31 Ağustos 2014 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Bu satırları okuduğunuz günden en az bir gün önce kaleme almış oluyorum. Bu hesapça yazı basımdan bir gün önce verilmiş olmak zorunda. Bu gün cumartesi. Havalar oldukça sıcak. Sıcakların etkisinden olacak bugün biraz rahatsızım. Kendi şiirlerime bu yüzden yer veremedim. Seçtiğim şiirler ve şairlerle bir amaç gözettim. Bakalım bu amacımı fark edecek misiniz?

***
Ağacın İkindi Türküsü

Açıklara çıkalım boğulmamak için
Günün kuytu yerleri şimdi harap
İçimizde bir ezgi inceden inceye
Bizi kendimize bağlarken akşam olur
Karanlığı gümüş rengine boyar mehtap

Oturup uzun uzun konuşsaydık
Sevişmek nasıl olsa gene olur, iyi kötü
Bir ıhlamur sıcaklığı yayılırken odamıza
Herşeyi ince ince düşünseydik
Ölümü, kırgınlığı, inceliği en başta
Bütün eksiklerimize gülüp geçerek

Belki de boşa geçti onca zaman
Bu da bir tür geçip gitme duygusudur
Ne güzel olurdu yeniden başlasak
Ne yapsan en başa dönülemiyor
Ne yapıp yapıp dalı unutmalı
Rüzgârla yere düşen sarı yaprak

Afşar Timuçin

***
Ay Karanlık

Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık...

İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık...

Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...

Ahmet Arif

***

Aşk İki Kişiliktir

Değişir yönü rüzgârın
Solar ansızın yapraklar;
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar;
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini;
İçinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk, iki kişiliktir.
Bir anı bile kalmamıştır
Geceler boyu sevişmelerden
Binlerce yıl uzaktadır
Binlerce kez dokunduğun ten;
Yazabileceğin şiirler
Çoktan yazılıp bitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına.
Aşk, iki kişiliktir
Avutmaz olur artık
Seni bildiğin şarkılar;
Boşanır keder zincirlerinden
Sular tersin tersin akar;
Bir hançer gibi çeksen de sevgini
Onu ancak öldürmeye yarar:
Uçarı kuşu sevdanın
Alıp başını gitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına.
Aşk, iki kişiliktir.
Yitik bir ezgisin sadece
Tüketilmiş ve düşmüş gözden;
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır
Gece camlara sürtünürken;
Çünkü hiç bir kelebek
Tek başına yaşamaz sevdasını,
Severken hiç bir böcek
Hiç bir kuş yalnız değildir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk, iki kişiliktir.

Temmuz 1993

Ataol Behramoğlu

***

Bulut mu Olsam

Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.

Nazım Hikmet Ran

***

Ayten

Ben bir Ayten'dir tutturmuşum oh ne iyi
Ayten'li içkiler içip sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum
Şiirler yazıyorum Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten'e beş var
Ya da Ayten'i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor

Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz
Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları

Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim
Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadeh de sizinle içeriz Ayten'li
İki laf ederiz
Onu siz de seversiniz benim gibi
Ama yağma yok Ayten'i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim
Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar
Parasızlık da bir şey mi
Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar

Ona uğramayan gemiler batsın
Ondan geçmeyen trenler devrilsin
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin
Kapansın onu görmeyen gözler
Onu övmeyen diller kurusun
İki kere iki dört elde var Ayten
Bundan böyle dünyada
Aşkın adı Ayten olsun

Ümit Yaşar Oğuzcan

***

Anneme Mektup

Ben bu gurbet ile düştüm düşeli,
Her gün biraz daha süzülmekteyim.
Her gece, içinde mermer döşeli,
Bir soğuk yatakta büzülmekteyim.

Böylece bir lâhza kaldığım zaman,
Geceyi koynuma aldığım zaman,
Gözlerim kapanıp daldığım zaman,
Yeniden yollara düzülmekteyim.

Son günüm yaklaştı görünesiye,
Kalmadı bir adım yol ileriye;
Yüzünü görmeden ölürsem diye,
Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim.

1924

Necip Fazıl Kısakürek

***

İyi pazarlar sevgili okurlar. Haftaya görüşmek dileğiyle..


