışarıdaki eş dostla karıştırmamalıyız. Aynı şekilde terside geçerlidir. Kimse için kimseyi satmamak iyi insan olabilmeye bağlıdır.   

-Kimsenin lafıyla dolduruşa gelme, ama aklının bir köşesinde de tut.

Herkes her konuda tavsiyede bulunabilir, hatta öğüt verebilir. Bunların haklı yanlarıda olabilir. Bizim göremediğimiz eksikliklerimizi karşımızdakiler görebilirler. Görüp söyledikleri şey hoşumuza gitsin gitmesin faydalıda olabilir. O an, o tavsiyeleri uygulamayabilirsiniz. Hatta fazla üstelenen kişilerle ilgili tavsiyeleri veya öğütler kışkırtıcı ve dolduruşa getirme çabası görebilirsiniz. Her ne ise onu unutmayın ve aklınızda tutun. Bir gün gerekebilir.

-Bir ilişkiyi kafanda bitirdikten sonra iki çift tatlı söz, iki damla gözyaşı için asla yumuşama.

Herkes ikinci bir şansı hak eder. Bu ister iş ilişkisinde olsun, ister arkadaş ilişkisinde olsun, ister eşlerin ilişkisinde olsun fark etmez. Gelen günlerin birinde öleceğimizi bilmemize rağmen her gelen günden umutlu olmamız kaderimizin değişeceğine olan inancımızı göstermiyor mu? İnansana ikinci kez neden inanmayalım? İnsanda kaderin bir parçasıdır. Kader değişiyorsa, insan haydi haydi değişir. Ama bu ikinci şansın üçüncüsü olmamalı. Olursa ilişkiler laçkalaşır. Ne kadar tatlı söz söylenirse söylensin, ne kadar gözyaşı dökülürse dökülsün duyguları örselemekten öteye gitmeyecektir.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 23.03.2016

ÜSTÜN DÖKMEN SÖZLERİNE BİR YAZI 1


Seçme sözlerine yer verip o sözleri kendime göre yorumlamayacağım veya açacağım psikoloji bilimi hocamız Üstün Dökmen’i elektronik ansiklopediden elde ettiğim bilgilerle
önce tanıyalım.

*

1954 yılında İstanbul’da doğan Türk akademisyen, psikolog, yazar ve televizyon programcısı Üstün Dökmen hâlen Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde profesördür.
1971 yılında Ankara’da Cumhuriyet Lisesi’ni, daha sonra Hacettepe Üniversitesi Psikoloji bölümünü bitirdi. 1986 yılında doktorasını Psikolojik Danışma ve Rehberlik alanında bitirdi. 1988’de doçentlik, 1995’de profesörlük derecesini aldı.
Sosyal bilimlere ilgi duyuyordu, ancak öncelikle Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümüne kaydoldu. Üçüncü sınıfa gelince fiziğin kişiliğine uygun olmadığını fark etti. Yeniden üniversite sınavlarına girerek Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’ne geçti. Bu bölümden mezun oldu ve aynı bölümde Uygulamalı Psikoloji (Klinik Psikoloji) alanında mastır yaptı. Psikolojik danışma ve rehberlik alanında 1986 yılında doktora, 1988 yılında doçentlik, 1995’te ise profesörlük derecesi aldı. Hâlen Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Bir dönem TRT’de Küçük Şeyler adlı bir programı hazırladı ve sundu.
Dökmen’in çeşitli bilimsel dergilerde yayımlanan makalelerinin yanı sıra dört bilimsel, bir de şiir kitabı vardır. Bu kitaplar sırasıyla; “Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi: Kuruluşu, Gelişmesi, Çalışmaları” , “Okuma Becerisi İlgisi ve Alışkanlığı Üzerine Psiko-Sosyal Bir Araştırma” , “İletişim Çatışmaları ve Empati” , “Sosyometri ve Psikodrama” adlarını taşımaktadır. Şiir kitabının adı “Selam” dır. Meslektaşı Doç. Dr. Zehra Yaşın Dökmen’le evlidir; iki kızı bulunmaktadır.

*

-Güvenmediğin kimseye aleyhine kullanabilecek hiçbir koz verme.

Boşboğaz sadece sır tutmayanlara denmez. Kime, neyi, ne zaman söyleyeceğini bilmeden ve düşünmeden konuşana da boşboğaz denir bence. Böylelerinin başı belaya girer tabii. Ama başının belaya girebileceğini önceden göremezler. Boşboğazlılar akıllı olmadıkları için herkese güvenirler. En anlatılamayacak şeyleri sıradan olaylarmış gibi anlatırlar. Çoğunlukla bilmeden sır verirler. Hatta içlerinde anlattıklarının sır olduğunu bilmeyenlerde vardır. Oysa sonuna kadar güvenilecek kimse yoktur. Olsa bile çoğu insan şartlar değiştiğinde kendide değişir. Bugün iyi olduğunuz kişi yarın aranız biraz serinlediğinde eskisi kadar samimi davranmadığını fark edersiniz. Bunun için kimseye boşboğazlık edip ilerde size karşı kullanacağı koz vermemek gerekir. Hele güvenilmez kişilerle ileri geri hiç konuşulmamalı.

-İnsanlara doğru değer ver, hak etmeyenleri sil.

Konuşmak insana değer vermenin ilk işaretidir. Değer verdiklerimizle konuşuruz önce. Bu değere değdikleri oranda (ki, buda verdikleri güvene bağlıdır) konuşmanın derinliği giderek artar. Daha sonra sadece konuşmakla kalınmaz. Araya alışkanlık, araya sevgi girer. Sevgi ve saygı ile konuşmakta birbirine değer vermekle olur. Bir konuşmada konuşmaya verilen değerin göstergesi “dinlemektir.” Karşılıklı konuşmanın baş şartı konuşanın sözünün kesilmemesi, konuşanında amacını en kısa cümlelerle belirtmesidir. Dinlemeden anlamak mümkün değildir. Konuşmak iletişimin bir yarısıdır, dinlemekte iletişimin diğer yarısıdır. Bu iç içe geçmiş iki ayrı parçadan oluşan şeyin adı sohbettir. Değer vermediklerimizle mecburi olmadıkça sohbet etmeyiz. Konuşma ve dinlemeyle başlayan iletişim, sağlıklı ilişkinin kurulmasını sağlar. Yakın ilişki kurduklarımız en çok değer verdiklerimizdir. Bu ilişkinin boyutu bizi canımızı feda etmeye kadar vardırır. Tabi buna değiyorsa. İnsan hep alıcı olmak ister. Sevgide ister, saygıda ister, oyunda ister, işte ister. Verense çok azdır. Alış veriş dediğimiz ilişkiyi veriş alış olarak değiştirenler bir değeri hak ederler. Bir köpeğe, bir kediye, bir ata, bir kuşa karşılıksız bakıp, besleyen bağlanan insan, insana insan olduğu için böyle bağlansa dünyada savaşlar olmazdı. Boşuna insan insanın kurdudur dememişler. Kendi türüne eza etmekten hoşlanan tek varlığız ne yazık ki. Böyle davrananları hayatımızdan çıkaralım derim ben.
 

