31 Mayıs 2016 Salı

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 10

Önceki bölümde; “Ahlaki değerler için hep ortak yaşam alanının dışına çıkılmamasını ve bu alanın düzenlenmesini amaç edinir” demiş ve şöyle devam etmiştik. “Bu değerler neydi sorusu kimsenin aklına gelmez, çünkü o değerler özümsenmiş ve yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Kısaca anmak gerekirse; insanı doğru ve adaletli olmaya, muhtaçlara yardım etmeye, iyilik yapmaya, iyiliğe teşekkür etmeye, insan haklarına saygı göstermeye davet eden; adam öldürme, yalan, aldatma, bencillik, hırsızlık, zina, zulüm ve haksızlık gibi kötülüklerden uzak durmaya çağıran temel davranış biçimleridir.”

Bu klasik ahlaki değerlerdi. Toplumu bir arada tutmanın aracıydı. Ülkelerin içinden çıkıp olayı uluslarası boyutta geniş açıdan değerlendirilirse genel ahlak ilkelerinin (barış zamanlarında bile) çıkarların gerisinde kaldığı görülür. Çünkü çıkarlar değişkendir. Bu gün ak denene yarın kara denebilir. Bunun için değerlerde değişti. Bu değişim sonucunda insanı, canlıları önemsemenin yerini kendini abartma, hatta kendine tapınma ahlaki değer olarak yerini aldı.

Bugün dünyada olup biten olaylar, bu dediklerimin kanıtıdır. Bu kanıtları bize Hulusi Arslan “Ahlaki Değerler ve Modernizm” adlı makalesinde sunuyor.

“Biçimsel olarak bütün dünyaya barış, demokrasi ve insan hakları getirme hedefleriyle yapılan savaşları kışkırtan şeyin gerçekte ekonomik ve siyasi çıkarlar olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, eğer gerçekten bu yüksek insani değerlere sahip olunmuş olsaydı, dünyayı medenileştirmeye çalışan güçlerin elindeki bilgi, mal ve servet birikimi karşısında, açlık ve sağlıksız şartlardan ölen binlerce insanın olmaması gerekirdi. Yapılan araştırmalar dünyada bir yanda giderek artan zenginliğin, diğer yanda şiddetli ve geniş çaplı bir yoksulluğun yaşandığını göstermektedir. -Zengin ülkelerde 903 milyon insan toplam dünya gelirinin % 79,7’sini elinde bulundururken, küresel yoksullar grubu olarak bilinen iki milyar sekiz yüz milyon insan ise toplam dünya gelirinin % 1,2’sine sahiptir. Her gün 34.000’i beş yaşın altında çocuklar olmak üzere 50.000 insan yoksulluğa bağlı sebeplerden dolayı ölmektedir.-”

İşte asıl ahlaksızlık bu. Devamı da var. Ne yazık ki kapitalistleşme süreciyle birlikte bu ahlaksızlık bizide sarmış durumdadır. En az maliyetle en yüksek kazancı hedefleyen sermaye gözünü kırpmadan havayı ve suyu kirletmektedir. Hulusi Arslan’ın “Ahlaki Değerler ve Modernizm” adlı makalesini okumaya devam edelim.

“Öte yandan bugün dünyamızın şahit olduğu çevre felaketleri, gelir dağılımı adaletsizliği, uyuşturucu, fuhuş, şiddet, terör, insan hakları ihlalleri gibi birçok sorun bulunmaktadır. Bütün bu sorunların kaynağını nerede aramak gerekir? Şüphesiz bu soruyu değişik biçimlerde cevaplandıracaklar çıkacaktır. Fakat bu yazıda, tartışmayı Modernizm olarak bilinen dünya görüşü ve onun değer algısı üzerine yoğunlaştıracağız.

Modernizm, Aydınlanmayla birlikte gerçekleşen entelektüel dönüşümün ortaya çıkardığı dünya görüşünü; hümanizm, dünyevileşme ve demokrasi temeli üzerine yükselen bilimci, akılcı, ilerlemeci ve insan merkezci bir ideolojiyi ifade eder. Bu yeni anlayışa göre, bundan böyle bilimi, sanatı, toplumu ve siyaseti din ve ahlakın sabit değerlerine göre değil; akla, bilimsel verilere ve dünyevi faydalara göre yapılandırmak gerekir. Dolayısıyla Modernizm, insan merkezlidir; değişim ve ilerlemecidir; umulan ve beklenen uhrevi yararı değil, bu dünyada elde edilen hazırdaki yararı esas alır; hadiseleri metafizik kurallara göre değil, akla ve bilime göre çözümlemeyi benimser.”


Bu andan itibaren içinde barındırdığı iktidarın bir aile yerine halkın olduğu cumhuriyet ve o halkın kendi içinden seçilen insanlarca temsili olan demokrasi gibi birçok olumlu özelliğe rağmen insanın doğası bozulmaya başlar. Çünkü demokrasi bütün çoğulculuğuna rağmen sermaye egemenliğinde devletin güdülendirildiği bir sistem olur çıkar. Hulusi Arslan’ın “Ahlaki Değerler ve Modernizm” adlı makalesiyle bu konuyu incelemeyi gelecek yazımıza bırakalım.. 



DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 30.05.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Onat Kutlar 1)


Merhaba sevgili okurlar. Gene bir Pazar ve gene bir şairin şiirleriyle huzurlarınıza geldim. Bu hafta ile birlikte 3 Pazar Onat Kutlar’la beraber olacağız. Önce kendisini tanıyalım.

“25 ocak 1936 yılında Alanya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini memleketi Gaziantep’te tamamladı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimini son yıl yarıda bıraktı, felsefe öğrenimi için Paris’e gitti. Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Doğan Kardeş dergisinde sekreterlik yaptı. 1956 yılında, a dergisinin, 1965’te ise Türk Sinematek derneğinin kurucuları arasında yer aldı ve 1976 yılına kadar aynı derneğin yöneticiliğini yaptı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim ve Yürütme Kurulu üyesiydi.
1952’de çeşitli dergilerde yer alan şiirleriyle tanınmaya başlayan Onat Kutlar, Gösteri, Hisar, İlke, Küçük Dergi gibi dergilerde şiirlerini yayımladı. Duyarlı, ayrıntılara inen, açık bir söylemle yazdığı şiirlerinde toplumsal durumlar ve konumlar öne çıkmaktaydı.
İstanbul’da The Marmara Oteli’nin pastanesine konan bombanın patlaması sonucu yaralandı, 15 Ocak 1995’te yaşamını yitirdi.”

Kısaca şairimiz böyle tanıtılmış, sıra şiirlerine geldi.

...

ORMAN 
Kendine esen rüzgârla derinleşen
yüzü bir adamın durur
ve ormana bakar, bu benim.
Damarların uğultusunu duyar bir sarnıçtan
gizli bir kente döşenmiş su yollarının
Ağaçların sararmış yaprak uçları
dalarken gökyüzünün karanlık denizine
kökler büyülü bir ışıkla aydınlanır ve toprak
yabancı bir mimariye açılır, bana ait olan.
Yalnızlık, doğunun bildik çarşısı
kendi alışverişiyle canlanır, yeni bir ırkın
kölesi masmavi bir adam haber bekler, benden
yabancı bir tapınağın tanrıçasına.
Ötmeyen soyu tükenmiş kuşun saati
alacakaranlığı gösterir, gündüze mi geceye mi
gideceği belirsiz bir yolcu gibi. Ben.
Anılar biter ve bir cumhuriyetin
sınırları silinir.
Çekilirken bir çınarın burcuna
yüzünün gölgesi olan güneş bayrağı,
bir adam çam iğnelerinden bir çelenk koyar
kayanın dibine, bir gençlik anıtı olan kayanın.
Sonra ağır ağır ağaca dönüşür
Geleceğe ve sonsuzluğa uzatır yapraklarını
sürgünde bir kıral gibi, ülkesi olmayan
Bırakır kılıcını toprağa
rüzgâr ve büyüyle gelen adam
Geriye uzak bir uğultu kalır ve kimsenin yak basmadığı bir orman.

ONAT KUTLAR

***

DÜŞ
Bir ülkeye binmişim adım ne bilmiyorum
Irmaktan geçsem gerek kör karanlıktayım
Yapışmış bir yanından bir satrap kıtasına
ülke ve elimde ucu yanık pankart sapıyla
Donuk köylü heykelleri kıyıda ve Atatürk
kara-baba barajının suları durmadan yükseliyor
Uzun sürecek anlaşılan tufan ırmaklar bekleyecek
Denize yol veren dağlar delinecek önce, çocuklar
ve bir kadın sığınmış yorgun kırlangıçların
hüznüyle neden hepsi durmuş bana bakıyor
Neden bakıyor köylüler çocuklar ve sevdiğim kadın?

Oysa bir ülke yutmuş beni ve adım yunusun
şafağına çok yabancı sulardan geçiyorum
Bağırıyor öfkeli babam, “Oraya git!...Oraya git!...”
Gitmeyeceğim işte. Her neyse aklıma koyduğum
”Aldım ve kabul ettim de!...” Hayır, etmeyeceğim!..
Ayağımın altında işte senin çivilerle yazdığın en yeni
ahid, karnından çıkamadığım kala-balık bir gün
dolaştırıp zulmün yedi denizinde senin ölümünle
güneşli bir kıyıya bırakacak beni yanı başımda
izinli askerler, köylüler, çocuklar ve sevdiğim kadın.

ONAT KUTLAR

***

NE KALACAK BİZDEN GERİYE (BİR SORU)
Akşamüstü oturdum yol kıyısına
Düşündüm
Ne kalacak bizden geriye
Balkan yaylasından ve bozkırlardan
Kaf dağlarına giden şu bulut
Sonsuz mevsimlerle esmerleşen
Şu toprak ve derin çınar ağacı
Biz yokken de vardı

Çocukların şu gülen sarı feneri
Ay ışığı
Ve ıssız balkonlarda
Kırmızı biberlerle üzgün yaşlıları
Aynı mandalda kurutan güneş
Çayırda gölgeler bırakacak
Dalgın yeryüzünde çekilirken

Kalabalık çarşılara tortusu
Çökecek
Tüccarın kan pazarından
Mezarlığa taşıdığı paranın
Değirmeni döndüren ter ırmağı
Kuruyunca ardında tuz kalacak
Ve bir anı öfkeli işçilerden

Sinirli kediler bir tekir şerit
Olacak
Ve bir çöl esintisi
Dörtnala kaybolan arap atları
Bir çavdar haritası çizecek
Bozkırı terkeden tarla faresi
Kuş tüyleri gökyüzünün camını
Buzlu yazılarla donatacak

Her şey değişiyor ama ne yapsak
Duracak
Tarihin uzun duvarı
Taşlara kırmızı izler bırakan
Ve aynı kıyıdan yürüyen köle
Silecek kıralların adını
Gene de karanlık dağ başlarında
Yarın bir kin gibi hatırlanacak
Kanlı soy ağacının dalları

Kiraz ve kamıştan kavalımızın
Sesleri
Dağılıyor havada
Bir kuyu ağzından geçiyor gibi
Rüzgârı mor fistanlı zamanın
Bu güzel şarkı da unutulacak
Kıyımlar acılar kanlar içinde
Savrulurken yaşadığımız günler
Bu soruyu mutlaka soracaksın

Ne kaldı ne kaldı bizden geriye?

