30 Ağustos 2010 Pazartesi

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 56

Yazla birlikte ramazan ayıda çekmiş sancağını gidiyor. Bunaltıcı sıcaklar bitti. Akşam olunca biraz nefes alabiliyoruz artık. Hatta sahura doğru dışarıdaysanız hafiften ürperirsiniz bile. Ben ramazan ayının ibadet yanı kadar o koşuşturmasını, teravih sonrasında her yerin dolup taşmasını da çok seviyorum. Ama bir şey hiç hoşuma gitmiyor. Bazı kahvehaneler ramazanı daha çok kumar oynatmak için bekliyorlar sanki.

Geçen hafta, 55 hafta yayınlanan şiirlerimle bir ajandayı bitirmiştik. Bu hafta ikinci ajandaya başladık. Şimdiye kadar gazetemizde yayınlananlar 1971-2003 yılları arasında otuz iki yılda yazdığım şiirlerdi. İkinci ajandayı henüz dolduramadım. 2004 yılından sonra yazdığım şiirler toplanmış değil. Sanırım o yıllardan sonra yazdıklarım pek fazla yer tutmaz. Umarım bu şiirlerde dikkatinizi çekmeyi başarır. Umarım bunları da beğenirsiniz.

Gene şiirlerin arasına girmeyeceğim. Şu kadarını söyleyeyim yeter; son şiir hariç gönderilmemiş şiirlerdir. Artık bildiğinizden eminim; ben bu şiirleri telefonumun kısa mesajlar bölümüne yazar, kimilerini sevdiklerime gönderirdim. Bazı şiirler de düz yazıyla kalbini kırmaktan çekindiğim kişilere yazılarak gönderildi.

***

77

Bir kartaldım yükseklerde

Güvercin gördüm gözlerinde mavi yalım

Kanadımı yaktı, uçamadım

Uçamadım, yılanlardan kaçamadım

Kırk yerimden soktular beni

Çok masum sokuldu yanıma, rüzgârlardan kaçıp

Bilemedim gözlerindeki mavi yalımı

Gözlerimden kalbime girdi

bir bakış atıp

Kanadım yandı uçamadım

Aydın Göle

4 ocak 2003

***

78

Derman aradım sevdama

Ferman buyurdular hüzünlere

Gece yağsın diye.

Çünkü hüzün yoksa

Sevda, sevda değil.

Gece büyür yalnızlık daha çok

Sevda sığmaz yüreğe

Gözlerden taşar ıslak, ıslak

Aydın Göle

5 ocak 2003

***

79

Sen

Masum uykuların

İhanet bilmez meleği

Şeytan olsan

Kendine ihanet edemezsin

Ben

Köyün delisi miyim

Hiç alamaz mıyım

Yanık yürek kokusunu

Öylemi sanıyorsun

Yürek yangının

Dilinden dökülemez mi

Yemin mi ettin kendi kendine

Seni ele veriyor ellerin

Saklanacak yer bulamamış

Bir ceket, bir pantolon cebinde

Duruyor orta yerde kararsız, telaşlı

Ben ellerinden farksızım

Ortalarda kaldım darmadağın

Topla parçalarımı

Sana vurgun beni bulacaksın

Ben seni arıyorum halâ

Çamur gibi pazardan

Ve bu sessiz mezardan

Çek çıkar beni

Aydın Göle

5 ocak 2003

***

80

Bu gece uyusam

Uyanmasam sabaha

Gidiyorum da gidemiyorum

Gitmenin başka yolu kalmadı

Sen olmayacaksan ellerin olmayacaksa

Hayat beni saramaz,

Kuşatamaz bir daha.

Ot gibi çimen gibi

Çiğne geç beni.

Aydın Göle

5 ocak 2003

***

81

Gönül aldırmazsa,

Kaşlarını aldırmaz,

Kırık dökük,

Anılarını aldırmaz gözlerinden,

Şu gönlü hiçbir şey kandırmaz,

Yarin tebessümünden gayrı.

Aydın Göle

6 ocak 2003

***

82

Olamam,

Senin umursamazlığına

Razı olamam.

Yiter giderim yalnızlıklarla.

Dökülürüm sonbahar olup,

Güneş gibi sönerim,

Günlerin parmaklarında.

Akşam üstleri

Tutuşmuş camlardan düşerim

Aydın Göle

7 ocak 2003

***

83

Bir gün kırlara gitsek

Sen papatya toplasan

Ben gelincik toplasam

Sen papatya falı baksan

Ben saçına gelincik taksam

Kahkahalarımızdan

Gök çatlasa

Gökler çatlasa

Gong gibi

Kahkahalarımızdan.

Kahkahalarımızdan kuşlar

Uçmayı unutsa ebedi.

Gözyaşlarımız

Sıcacık süzülse mutlulukla

Yanaklarımıza.

Bahar kudursa

Yemyeşil

Aydın Göle

9 ocak 2003

***

231

Bir özlem var içimde

Lacivert gecede

Gülen yıldızlar kadar çok

Bir umut var içimde

Gülen bebek yüzleri gibi

Çıkıp gelecekmiş gibisin ansızın

Sevecekmiş gibisin sonsuza dek

Adı Senin adın her günümün

Aydın Göle

10 ocak 2003

***

Ramazana uygun bir lisanla müsaadenizi rica edeyim. Her ne kadar sürç-i lisan ettikse af ola sevgili okurlarım.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi 29.08.10

“Şehr’emaneti” ZEKİ TOÇOĞLU ve SÜLEYMAN DİŞLİ’ye ricalar

Temiz bir çevre, sağlıklı birey olmanın ana şartıdır. Temiz bir çevre havasıyla, suyuyla sokak ve bahçelerin temizliğiyle oluşur. Bunlardan birinin bile temiz olmaması çevre temizliğini bitirir. Bulunulan çevrede var sayalım ki temiz su bulunmamaktadır. Nerde temiz su varsa oradan taşıtılıp getirilir. Ama temiz havayı bir yerden taşıyıp getiremezsiniz. Onun için sanayi kuruluşlarının olduğu yerlere yerleşim yerleri açarak temiz bir çevre kurmuş olamazsınız. Sanayi öncesi kurulan eski küçük kentlerin bu konuda şanslı oldukları düşünülebilir. Ama buralara da sonradan sanayi gelerek hava kirliliğine sebep olur. Toprak temizliği de su ve hava kadar önemli değil midir? Tarımla geçinen bölgelerde tarım ilaçları, suni gübreler, kentlerde ise egzoz gazları, sanayi atıkları, doğal dönüşümü olmayan çöplerle toprak kirlenmektedir. Bu çöpler zehirli maddeler ve ağır metaller içererek yağan yağmurlarla topraktan suya da karışmaktadır.

Günümüzde hem zirai hem sanayi üretiminde kullanılan maddelerin doğal sonucu olarak kirlilik bakımından kent ve köy farkı ortadan kalktı. Gelişmiş olmanın bedeli galiba bu kirlilik.. nefes alınacak yerler giderek azalıyor.

Toplu konutların olduğu yerlerde kirliliği oluşturan çöpler çok dikkat çekiyor. Böyle yerlerden biri Akıncılar Mahallesindeki 1 numaralı sokakla Büyük Geçit sokağındaki apartmanlar mevkiidir. Hele 1 numaralı çıkmaz sokağın TEK BLOKLARI önü tam bir rezalet. Tek Bloklarında ikamet eden Yaşar Yılmaz beyin belirttiğine göre oraya haftada 3 gün çöp kamyonunun gelmesi yetmiyor. Bu aşırı sıcak yaz günlerinde çöpler toplanmayınca kokuşuyor. O kötü kokularda çevredeki herkesi rahatsız ediyor. Sakarya Büyükşehir Belediyesinin bu konuda daha duyarlı olmalarını orda oturan vatandaşlarımız adına sayın Zeki Toçoğlu’ndan rica ediyorum. Böyle toplu konutların olduğu yerlerde her gün çöp toplanamaz mı sayın başkan?