DEVAM EDECEK







Yayın Tarihi: 18.03.2016

HOMO EKONOMİKUS YANİ AÇGÖZLÜLÜK



Elbette “Açgözlü” deyiminin kökeni beslenmeye ilgilidir, ancak sadece yemek yemekle sınırlı kalmaz ve her konuda doymazlığıda anlatır. Kimi gerçekten doymaz, eli kolu daima doludur, durmadan çiğnenir, durmadan bir şeyler içer. Bunlara pisboğaz diyoruz. Kimilerinin sofrayla arası iyi değildir ama abur cubur yemeye bayılır. O da durmadan bir şeyler atıştırır. Onlarda pisboğazdır. Aralarında tek fark birinin sofra kurması, diğerinin kurmamasıdır. Öyleleride vardır ki, bir akşam sofrasına aynı anda sıcak ve soğuktan tutunda çorbalar, ardından kuru fasulye, ayşekadın, biber dolması, patlıcan musakka, karnıyarık gibi yemeklerle birlikte iştah açmak amacıyla turşu koyar, salata koyar, yoğurt koyar, reçel koyar, yediklerinin boğazında dizilmemesi için hoşaf koyar ayran koyar. Pilav koyar, makarna koyar, börek koyar. Gazlı içecekleri de eksik etmezler, az ile de yetinmezler. İnanın bu saydıklarımdan en zıtlarını yada birbirinin aynılarını bir öğünde bir sofrada bulunduranı gördüm. Eskiden varlıklı ailelerde akşam yemeğinde bir sıra gözetilerek çorbalar, sıcak-soğuk yemekler, pilavlar-makarnalar yada börekler, sonunda ille tatlılar olurdu. Bunlar aç gözlülüğe girmezdi. Aksine büyük ailelerde geleneksel Türk mutfağının gereği görülürdü. Aç gözlülük bir kerede yenmesi mümkün olmayacak kadar çok ve bir öğünde sofra adabını gözetmeksizin bir arada bulunması imkânsız yiyeceklerin sofraya konmasıdır.  

Ramazanda oruçlu insanlarda bunu daha çok görebiliriz. Sofraya oturduklarında dünyayı yiyeceklerini sanırsınız. Onlarda kendilerini o kadar aç hissederler ki hiçbir şey yetmez sanırlar. Hem miktarca çok, hem ya çok zıt, ya da benzer yiyecekleri iftar sofrasına koyarlar. Patlayan ramazan topunun ardından daha çorbaya gelmeden, peynir reçel salatayla, yada en fazla çorbada doyarlardı. Yemeğe ulaşana hakikatten insan azmanı demek gerekir. Ama aç gözlüler doğru dürüst bir şey yemeden sofradan kalkarlardı. Onlar zannettikleri kadar aç olsalardı bu dünyada kıtlık başlardı herhalde.

Aç gözlü insan maymun iştahlı insandır. Tıpkı maymunlar gibi çöplenmek denen yemek yeme adetlerine sahiptirler. Sanki ellerinden alınacakmış gibi aceleyle ve her şeyi birbirine karıştırarak yerler. Midelerine kuvvet dilemek gerekir böylelerine. Mide değil sanki çöp tenekesi. Ne varsa içine atar dururlar. Hazımsızlık çektikleri içinde gelsin sodalar, gitsin gazlı içecekler..

Buraya kadar beslenmeyle ilgili “aç gözlülük”ten söz ettik. Başlarken dediğimiz gibi aç gözlülük her konuda mümkündür. En kötüsü cimriliğe varandır. Mal sahibi olmaya yönelik aç gözlülük bunu doğurur. Dünya kadar meyve ağaçları olsa bile kimseye bir meyve tattırmazlar böyleleri.

Cimriler aynı zamanda bencildirler.
Aç gözlükten nereye geldik, bakın!

Bazıları talandan korkar, bazıları yılandan. Ama kimse yalandan kimse korkmaz. Oysa dünya malı yalandır. Kimse giderken bir şey götürmüyor.  Ne yazık ki aç gözlüler, cimriler dünya malının peşinden koşarlar. Görmüyorlar fakat ecelde arkalarından onları takip ediyor. Gören çok azdır. Dolayısıyla adam kalanda azdır.

Gerçekten kendini aşmak gerekir. Kolay değildir ama başarmak şarttır. Aç gözlülük bir huydur ama onun uzantısı cimrilik toplumsal nedenlerin sonucudur. Yalnızlaştığınız oranda cimri olursunuz. İnsanlarla birlikte olunduğunda paylaşmak ihtiyacı ortaya çıkar. 

Yazımın sonunda Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Ekonomi Politiği Anabilim Dalı, Arş.Gör. İpek Madi’nin “Sosyal Bilimler Dergisi”nde yayınlanan

HOMO ECONOMICUS’UN DOYUMSUZLUK-“AÇGÖZLÜLÜK” AKSİYOMU SEMAVİ DİNLER PERSPEKTİFİNDEN DEĞERLENDİRMESİ

isimli araştırmasının önsözüne yer vermek istiyorum.