ONAT KUTLAR

***

AYRILIK
Ayrılık şiiri ne kadar yalın
Sevdiğimiz aşk sözcükleri gibi
Kılıçla kesiyor bir hain nokta
Öpüşen virgüllerle akan cümleyi

Nasıl soğuk ayrılığın güneşi
Gölgeli bir çınar olan gövdemin
Dallarını içten kırınca acı
Buzdan bir alçıyla tutuyor beni

Ayrılık sabahı ne kadar beyaz
Ölümün hüzünlü arkadaşı kar
Bana ütülü bir çarşaf hazırlar
Bir karanfil tam yüreğimin üstünde

ONAT KUTLAR

***

YALNIZLIK-1
Bütün bir haziran evin önünde
Akasyanın dallarını eğerken rüzgâr
İpeğe kırmızı bir gül işlerdi
Kulağı ıssız ve tozlu yollarda

Yoksulluğun kedileri kapıyı
Bir yaz boyu her gece tırmaladı
Sırtının teline mavi bir horoz düşü
Dokunmadan uykuya varamazdı

Uzak denizlerden atlar geçerdi
Bulutlar güze yakın gözlerinden
Bekledi ölümün beyaz elinde
Solgun bir gül oluncaya kadar

ONAT KUTLAR

***

PENCEREMDEN GÖRÜNMEYEN

Çamağacına

Duman renkli ve kocaman bir karganın
Kumlu dalgın kanatları ardından
Denizin derinliklerine açılan
Akdeniz güneşinde çürümüş ahşap
Ve kuytu yosunlara çalan teknenin
Reçine kokusuyla tanıdığım

Çamağacına

Bol sisli bir kışın ormanından
Karlı gelin telleri taşıyan
Gümüşten yapraklarla örtülü
Uysal ve uzun boynunu bahçelerin
Ve benim toprağıma eğmiş
Gülümserken bir eşkiya rüzgârın
Söküp uzaklara götürdüğü

Çamağacına

Bir akşamüstü kayboluşu
Penceremin daracık sahnesini
Lacivert ve kadife ve kesin
Birinci perdesiyle kapayan
Günlerimi çok eski bir oyunun
Gözgözü görmeyen karanlığında
Ortaçağ panayır soytarılarının
Küt ve kıvırcık sakallarıyla
Durmadan dekor değiştirdikleri
Öfkeli aralığında bırakan

Çamağacına

Şimdi rüzgâr geçiyor penceremden
Gövdemin kuruyan kavalını
Kırmızı türkülerle donatarak
Senin ormanından sayısız ağaç
Ve düşlerimde bembeyaz yıkadığım
Teninden coşkun sular geçiyor
Kapılıp sürüklenen ırmağa
Kıyıların danteline alışkın
Ellerim birden ulaşıyor

Çamağacına

Öperken yapraklarını acıyla kısık
Sesli kuşlar bakırlayan yüzünün
Bahçesinde yediğim vişnelerinin
Kabına sığmaz sevinci ve tutku
Yırtarken demirden kuşağını
Ağır bir işçi gibi ölümün
Beni yaşamanın kavgasına
Yarışta bir tay gibi fırlatan

Çamağacına

Seni bir çok daha görmek için
Dallarına basıp yaylandığım
Şiiri katıksız dolambaçsız
Bir önsöz olsun diye yazdığım
Senin adınla karıştırıp
Adını yüreğimin canına
Kazıdığım ve şimdi bir akşamüstü
Penceremden ansızın görünmeyen

Çamağacına

ONAT KUTLAR

***

AT
At konuşmadan çıkar yollara
Eğersiz çıplaktır bir payitahtın
ıssız sokaklarından sabaha karşı
bir ılgarla geçer
Açılır sular ve deniz koşar yalnızca
kendinin bildiği ülkeye doğru
Ardında kıvılcım tarlaları bırakır
Ayaklarında mermere çarpan
demirler bulunması bundandır
Denizi bilir de bakmadan geçer

At uysaldır parlak gönderine
çekilir çocuklar ve gökkuşağı
Kamçıdan dizginden gemden çekinmez
Korkusundan değil utanmasından
Bir çam hizasından geçer ormanı
Yel burnunun narin kanatlarına
bir ipek sezgisiyle dokunur. Ova

Sonra kentler gelir durur bakar at
Gözleri güzeldir gelecek gibi
Sisli yaprakları demir kargıyla
kuşatan askerler ve köpekleri
yelesinin sularında boğulsun diye
fırtınayı bekler

Sonra çılgın dörtnala bir koşu başlar
Nereye nereye? Belki Oramar
Yakar kendi yazısının yapraklarını
Sarı tanyerinin bulutlarından
alnına durmadan yıldızlar kayar
Ayağı sekili dağ köylerinden
kaynağı bilinmez sulara doğru

Bir resim değildir at ve sınırları
tam çizilmemiştir
Tökezler bir düşün yamaçlarında
Kişneyerek bir çavlana dönüşür
Bekler Oramarın ıssız dağları
ve altın nadaslardan doğan çocuklar
yeni bir at gelinceye kadar

ONAT KUTLAR

***

UNUTULMUŞ KENT
Vermeme olanak yok bana verdiklerini
Ama ayrılırken bir hesaplaşma da gerekli
Geçmiş bunca güzellikten bir anı olarak
Ben seni alayım istersen sen de beni

ONAT KUTLAR

***

Haftaya şairimizin şiirlerine kaldığımız yerden devam edeceğim. Herkese mutlu hafta sonları..



Yayın Tarihi: 29.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 9


Geçen bölümü Prof. Dr. Bumin N. DÜNDAR’ın büyük insan notuyla bitirmiştim. O notta erdemli büyük insana, daha doğrusu erdemli yönetici insana vurgu yapılıyordu. “Düşünce Evreninde” adlı yazı dizimizin uzun soluklu olacağını söylemiştim. Ahlak konusunun öyle kolay bitmeyeceği de belliydi. İşte bu bakışla erdemli büyük insan konusuna eğilmek gerekiyordu. Ahlakı halka örnek olması açısından öncelikle yöneticiler korumakla yükümlü olmalıdır. Çünkü yönetici kişi her yerde az veya çok güç elde eden kişidir. Ahlaklı yönetici olmak ise geçen bölümde anılan erdemlere sahip olmakla ve elindeki gücü kullanmak şöyle dursun hiç hissettirmemekle mümkündür.

Makam ve mevkiler insanların gerçek yüzlerini gösteren en önemli aynalardır. İnsanlık tarihinde pek çok örneği olduğu gibi, kendilerine verilen iktidar ve gücün bir hizmet aracı olduğunu unutarak, iktidar ve gücün kendilerinden hiç gitmeyeceğine inanarak; ahlaki ve insani değerlerden, haktan, hukuktan ve adaletten uzaklaşan, adeta canavarlaşan, liyakatten nasibini almamış yönetici konumunda birçok örnek şahsiyete insanlık çeşitli dönemlerde  tanık oldu. Ama bu tür kişiler ne yazık ki büyük ve değerli insan olamadılar, ne kadar ulvi gayelerle hareket ettiklerine inansalar da, hiçbir toplumca hoş karşılanmadılar ve hep kötü anıldılar ve anılmaya da devam edecekler.

Ahlaki değerler için hep “ortak yaşam alanının dışına çıkılmamasını ve bu alanın düzenlenmesini amaç edinir” dedik. Bu değerler neydi sorusu kimsenin aklına gelmez, çünkü o değerler özümsenmiş ve yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Kısaca anmak gerekirse; insanı doğru ve adaletli olmaya, muhtaçlara yardım etmeye, iyilik yapmaya, iyiliğe teşekkür etmeye, insan haklarına saygı göstermeye davet eden; adam öldürme, yalan, aldatma, bencillik, hırsızlık, zina, zulüm ve haksızlık gibi kötülüklerden uzak durmaya çağıran temel davranış biçimleridir.

“İnsanlığın dini-ahlaki tecrübesinin bize sunduğu sağlam veriler gösteriyor ki, bütün bireyci topluluklarda temel değerler ve ahlak kanunları şu veya bu anlamda var olmuş ve bilinmiştir” İnsan hakları, demokrasi ve barış gibi çağımızın modern değerleri de kıymetini esasında bu ahlaki ilkelere dayanmasından almaktadır.

Biçimsel olarak temel hak ve hürriyetler söylemi üzerine oturan modern değerler, tarihi süreçte sömürgeleştirme ve savaş vasıtaları ile adeta bir grup insan ve toplumun ekonomik çıkarlarına hizmet eden araç değerlere dönüşmüştür. Buda günümüz ahlakının bireysel faydaya dayalı bir anlayışa bürünmesine yol açmıştır. Bu anlayış, geçmişte ve günümüzde ahlaki anlamda sorgulanması gereken sonuçlara sebep olmuştur.

Modern düşüncenin henüz doğuşu aşamasında Amerika kıtasının keşfiyle başlayan bir buçuk asırlık süreç içerisinde yerli halkın (Kızılderili) seksen milyon nüfusu on milyona düşmüş ve nüfusun büyük bir kısmı yok edilmiştir. Yine Afrika’dan yapılan köle ticaretlerinde yüz milyon insan, bu ticaretin kurbanı olarak hayatını kaybetmiştir. Dünyanın birçok coğrafi bölgesi, modern değerleri sahiplenen Batılılar tarafından sömürgeleştirme faaliyetine maruz kalmıştır. Bu hareket sadece insan ve ekonomik kaynakların sömürüsüyle sınırlı kalmamış, kültürel tahakkümü de beraberinde getirmiştir. Sonuçta dünyadaki renkler giderek solmakta giyim kuşamdan yeme içmeye ve kentleşmeye kadar varan bir tek tipleştirme yaşanmaktadır.

Sadece bu kadar mı?

Elbette sözü edilecek çok şey var. Şu kadarıyla yetinelim.

 Hakkı teslim etmek gerekirse, insanlığın ortak mirası olan bilim, Batı’da çok daha hızlı bir şekilde gelişmiş ve insan hayatını kolaylaştıran teknolojik ürünlere dönüşmüştür. Ancak üretilen bilgi ve teknoloji, yine modern insanın taşıdığı anlayışın sonucu olarak kötüye kullanılmış, getirdikleri kolaylıklar kadar hatta belki daha fazlasıyla insanlık değerlerinden alıp götürmüştür. Yakın geçmişte Balkan Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, daha yakın tarihte Suriye’deki karışıklık, Irak, Afganistan, Bosna Hersek savaşları, milyonlarca kişiye, insan olmanın ölçülerini çok çok aşan acı ve dramlar yaşatmıştır.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 27.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 8

Bütün ahlaki değerler ortak yaşam alanının dışına çıkılmamasını ve bu alanın düzenlenmesini amaç edinir. Ortak yaşamın alanı sadece insanlarla sınırlı değildir, canlı cansız bütün varlıkları kapsar. Bunun farkında ve bilincinde olan sadece insandır. Bunun için insanlara doğal hayatı bozmamak gibi büyük bir görev düşüyor. İşte ahlak burada başlıyor. Bu ahlakı atlayıp hayvan severliği ki bu daha çok kedi köpek severlik biçiminde yaygındır, öne almak bir gösteriştir. Gerçekten hayvan sever yok mudur? Elbette vardır; ama onlarda işi abartıyorlar. Bütün türler birbirine görünmez bağlarla bağlıdır. Bunu bilmeye edep diyoruz. Bunu bozmayada edepsizlik denilmelidir. Edep sadece görgü kurallarını bilip uygulamakla olmuyor. Kendi varlık sınırlarını hiçbir canlının varlığının üstüne koymamakla edep edinilir. Çünkü bilinir ki o canlının sahibi tıpkı insanın sahibi gibi yüce yaratıcı, yani Allah’tır.

