Bugünkü yazıma çıkan tartışmayı aktararak başlamak istiyorum. Daha sonra bu tartışmayı halk oylamasıyla değerlendireceğim.
“9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, “Demirel az konuşsa iyi olur, onun yapamadığını biz yapıyoruz” sözlerine cevap verdi:
“Sayın Çiçek ve hükümet Türkiye’yi bölmüştür. Bizim yapmadığımız oydu işte. Doğrudur, bizim yapamadığımızı, yapmadığımızı onlar yapıyor. Ülkenin en değerli kurumlarını itibarsız hale getirmek için, Türkiye’de hiçbir hükümetin yapmadığını yaptılar. Halkı birbirine düşürmek için de hiçbir hükümetin yapmadığını yaptılar. Bravo onlara, bravo”
“Şimdi bu ülkede, şu sebepten ya da bu sebepten, asker en güvenilir kurum iken, bir süreden beri askerin itibarı ile oynayan, askeri cuntacı gösteren, haksız işler yapmış gösteren ve askeri itip kakan bir durum hasıl oldu.
Aslında asker sivil idarenin emrinde ise, onun adı demokrasidir. Bu ise başka bir olaydır.
Yalnız askeri sivil idarenin emrine alıyoruz diye, askerinizi kurum olarak itip kakmaya, itibarsız hale getirmeye, güçsüz düşürmeye kalktığınız taktirde, bu ülkeye yapılan en büyük kötülük olur.
Çünkü, bu coğrafyada, bu kahraman askersiz yapamazsınız. Türkiye’nin askeri kahraman askerdir” dedi.
"Askerin içerisinde suç işlemişler varsa, kanunlara uymamış insanlar varsa, bunları kanunlara uyarak halledersiniz.
Ama, Çukurca’da sabahtan akşama kadar mevzide askerlerle beraber oturan generali, beş ay sonra muhakeme etmek için tevkif etmekte gösterdiğiniz tutum çok yanlıştır, ayıptır, ayıptır.
Bu görevleri kime yaptıracaksınız? Kırmayın askerinizin moralini!
O kar demeden, tipi demeden, soğuk demeden, dağ demeden, ova demeden bu ülkenin sınırlarını koruyan ve bu bayrağı dalgalandıran adam.
Buna bu muameleyi yapmaya hakkınız yok.
Bu Ordu’nun generallerine, subaylarına, askerlerine yapılan bu tür muameleleri yapmaya hakkınız yok.
Efendim adaletmiş(!) Adaleti işletmiyorsunuz ki!... İşletin adaleti bir an evvel, neyse işinizi bitirin.
Adalet işletiyorsunuz diye, bu askerlere ‘kaç’ deseniz, kaçmazlar.
Muhakeme mi etmek istiyorsunuz? Çağırdığınız gün gelirler mahkemeye. Bunları niçin tutuklu olmaya götürüyorsunuz? Ben açıkça size şunu söyleyeyim; bunların adaletle vs. ile hiçbir alâkası yok. Bunlar yanlıştır.”
“Asker denildiği zaman adamın tüyleri diken diken oluyor. Asker bu milletin adamı.
Milletin içinden çıkmış ve okutmuşsun, yazdırmışsın, eline silahı vermişsin. Bu milletin askeri bir zadegân asker değil.
Subaylarının büyük bir kısmı, kimisi köylü çocuğu, kimisi işçi çocuğu, kimisi memur çocuğu.
Yani bir asilzade tayfası değil, halk. Halk ordusu bu.
Yani, askere karşı bu ters muamelelerin yapılmasından fevkalâde muzdaripim, çok üzgünüm.”
Süleyman Demirel’in asker konusundaki sözlerine katılmamak mümkün değil. Soylulardan oluşmayan üst kadroya yakıştırılan çok kötü tanımlamalar var. Bunları burada kullanmayı kendime yakıştıramam. Bu halkın evlatlarına bu tanımlamaları yakıştırmak hiçbir vicdana sığmaz. Sığmamalı..
Demirel’in açılım hakkındaki görüşlerine de hak vereceksiniz.