Öz
Geleneksel iktisadi zihniyete göre hayatın nihai hedefinin maksimum seviyede “iktisadi kazanç” ve itici gücünün “para duygusu ve bireysel tatmin” olması; Semavi dinlerin, insanın kâinattaki hedefini Yaratıcısına kulluk olarak ifade edişine aykırıdır. Kâinata belirli bir amaç için gelen insanın, iktisadi yaşamında da “iyi” ve “kötü” arasında yaptığı tercihlerinin karşılığı olacaktır. Geleneksel iktisadi zihniyetin homo economicus varsayımına göre “insanın kendisine yetecek miktarı elde etmiş olmasına rağmen her vakit çoğu aza tercih edeceği” kabulüyle doyumsuz (“açgözlü”) olması, Paganist fikre dayanan Antik Çağ felsefesinin bireycilik, maddi hazcılık esaslarına dayanmaktadır. Mutluluğa ulaşma hedefine engel olacak başta dini olmak üzere her tür önyargının yok edilmesi ve hiçbir engel tanımadan çevrede egemenlik sağlanması ve çevreyi kendi arzuları hizmetinde kullanılması tavsiye edilen bu dünya görüsünün “güçlü zayıfı ezer” prensibinin iktisada yansımalarından biri homo economicus varsayımının doyumsuzluk aksiyomudur. “Zenginliği sevenin elde ettiği kazanç ile doymayacağı”; “kötülüklerin kökünün para sevgisi” olduğu; “akıllı insanın nefsine hâkim olması ve ölümden sonrası için çalışması”nın vurgulandığı, sırasıyla Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin prensiplerine göre “homo economicus varsayımındaki doyumsuzluk-“açgözlülük” aksiyomunun bir tuzak olduğu” söylenebilir.


Yayın Tarihi: 16.03.2016

GERÇEĞİN AYNASINDA HAYALLER ERİR 4


“-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?”
“-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar...”

(Gerçeğin aynasında hayaller erir dedik. Dedik ama bu sadece eskiye eleştiri değildi. Günümüze de eleştiridir. Öyle abuk subukluklar vardır ki, göreni çileden çıkarır. Bu toplumun geldiği acımasız durumu gösteriyor birazda. Çay-kahve içmiş bardağını, fincanını; muz yemiş, muzun kabuğunu facebook’a koymuş. Birde ikramda bulunmaz mı? Elini uzatasın gelir, alamazsın. Geçenlerde buda olmaz dedirtecek bir paylaşım gördü bu gözler. Dört kadın, kiminin babası, kiminin dedesi yalnız yaşayan bir adama ziyarete gitmişler. Adamcağız onların yanında ölmüş. Adam yatakta pijamalarıyla yüzükoyun yatar durumda nasıl öldüyse öyle topluca resmini çekip facebook’ta yayınlamışlardı. Nasıl bir toplum olduk yahu? Yada biz hep böyle miydik? Toplumumuzu hep iyi düşündük ama gerçekle şimdi karşılaşıyoruzdur, kim bilir..)

“-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene...” dedi.
“-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada...
Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor.

(Hikâyemizin kahramanı babaannenin söyledikleri hikâye yazarının özlemini dile getiriyor tabiî ki. Yazarın özlemi bu yazımızın konusu olan “gerçekçilik”ten oldukça uzak. Ardında iyi niyet var gibi gösterilen karı koca ilişkisi, üretim tarzı tarıma dayalı bir toplum ilişkisidir. Bunu önceki bölümlerde anlattık. Şu kadarını söylemekle yetinelim; üretim ilişkilerinin değişmesi toplumun değişmesini beraberinde getirmiş, buna bağlı olarak eski toplum düzeni içinde hiyerarşiyle dizginlenen bireycilik önem kazanmıştır. Bireycilik önem kazanınca kadının erkekle yan yana yürümesi “ayıp” olmaktan çıkmıştır. Mahremiyet gizliliğe bağlıdır evet ama samimiyet gizliliğe bağlı değildir. Samimiyet sanıldığının aksine sevgiye bağlıdır. İçinde saygıda varsa samimiyet sevgiye anlam katar.)

Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, giyim kuşamdadır. Utanma, hayâ, îmandandır. Bakın size, annemden (...) duyduğum bir mesel anlatayım
Yüce Allah Adem peygamberi yarattıktan sonra meleği Cebrail Hz. Adem’in seçmesi için üç hediye getirmiş: İlim, utanma duygusu (hayâ, edep) ve akıl. Hz. Adem aklı seçince Cebrail ilim ve utanma duygusuna yerlerine dönmelerini emretmiş. İlim ve utanma duygusu “Biz ruhlar aleminde hep birlikteydik. Birbirimizden asla ayrılmayız. Ruhlar beden giydikten sonrada aynı şekilde davrandık. Akıl nerdeyse biz ordayız ve ona uyarız” demişler. Cebrail ikinci kez; “madem öyle yerlerinize yerleşin” diyerek emretmiş. Bunun üzerine akıl beyne, ilim kalbe, hayâ da göze yerleşti.”
İşte bu sebeple hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak...”

Hikâyemizin konusu yok olan mahremiyet, yani gizlilikle birlikte saygı ve sevginin kalmamasıydı. Üretim biçimleri günümüzde gelinen noktada insanın tabiat varlığı olarak tamamen varlığına henüz son vermiş değil ama fazla hayalci ve bilim kurgusal düşünce olmazsa, gelecekte son vereceğini söylemeliyim. Görünen o. Büyüyen nüfusla, büyüyen şehirle bireyin haklarını genişletmeye çalışan iktisat anlayışındayız henüz. Geleneksel davranışlar toplumların direnç noktalarıdır. Bütün direnç noktaları kendince bir düzen hayal eder ama “Gerçeğin aynasında hayaller erir.”
Önemli olan buna bizim gerçeğe ne kadar karşı duracağımız değil, Yüce Allah’ın meleği Cebrail vasıtasıyla verdiği aklımızı bilgiyle donatarak, utanma duygusuyla süzerek gerçeğe ne katacağımızdır.
 

SON    

Yayın Tarihi: 14.03.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlar!

Bu hafta sizler için seçtiğim şair Metin Eloğlu 1927 yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve lise öğreniminden sonra, 1943 yılında Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne girdi. Siyasi nedenlerle 1946 yılında iki ay tutuklu kaldı. Olay üzerine Akademiden atıldı. 1947 yılında gittiği askerliği, disiplinsiz davranışlarından dolayı uzatma cezaları alarak ancak 5 yılda bitirebildi.