Yayın Tarihi: 31.08.2014

TÜRKİYE'NİN DEĞİŞİMİ SÜRECİNDE BİR MAKALENİN İZLERİ

Keşke sosyal konularda kolay çözülebilen, pozitif bilimlerle içli dışlı olabilen konular olsa. Tarih deneysel bir bilim dalı değildir. Daha doğrusu bilim bile değildir. Bilim geleceği örer. Tarihse geçmişi anlatır. Anlatılan geçmişten bu güne uygulanacak pek fazla bir şey kalmaz. Ne devletler o tarihteki devletlerdir, nede o günkü teknolojinin bugün hükmü vardır. Bugün olanlar kendine özgü şartları içerir. Olayların dünle benzerliğine bakıp dünden bugüne ders çıkarmak ne kadar geçerli olur? Hiç olmaz demiyorum, ama deneysel bilimler gibi ona dayanarak çözümler üretemeyiz diyorum. Burada esas olan bilim üretmektir. Bilim üretirken hafızamızı kaybetmememiz gereklidir. Tarih işte burada devreye girer. Tarih eğer kendi içinde arkeoloji, hukuk, sosyoloji, sanat tarihi ve ekonomi bilimlerini barındırırsa (ki bunun adı tarih olmaktan çıkar, mukayeseli tarih diye anılan geniş kapsamlı bir felsefe olur) o zaman bilimsellik kazanır ve gerçeğin kavranmasını sağlar.

Epey süre önce Rus haber ajansı Regnum’da Stanislav Tarasov imzalı makale yayınlandı. Dilimizede çevrilen o makaleyi bu düşüncelerle okudum. Makale bir Rus gözüyle Türkiye’nin geldiği ve gittiği yolu gösterdiği için ilginç. Bu ve buna benzer makaleler gelecekte tarihçiler için bir belge niteliğindedir. Sözünü ettiğim makale içinde bulunulan zamanı anlattığı için şimdiki zamanlıdır, oysa anlatılanlar kim bilir ne kadar sürecek bir sürecin habercisidir de..

Makalenin ana fikrini Türkiye’nin yeni düzende (açık anlamıyla buna milli ve laik yapı hafifletilerek, dini ve çok uluslu bir yapıya geçiş aşaması diyebiliriz) sınırlarında sorun yaşamama isteğinin sonucunda müttefiki olan Azerbaycan Cumhuriyetini ermeni sorunu konusunda eskisi kadar desteklememesi, bunun sonucunda Azerbaycan Cumhuriyetinin yalnızlaştırılma politikalarını önleme çabaları oluşturuyor.

Makalenin anlattıklarını birkaç ana başlıkta görürsek konunun özünü kavrayacağımızı düşünüyorum.

Ana başlıklar şunlar:

1: Pan-İslamizmle büyüyen Osmanlı, Jön Türklerle Pan-Türkist oludu.
2: Atatürk Pan-Türkizm ve Turancılığı ırkçılık saydığı için, onun yerine ılıman milliyetçilik olan Türkizm başladı.
3: Stalin’in Türkiye’ye sosyalist Turancılığın önderlik önerisi Atatürk tarafından reddedildi.
4: Sovyet rejimi, Azerbaycan’ın adını kaldırılıp sosyalist Turanın önderliğini vererek geçici cumhuriyeti kurdurdu. Kafkaslardaki Türk Cumhuriyetleri için birleştirici unsur olarak önder devlet Azerbaycan olacaktı.
5: Sovyet rejimi yıkıldıktan sonra Azeriler Ermeni meselesinde Türkiye ile müttefik oldular.
6: Türkiye enerji kaynaklarının geçiş yolu üstünde olması nedeniyle ve değişen dünya şartlarında Türkizm yerine daha İslamcı bir anlayışla “Suudi Arabistan’ın dış politikadaki aktifliğinin görülür bir şekilde azalmasından” yani Suudilerin giderek sessizleşmesiyle doğan boşluğu doldurarak çıkar birliğinin gösterdiği yönde İran ve Rusya ile yakınlaştı.
7: Burada yer almak isteyen Türkiye kendi içinde barındırdığı çok uluslu yapıyı ulusçuluğunun önüne koydu. Sırf bu yüzden Azerbaycanla dil ortaklığına bağlı kalarak Ermenistan’la kavgayı sürdürmek çıkarlarına tersti. Oysa Azerbaycan’ın güçlü, İran, Rus, Avrupa ve Kafkasya mirasıyla yoğrulmuş kendilerine özgü algıları var.
8: Bundan dolayıdır ki Azerbaycan Türkiye ile ermeni meselesinde ne kadar ortak nokta arasa arasın başarılı olamayacaktır.