“Açılım şunu yaptı: Türkiye’de soran var mıydı size, ‘Türk müsünüz, Kürt müsünüz, Çerkez misiniz?’ diye. Kim kime soruyordu? Bu insanlar senelerdir bir arada yaşayıp gidiyordu. Birbirlerinden kız alıp veriyordu. Birbirleri ile aileler müşterek yaşıyordu. Birbirlerine karşı muhabbetleri vardı, insanların sevgisi vardı. Aynı yerlerde birlikte çalışıyorlardı. Gerek var mıydı, sen Kürtsün ben Türküm ya da sen Türksün ben Kürdüm diye bir ayrılık yapmaya? Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olmak hepimize yetmiyor muydu?
Sonra ne yaptınız? Kardeşim ben Kürtmüşüm. Öyleyse benim haklarım olacak. Ne gibi hakkınız olacak? İki millet olmak gibi. İki milletten iki devlet olmak gibi. İki ayrı bölge olmak gibi. Bu mümkün değildir ki,
Kadifekale’de oturan adamı nereye koyacaksınız? Doğu’dan gelmiş orada oturuyor. Kimsenin kimseye de bir şey dediği yok. Bu ülkenin insanları birbirlerini, Doğulu, Batılı, Kürttü, Türktü diye hiç, ama hiçbir zaman horlamadılar. Bunlar hep kardeştiler. Aynı siperde şehit oldular. Aynı camide beraber namaz kıldılar. Aynı devletin hizmetlerini beraber gördüler. Aynı bölükte askerlik yaptılar. Ne gerek vardı bunlara? Sayın Cemil Çiçek ve hükümeti Türkiye’yi bölmüştür. Bizim yapmadığımız oydu işte.”
Bütün bunların ardından halk oylamasına ilişkin düşünceleri de şöyle:
“Bu bir referandumdur. Referandumu ordu ile hesaplaşma, Silahlı Kuvvetlerle itişip kakışma anlamına gelecek şekle getirmenin yanlışlığına dokunmak isterim. O yanlış olur. Geçmişin çok karıştırılması, Türkiye’ye hayır getirmez.”
*** ***
Anayasa değişikliği için 12 eylülde yapılacak halk oylaması yaklaştıkça tartışmalar giderek artıyor. Bu sıcak havalarda liderler halk oylaması için il il geziyor ve halka kendilerince nasıl oy kullanmaları gerektiğini nedenleriyle anlatıyorlar. Başbakanın çıktığı her yurt içi gezi bu konuda iktidar olmanın ayrıcalığından dolayı haber kanallarınca canlı olarak yayınlanıyor. Biraz engelli haklarıyla, biraz kadın haklarıyla, görece olarak memura toplu sözleşme (aslında toplu sözleşememe) haklarıyla 12 eylülle hesaplaşmayla şekerlendirilen yeni anayasa değişikliği oylama sonrasında evet oyuyla kabul edilirse vesayetten kurtulacağımız masalı anlatılıyor. Masalı diyorum çünkü bakmayın ulusal basın ve yayınlarda görünen liboş takımının hararetli savunmalarına, gerçekte demokrasinin olmazsa olmaz olarak kabul edilmiş olan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıracak, demokrasiyi bitirecek bir oylamadan başka bir şey değil ki bu. Yani biz bir kere daha 12 eylülü oylamakla kalmayacak, aynı zamanda daha özgür bir hükümetin iki dudağı arasında bir demokrasiciliği oylayacağız. Yani kendi özgürlüğümüz için değil, hükümetin özgürlüğü için oy kullanacağız. Ne için? İşgal kuvvetlerinde kurtulmak için mi? Yahu biz işgal kuvvetlerini 30 ağustos 1922 yılında Dumlupınar’da yenmedik mi? 9 eylül 1922’de de Yunan kuvvetlerini denize atarak işgali bitirmedik mi? Bu neyin işgali? Böyle bir işgal olsa millet olarak canla başla hükümetin yanında yer alırdık. Kimi kimden kurtarıyoruz, anlamıyorum.
Hükümetlerin mutlakiyetçiliğe varan bağımsızlığı demokrasi değildir. Geçen yazımda da belirtmiştim. Bizim parlamenter sistemimiz yasamanın bağımsız olması şartına rağmen çoğunluktaki partinin milletvekillerinden seçilen hükümet yapısı, yasamanın bağımsızlığını ortadan kaldırıyor. Üstüne yargı yoluyla denetlenmesini sağlayan yasaların değişmesi, üstüne üstlük yargının hükümetlerin kontrolüne alınması, hükümetlerin isterlerse en baskıcı sistemlere geçmelerine imkan vererek, demokrasimiz ortadan kaldırılabilir hale geliyor.