Edebiyat hayatına hikâye yazarak başladı. İlk hikâyesi Servetifünun-Uyanış dergisinde 1942 yılında yayınlandı. İzmir’in Kovan adlı dergisinde Mehmet Metin adıyla “Sabah Şarkısı” adlı şiiri 1943 yılında yer aldı. Bu arada ressamlığı hiç bırakmadı. Yaptığı bir çok tabloyla sergiler açtı. 1967 yılında 1. DYO Sergisi ile ve 1976 yılında yapılan Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödülleriyle onurlandırıldı. Kaleme aldığı şiir ve hikâyelerinde kendi adının yanı sıra Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil ve Nil Meteoğlu adlarını da kullandı. Ayrıca birçok eleştiri yazısı da yazdı. 1985 yılında doğduğu şehirde; İstanbul’da öldü.

Ödülleri

TDK Şiir Ödülü (Dizin, 1972)
DYO Sergisi (Resim dalında birincilik Ödülü, 1967)
Yarımca Sanat Şenliği (Resim dalında birincilik Ödülü, 1976)

Sıra şairimizin şiirlerinde

...

LOKMAN HEKİMİN SEV DEDİĞİ 
Bu yürek
Seni seveceğini biliyordu herhalde
Bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir
Bire bin veren buğday
Elmadaki mayhoşluk
Hukuki beşer
Çınçınlı hamam
Çizmedeki kedi
Sanki elleriyle koymuşlar gibi
İkimizden bir işmar
Seni sevmemiş olsam, sözlerim yarı yarıya
Gözlerim yarım
Ellerim çolak hüseyin eli
Seni sevmesem, nefes almayı beceremem ki
Bugün günlerden ne ?
Cumartesi
Seni sevdiğim için, Cumartesi elbet
Seni sevdiğim için, bak temmuz ayındayız
Ayşe onbaşı, pir sultan abdal, büsbütün sevdalıyım sana
Bu gemiler nereye gidiyor, seni sevdiğim için
Seni sevdiğimden, suyun akası geliyor
Bacaların tütesi
Nurhayat’ın halleri, seni sevdiğim için güzel
İbrahim’in dilleri
İnsan seni sevince, tutsaklığa kızar tabi
Savaşın adı geçse, cinifrit olur
Ereğli’nin kömürünü düşünür, ne kömür o be
Raman’ı düşünür, Çukurova’yı düşünür
Seni sevdiği için, Haliç’te bir uğultu
Marmara’da bir deniz
Isparta bahçesinde güller
Seni sevdiği için goncalanıyor
Seni sevdiğim için, kilim dokuyor Avşar’da
Yarın sabahlar, seni sevdiğim için icat edildi
Penisilin, halk şiiri, canlı sinema
Mapushaneler, yedi düvel, harbi ispanyol nezlesi
Sultan Hamid, don civani
Ne bilsinler seni sevdiğimi
Başaklanmayan yulafa söylemeli
Cılk yumurtaya
Paslı demire
Kulağını bükmeli kurtlu kirazın
Hoşnut değilllerse bu gidaşattan
Akıl etsinler seni sevdiğimi,
Yeşille turuncunun kafa barıştırması, bu sevdadan ötürü
Tepemizdeki o göçmez tavan
Sulardaki yakamoz, ortancadaki pembe
Ben seni sevdim diye
Bingöl vilayetinde, kamyondan inince
Tığ gibi bir delikanlıya soruyorum
Siz nerenin bulutlarısınız böyle ?
Biz sizin sevdanızın bulutlarıyız
Bir yıldızlı akşamı varsa Ankara’nın
1953 kışları içinde
Karnı tok, sırtı pekse hısım akrabanın
Konu-komşu, dirlik düzenlik içindeyse
Birbirimizi daha çok sevelim diye
İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor
Şair oluyor mesela
Meyhaneden cayıyor bir akşamüzeri
Caysın be güzel
Caysın be iyi
Tütünü bırakıyor, tütün neyime zarar
Keseme zarar, ciğerime zara, sevdama zarar
Seni sevince adamın papuçları eskimiyor
Beti-benzi yeni çarktan çıkmış gibi
Seni sevince insan bilgili saygılı gönlü gani şen
Saçları zencefilli
Erkencecik evine dönmek istiyor canı
Hep seni düşün
Hep seni yaşat
Hep seni yıka
Seni doyur üç öğün
Seni bir kanım uyut, sonra uyandır
Lokman hekim, seni sev diyor bana
Seni sevmeseydim, ilkbaharı kodunsa bul gayrı
İstanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde
Umut diye bir şey yoktu ki, seni sevmeseydim
Hak, hukuk, bereket diye
Eşitlik, kardeşlik, hürriyet diye
Yüreğime sağlık ne iyi ettim..!

METİN ELOĞLU  

***

AŞKLAMA 
Şaraptı rakıydı şuydu buydu
Kişi esrimeyi bir aşkta tatmalı ilkten
Dedim ya ondan gayrı korkuluğa güvenmem
İçtiğim hep aşktı benim gerisi tortu

Sevişik bir keçi yumukgöz oğlağına
Özüne aşk sızmış o sütü emziriyor
Yumurtasını bir kovuğa koyarken
Aşkı da koyuyor anaç zargana

Aşk mavisi tükendiyse o boşuna denizde
Bil ki diken diken bir çamurla örtülüdür sığlığı
Niye enez bu zambak diye sordular mıydı
Aşksız geçen günlerinde örselenmiş, de

Aşk bürünmeseydi de bak hiç şakır mıydı
Şu bi damlacık isketeyi tâ gagadan kuyruğa
Kişi gönlünü yitirdi mi ne yüzle çıkar sokağa
Yaşamda nesi varsa aşk işte onun adı

Ansıyın aşkla yağdı da sular
Ondan kokulandı ıtır çiçeklendi elma
Doğayla el ele bizi üreten bir sevgi var
Evrende en soylusu sezdim ki bu çoğalma

METİN ELOĞLU  

***

UYAN
Hadi uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar yerinden uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin?

Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiyi yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle, yaşamak desin
Toprağı dinle, barışmak desin
Göğü dinle, sevişmek desin

Bir plak konmuş gibi gramofona
İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü
Uyan diyor uyansana

Hadi uyan
Sevdiğim uyan
Ne olur uyan !