Bu arada bir şey daha dikkatimi çekiyor. Bu çöplerin olduğu bölgede, başı boş, çok köpek var. Bir çoğu uyuz olmuş. Şimdilik bir şey yapmıyorlar ama inanın içlerinde öyle kocamanları var ki, yanından geçmeye korkarsınız. Bu köpekler itlaf edilmeden şehirden toplanamazlar mı? Yarın, öbür gün içlerinden bir veya bir kaçı kudurursa korkunç şeyler yaşanır. İşte o korkunç şeyler yaşanmadan bir tedbir alınsa.. Duyurması benden, yapması sizden efendim.

Kentte yaşamanın bir bedeli olmalı. Suyu kullananın suyun parasını, hatta kullanıp geriye bıraktığı atık suyun parasını dahi ödemesi nasıl mümkün oluyorsa, kenti kullananlarında bir bedel ödemesi gerekir bence. Öyle rastgele yerlere her çeşit çöp atmanın bir cezası olsun. Özellikle çocuklu evlerin bebek bezlerini bu çöp dağlarına bırakmaları önlensin. Kedi ve köpekler bu bezleri parçalayarak sokaklara dağıtıyorlar. Sokaklar kimsenin arka bahçesi değil. Böyle çirkin manzaralar mide bulandırıyor.

Akıncılar mahallesi 1 numaralı sokağın (defalarca yazdım; bir yeri veya bir kişiyi adını kaldırıp yerine numara vererek tarihsizleştirir ve şahsiyetsizleştirirsiniz. Bunun için sokakların adı geri verilsin. Bir adı olmayana da numara değil ad konulsun. Bunun için sokağımızın 57 senelik Kamer Sokak olan adını geri istiyorum.) önündeki Kelebek Çocuk Parkında bulunan kullanılmayan muhtarlık kulübesinin kaldırılmasını mahalle halkı istiyor. Nedeni de orasının fuhuş yatağı olması gösteriliyor. Yaşar Yılmaz geçenlerde ikamet ettiği binanın önündeki Kelebek Çocuk Parkının içindeki bu kulübenin gece sokak lambasından ışık almayan karanlığından yararlanan gençlerin seks yaptıklarını görmüş. Gençlere “aşka saygım var, ama bu kadar aleni olanına değil. Gidin az ötede (Yunus Marketten önceki tarladan söz ediyor) diz boyu otlarla kaplı yerler var, orda ne yaparsanız yapın.” Demiş.

Sözünü ettiğim çocuk parkında kullanılmayan muhtarlık kulübesinin durması çok gereksiz. Üstelik çocukların oyun alanlarını da küçültüyor. Birkaç ilave salıncak, tırmanma ve kaydırakla oyun çeşitliliği sağlanırsa o park amacına ulaşmış olur. Bir kaç jimnastik aleti ve bir iki bankla kadınlarımızın da ihtiyacı giderilse çok iyi olur.

Mahalle sakinlerinden biri özelleştirme sonucu elektrik ve su faturalarının tahsilinde hoşgörü kalmadığını, elinde birkaç tane değil, ödenmemiş bir tane faturası olanın bile elektriğinin kesilmeye gelindiğini söylüyordu. Bu yoğun işsizlik ortamında iş bulup çalışmakta, çalışıp parasını almakta zor olduğu herkesin bildiği konudur. Öyle tanıdıklarım var ki çalıştıkları işyeri sahibinin sadece verdiği avansla, yani harçlık denecek parayla, aylarca maaşlarını almadan geçinmeye çalıştıklarını biliyorum. Yazık bu insanlara da yazık. Yazık çünkü kimse mağara döneminde yaşamıyor.

6 ağustos 2010’da Cuma günü akülü arabam bozulmuştu. Sağ olsunlar Makine İkmal Dairesinden Hasan ve Hamza adlı çalışanlar tamir etmek üzere 9 ağustos 2010 pazartesi günü arabamı almışlardı. 10 ağustos Salı günü aynı ikili geldiler, Harun ustanın bütün çabalarına rağmen arabamın tamir edilemediğini söylediler. Arıza beyindeymiş galiba. Adapazarı Merkez Belediye Başkanı Süleyman Dişli’den getirilen arabaların yedek parçalarını da getirmelerini rica edeceğim. Birden bire arabasız kalmak çok zor. Daha önce söylediğim gibi eleman ve servis aracı sayısı da arttırılmalı. Çünkü Makine İkmal Dairesi çalışanları bu imkanlarla işin altından kalkamıyor.

Bu kadar sözden sonra özetle söyleyecek olursak;

Sakarya Büyük Şehir Belediye Başkanı Zeki Toçoğlu’ndan rica edilenler:

1: Apartmanların olduğu bir numaralı sokakta çöp birikimini önlemek için her gün çöp toplanması

2: Başıboş köpeklerin toplanması

3: Akıncılar Mahallesi kulübesinin Kelebek Çocuk Parkından kaldırılması

Adapazarı Merkez İlçesi Belediye Başkanı Süleyman Dişliden rica edilenler:

1: Makine İkmal Dairesinin engellilere daha hızlı ve daha iyi hizmet verebilmesi için personel ve servis araç sayısının arttırılması.

2: Getirilen akülü araçların yedek parçalarının da getirilmesi.

Eskiden belediyelere “şehremini” derlermiş. Yani güvenli şehir.. belediye başkanlarına da “şehremaneti” denirmiş. Yani kendisine şehir emanet edilen güvenilir adam.. bende bu söze dayanarak belediye başkanlarımızdan hem kendim hem mahalle halkı adına ricalarda bulunuyorum. Kabul buyuracaklarına güveniyorum.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 27.08.10


NEDEN KRİZ VEYA NEDEN KAVGA?









Liderlerin halkla beraberliğinde biraz üst perdeden bir ses, hafif yukarı kalkık kaş ve yarı kapalı gözlerle konuşmasından siz ne anlam çıkarırsınız bilmem ama, ben şu anlamı çıkarıyorum: “Otur oturduğun yerde, bilip bilmeden konuşma, bizim bildiğimizi sen bilemezsin. Biz en iyisini biliriz. Onun için bizi kuzu kuzu dinle, dediklerimizi paşa paşa yap.” Ben dernekçiliğe başladığımdan beri bütün siyasilerden aynı tavrı gördüm. Derneğimizi ziyarete her gelen siyasetçi egemenliğini zorla kabul ettirmek sevdasındaydı. Akıl almaktan çok akıl vermeye meraklılar. Oysa bulundukları yerde akıl alırlarsa akıllılık etmiş olurlar. Onlara aklı biz satacağız, onlarda bu akıllardan toplumun ihtiyacına çözüm bulup sorunları halledecekler. Ama bir bakıyorsunuz daha çok öğüt veriyorlar. Hepsi birer başöğretmen mübarekler. Başbakanımız bu konuda şampiyonluğu şimdiye kadar kimseye bırakmadı, bırakmaya da niyeti yok gibi. Gerek gördüğü herkese öğüt veriyor, yetmezse azarlıyor, o da yetmezse kavga bile ediyor. Benim halkım demesini çok seviyor ama halkıyla hiç barışık değil. Bekir Coşkun’un da belirttiği gibi kimlerle kavga etmedi ki.. her kavga bir kriz.. nerdeyse krizsiz günümüz yok. Kendisinden inanın çok korkuyorum. Korkmakta da haklı olduğumu düşünüyorum.

Bakın, başbakanımız şimdiye kadar kimlerle kavga etmiş. Kimlerle kriz yaşamış:

“Memurla kriz...

HSYK ile kriz...
Anayasa Mahkemesi ile kriz...
TÜSİAD ile kriz...
İşçilerle kriz...
Sendikalarla kriz...
Ordu ile kriz...”