Aradan geçen zaman makalenin yazarını haklı çıkarmıştır. Size göre de öyle değil mi?


Yayın Tarihi: 29.08.2014

JAPONYA DEPREMİNİN ARDINDAN: KORKULAR

Çocukluğumdan beri olagelen felaketlerin büyük çoğunluğu hep geri kalmış veya az gelişmiş ülkelerde meydana geldi. Gelişmiş ülkelerde de meydana gelen felaketlerde vardı ama onlar iş hacimlerinin, iş tecrübelerinin yanı sıra, ellerindeki kaynaklarla bu felaketleri çabuk atlattıkları için, dünya gündeminden kısa sürede düşmesine sebep oluyordu. Diğerleri belki bir asırda elde ettikleri servetlerini birkaç saniyede yitirince toparlanmaları kolay olmuyordu. Bir yandan doğal afetler, bir yandan büyük devletler bu ülkelerin göz açmasına fırsat vermiyordu.

Deprem sonrasında sözde yardım amacıyla gelen bazı ülkeler, 17 ağustos 1999 yılında Marmara depreminde olduğu gibi uzun yıllar gitmezler. Felaketle canı yanmış ülkelerin yapılarını değiştirebilecek adımları atmaktan çekinmezler. Bizde bu kişiler misyonerlik faaliyetleriyle az denemeyecek sayıda yurttaşımızı Hıristiyan yapmışlardı.

 

Çok gelişmiş bir ülkede, 12 mart 2011 cumartesi sabahı Japonya’da, Türkiye saati ile sabah 07.46’da merkez üssünün Tokyo’nun 380 km kuzeydoğusunda ve yerin 24 km. altında olduğu belirtilen, 8,9 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmişti. Yaklaşık 2 bin 100 km. uzunluğundaki sahil şeridi üzerinde onlarca şehir depremden etkilenmişti. İlk önce 93 kişinin hayatını kaybettiği açıklanmış, daha sonra bu sayı 400’e kadar çıkmıştı. Bu kadar büyük bir deprem için bile, geliştirdikleri yapı sistemiyle insan kaybını en aza indirmeyi başarmışlardı. Gel gelelim deprem başka felaketlerinde doğmasına neden olmuş, dev deniz dalgaları demek olan “tsunami” ile kıyılar sular altında kalınca can kaybı 10.000’lere kadar varmıştı. Ardından Japonya’yı nükleer sızıntı tehlikesi bekliyordu. Depremden sonra kapanan Fukuşima’daki nükleer santralin soğutma sisteminde mekanik bir arıza meydana geldiğini ve bunun o sıralar giderilemediğini açıklayan hükümetin ardından öncelikle Japonya’nın komşularının, sonrada bütün dünyanın ilgisini kapıda bekleyen bu tehlike çekmişti. Rüzgâr ve yağmurlarla Çernobil faciasından çok daha büyük bir facianın doğabileceği endişesi yayılmış durumdaydı. Bu tehlike bir günle, yada bir aylada sınırlı değildi. Yıllarca havada kalacak radyasyon rüzgârlarla çok geniş alanlara yayılabilecekti. Yağmurlarla yer yüzüne indiğinde de sulara, oradan bitkilere ve sebzelere karışabilecekti. 

Bu deprem; “ne kadar gelişirseniz gelişin, doğanın gücü karşısında aciz duruma düşmekten kurtulamazsınız” gerçeğini gelişmiş ülke insanlarının da idrakine soktu. Hatta bir adım daha ileri götürdü bile. “Teknolojiniz size bu depremlerden sonra, depremlerden daha çok insan kaybı vermenize sebep olacak” dense, inanın Japonya’daki bu radyasyon tehlikesi söylenmiş olurdu.

Peki bu şuraya mı varıyor? Gelişmek kendini bitirmektir! Yapay bir yapıyla ulaşılacak nokta bu sanırım. Organik gelişmenin uzağına düştüğümüz oranda, makine ve yapay enerjiye bağımlı olduğumuz oranda, gelişmek; bir depremin ortaya çıkardığı biçimiyle kendini bitirmektir.