METİN ELOĞLU  

***

ELOĞLU 
Eloğlu binlik bozdurur
Ben bozduramam

Eloğlu başını yastığa kor komaz uyur
Ben uyuyamam

Eloğlu sofrasında dokuz türlü
Benim aç yattığım olur bazen

Benim evim gecekondu
Eloğlunda apartıman

Eloğlunda ince müzik
Benimkisi aman aman

Benim kuru başım bana yeter
Eloğlunda karı kızan

Ben keçileri kaybettim
Eloğlunda usta çoban

Bu soyadı bana haram

METİN ELOĞLU  

***

ÇİLİNGİR SOFRASI 

Bu zıkkımın yanında
Arnavut ciğeri ister, bir.
Çiroz salatası ister, iki.
Cacık ister, üç.

Adalet, müsavat, hürriyet demeye
Sadece yürek ister.

METİN ELOĞLU  

***

DEĞERLEME 
Bu aşk senden önce hürriyete yöneldi
Gecenin ortasında sen sımsıcak bir kadın
İçinde sen varken geceler dile geldi
Barışa yöneldi umudu darmadağın
Onları özlemek belki senden güzeldi
Çünkü sen ancak onlarda vardın
Hayatın mavişliği onlarla vardı

METİN ELOĞLU


***

PASTIRMA YAZI
Dedim ya benim aşklarımın doğusu bura
Bura benim yarınımdan sakınan tel tel
Bura işte ilkyazından irkilip huylandığım
Dedim ya gün batmadan kunnamaz çakal

Işıtmaz solutmaz bir aşkın doğusu bu
Köpeklenmiş havuzda boğum boğum kediler
Hoşundu be İstanbul hoşundu savsak günler
Çöl dünümle ikizlenen ne yavan olgu

Bu çağandan kalacak bir sünepe bildiri
Öncelenmiş yalanlarla yakapaça gidiyor
Olmaz olaydı bu yaz, demez olaydı şiir
Dedim ya aşkımızın en firavun günleri

Kaskatı bir güz içi daldım yazık hayatıma
Hasan diye birim vardı uzamış perçemleri
Ben, Güzin, yaz da bitti e sonra
Amcasına babasına pay veren çiçekleri

METİN ELOĞLU


***

EŞÇİL 
Aşksa bu, ben buna varım, günlerim sığı;
Gündüze dek kalasın diye sevdim seni geceden
Eşçilim ben, ben buyum, ne güzel huy bu;
Bir hız gelsen, hemen olsan, sonra yazlar;
Bunca yıldan tatmadığım bir tırança balığı;
Belki gözlerimin kıymığı şu denizler!

METİN ELOĞLU

***

ÇILGAR 
Oralar yazın mı hala, güpgüzel
Gayri şarapsadım ben, İstanbulsadım
Kuşladıysa gözlerimi bir sakar tavan
Sensiz günlerimi çarçur etmek içindir
Ama pörsümüş, gül bitine karmış bir sarı
Siner külçelenir ta evimde barkımda
Pelit acısından yavuz bir özlem kiri
Yu canım usulcacık
Sen bunca umudumun çılgarı
Göğü maviltir bir kırlangıç yakamoz
Balıklar debreşir suda

METİN ELOĞLU

***

SOFRA ADABI 
Keşkek şu kazanda kaynar, benim bildiğim;
Şu güveçte helmelenir fasulya.
Kuzu şu kadar ateşte çevrilir;
Tuzlama şu tabağa konur ille..
Yumurta şu sahana kırılır.
Çorba mı? Çorba şu kaşıkla içilir tabii,
Hoşaf bu kaşıkla..
İster uskumru olsun, ister kolyoz,
İster orkinoz, ister hanos;
Balık şu bıçakla kesilir..
Şarap siyahsa şu kadehe konur elbet,
Beyazsa bu kadehe

Yavan ekmeği nasıl yersen ye...

METİN ELOĞLU
  
***

Bu haftada bir şairle birlikte olduk. Dünyaya o şairin penceresinden kendi gözümüzle baktık. Tek taraflıda olsa bir etkileşimin kurulduğunu umuyorum. Kurulmuşsa şiirlerden hoşlanmışsınız demektir. Haftaya başka bir şairin penceresinden kendi gözümüzle dünyaya bakmak üzere iyi pazarlar sevgili okurlar.




Yayın Tarihi: 13.03.2016

GERÇEĞİN AYNASINDA HAYALLER ERİR 3



“Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde...
Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.”

(Eskilerin bu adetleri günümüzde çok zor uygulanır. Çok katlı apartmanlarda belki aynı katın komşuları birbirini tanıyordur. Sadece onlar birbirlerine pişirdiklerini ikram ederler. Büyük şehirler o kadar kalabalık ki, göz hakkı gözetilecek bir şey kalmadı. Göz hakkı çok sevdiğim bir adetti aslında. Başkasının canı çekmesin düşüncesiyle yiyeceklerini gizli yemek, “yemeğin kokusunun bile başkasına eziyet sebebi olmamasını” öğütleyen bir dine inananların gözettiği güzel bir davranıştı. Paylaşmak, facebookta fotoğraf paylaşmak değildi o zaman. Gerçeği yaşamak ve yaşatmaktı, paylaşımlar. Lakin göz hakkı kimilerinin hırsızlıklarının gerekçesi de olmuştu. Bir bahçenin önünden geçen, güzel bir gül veya herhangi bir çiçek görse, yada erik, kiraz, elma, armut, üzüm; göz hakkı diyerek sahibine sormadan koparırdı.)

“Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı.
Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının günah olduğunu hep hatırlatmıştır.”

(Hayatı kompartımanlara bölün der eğitimciler. Gerçekten bir sorunu yaşandığı yerde, hatta yaşandığı zamanda bırakmak gerekir. Mekânlarımızı oturma odası, yatak odası, salon, mutfak, banyo gibi kısımlara bölüyorsak hayatımızı da ev, iş, arkadaş, eğitim, eğlence ortamları gibi belli kısımlara bölmeliyiz. Bir kısmın sorunu diğerine yansımamalı. Anlayışla karşılanacak önemli durumlar dışında aynı öfke, kızgınlık başka bir yere taşınmamalıdır. Sevinç ve neşe toplum tarafından iyi karşılanabilir. Hatta neşeli, şakacı adamlar her toplumda aranabilirler. Bunun da bir ayarı tutturulmalıdır. Cenaze evinde şaka yapılmaz. Hasta ziyaretinde bırakın şakayı gürültü bile çıkarılmaz. Düğün evindeyse kimsenin neşesi kaçırılmamalıdır. Acısı olanın düğün evine gideceği varsa acısını kalbine gömmesi yeğlenir. Kısaca hayatımızın önemli zamanlarını geçirdiğimiz mekânlarda yaşanan ne varsa yaşanan mekânda kalmalıdır. İkâmet edilen ev kutsal bellenip dışarıda yaşananlar evin içine, evde yaşananlar dışarıya yansıtılmamalıdır.)