Şaşırmadınız değil mi? Zaten bildiğiniz bir şey, neden şaşıracaksınız ki.. başbakanımız devletin idare mekanizmasından tutunda toplumun üretim mekanizmasına kadar her alanda kriz üretmeye doymuyor. Listemize her gün yeni bir kesim ekleniyor. Bunların kimler olduğunu öğrenmek için Bekir Coşkun’un yazısını okumaya devam edelim.

Besiciyle kriz...
Kasapla kriz...
Hayvanları sevenlerle kriz...
Çiftçiyle kriz...
Fındıkçıyla kriz...
Fıstıkçıyla kriz...”

“Referandumda “hayır”lar kazanırsa Allah korusun, kriz çıkar diyorlar...”

Bekir Coşkun pekte haksız sayılmaz. Anayasa değişikliği için gidilecek halk oylaması evet çıkmazsa bunun acısını vatandaştan kim bilir nasıl çıkarır? Evet çıkarsa da başka türlü bir acı çıkarma mümkün olacak. Bu durumda kendimi sıkıştırılmış hissediyorum. Ya siz? Haber Türk’te yayımlanan aynı yazıyı okumaya devam edelim.

Öğretmenlerle kriz...
Medyayla kriz...
Karikatürcülerle kriz...
Yazarlarla kriz...
Doktorlarla kriz...
Hastanelerle kriz...
Grip virüsüyle kriz...
Bakkallarla kriz...
Marketlerle kriz...”

“Kriz çıkmaması için inşallah herkesin “evet” demesi gerektiğini söylüyorlar...”

Başbakanımızın gördüğünüz gibi hiçte çekincesi yok. Ayırımsız herkes ağzının payını alıyor. Biz onu neden seçmiştik? Ülkemize dirlik düzenlik versin, sosyal refahı arttırsın diye değil mi? Ama böyle giderse ayakta kalan sosyal katman kalmayacak.

CHP ile kriz...
MHP ile kriz...
BDP ile (PKK hariç) kriz...
Sabah kriz...
Öğlen kriz...
Akşam kriz...
Her gün kriz...
Her an kriz...”

Bekir Coşkun’a hak vermemek mümkün değil. Akşam krizle yatıyoruz, Sabahta krizle kalkıyoruz. Ben bu durumdan açıkça kuşku duyuyorum. Faruk Karagöz dostum bu durumun “kişi ve kurumların darmadağın olması ve birbirleriyle temas kuramamaları için bilinçli yapıldığını” söylüyor ve “bu bir taktik gereğidir” diyor. Birde anayasa değişikliği halkoylamasıyla kabul edilirse siz 12 eylül sonrasını görün. Peki “neden kriz veya neden kavga” tercih edilir?

*** ***

NOT:

Sıcak yaz günlerinin ardından tatilciler yavaş yavaş

dönmeye başladılar. Bu köşede karikatürlerini görmeye

alıştığınız kardeşim Coşkun Göle’de tatilini bitirdi ve

bundan sonra gene karikatürleriyle karşımızda olacak.


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 25.08.10

YİĞİT BULUT (Nasıl Gazetecilik?)


Yiğit Bulut’u Kanal D’de yaptığı ekonomi programlarıyla tanıdım. Daha sonra CNNTÜRK’te gene ekonomiyle ilgili, fakat daha kapsamlı programlar sundu. Onun örnekleme metodu çok önemliydi. Yaptığı incelemelerin kolay anlaşılmasını sağlıyordu. Onu izledikten sonra ekonominin, dolayısıyla ülkemizin durumunu herkes öğrenmiş oluyordu. Vatan gazetesine yazdığı aynı türden yazılarıyla da bilinçli bir okur düzeyini yakalamıştı. Her tartışma programında ulusalcı görüşün savunucusu olarak hükümeti yıpratan eleştirilerde bulunuyordu. Doğan Basın Yayın kuruluşunun hükümet tarafından ağır vergilerle cezalandırıldığı sırada Yiğit Bulut Vatan gazetesinden ayrıldı. Ben bu ayrılığı özgürce yazmasının engellenmesini önleme çabası olarak değerlendirmiştim. Haber Türk Televizyonunun başına geçti ve aynı isimli gazetede yazmaya başladı. Sevinmedim dersem yalan olur, çünkü daha özgür yazacak ve ilkeli yayıncılık yapacak diye düşünüyordum. Çünkü adı gibi yiğitti o! Zamanla beni şaşırtan sözlerini gazeteden okudum, yaptığı programlardan duydum. İçimde şüpheler kımıldamaya başlamıştı. Sonra öğrendim ki patronu devlete elektrik satıyormuş. Hükümetleri kollamak nedenini anladım. Bir patron yörüngeye girdi diye gazetesini bıraktığını düşündüğüm Yiğit Bulut, yörüngeye göbeğinden bağlı başka bir patronun emri altına girmişti.

Basın patronları, basından başka her işi yaparlarsa olacağı budur. Başbakanın da istediği bu değil mi? Bunun için TÜSİD’a oyunun rengini evet olarak belirlemesini istiyor. Bitaraf olanın bertaraf edileceğini söylemedi mi? Hatta dedi ki: “Gün gelir siz bir şey istediğinizde biz sizi duymayız.” Memur sendikalarına “evet oyu verirlerse zam yapacağını” da belirtmeyi ihmal etmedi.

Konumuz başbakan değil, gazeteci, ekonomist yazar, Haber Türk Tv müdürü Yiğit Bulut’tur. Yiğit yiğitliğini unuttu, tam kıvama geldi. Pazartesi gecesi Başbakanla “Sansürsüz” adlı programında onu şaşkınlıkla izledim. Bu kadar hızlı bir değişim gösterenine rastlamamıştım inanın. Başbakanın karşısında gazeteci değil, inayet bekleyen bir bakan adayı gibiydi. Hoş öyle olmasa Başbakan oraya hiç gitmezdi, o başka konu. Görüyorsunuz, hangi televizyon programına çıkıp liderlerle tartışıyor? O hep tek başına konuşmaktan yana. Neyse, kendi bileceği iş. Ne diyebiliriz ki?

Yiğit Bulut’a o programı sonrasında yapılan eleştirilere gelelim. 15 ay önce yazdığı gazeteden arkadaşı Mustafa Mutlu 18.08.10 tarihinde yayınlanan yazısında, yani programın yayınlandığı hemen ertesi gün neler yazmış bakın.

Önce 05 aralık 2009 tarihinde Yiğit Bulut’un Gazete Vatan’daki köşesinde hükümet ve başbakan aleyhine yazdıklarını aktarmış.

Yazının başlığı “Hadi Ordan Be!”

“Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin en ağır ‘bölücü, gerici, küresel’ tehdidi altında olduğunu düşündüğüm bir ortamda, Cumhuriyet tarihinde hatalar yapıldığını da kabul ederek, Cumhuriyet’i eleştirenlere şunu söylemek istiyorum:

Türkiye 1923-2001 arasında ‘her alanda esir alınma denemelerine’ rağmen ‘ayakta kalmayı’ başardı.

2001-2008 arasında ise ‘elinde ne varsa sattığı gibi’, ayakta kalmayı bırakın ‘1923-2001 arasında esir almak isteyenler’ tarafından ‘her alanda yönetilir’ hale geldi.
Olaya bu açıdan bakınca özellikle 1923-2001 arasında ‘yapılan toplam borcun’, 2001 sonrası Cumhuriyet tarihinden fazla arttığı da düşünülünce ortaya çıkan tablo çok net:
Cumhuriyet’in değerlerini satıp, yok edip, ülkeyi borç batağına saplayıp sonra da ‘eleştirmek’, ‘İşte sizin Cumhuriyetiniz’ demek çok ama çok kolay!
Yapılana ‘saldıranlara’ ve acımasız eleştirenlere söyleyecek tek bir şey var:
Haddinizi bilin!”

Eleştiri bundan sonra başlıyor.