Bunu unutup farklı davranmaya sebep olan en başta makam ve mevki sahibi olmaktır. Bir güç elde eden o gücün verdiği güvenle gayri ahlaki tutumlar takınabiliyor. Bu yüzden makam ve mevkiler insanların gerçek yüzlerini gösteren en önemli aynalardır. İnsanlık tarihinde pek çok örneği olduğu gibi, uzak veya yakın tarihimizde de kendilerine verilen iktidar ve gücün bir hizmet aracı olduğunu unutarak, iktidar ve gücün kendilerinden hiç gitmeyeceğine inanarak; etik, ahlaki ve insani değerlerden, haktan, hukuktan ve adaletten uzaklaşan, adeta canavarlaşan, liyakatten nasibini almamış yönetici konumunda birçok örnek şahsiyete toplum olarak her zaman tanık olunabiliyor.

Prof. Dr. Bumin N. DÜNDAR bu konuda şunları söylüyor:

Büyük ve değerli insan olmak için etik ve ahlaki değerlere önem vermek zorundayız. Tarihimize iz bırakmış büyük ve değerli insanların yaşamlarını örnek almalıyız. Küçük işlerle uğraşanlar, gereksiz hırs ve kıskançlıklarla hareket edenler, geçici makam ve mevkilerin büyüsüne kapılıp fildişi kulelerinden inemeyenler mutlaka sonunda kaybedenlerdir. Başkalarının bizi takdir etmesini istiyorsak, biz de başkalarını taktir etmeyi öğrenmeliyiz. Eğer kalıcı başarılar istiyorsak etrafımızda sürekli bizi göklere çıkaran ve her yaptığımızı alkışlayanlar değil, bizi uyaran, bize acı da olsa doğruları söyleyen, yeri geldiğinde eleştiren kişilere daha fazla yer vermek zorundayız.
Bu vesile ile daha önce yazdığımız “Büyük insan notu”nu sizlerle bir kez daha paylaşmak istiyorum.

Sözünü ettiği büyük insan notuda şöyle:

Büyük insanlar
Her zaman ve her mekanda büyük düşünenlerdir
Büyük hedeflerin vizyonlu ve misyonlu insanlarıdırlar
İleri görüşlü, gelişmeye ve yeniliklere açık
Bağnazlığa, gericiliğe ve taassuba kapalıdırlar
Zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı
Nefret ettirici değil müjdeleyicidirler
Her an ve mekanda önderdirler
Paylaşmak ve fikir almak onlar için önemlidir
Üretenle, çalışanla, işinin ehliyle kavga etmezler
Asla küçük işlerin büyük adamı değildirler
Hayata hep olumlu ve umutla bakarlar
Çözümsüzlük, umutsuzluk ve olumsuzluk onlara uzaktır
En umutsuz anlarda en umutlu onlardır
En çaresiz durumlarda çare onlardadır
Liyakat, ehliyet, doğruluk, dürüstlük önemli kavramlardır onlar için
Kıskançlık, riyakarlık ve kindarlık onlara yabancıdır
Kendi başarısı arkadaşlarının başarısı
Arkadaşlarının başarısı onların gururu ve sevincidir
Kompleksli değillerdir çünkü
Makam, mevki ve ünvanları ne olursa olsun
İşini en iyi yapmaya çalışanlardır
Hep çok çalışkanlardır
Makam ve mevkiler sadece ama sadece hizmet aracıdır onlar için
Kendine değil halka ve ülkeye hizmet
Sevgi ve saygı kendiliğinden oluşur onlara
Mert, dürüst, samimi, güvenli, zeki ve mütevazi
Kısaca adam gibi adam güzel insanlardır onlar
Onların da hataları, zaafları, kusurları ve eksiklikleri olabilir
Ama yaptıkları işler ve bıraktıkları eserler tüm bunların önündedir
Sadece hayattayken değil
Öldükten sonra da aramızda yaşayanlardır
Hayattayken belki değerleri çok iyi bilinmez
Ancak bu dünyada yokken bile
Hep sevgiyle, saygıyla ve de eserleriyle anılıyorsa bazı insanlar
Bilin ki onlar büyük, önemli ve değerli insanlardır


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 25.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 7

Hayatı saran her konunun “Düşünce Evreni”nin konusu olduğunu biliyoruz. Geniş yelpazeye sahip bu konuyu dizileştirdiğimiz yazımızda ahlakla ilgili bölüme devam ediyoruz. Bütün ahlaki değerler ortak yaşam alanının dışına çıkılmamasını ve bu alanın düzenlenmesini amaç edinir. Ortak yaşamın alanı sadece insanlarla sınırlı değildir, canlı cansız bütün varlıkları kapsar. Kendi faydamıza diye düşündüğümüz çok şey bırakın türdeşimiz olan insanı, başka canlının bile zararına oluyorsa ahlaki olmaktan uzaktır. Kentleşme uğruna biz bu ahlaksızlığı bir çok canlının yaşam alanını yok ederek göstermiş durumdayız. Bu konuda kimsenin, gözyaşı dökmesini geçtim, düşündüğünü dahi sanmıyorum. Öz severciliğin (narsisizmin), ki ben buna kendine tapma diyorum, yok ediciliğe (nihilizme-inkarcılıkla tükenişe) yol açacağını görememek insanoğlunun en büyük yanılgısı olacaktır.

Günümüzde topluma durmadan özsevercilik pompalanıyor. Orda hayvansevercilik bir gösteriştir. Oysa insanı sevmeden hayvan sevilemez, hayvanı sevmeden insan sevilemez. Bütün türler birbirine görünmez bağlarla bağlıdır. Bunu bilmeye edep diyoruz. Bunu bozmayada edepsizlik denilmelidir. Edep sadece görgü kurallarını bilip uygulamakla olmuyor. Kendi varlık sınırlarını hiçbir canlının varlığının üstüne koymamakla edep edinilir. Çünkü bilinir ki o canlının sahibi tıpkı insanın sahibi gibi yüce yaratıcı, yani Allah’tır. Tarla temizlemek için ateşe verilen ottan tutunda, toprak açmak için orman yakmaya kadar varan her türlü tasarruf, bir başka canlının hayatına kastetmektir. Savaşlarda türdeşlerle savaşılırken arada diğer türlerde canlarından oluyorlar. Ahlak ölçülerini araştırırken nerelere varıyoruz değil mi?

Toplumun ahlakından söz edeceksek dürüstlüktende sözetmeliyiz. Giderek yok olan dürüstlükte çok önemli ahlaki değerdir. Edep dürüstlerle elde edilir.

Daha öncede belirtmiştik, ahlaki değerler genellikle yazılı olmayan kuralları içerirler. Bir kısmı dinsel öğeler içermektedir, bir kısmı ise toplum hayatının getirdiği tarihsel tecrübelerden oluşturulmuşlardır. İster dinsel içerikli olsun, ister geleneksel içerikli olsun Hak ve hukuk temelinde, özünde insan ve toplumun mutluluğunu hedef alan evrensel kurallar manzumesini oluştururlar. Her toplum ve mesleki grup için bazı farklılıklar içermekle beraber, genellikle benzerdirler. Kişisel kaprislerle insanları hak etmedikleri muamelelere tabi tutmak, elindeki gücü kişisel menfaatlerine alet etmek, meslektaşlarının başarısızlığı için çalışmak, kendi menfaati için haksız yere meslektaşlarını karalamak, sırf reklam amacıyla mesleği ile ilgili konularda yanlış bilgiler vermek (örneğin tıpta yanlış tedaviler uygulamak), insanları küçük düşürecek davranışlarda bulunmak, insanlar hakkında yanlış bilgiler yaymak, özünün sözünün bir olmaması vb davranışlar dürüst olmayan davranışlardır. Ahlak bu şekilde sahipsiz kalabilir ancak.

Aslında önem verilir ve uygulanırsa bireyleri ve toplumu mutlu edecek ahlaki değerlere insanoğlu nedense sıklıkla uyum göstermez ve bu kurallara karşı aksi yönde davranışlar sergiler.

Peki insanoğlunu buna iten sebepler nelerdir?

Birçok sebep olmakla beraber, en önemlileri olarak aşırı hırs, kıskançlık, bilgisizlik, makam ve mevkilerin insanda hissettirdiği sınırsız güç duygusu sayılabilir.

Balzac, “hırs ve tamahın başladığı noktada saf duygular sona erer” diyor. Aşırı hırs ve kıskançlık bizi saf duygulardan uzaklaştıran, doğruları yapmaktan alıkoyan en önemli etkenler. Örneğin hekimlik mesleğinde son yıllarda karşılaştığımız “Holywood Sendromu” denilen ünlü olma isteği, her zaman ben daha iyiyim duygusunda olma, sürekli meslektaşlarını eleştirme ve beğenmeme durumları hem mesleğimizi rencide ediyor, hem de toplumumuzun hekimlik mesleği hakkındaki düşüncelerini olumsuz yönde etkiliyor ve sağlık konularında yanlış bilgilendirilmesine neden oluyor. Hekimler arasındaki olumlu ilişkileri de zedeliyor.

“Bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamış” lafını hepimiz biliriz. Ama ne yazık ki geçmişe dair binlerce örnek olmasına rağmen, iyi örnekler olsa da, birçok insanın eline iktidarı ve gücü alınca ahlaki ve etik değerlerden hemen uzaklaştığını görürüz. Pek çok kişide alçak gönüllülük ve mütevaziliğin bir anda kaybolduğuna, insanlara tepeden bakılır bir hale gelindiğine şahit oluruz. 


DEVAM EDECEK 


Yayın Tarihi: 23.05.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Namık Kemal 2)

Merhaba sevgili okurlar. Geçen hafta vatan şairi Namık Kemal’i tanıtmaya başlamış, şiirlerine yer vermiştim. Kaldığımız yerden devam ediyorum.

“Namık Kemal, Sadrazam Ali Paşa’nın ölümünden sonra 1872’de “İbret Gazetesi”ni çıkararak yeniden muhalefete başladı. Doğal olarak sürgünlerde.. Önce mutasarrıf olarak Gelibolu’ya atandı. Aynı yılın sonunda açığa alınıp İstanbul’a dönünce sıkı takibe alındı, çıkardığı gazeteler kapatıldı. Bunun üstüne tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Yazdığı tiyatro oyunu “Vatan Yahut Silistre”  Güllü Agop’un Gedikpaşa tiyatrosunda oynandığında halk coşup olaylar çıkınca yargılanmadan Magosa’ya sürgüne gönderildi. Namık Kemal birkaç eserinin dışında bütün eserlerini bu sürgünlük yıllarında Kıbrıs’ta yazdı.