Torunu:
“-Babaanneciğim, şimdi Facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedikleri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!..”

(Şimdi dışarıda yemek yeme modası var. Çalışan kadınların yemek yapamamasını anlarım, zaman bulamayabilirler. Ama özellikle dışarıya yemeğe gidenlerde çok! Birde yedikleri yemekleri facebookta paylaşmıyorlar mı? Eskiden “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” denirdi. O zaman herkes yediklerini paylaştığı için olsa gerek paylaşamadıkları yani gezide gördükleri şeylerin anlatılması istenirdi. Bu gün paylaşılana bakılırsa insanların hiç yemek yemediklerini düşünürsünüz.)
 

 
DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 11.03.2016

GERÇEĞİN AYNASINDA HAYELLER ERİR 2


Nerede kalmıştık, şurada mı?

“-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!..”

Torunu: 

(Torunun sorusuna gelmeden gene araya gireceğim. Tarım toplumlarının bu alışkanlıkları bizim gibi işçiliğin arttığı ülkelerdeki tarım kesiminde bile kalmadı. Köylüde işçileşti, şehirlide. Herkesin parası cebinde. Kimse istediğini yapmak için kimseden izin ve para almak zorunda değil. Artık bunun için el etek öpülmüyor. Okula giden veya yüksek öğrenimde okuyanların dışında babasından para bekleyen yok! Eskiden toprağın sahibi olan baba aynı zamanda işverendi, patrondu. İşçilikle parçalanan büyük aile çekirdek aileye döndü. Çekirdek aile büyük aileyle aynı evde yaşayamaz oldu. Şehirlerin yolu tutuldu, işyerleri şehirdeydi, çaresiz oraya gidilecekti. Zamanla şehirli hayat ihtiyaçları arttırınca ve tek kişinin geliri barınmaya, ısınmaya, yeme içmeye, çocukların eğitimine yetmez olunca, dolayısıyla kadın da çalışmaya başlayınca ailede patron sayısı artarken bir değişiklik daha oldu. Çoğu ailede çocuklar teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler. Birde bireyleşme zirveye vardı. Çocuğun kişilik kazanması amacıyla hiyerarşi ortadan kalktı.)

Torun ne sormuş görelim.

“-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!” dedi.
“-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi.
Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı.
Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..

(Hikâyemizdeki babaannemizin toplum ve devlet anlayışıyla günümüz anlayışı farklı. Artık  engelliler, yaşlılar ve çocuklar -Çetin Altan’ın deyimiyle söylersek “kabuk devletten;” yani vatandaştan asker ve vergi alan, aldığı vergiyle memur besleyen devletten, “teknik devlete;” yani kurum ve kuruluşlarıyla kendiliğinden tıkır tıkır işleyen devlete geçildikçe- modern devletin gereği kurumlar eliyle korunduğu için kişilerin vicdanına bırakılmıyorlar.)

Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı.”

(17 ağustosu yaşamasaydık, bu gün 10-12 katlı binaları şehrimizde de görecektik. O tarihte 7 kata izin çıkmıştı zaten. Deprem her şeyi değiştirmişti. Şehrimiz gene bir büyümenin eşiğinde. Toki’nin kentsel dönüşüm çerçevesinde yaptığı binalar 5 kat. Ülkemizin büyük şehirlerinde özellikle İstanbul’da kuleler bile var. 30 -50 katlara ulaşıldı. Onlarda pencere bile yok! Kim görecek orda oturanı? Perde kapalı olsa ne olur, açık olsa ne olur? Uydu kentlerde, Sitelerde villa edinenler hariç, ortak yaşam alanları denen açık alanlar dışında kimse kimseyi göremez.) 

Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
“-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla...
Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.”

(Bugün çamaşır makinelerinin çamaşır kurutanı bile var. Ama çamaşır asma işinde hala bir edebe sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Şehrimizde kimse atlet hariç erkek iç çamaşırlarını bile aleni asmaz. Bu gün şalvar gibi dış giyecekten sayılacak giyecekler kadın erkek farkı gözetmeksizin asılır. Terası olan binaların dışında büyük şehirlerde görüntü kirliliğini önlemek amacıyla balkonlarda çamaşır asılması yasaktır. Kimsenin bahçesi yok, yıkanmış çamaşırlar mecburen balkon içine cam seviyesinden aşağıda açılan çamaşır kurutucularında kurutuluyor.)


DEVAM EDECEK 

Yayın Tarihi: 09.03.2016

GERÇEĞİN AYNASINDA HAYELLER ERİR 1


Dün çocukluk arkadaşım bir hikâye yolladı. O hikâyeyi okuduktan sonra toplumsal süreçlerin toplumu getirdiği noktadan geriye dönüş olabilir mi diye düşünmeden edemedim. Geçmiş deyin, yada mazi; bir çoğumuzun burun direğini sızlatır. Boşuna “Kör ölür badem gözlü olur” dememişler. Oysa o geçmiş dönemde yaşarken kim bilir ne sıkıntılar yaşanmıştır? Gençlik  gücümüzle aştığımız o güçlüklerin bir çoğu unutulmuştur. O kadar ki neyi unuttuğumuzu bile unuturuz. Bundandır geçmişi hatırlayınca çoğunlukla aklımıza güzelliklerin gelmesi. İnsanın güzel bir yaşantı arayışının gerçekleşme oranına bağlı olarak geçmiş şekillenir. Birde hayal dünyasında gündelik hayat kaygısından çok özlemler öne çıkınca geçmişin en kötü halleri bile masalsı bir görünüm kazanır. İşin içine romantizmi de eklerseniz gerçeklikten uzaklaşırsınız. Buna günü değil, dünü yaşamak denir. Romantizmin iki sevgilinin elele kırlarda parklarda, çiçek böceklerle birlikte kuş cıvıltılarını dinleyerek dolaşmak, yada sevgilinin ayrılığıyla iki damla göz yaşı dökmek olduğu sanılmasın. Ekonomik her gerçeklikten, garantici her tutumdan uzak davranış romantizmdir.