Önce şu kuvvetler ayrılığını nedir bir görelim. Kuvvetlerin ikisi meclis çatısı altındadır. Biride meclisin dışında.. meclisin çatısı altında olan iki kuvvetten biri yasama kurulu, yani iktidar ve muhalefetten oluşan kanun çıkarma hakkı olan meclis, diğeri de yürütme; yani mecliste oy çokluğuna dayalı sayıda milletvekillerinden seçilen bakanlar ve başbakandan oluşmuş hükümet. Üçüncü kuvvet yargıdır. Demokrasinin mutlaka olması gereken şartlarından biri hükümetlerin değerlendirmelerinin dışında kararlar alabilecek bağımsız yargıdır. Parlamenter sistemimiz ilk iki yapıyı hükümetlerin denetimine verdiği için görece bir demokrasiyi yaşatan sadece bağımsız yargı kalmaktadır. Daha öncede yazdım; yasama kesinlikle hükümetlerin denetiminde olmamalı. Olmamalı ama nasıl olmasın? Padişah buyruğuyla seçilmiş gibi lider denetimiyle seçilen millet vekili milletin vekili değil, liderin emir kuludur. Millet vekili seçilecek kişi sadece liderin denetimiyle seçilmekle kalmaz, asgari ücretlinin hayalini bile kuramayacağı bir servet harcar. Bu vekiller seçildiğinde elbette ki o zaman liderin emir kulu olur. Karşılığında çünkü “kıyak emeklilik” hakkını kazanacaktır. Seçildikten sonra milletvekili “dokunulmazlığı”ndan faydalanması ve etkili bir nüfusa sahip olması bu işin cabası.
Oysa yasamanın lider sultasından kurtulması için öncelikle millet vekili adaylarının hiçbir şekilde lider veya delege tarafından belirlenmemesi şarttır. Ayrıca millet vekili olacakların servet harcayarak partiye bir ödeme yapmaması da önemlidir. Böylelikle millet vekili adayları her ilde her partiye ne kadar başvuru yapılmışsa o kadarının içinden, il ve ülke barajı da kaldırılarak halk tarafından seçilmelidirler. Hükümetler kesinlikle bu seçilen vekillerden kurulmamalıdır. Başbakanlar; bakanlar kurulunu iş dünyasından, veya bürokratlar arasından tecrübeli ve başarılı kişileri seçerek kurmalıdır. Böylelikle yasama tamamen yürütmeden ayrı ve bağımsız olarak görevini yerine getirir. Gerçi biz işin suyunu çıkarmakta çok ustayızdır. Bununda bir tarafıyla mutlaka oynanacaktır. Ama gene de lider egemenliğinde, istifası başbakanın cebinde olan millet vekili ve bakanlardan oluşmuş bir parlamenter sistemden çok daha demokratik bir palamento olacağı kesindir. O sayede vekiller başbakanın değil milletin vekili olacaktır. İşte o zaman her millet vekili sahip olduğu 20-25 bin oyun temsilcisi olarak kendini güçlü hissedecek, hem temsil ettiği (partinin değil) ilin, hem de ülkenin genel faydasına ait konulara sahip çıkacaktır. Bunu yaparken de iktidar muhalefet ayrımı yapmadan sadece partili milletvekili olarak kalmayacak ve sadece millet vekili maaşlarında ortak tavır sergileyemeyecekler, bütün vekiller illerinin ihtiyaçları konusunda farklı partilerden de olsalar tek partidenmiş gibi hareket edeceklerdir. Demokrasilerde olması gereken parlamento biçimi işte budur. Bunun üstüne yargının bağımsızlığı da eklenirse demokrasi güvence altında olur.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in son olaylar konusundaki görüşlerinin ışığında ekleyeceklerim bu kadar. Halkoylamasının sonucu ne olursa olsun Türkiye bugünden farklı olacaktır. Sözün burasında “Süleyman Demirel’e kulak kabartılmamalı mı” diye soruyorum.
Yazışma Adresim: www.goleaydin@hotmail.com
Bütün yazılarım...: http://hayatintatlarivehayatindusundurdukler.blogspot.com
Yayın Tarihi: 18.08.10