“Yiğit” arkadaş, altına imzamı atabileceğim bu yazıyı yazdıktan bir süre sonra bu gazeteden ayrıldı ve Habertürk TV‘nin başına geçti...

Önce “Cumhuriyet değerleri”ne bakışı değişti de bu “ballı iş” öyle mi geldi; yoksa “ballı iş”i kaptırmamak için mi “Cumhuriyet değerleri”ne yaklaşımını farklılaştırdı; bilemiyorum ama...
Tek bildiğim şey, bu arkadaşın aradan geçen 15 ayda inanılmaz bir hızla değiştiği!

Bu kadarla kalmayıp devam etmiş. Okuyalım.

“Yiğit adam”daki bu değişim, önceki akşam “doruk” noktasına çıktı.

Bizde yazdığı dönemde gözünün yaşına bakmadan eleştirdiği Başbakan‘ı, yönettiği kanaldaki bir programda misafir etti.
Eğildi, büküldü; Başbakan‘ın ve iktidarın düne kadar yerden yere vurduğu bütün uygulamalarını göklere çıkardı...
Sırf ona yaranmak için; başta TÜSİAD, sendikalar ve diğer sivil toplum örgütleriyle, muhalefet partileri olmak üzere, iktidarı eleştiren kim varsa, hepsine saldırdı!
Başbakan‘la uzun uzun iktidarın yaptığı ve yapacağı “projeler”i konuştu; hepsine methiye düzdü!
Ama...
“Gazeteci” olduğunu unuttu ve örneğin son günlerin en önemli tartışma konusu olan “soy” meselesine girmedi...
Başbakan‘ı karşısında bulmuşken, “Neden ‘Boy değil, soy önemli’ dediniz” diye sormadı; soramadı!
Başbakan‘ın karşısında öylesine ezilip büzüldü ki; “yandaş medya”nın “Başbakan’a çanak sorular sormakla görevli” kadrolarına bile rahmet okuttu!

Gene aynı gazeteden bir hanım yazar Sanem Altan neler demiş görelim mi?

“Pazartesi akşamı Tayyip Erdoğan’ı izledim Habertürk’te.

Rahat, gergin olmayan, hatta gülümseyen bir yüzü vardı.
“Bu rahatlıkla anlatılan her şeyi dinlerim” diye düşündüm.
Ramazan ayının yorgunluğunu bile görmedim yüzünde.
Ama ilk 10 dakikadan sonra Tayyip Erdoğan’ın gülümsemesi beni endişelendirmeye başladı.
Çünkü karşısındaki gazeteci, Tayyip Erdoğan’a sorular sormuyordu.”

“Bir bakan ya da bakan adayı hayranlığıyla başbakanını onaylayarak gözüne girmeye çalışıyordu sanki.

Eğer karşısına geçtiği gazetecinin soru sormamasıysa Başbakan’ın yüzünü aydınlatıyorsa, bu gazeteciden çok Başbakan’a zarar verir bence.

Anlattığı bir çok iyi şey, o programda gazetecilik yapılmadığı için gölgede kaldı.
İnandırıcılığını yitirdi.”

Yiğit Bulut hakkında eski gazetesinde yapılan eleştiriler böyle. Bundan sonra isminin etrafında çok söylentilerin çıkması muhakkaktır. En azından ismiyle birlikte “nasıl gazetecilik?” sorusu da sorulacaktır.

Bizim başbakanımıza korkusuzca soru sorması için yabancı futbolcu getirir gibi yabancı gazetecimi getirmemiz gerek? Yunanistan’da Yunan basınını eleştirmeye kalkışan başbakanımızı bir Yunan gazeteci “işimizi bize mi öğretmeye kalkıyorsunuz” diye uyarmıştı. Dersine iyi çalışmış, ezber bozacak gazeteci sadece yabancılardan mı oluşur?

Karşınızdaki kim olursa olsun görevinizin gerektirdiğini yapmazsanız, siz o göreve layık değilsiniz demektir. Yiğit Bulut hayal tacirliği yaparak Başbakana jöleye bulanmış saçları gibi bir kamuoyu sunmak istedi. Ama olmadı, kamu oyunu daha çok kızdırdı.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 23.08.10


ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 55

Merhaba sevgili okurlar. Kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü yaz aylarında nefes alacak serin bir köşe bulabiliyorsanız değmeyin keyfinize. Bu sıralar en büyük nimet o oldu. Yaz başındaki serin ve yağışlı havalardan dolayı çoğumuz yaz yazlığını göstersin dedik. Şimdi yaz yazlığını gösteriyor işte. Ama biz sınırlarımızı çabuk unutan bir varlık olduğumuz için her şeyden şikâyet ediyoruz. Hoş unutmasak ne olacaktı? Dayanma gücümüz değişmeyecekti ki.. yer yer mevsim normallerinin 3 ilâ 6 derece üzerinde sıcaklar gene olacaktı ve biz gene şikâyet edecektik.

Bu sıcakların üstüne ramazan ayıda geldi. Dini yükümlülüklerini yerine getiren her Müslüman kaybettiği suyu oruçlu olduğu sırada yerine koyamadığı için bu sıcaklardan daha fazla etkileniyor. Örnek verecek olursam kendimden örnek verebilirim. İlk gün çok etkilendim. Ter yoluyla çok sıvı kaybettim çünkü. En sonunda idrar yollarım biber gibi yandı. Doğrusu kendimden korktum. Ertesi günlerde daha az hareket etmeye çalıştım. Af edersiniz; daha az yüz numaralı odayı ziyaret ettim. Vücudumdaki su kaybını biraz engellemiş olmalıyım ki ilk gün kadar idrar yollarım yanmadı. Birde ben 21 senedir tek böbrekliyim. Kalan böbreğimin zorlanmamasını sağlığım için düşünmek zorundayım. Diyalizler çekilir şey değil. Allah onu çekmemizi emretmişse amenna. Fakat gene de dikkatli olmak şart. Bunun için sağlığınızı zora sokacaksa oruç tutmamanızda fayda varsa tutmayın. Düzenli ilaç alanlar en başta olmak üzere ameliyat sonrası dinlenme ve iyileşme süresi demek olan nekâhat süresinde olanlar oruç tutmamalılar. Unutmayın Allah bu vücudu bize iyi bakalım diye emanet verdi. Emanete hıyanet olmaz!

Bütün oruç tutanlara Allah sabrını da verir. Ben oruçlu olanlara irade savaşlarında başarılar dilerim. Allah her dua edenin duasını, her ibadet edenin ibadetlerini kabul etsin.

Bu sıcaklarda yazmakta çok zor. Bilgisayar başında şıpır şıpır ter döküyorum. Laptopum da bir ısınıyor ki, sormayın. Bu şartlarda bu yazılar sizin huzurunuza geliyor. Gazeteyi yayına hazırlayan, yazı kurulu ve matbaa bölümünde çalışanların durumu daha zor. Onlara da sabırlar diliyorum.

Bu haftaki şiirlerle 55 haftada bir ajandayı bitirmiş oluyorum. 1971-2003 yılları arasında yazdığım şiirlerin tamamı elinizin altında. Bundan sonra nerdeyse yarım ciltlik bir ajanda daha var. Onlardan da yayınlanabilir nitelikte olanları seçerek sizlere sunmaya devam edeceğim.

İzin verirseniz bu haftada şiirlerin arasına girmeyeceğim. Şiirlerin yazılış öyküsü yada bende bıraktığı düşünsel izi okumak ve öğrenmek hoşunuza gidiyor muydu bilmiyorum ama bunları da sizlerle paylaşmayı çok seviyorum. Bazen şiirler bütün bunları anlatmaya gerektirmeyecek kadar açık anlamlı olunca üstüne bir şey yazmanın anlamı kalmıyor. Bu sevda şiirleri de böyle

… … …

72

Bana beni anlatamıyorum sensiz

Bir sen var ki içimde,

kurtulmak imkânsız

Sen su gibi kaydın ellerimden

Sensiz seni taşırım dermansız

Olmak, var olmak değil, yok olmakla eş

Oldum da olamadım olmanın zoru bu

Olmak yer almaksa mekânda cismimle

Oldum ışığı yansıtıp gören gözlere

Kalbinde var değilim heyhat!..