Bu son sürgünü olmadı tabii. II. Abdülhamit’e muhalefetten önce Girit’e sonra kendi isteğiyle Midilli’ye gönderildi. 2.5 yıl sonra mecburi ikâmete tutulduğu Midilli’de mutasarrıf olarak görevlendirildi. Mutasarrıflığı sırasında Midilli’ye Türk Okulları açarak, refah seviyesini yükselterek ihya ederken devlet-i aliyyenin hazine gelirlerini arttırdı. Midilli’de gösterdiği yararlılık üstüne 1882’de Nişan-i Osman-i madalyasi ile ödüllendirildi. Artık Osmanlıyla barışmış ve ardı ardına düşünceleri ve eserleri nedeniyle ödüller almaya başlamıştı. Magosa’da yazmaya başladığı Celaleddin Herzemşah adlı eserini bu dönemde tamamladı. Bu eser, okunmak için yazılmış 15 perdelik tarihi bir oyundur. Harzemşahlar Devleti’nin son hükümdarı Celaleddin Harzemşah etrafında gelişen oyunda İslam birliği düşüncesini işledi. Sultan Abdülhamit, bu eserinden ötürü onu bâlâ rütbesi ile ödüllendirdi.

1884’te Rodos mutasarrıfı oldu. Rodos adasındaki çalışmaları da padişahın imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. İngiliz ve Yunanlıların şikayeti üzerine 1887’de Rodos’taki görevi sona erdi. Sakız Adası mutasarrıfı oldu.

Sakız Adası’nın kuru havası nedeniyle rahatsızlanan Namık Kemal, 2 Aralık 1888 günü 48 yaşında hayatını kaybetti. Adada bir caminin haziresine defnedildi. Arkadaşı Ebüziyya Tevfik, şairin Bolayır’da gömülme arzusunu padişah II. Abdülhamit’e iletince naaşı Gelibolu’ya nakledildi. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömüldü. Birkaç yıl sonra Sultan Abdülhamit bir türbe yaptırdı. Türbenin planını Tevfik Fikret çizdi. 1912 Mürefte-Şarköy depreminde sütunlar zedelendiği için halen mermer kaplı bir kabirde bulunmaktadır.
Namık Kemal’in ölümünden sonra II. Abdülhamit, şairin oğlu Ali Ekrem’i sarayda görevlendirdi, babası Mustafa Asım’ı ise saraya müneccimbaşı tayin etti.

Tanzimat döneminin en önemli düşünce, sanat ve siyaset adamlarından birisidir. ”Toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir. Sanatı, toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullanmıştır. Eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmayı amaçlamıştır. Divan edebiyatının süslü-sanatlı düz yazısı yerine, belli bir düşünceyi iletmeyi amaçlayan yeni bir düzyazıyı kullanmıştır. Eserlerinde noktalama işaretlerini kullanmıştır. Gençliğinde Divan Edebiyatı tarzında şiirler yazmış, Avrupa’ya gittikten sonra yeni edebiyatı benimsemiş ve o yolda yapıtlar vermiştir. Namık Kemal, Fransız edebiyatını örnek almış, romantizmin etkisinde kalmıştır. Şiirleri biçim bakımından eski, konu bakımından yenidir. Yurt, ulus, özgürlük gibi konuları işlemiştir. Ayrıca şiirlerinde mücadeleci tipte bir insan yaratmıştır. Tiyatroyu ‘eğlencelerin en faydalısı’ olarak nitelemiş, halkın eğitilmesinde okul gibi görmüş, sahne dili ve tekniği yönünden başarılı yapıtlar vermiştir.”

Şairimizi tanıtmak amacıyla özetleyerek yaptığım alıntılardan sonra sıra şiirlere geldi.

...

KIT’ALAR

I

Eylemem ölsem de kızbi ihtiyar,
Doğruyu söyler gezer bir şairim.
Bir güzel mazmun bulunca, Eşrafa,
Kendimi hicveylemezsem kafirim!

II

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billahi öz kardeşimi.
Gözlerim ebna-yi ademden o rütbe yıldı kim,
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı

III

Vakt-i, istibdatta söz söylemek memnu idi;
Ağlatırdı ağzını açsan hükümet ananı!
Devr-i hürriyetdeyiz şimdi, değişti kaide.
Söyletirler evvela, sonra ........  .....!

IV

Çekdiğim çevr ü cefanın sebebinden sorma
Deme kim: -Badıhave menkabe dellalı budur!
Habs ile, nefy ile, işkence ile ömür geçer,
İşte Türkiyye’de şair olanın hali budur!

V

Vükela kabrine heykel dikelim şöyle yazıp
Ki: ‘Bunun hal_i hayatına yeri münhal idi
Sanmayın yavm_i vefatında bilindi kadri
Sağlığında yine bu böylece bir heykel idi’

VI
Padişahım, bir dirahta döndü kim guya vatan,
Daima bir baltadan bir şahıhali kalmıyor:
Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi,
Gitgide zulmetmeğe elde ahali kalmıyor

Namık Kemal

***

VATAN TÜRKÜSÜ

İşte adû, karşıda hâzır-silah,
Arş yiğitler vatan imdâdına.
Arş ileri, arş bizimdir felah,
Arş yiğitler, vatan imdâdına!

Cümlemizin vâlidemizdir vatan,
Herkesi lûtfuyla odur besleyen;
Bastı adû göğsüne biz sağ iken,
Arş yiğitler, vatan imdâdına!

Şân-ı vatan, hıfz-ı bilâd û ibâd,
Etmededir süngünüze istinâd;
Milleti eyler misiniz nâ-murad,
Arş yiğitler, vatan imdâdına!

Rehberimiz gayret-i merdânedir,
Her taşımız bir nice bin cânedir;
Câne değil meyi bugün, şânedir,
Arş yiğitler, vatan imdâdına!

Yare nişandır tenine erlerin,
Mevt ise son rütbesidir askerin;
Altı da bir, üstü de birdir yerin
Arş yiğitler, vatan imdâdına.

Namık Kemal

***

VATAN ŞARKISI

Amalimiz afkarımız ikbal-i vatandır
Ser-haddimize kal`e bizim hâk-i bedendir
Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir
Gavgaada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nâm alırız biz

Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda
Can kokusu geçmez ovamızda dağımızda
Her gûşede bir şîr yatar toprağımızda
Gavgaada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nâm alırız biz

Osmanlı adı her duyana lerze-resândır
Ecdâdımızın heybeti ma`rûf-i cihandır
Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır
Gavgaada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nâm alırız biz

Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın
Cennet kapısı can veren ihvâna açılsın
Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın
Gavgaada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nâm alırız biz.

Namık Kemal

***

YOKTUR

Gül ruhluların misali yoktur.
Hurşidin o rengi âli yoktur.
Ağyar ile ülfet etmek ister
Ben ölmeden ihtimali yoktur.
Cevretme değil fedayı aşka,
Öldürse dahi vebali yoktur.
Allah’adır istinadım ancak
Nevi beşerin kemali yoktur.

Namık Kemal

***

VATAN MERSİYESİ

Ah yaktık şu mübarek vatanın her yerini
Saçtık eflake kadar dudunu ateşlerini
Kapadı gözde olanlar çıkacak gözlerini
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini

Kendimizden niçün olduk bu kadar biz me’yus
Gidelim dadına Allah içün ehl-i namus
Sönüyor şem-i emel işte kırıldı fanus
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini

Serilip hak-i hakarette vatan can veriyor
Yetişin son nefesimdir gelin imdada diyor
Sevgili validemiz akıbet elden gidiyor
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini

Bu vatandır dağıtan âleme ilm ü edebi
Bundandır Beyit-i Harem Mescid-i Aksa’yı Nebi
Ne bela çektik ise hep bu vatandır sebebi
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini

Vatanı çiğnedi geçti vatanın ağyarı
Merhamet kaldı sana iki cihan hünkârı
Gidiyor sevgili Kuran’ı hıfz et bari
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini

Namık Kemal

***

Bugün yazımızı bitirirken aşağıdaki alıntıyı ekliyor ve iyi pazarlar diliyorum.

“Namık Kemal ile Deli Hikmet’in birlikte söylediği bu şiiri Anadolu’muzun kurtuluş günlerinde, 1.Millet Meclisinde Başkumandan Mustafa Kemal Paşa kürsüden okumuş ve sonunu şu tarzla bağlamıştır:

-Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
-Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”
(Kabaklı,1978: 587)



Yayın Tarihi: 22.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 6

 “Düşünce Evreninde”ki gezimiz devam ediyor. Ne kadar süreceğini bilemediğim bir serüven bu. Çünkü konumuz çok geniş bir yelpazeye sahip. Günün önemine uygun yazılara da yer vererek bu dizimize zaman zaman ara verebilirim. Geçen hafta engelliler haftası ve yitirdiğimiz engelli kardeşimiz için yazdığım 2 yazı ile bunu uyguladım. Bu hafta başında konumuza geri döndüm. Bugüne kadar beş yazıyla hayatı saran her konunun “Düşünce Evreni”nin konusu olduğunu göstermek istemiş, son üç yazımızı da ahlaki değerlere ayırmıştım. Önceki bölümde “Özde bütün ahlaki değerler ortak yaşam alanının dışına çıkılmamasını ve bu alanın düzenlenmesini amaç edinir” demiş ve ortak yaşamın şartlarının “Sevgi, iyilik, cömertlik ve dürüstlük” olduğunu belirtmiştim.

Sevgiyi işledikten sonra bu bölüme de “iyilik ve cömertlik”i bırakmıştım. Ordan devam edelim.

İhtiyaç doğdukça mutluluk satın alınabilseydi fena olmazdı değil mi? Ne yazık ki böyle bir şey mümkün değil. Ama iyilik ve yardım bunu insana kazandırır. İnsanın kendinden başkasını sevmesi, bir başkasına bir şey alması, vermesi büyük erdemdir. Erdemle davranabilen için mutluluk o kadar da gerçektir.  Dünyanın neresinde olunursa olunsun düşünen herkes bu konuya kafa yormuştur. Özet olarak insanlık “Vermek, almaktan daha çok mutlu eder” sonucuna varmıştır. Gerçektende hayatın güzelliği, başkasına içtenlikle yardım etmeye çalıştıkça ortaya çıkar. Bir süre sonra iyilik ve yardımlaşmacı bir çevre oluşturan yardımsever biri aslında kendine yardım  etmiş olur.  Üstelik yaptığı iyilik ve yardımlardan dolayı duyduğu mutluluğa paha biçilemez.

Dürüstlük sevgi kadar, hatta daha önemli bir konudur. Bir kişiyi sevmeyebiliriz ama onu sevmiyoruz diye ona karşı dürüstlüğümüzden ayrılamayız. Çünkü dürüstlük bir toplumun modern toplum olmasını sağlar. Dürüst olmayan insanlardan oluşan bir toplumda korku, güvensizlik oluşur ve bu durumda sosyal çöküşe neden olur.

Bir toplumda sevgi, iyilik, cömertlik, yardımseverlik ve dürüstlük ne kadar yaygın ve ne kadar gelişmişse o toplumun ahlakı o kadar sağlam demektir. Ahlaki ilkeler her çağda değişsede genel ilkeler hep aynı kalır. O ilkelerde alfabetik olarak şunlardır.

Amaç ve göreve bağlılık bilinci
Ayrımcılılık yapmamak bilinci
Çıkar çatışmasından kaçınma bilinci
Doğruluk bilinci
Dürüstlük ve tarafsızlık bilinci
Eşitlikçilik bilinci
Halka hizmet bilinci
Hesap verme ve sorumluluk bilinci
Hizmet standardı bilinci
İmtiyazsız kamu görevi bilinci
Kamu mallarını koruma bilinci
Nezaket ve saygı bilinci
Öncelik sağlayıcı hediye almamak bilinci
Saygınlık (itibar) ve güven bilinci
Şeffaflık ve katılımcılık bilinci
Tutumluluk (savurganlıktan kaçınma) bilinci

Bunlardan ayrı ama bunlarla koşut ilkelerde vardır. O ilkelerde ahlakı yükselten ilkelerdir.