Her yenilik, eskiye ait şeyleri bozar. Bozamazsa kendine benzeterek değiştirir. Yada tamamen yok eder. Onun için her yenilik güzel olmayabilir. Eski veya yeninin bize güzel görünmesine sebep bizim eskiye olan alışkanlığımız, yeniye dair umudumuzdur. Gerçekçilikten uzak kalıp, alışkanlık ve umuttan ayrı düşünürsek eski ve yeniyle aramız hiçbir zaman hoş olmaz. Yaşadığımız topluma, ortama sürekli yabancılık çekeriz. Kuşaklar arası çekişme denilen şey bundan başka bir şey olmasa gerek. Onun için “Gerçeğin Aynasında Hayaller Erir” diyoruz.

Bunu hikâyemizle anlatsak daha anlaşılır olur herhalde.

*

Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:
“-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!..”
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:
“-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!..” dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
“-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!” dedi.
Evin gelini:
“-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer.” dedi. Yaşlı kadın:

(Yaşlı kadının cevabından önce burada araya girmeme izin istiyorum. “Günümüzde her birey çalışmalı,” anlayışına sahibiz. Çünkü ülkemizde artık işçilikle kimse geçinemez. Bir kişinin çalışıp beş kişinin geçindiği aile yapısı kırılalı en az 25 - 30 yıl oluyor. 1980 darbesiyle sendikalar budanarak, iş kanunlarında yapılan değişikliklerle bunun yasal zemini sağlandı, rahmetli Özal döneminde başlayan ve daha sonra devam eden özelleştirmelerle iş gücü ucuzlatıldı. Buna karşılık çalışanlar kredi kartı tuzağıyla günü tüketmek şöyle dursun, gelecek 5-10 yılı tüketmeye başladılar. Birde ikâmet ettiği yerle çalıştığı yer arasında birkaç durak olanların ömrü yollarda geçiyor. Vardiya sistemi cabası.. Herkes memur değil ki. Şimdi köylü ve memurdan oluşan tek düze toplum düzeninde olduğu gibi aynı saatte ve birlikte yemek yemek çok zor. Çocukların okullarını saymıyorum bile.)


“-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır.”
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
“-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!..” dedi.
Yaşlı kadın söze başladı:
“-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!..”


DEVAM EDECEK 

Yayın Tarihi: 07.03.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlar. Ortadoğu haritaları büyük devletler tarafından yeniden düzenlenirken, devletimiz terörle mücadele ediyor. Çoğumuz farkında değil belki ama bu varoluş mücadelesidir. Ortadoğuda yapılmak istenen değişikliklerin içinde adımız geçiyor. Üstelik emellerini gizlemeyen ülkeler müttefiklerimiz. 17 ağustos depreminde de ordan oraya savrulurken sıradan günleri özlediğimi söylüyordum. Şimdide aynı düşüncedeyim. Bu kadar hareketlilik herkesin başta ruh ve akıl, sonrada beden sağlığını bozar. Vatanımızın varlığı söz konusu olunca canımız feda..

Bugün her hafta sonu olduğu gibi şiirlerle huzurunuzdayım. Bu günü müzisyen besteci Erhan Güleryüz ve şiirlerine ayırdım. Önce kendisini kısaca tanıyalım.  

13 Ocak 1966’da, Büyükçekmece’de doğan Erhan Güleryüz İlkokul ve liseyi Büyükçekmece’de okuduktan sonra Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni bitirdi. İlk albümü solo bir albüm olan “Güller Açtı”yı Ayna gurubunu kurmadan önce 1992 yılında çıkardı. Albüm başarısız olunca 1996 yılına kadar başka hiçbir albümle dinleyici karşısına çıkmadı. 1996’da Cemil Özeren, Can Güney, Alper Çakır, Ayhan Öztoplu ve Murathan Araz ile Grup Ayna’yı kurdu. Ayna grubunu kurduğunda da yeni bir albüm yapabilmek için finansal destek sağlaması düşüncesiyle bir gecede  Meçhul Şarkıcı albümünü yaptı. Erhan Güleryüz bu albümün geliriyle Ayna grubunun stüdyo masraflarını karşıladı.

Ayna grubunun Bari Sen Unutma Beni şarkısı Erhan Güleryüz’e Kral Tv MÜZİK Ödülleri töreninde 1999 yılında en iyi söz ödülünü getirdi. Rüzgâr Yapım adında bir yapım şirketi olan Erhan Güleryüz’ün basılmış şiir kitaplarıda vardır. Bir takım şiirlerini bestelemiştir.

Gelelim şiirlere...

...

ACINDIRMA ŞİİRİ
Sağda, solda izlerin var.
Zor oluyor bazen uyanmak.
‘Zaman en iyi ilaç’ derdi babam.
Toparlanmaya çalışıyorum.
Kendime yeni uğraşlar buldum;
şiir,
resim,
tiyatro,
sinema.
Seni yazıp,
seni boyuyorum.
Seni oynayıp,
seninle uyuyorum.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

ADI KONMUŞ AYRILIĞIN
Ben o eski ben değilim, çok değiştim elde değil
Ben o eski ben değilim, yüzüm gülse içim zehir

Ayrılığın sürükleyip kıyılara vurdu beni
Kaybedenler kumsalında her gün ağlıyorum
Akan yıllar sürükleyip kıyılara vurdu beni
Kaybedenler kumsalında seni bekliyorum

Esti rüzgârlar
Bir şiir oldun dudaklarımda
Tarih olmuş şarkılarda
Hep seni söylüyorum

Adı konmuş ayrılığın çok iyi biliyorum
Seni hala seviyorum
Günü geçmiş bir sevdayız çok iyi biliyorum
Seni hala seviyorum.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

AH BİR ÇOCUK KALSAM
Biz hep çocuk kalmalıydık aslında.
Üç taş, üç cam olmalıydı hayat.
En büyük kavgamız gazoz kapağından çıkmalıydı
ve en büyük acımız
öğretmenimizin başka şehre tayini olmalıydı.
Biz hep çocuk kalmalıydık aslında.
Büyümeğe özenmeliydik büyümeden...
İnsan dediğin,
yürükçe yorulan, yoruldukça ağlayan bir taş değil mi?
Çözmesi zor değil.
Sen ansın, yaşanan zaman...