Aydın Göle

26 aralık 2002

*** ***

73

Ben seni seyrediyorum

Yüreğim çıkacak gibi

Senin her tavrın

Benden kaçacak

Korkuyorum yıllardan

Bizi de yutacak gibi

Sevdaya sözüm yok

O davetsiz misafir

Yüreğe getirdiği

Ne elmas, ne safir

Getirdiği taşınmaz ağır bir taştır

Yüz yıllarca pişmez bir aştır

Pişirsen en harlı ocakta

Soğuk terler döktürür

Kar yağarken ocakta

Senin dudakların bana gülecek gibi

Aydın Göle

26 aralık 2002

*** ***

74

Sana sevgilim diyemem

Sen en sevdiğimsin

Sana bir tanem diyemem

Sen yegânemsin

Ellerinde yüreğimi görüyor musun

İstediğim sevgiyi bana vermiyorsun

Buradan trenler geçer

Yalnızlığım kadar bomboş

Neden geçer, nereye gider

Rayları eskiterek

Kendide eskir, eskiyen takvimlerle

Sana sevgilim diyemem

En sevdiğim sensin

Aydın Göle

26 aralık 2002

*** ***

75

Bir serçe kondu pencereme

Beni gördü, hemen uçtu

O sen miydin yoksa,

Seni görmek sanki suçtu

Dursan biraz konuşsak

Ben sana sensizliği anlatsam

Sen dinlesen halimi

O sen miydin yoksa

Beni gördün uçtun

Sonra güvercin kondu pencereme

Sardunyalar arasında bir çift göz

Baktı, bakıştık uzun uzun

Gözlerini seyrettim, büyülendim

Yoksa o sen miydin

Sanki bir şeyler söyler gibiydin

Sen var ya sen

Sen kırk kıratlık elmas

İçine ışık giymişsin

Gözümü alıyorsun, aklımı da

Sen var ya sen

Bir gülüşünle beni

Bin yıl esir alırsın

Aydın Göle

01 ocak 2003


*** ***


76

Güneş kutup güneşi gibi

Tan yerinden guruba koştu

Yaz yağmuru gibi,

Heyecanlı bir yağmur yağdı kısacık

Doymadık, doymadık

Güneşe yağmura doymadık

Bir rüyaydı yaşadıklarımız

Uyandık

Aydın Göle

01 ocak 2003

*** ***

İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle hoşça kalın sevgili okurlar. Haftaya Pazar günü görüşmek üzere..

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 22.08.10


21 Ağustos 2010 Cumartesi

ANADOLU FEDERAL CUMHURİYETİ

2002 yılının başlarıydı, Paris’te meşhurların resmini kaldırımlara çizdikleri bir caddede Atatürk’ün resmini çizmişlerdi. O zaman DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümeti iktidardaydı. Bütün hariciye ile birlikte genelkurmayda ayaklanmış, Atatürk resminin, dolayısıyla isminin ayaklar altına alınmasını engellemeye çalışmışlardı. Nitekim bir hafta sürmeden o resim kaldırımdan silindi.

Türkiye’nin tepkisine cevap veren Avrupa Birliği (AB) ne demişti biliyor musunuz? “Çağımız her türlü ideolojinin reddedildiği, özgürlükçü bir çağdır. Özgürlükçülüğü ilke edinmiş Avrupa Birliği üyeliğinin şartı gereği sizde “Kemalizm”i bırakmalısınız. Ancak öyle AB üyesi olabilirsiniz.”

3 kasım 2002’de seçimleri kazanan AKP, siyasi yasaklı Recep Tayyip Erdoğan affedilip (bu yasağın kalkması için Deniz Baykal’da doğrudan etkili olmuştu) siyasi yasağı kalktıktan sonra liderine kavuşmuştu. Erdoğanlı AKP’nin İlk icraatı AB’ye tam üyelik konusunda görüşmelere başlamak olmuştu. Bu arada Amerika’da komşu kapısı yapılmış her vesileyle sık sık Amerika’ya gidiliyordu. Görüşmeler sonunda AB’nin 100 bin sayfalık uyum yasaları ile karşılaştık. Böylece AB üyesi olma sürecinde TSK’nın hem denetlenmesi, ve hem de Kemalist ideolojiden koparılmasına çalışılmıştı.

Şimdi sıra yargıya geldi. O da laik ve Kemalist ideolojiden koparılıp denetlenir duruma gelmeliydi. Çünkü, eğer AB üyeliği hevesi bitmediyse –ki, bence bitti- uyum yasaları başka türlü geçemezdi. Sadece o da değil tabii. Amerika’nın yeni Ortadoğu politikaları gereği kurulan Kürt devletinin Türkiye bölümüne karşı çıkacak hiçbir unsur kalmamalı. Hepiniz biliyorsunuz Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir özerkliği korkusuzca savunuyor artık. Bölgelerinde Türk bayrağıyla Kürt bayrağının birlikte dalgalanmasından söz edebiliyor.

Keşke TSK ve Yargı, denetlenme yerine demokrasiyi derinleştirmek için tarafsızlaştırılsalar. Fakat tam tersine Türkiye Cumhuriyeti yerine kurulmak istenen “Anadolu Federal Cumhuriyeti”ne giden yolda taş bırakılmamaya çalışılıyor. Referandumda aslında bu oylanacak. Kurulmak istenen yeni devletin ismi bu. Bu yeni ismi yandaş yazarlarla Kürtçü yazarlar açık açık dillendirdiler. Türkiye ismi bir etnik kimliği çağrıştırıyormuş, bu isimle devlet olmazmış, olursa da faşist devlet olurmuş. Bu isim bu yüzden kalkmalıymış. Gelin görün ki halkoylaması öncesi bunu kimse söylemiyor.

Referans gazetesi iş dünyasının sesidir. 14.08.2010 cumartesi günü bu gazetede başyazar İhsan Çaralan’ın yazısı gidilen yolu gözler önüne seriyordu. Şimdi size “Mezhepler Cumhuriyeti’ne doğru!” başlıklı o yazıdan paragraflar sunacağım.

“Devlet Bakanı Faruk Çelik, epey bir zamandan beri hükümetin “Alevi açılımı bakanı” olarak görev yapıyor. “Alevi Çalıştayı” adı altında bir dizi toplantı yaptı. Her ne kadar bu toplantıları geniş Alevi çevreleri boykot etmiş olsa da; ya da Maraş katliamının bir numaralı sanığı, “bilgisinden yararlanmak üzere” çalıştaylara davet edilse de; sonuçta, AKP ve devlete yakın bir laiklik anlayışındaki Alevi çevreleriyle de yakın temas içinde yapıldı bu toplantılar.

İşte bu çalıştayın çalışmaları tamamlanmış ve Bakan Çelik’in açıkladığına göre, “sonuç aşamasına” gelmiş!
Hükümetin, “Alevilerden Sorumlu Devlet Bakanı” olarak Çelik; bir “Mezhepler Genel Müdürlüğü kurulması ve her mezhep içinde daire başkanlıkları oluşturularak mezhepler arasındaki adaletsizliğin giderilmesi” doğrultusunda bir “öneriyle” ortaya çıkmış bulunuyor.
Bakanın konuya ilişkin önerilerinden birisi de “Cemevlerinin de kamu yararına tüzel kişilikler” olarak kabul edilmesi!”

Ben inanç sistemi içinde Sünni uygulamalara itibar ederim. Fakat bu aklım ve gönlümce uygun gördüğüm tercihimdir ve başkasına baskı unsuru oluşturmaz. Herkes inanç ve görüşünü demokrasi çerçevesi içinde özgürce yaşamalı. Her konuda olduğu gibi bu konuda hep istismara açıktır. Cemevlerinin kamuya yararlı dernek yapısı kazandığı gösterilmek istenmektedir. Neden böyle yapılmak istenmektedir?