Akraba sevmek
Komşu sevmek
Kimsenin kötülüğüne çalışmamak
Kimseden şikâyetçi olmamak
Mala, mülke, paraya tamah etmemek
Kendisine istemediği davranışı başkasına yapmamak


DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi: 20.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 5

“Düşünce Evreninde” gezmeye devam ediyoruz. Bugüne kadar dört yazıyla hayatı saran her konunun “Düşünce Evreni”nin konusu olduğunu göstermek istemiş, son iki yazımızıda ahlaki değerlere ayırmıştık. Düşünce evreninin önemli bir konusu bu. Çünkü insanlık uzun süreden beri çıktığı hayat denen maceranın sürdürülebilmesini buna bağlamıştır. Dinler bunu yaymaya çalışmış, devlette bunu ana ilke edinmiştir. Bugünde bu konuyu sürdürelim.

Demiştik hatırlarsınız;

“Hiçbir anayasa ahlaksız öğe barındırmaz. Bugün için kimi yerlere göre ahlaksızlık olarak nitelendirilebilecek bazı yasalar, içinde bulunduğu toplumun özgürlük ihtiyaç ve anlayışını ortaya koymak ve gidermek amacını taşır. Şunu unutmamak gerekir ki ahlaki değerler evrensel değildir. Çağdan çağa ve ülkeden ülkeye değişir. Biz bunu birde yer küremiz kadar bir alanla sınırlıyoruz. Oysa evrende daha gelişmiş akla, iradeye ve düşünceye bağlı insan veya insana benzer canlılar varsa onların doğallıkla ilkeleri de olacaktır. İşte bunun içinde hiçbir ahlaki değeri evrensellik ölçüsüne yükseltemeyiz.

Özde bütün ahlaki değerler ortak yaşam alanının dışına çıkılmamasını ve bu alanın düzenlenmesini amaç edinir. Gelgelelim ahlaki değerleri, gelenekleri toplumun ileri gelenleri tarafından topluma giydirilmiş dar gelen gömlek olarak görenlerde var. Haksızlar mı?  Tamamen haksız oldukları söylenemez. Gene de ortak yaşam alanı oluşturmanın yazısız kurallara ihtiyacı var. Her ne kadar itaatsizlik, umursamazlık genç nesiller arasında son derece yaygın olsa da.

Ortak yaşamın şartları Sevgi göstermek, iyilik yapmak, cömert ve dürüst davranmaktır.

Ahlakın bu öğelerinden sevgi için mutluluk anahtarı diyebiliriz. Kimileri buna fedakârlık tuzağı olarak bakıyor olsa bile gerçekten “Sevmeyi bilen mutluluğu getirecek birinci ahlaki öğeye sahip demektir. “Sevgi toplumun birlik bağıdır çünkü.”

Ahlaki öğelerden olan sevgi ilkelere bağlı bir sevgidir. Tanımadığımız birine karşılık beklemeden yardım ederken bizi harekete geçiren bu sevgidir. Bizim insan olma vasfımız böylesi durumlarla ortaya çıkar. İlkelere bağlı sevgi cinselliğe veya bireysel duygulara bağlı değildir.

Seven tahammüllü olur ve herkese iyilik yapmak ister. Sanıldığının aksine kıskanç değildir. Kıskançlığın kendine duyulan güvensizlik eseri olduğunu bilir, övünmez, kibirlenmez, çirkin davranışlarda bulunmaz, kendi çıkarını düşünmez, kolayca kızmaz. Yapılan kötülüğün hesabını tutmaz. Haksızlığa sevinmez. Her şeye katlanır.

Sevgi böyle bir güce sahip işte.

Sevginin gizli düşmanı vardır. O da maddiyatçılıktır. Maddiyata önem veren insan kazanmaya değil, insanların üzerine basarak para kazanmaya bakar. Böyleleri maddi refaha ve zevklere değer verir. Bununla birlikte araştırmalar, insanların düşünülenden çok daha az parayla mutlu olabileceğini, bundan daha fazla paranın daha fazla mutluluk getirmediğini tekrar tekrar gösteriyor. Aslında maddi değerlere önem veren insanların mutsuzluğa yatırım yaptıkları söylenebilir.


Gelecek bölümde de iyilik ve cömertlik üstünde duralım.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 18.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 4

Bir süredir “Düşünce Evreninde” geziyorduk. Şimdiye kadar üç yazı yazmıştık. Araya sakatlar haftası girdi, bu arada engelli bir kardeşimizide kaybettik. Dolayısıyla konumuzu ertelemek zorunda kaldık. Dördüncü bölümüyle tekrar konumuza dönüyoruz. Ahlaki değerlerde kalmıştık. Düşünce evreninin önemli bir konusu bu. Çünkü insanlık uzun süreden beri çıktığı hayat denen maceranın sürdürülebilmesini buna bağlamıştır. Dinler bunu yaymaya çalışmış, devlette bunu ana ilke edinmiştir. Hiçbir anayasa ahlaksız öğe barındırmaz. Bugün için kimi yerlere göre ahlaksızlık olarak nitelendirilebilecek bazı yasalar, içinde bulunduğu toplumun özgürlük ihtiyaç ve anlayışını ortaya koymak ve gidermek amacını taşır. Şunu unutmamak gerekir ki ahlaki değerler evrensel değildir. Çağdan çağa ve ülkeden ülkeye değişir. Biz bunu birde yer küremiz kadar bir alanla sınırlıyoruz. Oysa evrende daha gelişmiş akla, iradeye ve düşünceye bağlı insan veya insana benzer canlılar varsa onların doğallıkla ilkeleri de olacaktır. İşte bunun içinde hiçbir ahlaki değeri evrensellik ölçüsüne yükseltemeyiz. Bütün ahlaki değerler ortak yaşam alanının dışına çıkılmamasını ve bu alanın düzenlenmesini amaç edinir. Zaman ve toplum değişirken yeni değerler ortaya konmaya başlandığında eski değerlere bağlı olanların şikâyetleri başlar.

Şöyle ki;  

“Ahlaki değerler iyi ve önemli olduğuna inandığımız ilkelerdir. Bağışlayıcı olmak, dürüst olmak, özdenetim göstermek, sevmek ve hayata saygı duymak ahlaki değerlerden bazılarıdır. Öyleyse değerlerimiz davranışlarımızı, önceliklerimizi, ilişkilerimizi ve çocuklarımıza sağladığımız ahlaksal rehberliği etkiler. Ancak bu kadar önemli olmasına rağmen ahlaki değerler yavaş yavaş kayboluyor.”

Gördüğünüz gibi, insanlık tarihi boyunca bu şekildeki şikâyetler her dönem duyulmuştur. Gelin görün ki tamamen haksız oldukları söylenemez.

Bakın neden.

“2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde araştırmacılar, yüzlerce yetişkin gence ahlaki değerler hakkındaki görüşlerini sordu. David Brooks The New York Times’da bu gençlerin durumu hakkında şöyle yazdı: ‘Ahlaki meseleler üzerinde düşünmek ve konuşmak konusunda ne kadar aciz olduklarını görmek insanı hayal kırıklığına uğratıyor.’ Gençlerin çoğu, tecavüz ve cinayetin yanlış olduğunu düşünüyordu, fakat ‘bu uç örnekler dışında alkollü araç kullanma, kopya çekme ya da aldatma gibi konulara bile ahlaksal çerçeveden bakmıyorlardı.’

Örneğin gençlerden biri şöyle dedi:

‘Neyin doğru neyin yanlış olduğu beni pek ilgilendirmiyor.’

Birçok genç de şöyle düşünüyordu:

‘Doğru olduğunu düşündüğün şeyi yap. Yüreğinin götürdüğü yere git.’

Peki böyle bir düşünüş tarzı mantıklı mı?”

Bu acı gerçek, dünyanın değişen ahlak standartlarını gösteriyor. İnsanlar daha fazla bencil,  daha çok açgözlü, hava atmaya meraklı, burnundan kıl aldırmaz, kötüyü ve şiddeti seven kişiler olup çıktılar. Üstelik artık iyilik sorgulanıyor ve iyiden nefret ediliyor. Herkes sadece zevki seviyor. Üzüntülü birinin yanında duran yok!



DEVAM EDECEK 



Yayın Tarihi: 16.05.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Namık Kemal 1)

Merhaba sevgili okurlar. Bir Pazar günü daha gene bir şair ve o şairin şiirleriyle birlikte elinizde tuttuğunuz gazetemizle evinize geldim. Bugünkü şairimiz vatan şairi namıyla ünlü Namık Kemal. Her hafta diğer şairlerimize yaptığımız gibi önce şairimizi genel olarak bir tanıyalım.

“Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Genç Osmanlı hareketi mensubu, ünlü Türk yazar, gazeteci, devlet adamı, şair Namık Kemal, 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da dünyaya geldi. Yenişehirli Mustafa Asım Beyle, Fatma Zehra Hanım’ın oğlu olan şairimiz
Yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarına bağlı bir Tanzimat Devri aydınıdır. Bu kavramları Türk fikir hayatına ve edebiyatına sokan ilk sanatçıdır.

Çocukluğu annesinin babası Abdülatif Paşa’nın yanında geçti. Abdülatif Paşa, Tekirdağ (Tekfurdağ) sancağında vali yardımcısı idi; Afyonkarahisar sancağına tayin edildiğinde ailece Afyon’a taşındılar. 1848 yılında annesi Fatma Zehra Hanım’ı Afyon’da kaybetti. Mehmet Kemal, yaşamını büyükbabasının yanında sürdürdü.

Abdülatif Paşa’nın değişik kentlerde görev yapması nedeniyle özel dersler aldı ve kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Arapça ve Farsça öğrendi. 1855’te babasının Bulgaristan Filibe mal müdürü, dedesinin Sofya kaymakamı oluşu ile Sofya’ya gitti. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Binbaşı Eşref Bey, şiirlerini okuduktan sonra Mehmet Kemal’e yazıcı, kâtip anlamlarındaki “Namık” adını verdi. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başladı. 18 yaşına kadar kaldığı Sofya’da komşuları Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin kızı Nesime Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Feride ve Ulviye adında iki kızı ve Ali Ekrem adında bir oğlu dünyaya geldi.

1857’de İstanbul’a döndü ve Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda stajyer olarak memurluğa başladı. 1858’de büyükannesi Mahmude Hanım’ı, 1859’da büyükbabası Abdülatif Paşa’yı kaybetti. Babasının ikinci evliliğini yaptığı Dürrüye Hanım’ın Kocamustafapaşa’daki evinde yaşadı. Babasının bu evliliğinden Naşit adında bir kardeşi oldu. 1859’da Gümrük Kalemi’nde çalışmaya başladı.

1863’ten itibaren dört yıl yeniden Tercüme Odası’nda görev aldı. Bu yeni görevi sırasında Batı’yı tanıyan kimselerle tanışma imkânı buldu ve gözlerini batı kültürüne çevirdi. Edebiyatta batılılaşmanın ilk adımlarını atan İbrahim Şinasi İle tanışması hayatını değiştirdi. Sanat ve hayat görüşü değişti. Batı edebiyatını öğrenmeye başladı, ilgisi nesire yöneldi. Tarih ve hukuk alanında kendini geliştirmeye çalıştı. Tercüme odasının bir kâtibinden Fransızca dersleri aldı. Tasvir-i Efkar’da fıkra ve tercüme yazılar kaleme aldı. İlk defa Şinasi’de gördüğü “hak, millet, vatan, hürriyet, millet meclisi” gibi kelimeleri yaygınlaştırdı.