 

Gelecek nesilleri işte bu tehlike bekliyor. Yapay, üretilebilir, doğal yolla elde edilmeyen enerjiye bağımlı olmak, insanlık için yok oluş süreçlerinin başlamasına sebep olacaktır. Ne yaparsanız yapın insanın bir doğa varlığı olma gerçeğini değiştiremezsiniz. Bütün doğa varlıkları gibi insanında en azından bol ve temiz oksijenli, nefes alabileceği havaya, korkmadan tüketeceği suya ihtiyacı vardır. Savaşları hiç olmayacak varsaysak bile depremlerde yıkılabilecek nükleer enerji santrallerinin ortaya çıkaracağı radyasyon bulutları atom bombasıyla vurulmuş Japonya’dan bin beter edecektir dünyayı. Eğer bu gelişme biçimine paralel olarak (insanın doğa varlığından çıkması demek olabilecek buluşlarla) insan yapısal değişiklikle her ortamda yaşayabilen bazı böceklere döndürülürse, ancak o zaman, bu sözünü ettiğim tehlike söz konusu olmaz. Şimdilik böyle bir çabanın varlığından söz edemeyiz. Ortaya en azından böyle bir söz bile atılmış değil henüz. Yarın bilimin ne gelişme göstereceğini kim bilebilir?

Bilimin yarın nereye varacağı konusunu sormayı bırakalım. Şimdilik insanın yaşaması için gerekli olan şey açıkça belli: Temiz ve bol oksijenli hava ve gene temiz tatlı su. Depremlerde oksijen üreten kaynaklardan biri. Tıpkı yeşil bitki örtüsünün oksijen üretmesi gibi. Şimdi depremlere felaket diyebilir misiniz? Asıl felaket kendi yaptıklarımızdır.


Yayın Tarihi: 27.08.2014

SUÇ İŞLEYENE CEZA, ENGELLİ MAĞDURA DEĞİL.

Cinsellik oldum olası netameli konudur. Ülkemizde1970 sonrası, sanayileşerek kalkınmanın  önemsenmesiyle birlikte artan nüfus sonucu batı bölgeleri, iç ve doğu Anadolu’dan yoğun bir şekilde göç alınca, küçük birer kasaba olan kentler kabuğunu kırdı. İkinci dünya savaşının ardından başlayan turizm, 1960’larda yaşanan “seks (cinsellik) devrimi” denen olgu ile birleşince, dünyanın tabu olarak kabul ettiği “cinsellik” konusu yoğun göçle kimlik değiştirmeye başlayan kentlerimizi de etkiledi. Kapitalizm; yükselen değer olarak kabul ettirdiği bireysel özgürlüğü, toplumculuğun önüne koyarak, satacak ürün yelpazesine cinselliği de kattı. Daha iki binli yıllara gelmeden, cinsel ürünlerin, ülkemiz gazete ve dergilerinde de reklamlarını gördük.

Henüz sanayileşememiş kentlerimizde süren töre baskısı nedeniyle cinsel açlığın sürdüğünü görebilirsiniz. Batıya göç eden gençlerin çok azı, geldikleri yerin törelerine bağlılıklarını sürdürüyorlar. Buna bağlı olarak cinsel kimliği ifade biçimi göç edenlerde de alabildiğine serbesttir.

Bütün bunlara rağmen ülkemizin gelişmiş kentlerinde bile cinsel suçların işlenmediği gün yok nerdeyse. Hele engelliler üzerinden sapıklıklar o kadar çok ki.. eğer engelli kadınsa, yandığının resmidir. Birde zihinsel engelliyse sonucu siz düşünün.

Zaten zor bir çocukluk geçirmiştir. Sanki ben farklı bir çocukluk mu geçirdim? Engelli bir çocuk olarak bir sokak öteye gitsem hilkat garibesi gibi o sokağın çocuklarınca taşlanır, yada düşürülmek için çelmelenirdim. Ama zihinsel engellilik bin beter durumdu. Bırakın çocukları, koca koca adamlar bile onlarla oynamaya, alay etmeye doymazlardı. Zihinsel engelli bir kız biraz serpilip güzelleşti mi vay haline. Hadi güzelleşene neyse ne diyeceğim de, sokaklarda yaşayan, pislikten yüzü görünmeyen, zihinsel engelli zavallı kimsesiz insancıklara bile tecavüz edenler var  bu ülkede, bunlara ne diyeceğiz?

Ne yazık ki gazetelerde böyle haberlerde okuyoruz. “Şemsiyeli park”ın önünden zihinsel engelli bir kadın geçerdi. Sokaklarda yaşardı. Üstü başı leş gibiydi. Esnafın verdiği yiyeceklerle karnını doyururdu. Bir gün o kadına tecavüz edildiğini duyduğumda insanlığımdan utandım. Kadıncağız hamile bile kalmış. 1990 yıllarımıydı, unutmuşum. Belkide zihinsel engelli o zavallı kadın bugün yaşamıyordur.