Bakın şimdi iş nereye gidecek. Alevilerin cemevleri konusu nasıl işlenmiş, nasıl uyanıklık taslanmış görün.

Önce, “cemevlerinin statüsü”nden söz edelim. Çünkü çeşitli Alevi kesimleri, cemevlerinin camiler gibi “dini kurum” olarak kabul edilmesini istiyorlar. Ancak AKP Hükümeti; böyle olursa, yani cami ile cemevi eşitlenirse, “Alevilikle Sünnilik eşitlenir, Aleviliği İslam içinde meşru bir mezhep olarak görülmesi söz konusu olur” gerekçesiyle buna yanaşmamaktadır. Bu yüzden de cemevlerine tıpkı “Deniz Feneri Derneği”, “Çocukları Koruma Derneği” gibi “kamu yararına dernek” statüsünü vererek, sorunun üstünü örtmeyi amaçlamaktadır. Çünkü böylece “cemevlerinin elektrik su parası ödememesi, para toplanarak cemevleri kurulması” gibi kolaylıklar sağlayarak, Aleviler içinde puan toplamayı amaçlamaktadır. Böylece hükümet Alevilere küçük bir rüşvet vererek, cami cemevi eşitliği talebini gündemden çıkarmayı amaçlamaktadır.
Bu işin bir yanı; öteki ve daha önemli yanı ise, hükümetin işi “Mezhepler Genel Müdürlüğü kurmaya” kadar götürmesidir!”
Evet aleviler üzerinden sağlanmak istenen dinsel yapıyı yerleşik duruma getirmektir. Bunun içine de Fener Rum Patrikhanesine verilecek özel haklarda sokulacaktır. Patrikhanenin öyle masum bir papaz okulu olarak kalmayacağı düşünülürse, bu hakların ilerde başımıza ne işler açacağı anlaşılır. Devam edelim

“Az çok tarih ve siyaset bilgisi olan herkes bilir ki; laik devletin en tipik özelliği tüm din ve mezheplerden eşit uzaklıkta olmasıdır. (…) Ama AKP hükümeti, devleti dinden uzaklaştırmak yerine devleti yeni dini kurumlarla donatarak, devleti dinle daha içli dışlı hale getirmek, “daha çok din devletine” dönüştürmek istemektedir.”

Bizdeki liberal sağ iktidarlar bütün özgürlükçü görünümlerine rağmen seçim tavizleri vererek demokrasiye giden yolda sapmalara yol açmıştır. Bugün AKP doğmuşsa bu liberallerin değerlendirme eksiğinden doğmuştur. Yazıyı okumaya devam edelim.

Bu, elbette laisizm düşmanlığının AKP politikasındaki cisimleşmiş halidir. Ve bu laisizm sorununu daha içinden çıkılmaz hale getirmek AKP’nin “zoraki laiklik” anlayışına da çok uygundur!

Bakan Çelik’in önerisinde “Mezhepler Genel Müdürlüğü”nün altında “her mezhep için daire başkanlıkları” da önerilmektedir. Daire başkanlıklarına bağlı olarak da “tarikat” ve “cemaatlere göre müdürlükler” olacaktır herhalde!
Bu arada Türkiye Cumhuriyeti dini bir “mezhepler cumhuriyetine” dönüşecekmiş, bu AKP’nin umurunda değildir!
Bakanın aylardır süren çalıştaylardan “sonuç çıkarmayı” şimdi gündeme getirmesinin elbette referandumla bir ilgisi de vardır. Ve öyle anlaşılmaktadır ki, “Bakın cemevlerine yasal bir dayanak kazandırıyoruz. Alevilere de bir daire başkanlığı vereceğiz” diyerek; kimi Alevi kesimleri içinde kafa karışıklığı yaratmayı, referandumda “evet”e yönlendirmeyi amaçlamışlardır.

Şimdi bu okuduklarınızı lütfen üst üste koyun. Son anayasa değişikliği için yapılacak halk oylamasını da bunların üstüne koyun. Anadolu Federal Cumhuriyeti’ne bundan sonra evet diyebilir misiniz?


Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 20.08.10

SÜLEYMAN DEMİREL’E KULAK KABARTMAMALI MI?

Bugünkü yazıma çıkan tartışmayı aktararak başlamak istiyorum. Daha sonra bu tartışmayı halk oylamasıyla değerlendireceğim.

“9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, “Demirel az konuşsa iyi olur, onun yapamadığını biz yapıyoruz” sözlerine cevap verdi:

“Sayın Çiçek ve hükümet Türkiye’yi bölmüştür. Bizim yapmadığımız oydu işte. Doğrudur, bizim yapamadığımızı, yapmadığımızı onlar yapıyor. Ülkenin en değerli kurumlarını itibarsız hale getirmek için, Türkiye’de hiçbir hükümetin yapmadığını yaptılar. Halkı birbirine düşürmek için de hiçbir hükümetin yapmadığını yaptılar. Bravo onlara, bravo”

“Şimdi bu ülkede, şu sebepten ya da bu sebepten, asker en güvenilir kurum iken, bir süreden beri askerin itibarı ile oynayan, askeri cuntacı gösteren, haksız işler yapmış gösteren ve askeri itip kakan bir durum hasıl oldu.

Aslında asker sivil idarenin emrinde ise, onun adı demokrasidir. Bu ise başka bir olaydır.

Yalnız askeri sivil idarenin emrine alıyoruz diye, askerinizi kurum olarak itip kakmaya, itibarsız hale getirmeye, güçsüz düşürmeye kalktığınız taktirde, bu ülkeye yapılan en büyük kötülük olur.

Çünkü, bu coğrafyada, bu kahraman askersiz yapamazsınız. Türkiye’nin askeri kahraman askerdir” dedi.

"Askerin içerisinde suç işlemişler varsa, kanunlara uymamış insanlar varsa, bunları kanunlara uyarak halledersiniz.

Ama, Çukurca’da sabahtan akşama kadar mevzide askerlerle beraber oturan generali, beş ay sonra muhakeme etmek için tevkif etmekte gösterdiğiniz tutum çok yanlıştır, ayıptır, ayıptır.

Bu görevleri kime yaptıracaksınız? Kırmayın askerinizin moralini!

O kar demeden, tipi demeden, soğuk demeden, dağ demeden, ova demeden bu ülkenin sınırlarını koruyan ve bu bayrağı dalgalandıran adam.

Buna bu muameleyi yapmaya hakkınız yok.

Bu Ordu’nun generallerine, subaylarına, askerlerine yapılan bu tür muameleleri yapmaya hakkınız yok.

Efendim adaletmiş(!) Adaleti işletmiyorsunuz ki!... İşletin adaleti bir an evvel, neyse işinizi bitirin.

Adalet işletiyorsunuz diye, bu askerlere ‘kaç’ deseniz, kaçmazlar.

Muhakeme mi etmek istiyorsunuz? Çağırdığınız gün gelirler mahkemeye. Bunları niçin tutuklu olmaya götürüyorsunuz? Ben açıkça size şunu söyleyeyim; bunların adaletle vs. ile hiçbir alâkası yok. Bunlar yanlıştır.”

“Asker denildiği zaman adamın tüyleri diken diken oluyor. Asker bu milletin adamı.

Milletin içinden çıkmış ve okutmuşsun, yazdırmışsın, eline silahı vermişsin. Bu milletin askeri bir zadegân asker değil.

Subaylarının büyük bir kısmı, kimisi köylü çocuğu, kimisi işçi çocuğu, kimisi memur çocuğu.

Yani bir asilzade tayfası değil, halk. Halk ordusu bu.

Yani, askere karşı bu ters muamelelerin yapılmasından fevkalâde muzdaripim, çok üzgünüm.”