Bundan sonra fırtınalı bir hayat yaşayan Namık Kemal’in yolu Ziya Paşa’yla kesişti. Çıkardığı gazete ve dergilerle hükümete şiddetli muhalefeti nedeniyle baskı altına alınınca Ziya Paşa’yla Paris’e kaçtı. Mısır yönetimindeki haklarından mahrum edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, kendisini Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin reisi ilan etmiş ve Avrupa’ya davet ettiği örgüt üyelerinin finansörlüğünü üstlenmiş birisiydi, maddi olarak şairimiz ve arkadaşlarını desteklemişti. Daha sonra Paris’e gelen Sultan  Abdülaziz’le ilişkilerini düzelten prens Mustafa Fazıl Paşa sultanla İstanbul’a döndükten sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nden mali desteğini çekince, o arada arkadaşları ile arası bozulan Namık Kemal’de 1870’te Sadrazam Âli Paşa ile barışıp yurda döndü.”

Şairimizi tanıtmak amacıyla özetleyerek yaptığım alıntılara gelecek hafta devam etmek üzere  şimdi izninizle şairimizin şiirlerine yer verelim.

...

BEYİTLER

Sana senden gelir bir işte ‘dâd’ lâzımsa
Zaferden ümidin kes gayriden imdad lâzımsa.

Yüksel ki yerin bu yer değildir;
Dünyaya gelmek hüner değildir.

Bize gayret yaraşır, merhamet Allah’ındır.
Hükmü ati ne fakirin, ne de şeyhin şahındır

Namık Kemal

***

HIRRENÂME

 (1872’de mizah dergisi Diyojen’de yayınlanan ve Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’yı yeren hicviye)

Kedimin her gece böbrekle dolardı sepeti
Yok idi Ni’metinin râhatının hiç adedi
Çeşmi şehlâ nigehi fârik iken nik ü bedi
Sardı etrafını bin dürlü adular
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi

Keyfi gelse bıyığın oynatarak mırlar iken
Kızdırırsan yüzüne atlayarak hırlar iken
Kuyruğu geçse ele dırlanarak hırlar iken
Sofrada her kedinin def’ini hazırlar iken
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi

Keseyi kapsa dökerdi yere hep pâreleri
Ciğere işler idi tırnağının yâreleri
Koşturur oynar idi kukla gibi fareleri
Deliğe sokmaz idi bir gün o âvâreleri
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi

Ürperir tüyleri bir kerre deyince mırnav
Korkudan başlar idi lerzişe bakkal ile manav
Saldırırdı âdeme bulmaz ise başka bir av
Yüzünü görse köpekler diyemezken hav hav
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi

Sokulunca yatağa kovmak ile gitmez idi
Okşamakla tokadı tekmeyi farketmez idi
Yiyecek görse gözü mırlaması bitmez idi
Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi
Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi

Namık Kemal

***

HÜRRİYET KASİDESİ

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

Hemen bir feyz-i baki terk eder bir zevk-i faniye
Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten

Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler
Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim
Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake
Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten

Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette
Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar
Fütur etme sakın milletteki za`f u betaetten

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı
Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

Ziya dûr ise evc-i rif`atinden iztırâridir
hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette
Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler
Ki ednâ zevki aladır vezâretten sadâretten

Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim
Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir
Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ye bidâd
Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret
Ezilmez şiddet-i tazyikten te`sir-i sıkletten

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme
Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye`s ü mihnetten

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et
Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

Namık Kemal

***

Haftaya şairimizin şiirlerine kaldığımız yerden devam edeceğim. Herkese mutlu hafta sonları.. 



Yayın Tarihi: 15.05.2016

TALHA CAVGA’M

Salıyı çarşambaya bağlayan gece saat 12.05’te telefonum acı acı çaldı. Arayan şair ve yerel gazetemiz Yenihaber gazetesi köşe yazarı Ömer Alikılıç’ın babası Mustafa beydi. Geç vakit aramaları herhalde herkesi tedirgin eder. Mustafa beyin adını telefonumda görünce bende tedirgin oldum. Yanılmamışım. Şehrimizin biz engelli üç şair ve köşe yazarının en genci Yeni Sakarya köşe yazarı Talha Cavga’mızın vefat haberi için aranmışım.

Ne kadar üzüldüğümü tahmin edemezsiniz. Şubat ayının sonuna doğru rahatsızlanmış, iki hafta İstanbul’da tedavi görmüştü. Bu ara yazılarına ara vermek zorunda kalmıştı. Tedavi sonunda o yazılarına kavuşmutu; bizde ona..

Şu satırlar Talha Cavga’nın 19 mart 2016 tarihli iyileştikten sonraki “BU SEFER DE DEVAM EDİYORUZ…” yazısından:

“Allah (c.c.) izin vermediyse yani kaderimizde yoksa anlık planlar bile tutmayabiliyorsa uzun vadeli planlara cüret etme cesaretini nasıl gösterebiliyoruz? Bu cesaret insanın “aldanır” bir varlık olmasından. Kendisinin hep yaşayacağına inanmasındandır. Bunun adı yaşam sevgisi değil bencilliktir biraz. Ama bu bencillik her insanda mevcuttur.

Üstteki paragrafın sonucu plansız programsız yaşayın değil. Ama uygulamak istediğiniz plandan önce ki hayatında önemini bilin. Popüler ifade ile “anı yaşa” değil anın kıymetini bil… Kıymetini bil ki kaybettiğin zamanları telafi etmeye gerek kalmasın…”

Anın kıymetini bilen bir yazardı Talha kardeşim. Buluşmalarımızda bu kıymet bilmenin verdiği hazzı duyardık.

Eski derneğimizde 2013 yılında düzenlenen Kur’an kursu sırasında samimiyetimiz arttı. Ben kendisi cevap veremeyecek, annesi veya ablasına telaş olacak düşüncesiyle onu telefonla aramaya çekinirdim. Ama o arardı. Özlemini dile getirir buluşmayı dilerdi. Bir şekilde buluşur özlem giderirdik.

Geçtiğimiz yıl 3 aralık engelliler günü için Murat Beyaz, Ömer Alikılıç ve Talha Cavga’mız program hazırlıkları düşüncesindeyken Selim Özen kardeşim beni davet etmelerini söyleyince guruba dahil oldum. Önce gurubumuza Ömer’imizin önerisiyle Bedenini Hiçe Sayan Yürekler ismini koyduk. Bu isim uzun olduğu için her kelimenin ilk hecelerini alıp ismi kısaltarak BEHİSAY yaptım. Talha slogan önerdi. Organik sebzeler gibi yamuk yumuk oluşumuzdan söz etti.  Onu da “Organik Duygu ve Düşünce Grubu” olarak düzenledim. Kendimize bir isim bulmuş ve sloganımızla yolumuzu belirlemiş olduk. Sanat ve düşünceyle hayata kalite katmayı amaç edinecektik.

Talha’mız kalite konusunda bir yazısında şöyle diyor:

“İnsanoğlu kendi aklınca yaşamda kalite belirledi. Bu kaliteyi dünya üzerinde inşa ettiği basamaklara koydu. Ve her basamağa da kontenjan verdi. Bu basamaklarda durmak ve çıkmak için düşmanları düşürmek gerekiyor. Düşürdükçe hem yükseliyor hem de yakınlarımız tarafından hoş karşılanıyoruz…”

“Ve nefis savaşının sonucunda Allah’a çok şükür ki Cennet ve Cehennem’de kontenjan sıkıntısı olmayacak…”

Sevgili Talha’mın kontenjanı olmayan cennetin en müstesna yerinde olmasını Allahtan diliyorum.  

“Şairin kaleminde ki son mısrayım ben.
Yazılacak çok kelime varken,
Üç nokta ile biten…”

O sözlerine şiirindeki gibi üç nokta koydu ve gitti...




Yayın Tarihi: 13.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 3

Düşünce evreninde gezeceğimizi belirtmiştik. “Mum kokulu geceleriyle Amişler” yazı dizisini yazarken bu yazının ana fikride doğmuştu. Geçen bölümde “Ahlak” konusunu incelemeye başlamıştık. Fakat sakatlar haftası etkinliğimizi duyurmak amacıyla bu yazı dizisine bir gün ara verdim. Bunun için beni bağışlarsınız umarım. Bugünde “Ahlak” konusuna devam edelim.

Şurada kalmıştık.

Ahlak insanların bir arada yaşamasını sağlayan kurallar bütünüdür. Yalnız insan ahlaka ihtiyaç duymayabilir. Ahlaklı olmak için bir başka insana ihtiyaç vardır. Kimsenin olmadığı bir ortamda gürültü çıkarsanız ahlaksız olmazsınız. Bomboş bir ovada görünme ihtimali hiç yokken tuvalete çıksanız ahlaksız olmazsınız. Bir ıssız adada küfürler etseniz ahlaksız olmazsınız. Sahipsiz bir bağın üzümünü yeseniz ahlakınız eksilmez. Ahlaksız olabilmeniz için bulunduğunuz ortamda insanların olması gerekir. Kısaca ahlak insanlar arasında çatışmayı önleyen kanun kadar etkili yazısız kurallardır.

O kurallar şu başlıklarda toplanabilir: 

Adaletlilik, fedakârlık, doğruluk, dürüstlük, bağışlayıcılık, güvenirlilik, sorumluluk, hayır severlik, cesaretlilik, sabırlılık, bilgililik, iyilik etme, mahrum ve zayıf düşenleri savunma, teşekkür etme, eli açıklık, cömertlik, sözünde durma, tevekkül, alçak gönüllülük, yumuşak başlılık ve halka hizmet.

Ahlaklı insan görevler edinebilen insandır. İnsanın insan olabilmesinin birinci şartı faydalı olabilmesidir. İlk önce bunu görev edinir. İlk görev kendimize olan görevlerdir. Sonra şöyle bir sırayı izler.

1. Kendi şahsımıza karşı görevlerimiz.
2. Ailemize karşı görevlerimiz.
3. Vatan ve milletimize karşı görevlerimiz.
4. Bütün insanlara karşı görevlerimiz.

Kendimize karşı görevlerimiz kendimizi tanımakla başlar. Kendimizi tanımak kendimizi bilmektir. Ne tür olaylarda nasıl tepki vereceğimizi önceden bilemezsek istemeden birçok yanlışı yaparız. Bunun için kendimizi tanıyalım diyorum. Öz denetim denilen irade kontrolü ancak böyle mümkündür. İyileştiremediğimiz kötü huylarımızdan en az zararı görmek önce kendimizi tanımakla başlar. Kendimizi tanımak kadar önemli olan beden, akıl ve ruh sağlığımızı korumakta vardır. Bunlardan biri bile eksik olmamalıdır.

Ailemize karşı görevlerimiz bir yuvanın kurulmasıyla başlayıp, onun sürdürülmesini sağlamakla devam eder. Herkesin mutlu olmaya hakkı vardır. Ama çocukların daha fazla mutlu olma hakları vardır. Çünkü onlar kendi hayatlarını kendilerinden akıl ve bedenen daha güçlü olanların yani ailelerinin verdikleriyle sürdürebilirler. Bunun için anne baba özverili (fedakâr) olmak zorundadır. Çocukların şen sesleri ailede herkesin görevlerini yaptığının işaretidir.