Bu tip olaylara karşı yetkililer bir takım tedbirler alma girişiminde bulunurlar. Örnekse; basınada yansıyan Kocaeli Sosyal Hizmetler Kurulu toplantısında diş hekimi Sevil Çağlar, tecavüze uğrayan engelli kızların kısırlaştırılmasını istemesi örnek olarak gösterilebilir. Bu ne demek biliyor musunuz? Sapıklara tecavüzleri sırasında “korkmanıza gerek yok” demektir. Yani sapıkları, yeni sapıklıklar yapmaları için ödüllendirmek, tecavüze uğrayanları cezalandırmak demektir.

Bu mantığa göre suç işleyenleri yakalayamıyoruz, öyleyse suçluları yalnız bırakmak için vatandaşı hapse tıkalım. Emredersiniz efendim, hemen..

Kanunlar masumları korumak için yapılır dense de siz inanmayın. Baksanıza her türlü yükümlülük suçluları affediliyor, yükümlülüklerini yerine getirenlerse af zamanı enayi konumuna düşüyorlar. Yukarda sözünü ettiğim konu bundan pek farklı değil.

Bana kalırsa suçu işleyene ceza verilmeli. Bu durumda cezayı tecavüzcü almalıdır. Hükümet geçende partili 8 millet vekili tarafından “tecavüzcünün hadım edilmesi” için verilen kanun teklifini görüşürse bir çok mağduru sevindirmiş olacaktır. Engellinin engeli ne olursa olsun, engelli kim olursa olsun, cinsiyet farkı gözetmeksizin bu azgınlar dünyasında korunmalıdır. Biz engellilerde bu vatanın birer onurlu üyesiyiz. Bunun için suç işleyene ceza uygulansın. Engelli mağdura değil.


Yayın Tarihi: 25.08.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar. Her fani gibi devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ebediyete intikal edeli 76 yıl oldu. Henüz 10 kasımda değiliz, üstelik pırıl pırıl bir yaz günündeyiz, ama atamızın ölüm yıldönümlerinde toplumsal travmalarımızı düşünürken gene bir 10 kasımda şu satırları yazdığımı hatırladım.

“Artık ona ağlamanın dönemlerini çoktan geride bırakmış olmalıyız. Bundan sonrası onun yapmak istediklerini anlamak ve eserlerine sahip çıkmak olmalıdır. Aklı bilim ışığında bilgiyle donatmadan onu anlamamız mümkün değildir. Onu anlamadan bir birey olamayacağımız gibi, ülkemizin bağımsız kalmasını da sağlayamayız. Bağımsız ülkenin fikri ve vicdanı hür insanları yaşamın coşkusuna sahip olurlar. İnancını, fikri ve vicdani bağımsızlığıyla pekiştirenler yarınları daha kolay üretebileceklerdir.”

Bugün gelinen noktada bunun eksikliğini görüyorum. Bunda hiç kuşkusuz demokrasimizin sık sık sekteye uğratılmasının, halkımızın refahının unutulmasının payı büyük.

Bu haftanın ilk şiiri Ahmet Haşim’den. Çok küçük yaşlarda bu şiirle karşılaştım ve çok sevdim. Sonunda besteledim de..
................

MERDİVEN
Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...
Ahmet Haşim

...........
muttasıl = aralıksız
hafi = gizli

***

Sıradaki şiiri bilmeyen var mı? Şiire isim olan mısra bile bu şiiri tek başına anlatacak kadar güçlü. Bir sevda bu kadar anlatılabilir. Peki müziğini Ahmet Kaya’dan dinlemeyen kalmış mıydı? Çok etkileyici ses tonuyla söylediği şarkılarını ilk keşfim biraderim Coşkun Göle sayesinde olmuştu. Sesini ve şarkılarını sevdim, ama siyasi görüşüyle barışamadım. Genede bu toprakların gür sesidir. Ahmet Kaya, Ahmet Arifin bu şiirinin kimi yerlerini müziğe ve felsefesine göre değiştirmişti.
................

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM
Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

Ahmed Arif

***

Geçen hafta başlayıp bitiremediğim şiirimin söz verdiğim gibi tamamını sunarak yazımı bitiriyorum.

............