Süleyman Demirel’in asker konusundaki sözlerine katılmamak mümkün değil. Soylulardan oluşmayan üst kadroya yakıştırılan çok kötü tanımlamalar var. Bunları burada kullanmayı kendime yakıştıramam. Bu halkın evlatlarına bu tanımlamaları yakıştırmak hiçbir vicdana sığmaz. Sığmamalı..

Demirel’in açılım hakkındaki görüşlerine de hak vereceksiniz.

“Açılım şunu yaptı: Türkiye’de soran var mıydı size, ‘Türk müsünüz, Kürt müsünüz, Çerkez misiniz?’ diye. Kim kime soruyordu? Bu insanlar senelerdir bir arada yaşayıp gidiyordu. Birbirlerinden kız alıp veriyordu. Birbirleri ile aileler müşterek yaşıyordu. Birbirlerine karşı muhabbetleri vardı, insanların sevgisi vardı. Aynı yerlerde birlikte çalışıyorlardı. Gerek var mıydı, sen Kürtsün ben Türküm ya da sen Türksün ben Kürdüm diye bir ayrılık yapmaya? Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmak hepimize yetmiyor muydu?

Sonra ne yaptınız? Kardeşim ben Kürtmüşüm. Öyleyse benim haklarım olacak. Ne gibi hakkınız olacak? İki millet olmak gibi. İki milletten iki devlet olmak gibi. İki ayrı bölge olmak gibi. Bu mümkün değildir ki,

Kadifekale’de oturan adamı nereye koyacaksınız? Doğu’dan gelmiş orada oturuyor. Kimsenin kimseye de bir şey dediği yok. Bu ülkenin insanları birbirlerini, Doğulu, Batılı, Kürttü, Türktü diye hiç, ama hiçbir zaman horlamadılar. Bunlar hep kardeştiler. Aynı siperde şehit oldular. Aynı camide beraber namaz kıldılar. Aynı devletin hizmetlerini beraber gördüler. Aynı bölükte askerlik yaptılar. Ne gerek vardı bunlara? Sayın Cemil Çiçek ve hükümeti Türkiye’yi bölmüştür. Bizim yapmadığımız oydu işte.”

Bütün bunların ardından halk oylamasına ilişkin düşünceleri de şöyle:

“Bu bir referandumdur. Referandumu ordu ile hesaplaşma, Silahlı Kuvvetlerle itişip kakışma anlamına gelecek şekle getirmenin yanlışlığına dokunmak isterim. O yanlış olur. Geçmişin çok karıştırılması, Türkiye’ye hayır getirmez.”

*** ***

Anayasa değişikliği için 12 eylülde yapılacak halk oylaması yaklaştıkça tartışmalar giderek artıyor. Bu sıcak havalarda liderler halk oylaması için il il geziyor ve halka kendilerince nasıl oy kullanmaları gerektiğini nedenleriyle anlatıyorlar. Başbakanın çıktığı her yurt içi gezi bu konuda iktidar olmanın ayrıcalığından dolayı haber kanallarınca canlı olarak yayınlanıyor. Biraz engelli haklarıyla, biraz kadın haklarıyla, görece olarak memura toplu sözleşme (aslında toplu sözleşememe) haklarıyla 12 eylülle hesaplaşmayla şekerlendirilen yeni anayasa değişikliği oylama sonrasında evet oyuyla kabul edilirse vesayetten kurtulacağımız masalı anlatılıyor. Masalı diyorum çünkü bakmayın ulusal basın ve yayınlarda görünen liboş takımının hararetli savunmalarına, gerçekte demokrasinin olmazsa olmaz olarak kabul edilmiş olan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıracak, demokrasiyi bitirecek bir oylamadan başka bir şey değil ki bu. Yani biz bir kere daha 12 eylülü oylamakla kalmayacak, aynı zamanda daha özgür bir hükümetin iki dudağı arasında bir demokrasiciliği oylayacağız. Yani kendi özgürlüğümüz için değil, hükümetin özgürlüğü için oy kullanacağız. Ne için? İşgal kuvvetlerinde kurtulmak için mi? Yahu biz işgal kuvvetlerini 30 ağustos 1922 yılında Dumlupınar’da yenmedik mi? 9 eylül 1922’de de Yunan kuvvetlerini denize atarak işgali bitirmedik mi? Bu neyin işgali? Böyle bir işgal olsa millet olarak canla başla hükümetin yanında yer alırdık. Kimi kimden kurtarıyoruz, anlamıyorum.

Hükümetlerin mutlakiyetçiliğe varan bağımsızlığı demokrasi değildir. Geçen yazımda da belirtmiştim. Bizim parlamenter sistemimiz yasamanın bağımsız olması şartına rağmen çoğunluktaki partinin milletvekillerinden seçilen hükümet yapısı, yasamanın bağımsızlığını ortadan kaldırıyor. Üstüne yargı yoluyla denetlenmesini sağlayan yasaların değişmesi, üstüne üstlük yargının hükümetlerin kontrolüne alınması, hükümetlerin isterlerse en baskıcı sistemlere geçmelerine imkan vererek, demokrasimiz ortadan kaldırılabilir hale geliyor.

Önce şu kuvvetler ayrılığını nedir bir görelim. Kuvvetlerin ikisi meclis çatısı altındadır. Biride meclisin dışında.. meclisin çatısı altında olan iki kuvvetten biri yasama kurulu, yani iktidar ve muhalefetten oluşan kanun çıkarma hakkı olan meclis, diğeri de yürütme; yani mecliste oy çokluğuna dayalı sayıda milletvekillerinden seçilen bakanlar ve başbakandan oluşmuş hükümet. Üçüncü kuvvet yargıdır. Demokrasinin mutlaka olması gereken şartlarından biri hükümetlerin değerlendirmelerinin dışında kararlar alabilecek bağımsız yargıdır. Parlamenter sistemimiz ilk iki yapıyı hükümetlerin denetimine verdiği için görece bir demokrasiyi yaşatan sadece bağımsız yargı kalmaktadır. Daha öncede yazdım; yasama kesinlikle hükümetlerin denetiminde olmamalı. Olmamalı ama nasıl olmasın? Padişah buyruğuyla seçilmiş gibi lider denetimiyle seçilen millet vekili milletin vekili değil, liderin emir kuludur. Millet vekili seçilecek kişi sadece liderin denetimiyle seçilmekle kalmaz, asgari ücretlinin hayalini bile kuramayacağı bir servet harcar. Bu vekiller seçildiğinde elbette ki o zaman liderin emir kulu olur. Karşılığında çünkü “kıyak emeklilik” hakkını kazanacaktır. Seçildikten sonra milletvekili “dokunulmazlığı”ndan faydalanması ve etkili bir nüfusa sahip olması bu işin cabası.

Oysa yasamanın lider sultasından kurtulması için öncelikle millet vekili adaylarının hiçbir şekilde lider veya delege tarafından belirlenmemesi şarttır. Ayrıca millet vekili olacakların servet harcayarak partiye bir ödeme yapmaması da önemlidir. Böylelikle millet vekili adayları her ilde her partiye ne kadar başvuru yapılmışsa o kadarının içinden, il ve ülke barajı da kaldırılarak halk tarafından seçilmelidirler. Hükümetler kesinlikle bu seçilen vekillerden kurulmamalıdır. Başbakanlar; bakanlar kurulunu iş dünyasından, veya bürokratlar arasından tecrübeli ve başarılı kişileri seçerek kurmalıdır. Böylelikle yasama tamamen yürütmeden ayrı ve bağımsız olarak görevini yerine getirir. Gerçi biz işin suyunu çıkarmakta çok ustayızdır. Bununda bir tarafıyla mutlaka oynanacaktır. Ama gene de lider egemenliğinde, istifası başbakanın cebinde olan millet vekili ve bakanlardan oluşmuş bir parlamenter sistemden çok daha demokratik bir palamento olacağı kesindir. O sayede vekiller başbakanın değil milletin vekili olacaktır. İşte o zaman her millet vekili sahip olduğu 20-25 bin oyun temsilcisi olarak kendini güçlü hissedecek, hem temsil ettiği (partinin değil) ilin, hem de ülkenin genel faydasına ait konulara sahip çıkacaktır. Bunu yaparken de iktidar muhalefet ayrımı yapmadan sadece partili milletvekili olarak kalmayacak ve sadece millet vekili maaşlarında ortak tavır sergileyemeyecekler, bütün vekiller illerinin ihtiyaçları konusunda farklı partilerden de olsalar tek partidenmiş gibi hareket edeceklerdir. Demokrasilerde olması gereken parlamento biçimi işte budur. Bunun üstüne yargının bağımsızlığı da eklenirse demokrasi güvence altında olur.