Yaşadığımız ev bir sokağa, sokak bir mahalleye, mahalle şehre, şehirde ülkeye ve orda yaşayan millet adını verdiğimiz büyük topluma bağlıdır. Yaşadığımız evdeki en küçük toplum birimi aile kendi içindeki sorumluluk kadar adını andığım sırayla etrafına karşı sorumludur. Bu sorumluluk bireye bir takım görevler yükler. Vergi vermek gibi, askere gitmek gibi. Tarihi mirasa sahip çıkmak gibi.

İnsanın yaşamak en doğal hakkıdır. Sonra sağlık, sonra beslenme, sonra eğitim, sonra çalışmak, sonra seyahat.. dünyanın neresine giderseniz gidin bu haklar değişmez. Bunun üzerine kanunlar yapılır. En temel özgürlükler burada başlar. Bu durum bireye görevler yükler. Başlıca görevse başkasının varlık alanını işgal etmemektir. Yani karşındakinin dini, dili, rengi ne olursa olsun onu yaşatmaktır.

Bu saydıklarımdan biri eksik olursa ahlak çökmüş demektir.


DEVAM EDECEK  


Yayın Tarihi: 11.05.2016

BİR TAŞTA SEN KOY SERGİSİ ve BİZ SAKATLARADA HAYAT GÜZELDİR.

İster çocuk olsun ister yaşlı, ister kadın olsun ister erkek, hayat her yaşta, herkes için yaşanılacak kadar güzeldir. Günlük koşuşturma içinde pek değer vermediğimiz, kaybedince farkettiğimiz, örneğin soğuk algınlığı sonucu gribe yakalandığımızda sağlığın değerini anlarız. Ya birde bedensel eksikliklere yol açan kalıcı rahatsızlıklara ne demeli? İnanın hayat hepimiz için çok güzel. Akıl sahibi biri için sadece nefes alıyor olmak, o nefesin değerini bilmek önemli. Bunu en iyi engelliler bilir.

* Tekerlikli sandalyede oturup, bir topun, bir kelebeğin arkasından koşamazken de hayat güzel.

* Annenizi-babanızı, sevgilinizi, oğlunuzu-kızınızı, eşinizi-dostunuzu göremezken de, karanlığın içinden duyulan sesle yakınlarınızı tanırken de hayat güzel.

* Titreyen bir ele bile sahip olamayıp, birinin eliyle beslenirken de, su içerken de hayat güzel.

* Hiç konuşamaz, derdini anlatamazken de hayat güzel.
  
* İçinden geçen şarkıları söyleyemezken de hayat güzel.

* Bir müziği duyamaz, deniz kıyısında martıların sesini dinleyemezken de hayat güzel.

* Aklı olmayıp yüreğiyle tüm canlıları candan ve çıkarsız severken de hayat güzel.

* Bir engelli annesi-babası kardeşi olup, onun için hayat üreterek ölesiye yorulurken de hayat güzel. Babam derdi; “öküze boynuzu ağır gelmez.” Oysa çok ağırdır, bilirim.


Engelli ve engelli sahibi ailesi olarak, bunun için şükrümüz de çoktur, sabrımızda.

Sakatlar Haftası boyunca; sakatlık sorunu, sakatlığın önlenmesi ve sakatların eğitimi konusu üstünde durulur. Radyo ve televizyonda konu ile ilgili programlar yayınlanır. Okullarda her gün ayrı bir sakatlık konusu işlenir. Sakatları Koruma Millî Koordinasyonu Kurulu haftanın değerlendirilmesi için aşağıdaki programın uygulanmasını önerir.

10 Mayıs – Sakatlar Haftasının Açılışı
11 Mayıs – Görme Engelliler Günü
12 Mayıs – İşitme ve Konuşma Engellileri Günü
13 Mayıs – Ortopedik Engelliler Günü
14 Mayıs – Zeka ve Ruhsal Özürlüler Günü
15 Mayıs – Güçsüz Yaşlılar ve Korunmaya Muhtaç Çocuklar Günü
16 Mayıs – Sakatlar Haftasına Genel Bakış

Biz Yeni Hayat Spor ve Sanat kulübü Behisay Organik Duygu ve Düşünce gurubu olarak Selim Özen’in başkanlığında halk eğitimi kursları içinde aldığımız mozaik ve metal rölyef kurslarında ürettiklerimizle şikayet eden engelliler değil, üreten engelliler olduğumuzu göstermek üzere  mozaik öğretmenimiz Esma Kızıltaş ve metal rölyef öğretmenimiz Çiğdem Özensel eşliğinde BİR TAŞTA SEN KOY adı altında sergi düzenledik. Kendi ürünlerimizi halkımızın huzuruna çıkarmakla kalmayıp 12.000 taştan oluşan bayrak mozaiğini de halkımızla birlikte yapmak istiyoruz. Saygıdeğer halkımızı 9-13 mayıs arası Şemsiyeli Parktaki sergimize bekliyoruz.   



Yayın Tarihi: 09.05.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

(Yahya Kemal Beyatlı 2)
  
Merhaba sevgili okurlar. Geçen hafta sizlere batı eğitimi almış olmasına rağmen batı şiir tarzına yönelmeyerek Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy ve Ahmet Haşim’le birlikte dört aruzculardan ve Türk şiirinin dev şairi Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerini sunmaya başlamıştım. Bu gün kaldığımız yerden devam etmeden önce kendisini yeni nesilleri de düşünerek tekrar tanıtmak istiyorum.

Asıl adı Ahmed Agâh olan şairimiz 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te doğdu. Ünlü divan şairi Leskofçalı Galip’in yeğeni Nakiye Hanımla, dönemin Üsküp Belediye Başkanı İbrahim Naci Bey’in oğludur. İlk öğrenimini Üsküp’te gördü. Ailesinin 1897’de göç etmesiyle yerleştikleri Selanik’ten annesinin veremden ölmesi, bir süre sonra babasının evlenmesi üzerine Üsküp’e döndü. Fakat Üsküp’te kalamadı, kısa sürede Selanik’e döndü. “Esrar” takma adıyla şiirler yazdı. 1902’de orta öğrenimi görmek üzere İstanbul’a gitti. Vefa İdadi’sine (Lisesine) girdi. Hemen ardından Servet-i Fünuncu “İrtika” ve “Malumat” dergilerinde Agâh Kemal takma adıyla şiirlerini yayınladı. İstanbul’da Vefa İdadisi’nden mezun olduktan sonra, Jön Türklere katılmak için 1903’te Paris’e kaçarak gitti. Paris’te Ahmet Rıza, Sami Paşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi Jön Türklerle tanıştı. Hiç bilmediği Fransızcayı bu sırada çok kısa sürede öğrendi. Paris’te bulunduğu yıllarda Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’nu bitirdi. 1912’de İstanbul’a döndü. Çalışma hayatına öğretmenlikle başladı. Daha sonraları öğretim görevlisi, milletvekilli, büyükelçi oldu. Yahya Kemal, yurt dışında edindiği yüksek nitelikli beğenisiyle Batı şiirine yönelme yerine, geleneksel divan şiiri içinde kalmayı, aruz vezniyle şiir yazmayı yeğlemiştir. Dilimize biçime çok önem verdiği, dil işçiliğini ustalıkla sergilediği olağanüstü şiirler kazandırmış, bütün bunlara rağmen sağlığında hiç şiir kitabı yayınlamamıştır.
1957’de bir çeşit bağırsak iltihabına yakalandı ve tedavi için Paris’e gitti. Cerrahpaşa Hastanesi’nde 2 Kasım 1958’de öldü. Cenazesi Rumelihisarı Mezarlığı’na defnedildi.

...

SES

Günlerce ne gördüm ne de kimseye sordum,
‘Yarab! hele kalp ağrılarım durdu!’ diyordum.
His var mı bu alemde nekahat gibi tatlı
Gönlüm bu sevincin heyecanıyla kanatlı
Bir taze bahar alemi seyretti felekte,
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı Bebek’te,
Akşam!.. Lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam!..
Ta karşı bayırlarda tutuşmuş iki üç cam;
Sakin koyu, şen cepheli kasrıyle Küçüksu,
Ardında vatan semtinin ormanları kuytu;
Bir neşeli hengâmede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tehassüsle meyillenmiş ağaçlar
Dalgın duyuyor rüzgârın ahengini dal dal.
Baktım süzülüp geçti açıktan iki sandal.
Bir lahzada bir pancur açılmış gibi yazdan
Bir bestenin engin sesi yükseldi boğazdan
Coşmuş yine bir aşkın uzak hatırasıyla,
Aksetti uyanmış tepelerden sırasıyla,
Dağ dağ o güzel ses bütün etrafı gezindi:
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi.
Ani bir üzüntüyle bu rüyadan uyandım.
Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım,
Her yerden o, hem aynı bakış, aynı emelde,
Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde;
Her yerden o, hem aynı güzellikte göründü,
Sandım bu biten gün beni ram ettiği gündü.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

SİSTE SÖYLENİŞ

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?

Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.

Bir devri lanetiyle boğan şairin Sis'i.
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.

Hülyama bir eza gibi aksetti bir daha;
-Örtün! Muebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...

Hayır bu hal uzun süremez, sen yakındasın;
Hala dağılmayan bu sisin arkasındasın.

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

ŞARKI

Ah eden kimdir bu saat kuytuda
Sustu bülbüller,hıyaban uykuda
Şimdi ay bir serv-i simindir suda
Esme ey bad, esme canan uykuda

Başka aşıklardan almışsan nefes
Başka yerden, başka vadilerden es
Doğmasın ruhunda ani bir heves
Esme gülşenden ki canan uykuda

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

ŞARKI

Kalbim yine üzgün seni andım da derinden;
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!

Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş!
Gördüm ki yazın bastığımız otlar solmuş.
Son demde bu mevsim gibi benzimde kül olmuş.
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden!

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

TERCİH

Dünyada ne ikbal ne servet dileriz
Hattâ ne de ukbâda saadet dileriz
Aşkın gül açan bülbül öten vaktinde
Yaranla tarab yâr ile vuslat dileriz.

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

VUSLAT

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,
Görmezler ufuklarda, şafak söktüğü anı...

Gördükleri ru'ya ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen ruzgarı başka.
Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez;
Gül solmayı; mehtab, azalıp gitmeyi bilmez...

Gök kubbesi her lahza, bütün gözlere mavi...
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi;
Sevdaları hülyalı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi, bir fiskiye ahengini dinler.

Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa
Boynunda O'nun kolları, koynunda O varsa,
Dalmışsa O'nun saçlarının rayihasiyle,
Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.

Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık
Bir mucize halinde o gözlerdendir artık.
Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe susuzdur
Zira, susatan zevk, o dudaklardakı tuzdur.

İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan...
Bir sır gibidir azçok ilah olduğumuzdan.
Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler.
Bir gün nereden hangi tesadüfle gelirler?

Aşk, onları sevkettiği günlerde, kaderden
Rüzgâr gibi bir sevk alır, oldukları yerden.
Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o!
Alemde bir akşam ne semavi koşudur o!

Dört atlı o gerdune, gelirken dolu dizgin,
Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin,
Simaları her lahza parıldar bu zeferle;
Gök, her tarafından, donanır meş'alerle!