ERHAN GÜLERYÜZ

*

AH BU GÖNÜL
ne hataların acısı
ne ayrılığın sancısı
bu sabah mutlu uyandım
bitti artık kendimle aşkın kavgası

bedeli ödenmiş sevdamın
acısı yamanmış dünyanın
yinede gelince aklıma
yağmurlarda bakışların

ah bu gönül
seni deli sevdi güzelim
seni hep sevdi
yağmurlarda solan yüzüne
tutuşur bulutlu gözlerine

ERHAN GÜLERYÜZ

*

AKDENİZ..
Cebimde ucu ucuna yetecek bir para
Ve içimde bir umutla
Bir çanta ve anılar koyuldum yola
Akdeniz MERHABA...!

Tarlada patikada dağlarda
Başka bir tad var yollarda
Çok yorulmuş bir haldeydim
Kendimi buldum aşkında.

Bekler sahilde meltem içimde fırtına
Yeniden de, sevebiliriz............AKDENİZ.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

AVUCUMDA SEVDA VAR
Rüzgâr dudaklarıma
iki damla yağmur vurdu.
Bir çocuk aşkı ki,
koca insanlar böyle sevmemiştir.
Akşamüstü Arnavutköy’deydim.

”Sevda” diyorum,
“Sevda” dedin mi gizli olacak
ve çulsuz olacaksın ki
değerini bileceksin,
hissedeceksin.
O zaman acısına da saygın olur.

İki damla yağmur,
ardını bilmediğim karanlıktan
dudaklarıma
rüzgârın hediyesi.
Cebimde yumruk elim.
Yanıyor avucumda,
yanıyor
verdiğin mektup.
Bütün bulutları seviyorum.
Bütün insanları seviyorum.
Yaşamayı seviyorum.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

BAHÇENİN ÜRÜNLERİ
O bahçede büyüyenlerden...
Ne olurdu ki...
Akasyayı belediye kesti,
incir zaten uğursuzdu
kurudu gitti.
Atilla, çocuk felcinden,
Gülseren veremden öldü.
Şarkılarını söylemek bize kaldı.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

BANA NE?
Ben burada büyümeseydim,
bu gölde tutmasaydım ilk kaya balığını
ve bu denizde yüzmeseydim ilk defa.
İlk aşkımı burada yaşamasaydım ilkokul üçte...
Soğuk kış günlerinde üşümeseydim kumsalında.
İlk yumruğu vurmasaydım
okul önünde
ve yokluğu öğrenmeseydim
yazlıkçılar gidince.
Kürdü, Lazı, Çingeneyi, Göçmeni
burada tanımasaydım.
İlk darbukayı çalmasaydım
o sünnet düğününde.
İlk sigara, ilk bira, ilk sevda, ilk, ilk, ilk, ilk...
İlk burada ağlamasaydım
bana neydi Çekmece’den.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

BEKÇİ
Sen doğrularını alıp gittiğinde
bir sönük soba gibi sırıttı hayatım.
Sorgularını alıp gittiğinde
cevaplar yarım kaldı.
Bende isterdim alıp başımı gitmek.
İlk kaçan kurtuldu bu savaş yerinden.
Şimdi saatlere bakamayan bir bekçiyim.
Hiçbir şeyi beklerken...
Belki de
gerçek bir kahkaha için
sinirlerim bozulmalı artık.
Hiçbir deli, delirmekten korkmaz.
Öyle değil mi?

ERHAN GÜLERYÜZ

*

BEN SEVGİLİYDİM
Oda leş gibiydi.
Yerde bir minder.
Kesik alkol kokuyordu
yattığımız yer.

Kolunu boynuma sarmış,
bebek gibiydin.
Çekindim uyandırmaktan.
Ben sevgiliydim.
Yüzünü seyrederken
bir melek geldi.
Ölümü anlattı bana
belli deliydi.
Onbeş yılın korkusu
o sabah bitti.
Nefesini kokladım,
büyü gibiydi.

Ben o sabahtan sonra
ölümden hiç korkmadım.
Sen yanımda uyurken
irkilip uyanmadım.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

BEŞ PARASIZ
Beş parasız okul yılları
Toy bir sıcak gurbet sokakları
Otogarda çaresiz gururlu bir sefalet
Baştan kaybedilmiş fakülte aşkları
Gözümde bir çocuk, ruhum bin yaşında
Yıl sonunda okuldan kovulma telaşları

Yıllar yılları kovaladı
Dostlar kalbimi yaraladı
Ya gittiklerinden ya vakitsizlikten
Bir çarem olmadı sevdiklerimden
Ayrılmış yollarda hayattan geçerken
Bir çarem olmadı sevdiklerimden

Buldum bulmasına parayı
Ne yazık ki kapatamadım ben bu arayı
Ne çocuk ne yaşlıyım ama
Gençliğimde olmadı

Ah nerdeler
Çok acaip günlerdi
Öyle esip geçtiler

Ah nerdeler
Gitti gelmez diyorlar ama
Beni terketmediler.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

BİRÇOK ŞEY TÜKENDİ
Yasladım sırtımı
Gürpınar çayırına.
Yükledim hayalleri
yıldızlara.

Bir çok şey tükendi
zamanın elinde.
Sana ne kaldı anlat şimdi?
Bana ne kaldı sorma.

Akan yılların pınarında
hüzünlü gözlerim.
Çocukluğumdan kalma
bir güzel gün özlemim.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

BUZDAN SAATLER
Buzdan saatler,
Takvimlerde göremediğin
zamanlarda saklıdır.
Hiç yaşanmamış gibi,
sadece ruhum üşür.
Buzdan saatlerde,
söyleyecek kelimesi yoktur
dilin.

Acı bir kabulleniş
bu benim için.
Vaktin geldiğini
hisseder beklerim.
Buzdan saatlerde
gitarım sarhoş
Ben
yine deli,
ben
yine aşık.
Bir martı
dağlarda başıboş.

Gitarım sarhoş
Kapkara bir fırtına bu
acısı bir hoş.

ERHAN GÜLERYÜZ

*

Haftaya tekrar buluşmak dileğiyle hoşça kalın.



Yayın Tarihi: 06.03.2016