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in son olaylar konusundaki görüşlerinin ışığında ekleyeceklerim bu kadar. Halkoylamasının sonucu ne olursa olsun Türkiye bugünden farklı olacaktır. Sözün burasında “Süleyman Demirel’e kulak kabartılmamalı mı” diye soruyorum.

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com

Yayın Tarihi: 18.08.10


İDAM CEZASI KALKMIŞKEN KEFEN GİYMEK NEYİN NESİ?

Başbakanımız ne kadar gözü kara, ne kadar korkusuz, ne kadar kararlı olduğunu vurgulamak için kefeni çağrıştırmak amacıyla fırsat bulduğu her yerde “biz beyaz gömleğimizi giydik” diyor. Bunun kitleleri çok etkilediğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Sokaktaki vatandaşa sorsanız alacağınız cevaplar size bunu gösterir. Ülkemizin daha çok geliştiğine dair iddialarda

gerçeklik payı olsun veya olmasın, geçirdiği evrim çok daha görünür ve zorlu olduğu için kimi vatandaşın bu sözlere itibar ettiğini ve duygulandığını söyleyebilirim. Tabii bu herkes için söz konusu değil. Aklını iktidara veya muhalefete teslim etmemiş çok büyük bir kesimde var. Onlar gerçeği dillendirmekten çekinmiyorlar.

Geçenlerde bir vatandaşımız durduk yerde oyumun rengini sordu. Genellikle soruları ben sorarım, ama bana soru sorulması da hoşuma gider. O vatandaşımıza cevabımı verdikten sonra anlattıklarına bakar mısınız?

Kendinden önceki başbakanı yüce divana yollayan bir başkan olarak kendisini yüce divana yollayacağını söyleyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlun’a bunu söyleyerek ne yapmak istiyor? Bu boş bir söz değil midir? Yüce divana yolladığı kişi Mesut Yılmaz’dı. Aklandı geldi. Peki kendisi yargılanıp aklanamazsa idam mı edilecek? İdam cezası nerdeyse on yıl önce kalktı, bunu halk bilmiyor mu zannediyor?

İnanın çok şaşırdım. Ben bu konularla uğraşmazken halk neleri görüyormuş meğer. Bu gün kim sorarsa “internet ve yeni iş dünyamız, internetle ne kadar özgürleşiyoruz” konulu bir yazı yazacaktım. Bu konular anlaşılan kimsenin dikkatini çekmiyor.

Gazeteleri internetten okurken, Milliyet Gazetesi yazarı Mehmet Tezkan’ında bu konuya değindiğini gördüm. Köşe yazarı herhalde böyle olunur. Baksanıza halkın nabzını elinde tutuyor.

Mehmet Tezkan yarışma sorusu sorar gibi bir soruyla yazısına başlamış.

Kendinden önceki başbakanı Yüce Divan’a yollayan ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı kimdir?

A) Bülent Ecevit..

B) Süleyman Demirel

C) Turgut Özal
D) Tayyip Erdoğan
El cevap; Recep Tayyip Erdoğan...

Sonrada devam etmiş.

Başbakan kendisini Yüce Divan’a yollayacağını söyleyen Kılıçdaroğlu’nu halka şikâyet ediyor ya..

Bir başbakanı Yüce Divan’a göndermenin darbe zihniyeti olduğunu sık sık vurguluyor ya..
Kendisini Menderes ile özleştiriyor..
Kefen edebiyatı yapıyor.. Yüce Divan’a gitmekle kefen giydirilmeyi eş değerde gösteriyor ya..
Kendisine mağduriyet çıkarmaya çalışıyor ya..
Eee..
Kazın ayağı öyle değil..
Cumhuriyet tarihinde iki başbakan yargılandı.. Biri Adnan Menderes’tir öteki Mesut Yılmaz..
Menderes’i 27 Mayısçılar yargılattı..
Yılmaz’ı. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları.. AKP’liler..

***

Şimdi diyecekler ki o Menderes başka, Yılmaz başka.. Yılmaz yolsuzluk suçlaması nedeniyle Yüce Divan’a yollandı..
İyi işte..
Kılıçdaroğlu da farklı bir şey söylemiyor ki.. İktidara gelirsem yolsuzluk iddiaları nedeniyle Tayyip Erdoğan’ı Yüce Divan’a yollayacağım, diyor..
Yani..
Erdoğan’ın Yılmaz’a yaptığının aynısını yapacak..
Erdoğan’ı mahkemeye verecek..
Ne var bunda kızacak!..
Bu işin kefen giymekle, kefeni koltuğunun altına alıp yola çıkmakla, siyasete başlamakla alakası yok.. Allah herkese uzun ömürler versin.. O devirler çoktan bitti..

***
Sonra..
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı Yüce Divan’a bir tek şekilde gönderebilir.. Meclis kararıyla.. Meclis çoğunluğunun oyuyla..
Yani milli iradenin onayıyla.. Milli idarenin iradesiyle...
(Bu terimi Başbakan çok sık kullanıyor ama bugüne kadar bir kere bile doğru kullanamadı. Buradaki kullanım da yanlış ama Başbakan Meclis’ten çıkan kararları hep milli iradenin tercihi olarak sunduğu için ben de bu terimi Başbakan’ın istediği gibi kullandım).

***

Sonuç..
12 Mart yarı sivil yarı resmi darbesi oldu.. Demirel koltuğundan gitti..
12 Eylül askeri darbesi oldu.. Demirel de Ecevit de Hamzaköy’e gönderildi..
28 Şubat post modern darbesi oldu. Erbakan al aşağı edildi..
Ama hiçbirinde başbakanlar Yüce Divan’a yollanmadı.. 12 Eylül darbecileri bile Demirel ile Ecevit’i Yüce Divanlık yapmadı..

***
Tek istisna Erdoğan’dır.. 2002’de ANAP baraj altında kaldı, Mesut Yılmaz siyaseti bıraktı.. Erdoğan iktidara gelir gelmez kendinden önceki Başbakan Yılmaz’ı Anayasa Mahkemesi’ne teslim etti..
Aklan da gel, dedi..
***
Şimdi aynı laflar kendine söyleniyor.. Kılıçdaroğlu da ‘aklan da gel’ yöntemine başvuracağını ilan ediyor..
Erdoğan’ın yaptığı gibi..
Başbakan’ın kızmaya, halka şikâyet etmeye hakkı yok!..
O hakkını Yılmaz’la harcadı!..

.....................................................................

Mehmet Tezkan’ın yazısı burada bitmiyor, ama alıntımızı konumuzu dağıtmamak için burada bitiriyoruz.

Halkın ne kadar bilinçli ve uyanık olduğunu bir kere daha gördüm. Artık büyük kentlerde yaşayan insanlar biat kültürüne bağlı değil. Çalışan ve vergi veren kesim soru sormasını da biliyor. Bu kesim öyle kolay ikna edilemez. Çünkü her şeyi görüyorlar. Onun için soruyorum şimdi; idam cezası kalkmışken kefen giymek de neyin nesi?

Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com

Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com


Yayın Tarihi: 16.08.10