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar
Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda,
-Zalim saat ihmal edilen vakti çalar da-

Bir an uyanırlarsa leziz uykulardan,
Baştanbaşa, her yer kesilir kapkara, zindan...
Bir faciadır böyle bir âlemde uyanmak...
Günden güne, hicranla bunalmış gibi, yanmak...

Ey tali! Ölümden ne beterdir bu karanlık!
Ey aşk! O gönüller sana maloldular artık!
Ey vuslat! O aşıkları efsuna ramet!
Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!

YAHYA KEMAL BEYATLI

***

Yahya Kemal Beyatlı’ya ayırdığım şiir köşemizin de bu ikinci ve son bölümününde sonuna geldik. Hepinize iyi bir hafta sonu diliyorum. Haftaya görüşmek umuduyla..



Yayın Tarihi: 08.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 2

Düşünce evreninde gezeceğimizi belirtmiştik. “Mum kokulu geceleriyle Amişler” yazı dizisini yazarken bu yazının ana fikride doğmuştu. Geçen bölümde “Saçma-Absürd” konusunu incelemiştik. Bugün yerimiz nereye kadar yeterse o kadar, yani bir veya iki başlıktaki konuyu inceleyeceğiz.

İlk konumuz “Bilinmezcilik.”

“Bilinmezcilik” insanın, kendi deneyimleriyle elde ettiği olguların ötesinde hiçbir şeyin varlığını bilemeyeceğini ileri süren öğreti. Bilinmezcilik hem bir terim, hem de düşünce evreninin kavramı olarak ortaya atıldı. Bilinmezcilik sözcüğünü hem geleneksel Yahudi-Hıristiyan tanrıcılığını, hem de tanrıtanımazlık öğretisini reddederek Tanrının varlığı sorununu ortada bırakan düşünürler için kullandı. Terim daha sonra geriye götürülerek bütün bilinemezci öğretileri kapsamıştır. Bilinmezcilik tarihsel olarak bilimin denetiminden yoksun insan düşüncesinin düştüğü büyük yanılgılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlk tepkiyi Antikçağ bilgicileri vermiştir. Onlara göre bilgi duyuların sonucudur ve duyular dışında bilgi edinilemez ve herkes için geçerli bilgi olamaz.

Bilinmezciliğe göre bilgiye duyularımızdan edindiklerimizle varırız. Duymadığımızı, yani işitmediğimizi, görmediğimizi, tutmadığımızı, koklamadığımızı bilmemiz imkânsızdır. Bilginin ortaya çıkması sadece o kadarla sınırlı mıdır? O bilgi ham bilgidir, ilk bilgi ve ilkel bilgidir. Bilgi anlama, kavrama ve işlenmeye de muhtaçtır. Görebildiğimiz en küçük dalga boylu ışınımı mor olarak algıladığımızdan, bundan daha küçük dalgaboyuna sahip olan ışınıma “morötesi ışınım” denen Ultraviole ışınları ile birlikte başka dalga boyutunda olan kızılötesi İnfrared ışınları görmüyoruz diye yok değildi. Gördük diye var olmadı. Onlar orda zaten hep vardı. Bizim algı boyutumuzun dışındaydılar sadece. Gün gelip onları görecek aygıtlar yapmayı başarınca görür olduk. Sesler içinde aynı şeyleri söyleyebiliriz. Mimaride akustik alanı diye bir bölüm var. Burada seslerin toplanması ve dağıtılması incelenir. Konuyla ilgili bilgim hiç yok, çam devirmekten korkarım; bunun için işin mimari boyutuna sadece değinmiş olalım. Ses teknolojileri konusundan gidecek olursak duymadığımız sesleri duyar hale gelmemizi sağlayacak birçok gelişmiş aygıta sahibiz. Şimdi bilinmezciliği aşan bilgiye sahibiz ve o bilgiyi duyularımızla sınırlı tutmuyoruz. Elbette bilgi arttıkça bilinmeyende artıyor. Ama bilginin artması anlama, kavrama ve bilginin işlenme konusunu kolaylaştırdı. En azından bugün çöldeki şaşkın bedevi değiliz.

Bugünkü ikinci konumuz “Ahlak.”

İnsanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla başvurulan kurallar dizgesi, başka insanların davranışlarını olumlu ya da olumsuz biçimde yargılamakta kullanılan ölçütler bütünü. Tarih boyunca her insan topluluğunda ahlak dizgesi var olmuştur. Bu dizge toplumdan topluma ve aynı toplum içinde çağdan çağa değişiklik gösterir. Nesnel ya da toplumsal ahlak, insanın toplumun öteki bireylerine karşı ödevini içerir. Bu kurallar yazılı olmadığı için biçimsel bakımdan hukuktan farklı olmakla birlikte, gene de ahlak ile hukukun örtüştüğü, hatta özdeşleştiği durumları vardır. Toplumsal yaşama egemen olan hukuk kurallarıyla nesnel ahlak arasında sıkı bir bağ vardır. Toplumun genel ahlak görüşlerine ve toplumsal vicdana uygun düşmeyen hukuk düzenlemeleri, kendilerinden beklenen toplumsal işlevi yerine getiremeyeceğinden uzun ömürlü olmaz.

Ahlak insanların bir arada yaşamasını sağlayan kurallar bütünüdür. Yalnız insan ahlaka ihtiyaç duymayabilir. Ahlaklı olmak için bir başka insana ihtiyaç vardır. Kimsenin olmadığı bir ortamda gürültü çıkarsanız ahlaksız olmazsınız. Bomboş bir ovada görünme ihtimali hiç yokken tuvalete çıksanız ahlaksız olmazsınız. Bir ıssız adada küfürler etseniz ahlaksız olmazsınız. Sahipsiz bir bağın üzümünü yeseniz ahlakınız eksilmez.

Bu konu biraz daha açılmayı gerektiriyor. Değinilen her bölüm katlanarak açılıyor. Onun için gelecek bölümlerde ahlak konusunu sürdürülebildiği kadar sürdürelim.


DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 06.05.2016

DÜŞÜNCE EVRENİNDE 1

“Mum kokulu geceleriyle Amişler” yazı dizisine başlarken bu yazının ana fikride doğmuş oldu. Bugün yabancısı olduğumuz o kırsal hayatı geçmişte bizim atalarımızda yaşamıştı. O hayattan uzak olmamız, bize kadar uzanan zincirin her halkasının değişimi bilerek veya bilmeyerek kabul etmesine bağlıdır. İnsan olumluya veya olumsuza doğru değişirken ilgisi ve araştırıcı ruhu nedeniyle her yolun, her durağın oluşum nedenlerini incelemiş sorularına cevaplar aramış, o sorulara cevabı gene kendisi vermiştir. Bu, bir düşünce sisteminin gelişmesine, bilimsel buluşların yapılmasına yol açmıştır. Yazı dizimizde konumuz düşünce sistemleri olacak.

Siz bu sistemleri gördüğünüzde bunları oluşturan disiplinin o çok bilinen adını da koyacaksınız zaten. Ama ben o adı izin verirseniz koymayayım. Çünkü o adı koyduğumda kendimi de bu yazıyı da sınırlamış olurum.

İlk konumuz baştan beri saçmaladığım düşüncesini sizlere belki de  düşündürten, bu kadar sözcük sarf etmeme neden olan saçma kelimesi olsun. “Saçma,” yada düşünce sistemi yolcularının yaygın deyişiyle “Absürd”ün tanımı şöyle yapılmış.

Anlamsal öğeleri birbiriyle bağdaşmayan... Mantık açısından mantık kurallarına aykırı olanı dile getirir. Saçma bir düşünce, öğeleri birbirini tutmayan, birbiriyle bağdaşmayan düşüncedir. Saçma bir yargı kendi içinde tutarsızlığı olan ya da tutarsızlığı içeren bir yargıdır.
Anlamsız ile saçma aynı anlamda değildirler. Saçmanın bir anlamı vardır fakat yanlıştır anlamsızın ise hiçbir anlamı yoktur. Saçma, düşünce sisteminde akla aykırılığı dile getirir. Yani akla aykırı olan her şey saçmadır. Saçma doğru ile yanlış arasında yer alan üçüncü bir kavramdır. Yanlış ile karıştırılmamalıdır. Her yanlış saçma olmayabilir.

Saçmayı anlatacak çok şey bulunur. Aklınıza birbiriyle ilgisiz ne gelirse bir yere yazın. İsim olabilir, kavram olabilir, şehir olabilir, nesne olabilir, mekân olabilir, bir sanat dalı olabilir, spor olabilir. Bunlar tek tek söylendiğinde belki de komik sonuçlar çıkacaktır. Ama her biri farklı guruplardan seçilmiş kelimeleri bir bütün içinde hikâye edilerek söylenebilmesi durumunda zorlamada olsa bir anlam çıktığı görülür. Reklamcılar bunu çok kullanırlar. Ben onlar için sözün karikatüristleri diyorum. Onlar bir ‘saçma’dan bir hikâye üreterek ürünü dolaylı yada dolaysız tanıtmış olurlar. Tabii her saçma böyle değildir. Ama akla uygun olmadığı, bir düzene girmediği de kesindir.

Ters tavırla saçma denebilecek ispatlama yöntemi de vardır. Günlük hayatta geçmişte kullanıldığı gibi bugünde kullanırız bu yöntemi.

Bu konuya ilişkin olarak saçma mantığıyla ortaya çıkan şu sözleri gösterebiliriz

1. Taşlar ağırdır, öyle olmasaydı havalanırlardı
2. En küçük rasyonel sayı diye bir şey yoktur. Olsaydı ikiye bölünüp daha küçüğü elde edilirdi.
3. Dünya düzdür. Peki neden kenarından düşmüyoruz da başladığımız yere dönüyoruz? diye sormak ve küresel olduğunu kanıtlamak,
4. Bir arkadaşımız evimizde kalıp kalmayacağını sorduğunda ona: gece bizi öldürmeyecekse kalabileceğini söylemek de saçmaya indirgeme yöntemidir.

Görüldüğü gibi saçmanın anlatım gücüne etkisi de vardır.

Saçma sadece bu kadarla sınırlı değildir. Birde tamamı kavrayan bir düşünce var. O da hayatın bizzat kendisidir. O düşünceye göre hayatın kendisi saçmadır zaten. Ona anlam yüklememiz başka bir saçmadır. Bakın nasıl diyorlar:

İnsanın anlam arayışı hüsranla sonuçlanır. Çünkü bilmediğimiz o kadar çok şey vardır ki, kesinlik olanaksızdır. Bilinmeyen bir evrende yaşayan bizler, bütün hayatın anlamını aramakla saçma bir iş yapmaktayız. Ancak anlamı olmayan hayatın kendisi de saçmadır. Yine de bazı saçmacılar hayatta yapacak başka bir şey olmadığı için anlam arayışını sürdürmek niyetindedir. Saçmayı kabullenmek ve sahte anlamlı duruş yerine bununla yaşamak görüşündedirler.”

Bu görüşlere göre saçmalayarak saçmayı fark ederiz. Anlam arayışını yapmasak saçmaya dolayısıyla bu sonuca erişmemiz mümkün değildi. Kısaca söylersek “saçma” bir yöntemdir.
Bu yöntem yanılsama (illüzyon) sanatlarıyla birlikte düşünce sistemlerinin abartılmış veya çarpıtılmış ürünüdür.



DEVAM EDECEK



Yayın Tarihi: 04.05.2016