16
Bana nefes alma deseydin almazdım
Deniz dibinde yaşa deseydin yaşardım
Bana güneşte eri deseydin erirdim
Benden can isteseydin verirdim
Yazma deme duramam
Ben sevgisiz yaşayamam
Bülbülü susturabilir misin
Gül bahçelerini yok etmeden
İhtimâl, o zaman denerim
Sana göz veririm, söz veremem
İhtimâl, o zaman denerim
Sağnak sağnak yağdım hep
Yağmursuz bulut olamadım hiç
Yağmazsam bahçeme yağmam
Sen kankamsın
Sen kristal camsın
Sana dokunmaya kıyamam
Kırmam mümkün değil
Siğil çıktı bedenimde, yüzlerce siğil
Kızardım güneşte kızaran domatesler gibi
Yüzümü görme
Irkım değişti aniden
Utancımı görme
Ben küçücüğüm
Ben yerden bitme
Sözüm geçmez ki kendime
Ne yeminler bozdum bilsen
Bu yüzden borcum çok
Bir yüreğim var verebileceğim
Çok şükür o hacizsiz
Al senin olsun, zaten içinde sen varsın
Sığdın desem ona, bilirim sığmazsın
Bana yazma deme
Ben sana yollayayım
İstersen okuma
Sana gitti bileyim bu şiir
Bu bana yeter
Sen kankamsın
Sen kristal camsın
Seni kırmam mümkün değil
“Önemli şeyler dışında yazma,
Zaten dardasın” demiştin.
“Bu sıralar işler durgun,
Zaten hardasın” demiştin.
Beni düşündüğün için bu kadar
Yüreğim karıştı ırmaklara
Seni seviyorum bu önemli değil mi
Zaten dünya karışık
Gene Amerika Irak’la savaşta
Irak’ta gene Saddam
Amerika’da bu kez oğul Bush
Belli değil nereye varır bu iş
Kıyamet kopabilir
Zaten kopuyor Irak’ta
Bir dilim ekmeğe bir yudum suya
Orda vakit yok
Sevmek akla gelir mi
Yürekler ince ince kanar mı
Sevda ateşinden
Bedenler parçalanmışken..
Ne çok değişti dünya
Fransa birde Almanya
“DUR!!”
Deseler de jandarmaya
Döndüler güneş dönmüş dondurmaya
Hükmü yok sözlerinin
(uzaklarda yarı açık ceza evi Çin
yarınlarda yeri olması için
küçük boyuna bol fistanlarla
cılız bir nida
bırakıyor semaya)
Tıkanmış kapitaliyle
Vermem diyor “sam amca”
Yeryüzü ticaretini
Pençesini atmış aç yabanıllar gibi
Dişliyor masumların etini
Irakta gene Saddam
Amerika’da bu sefer oğul Bush
Bilinmez nereye varır bu iş
Kıyamet kopabilir zaten kopuyor Irak’ta
Sırtlarını dinlendirmeden sıcak yatakta
Sığınaklara kaçışıyor, kaçabilen
Genç, yaşlı
Kadın, erkek
Çoluk çocuk
Gönülleri yaslı
Kaçamayan caddelerde ceset
Binlerce ton bomba atılıyor Mezopotamya’ya
İnsanlığın beşiğini anneler sallamıyor artık
Kısa geçmişinin hikâyesizliğiyle
Kudurmuşluğuyla yüzü bulanık
Yeni dünyalı “sam amca”
Depremlerle
Sallıyor boş beşikleri
Bir zamanlar Kore’de, sonra Vietnam’da
Daha sonrada dişlemediği yer mi kaldı
Kıyamet kopabilir zaten kopuyor Irak’ta
“Post modern” giydirilmiş erleriyle
Onlar “tek dişi kalmış canavarlardır.”
“Vatanın bahtı kara maderini”
Kurtaracak biri elbette vardır
Kıyamet kopabilir zaten kopuyor Irak’ta
Kazmayı, küreği almalı
Bırakmalı bir köşede ayrılıkları, aykırılıkları
Din bizim, millet bizim; hepsi bir
Birlik ve dirlik için bırakmalı tarikatları
Gidilecek yön tekse neden bu kadar çok yol var
Her yol ayrımı ayrılıklara çıkar
“Ya istiklal ya ölüm” demiş
mavi gözlü dev ve sarışın kurt
yurdum “düvel-i muazzama”dan kurtulmuş
Sevgiye dur demeden muhakkak
Severek birbirimizi ve herkesi
“Ya istiklal ya ölüm” Arap kardeşim
Kürt ve Türk kardeşim
“Ya istiklal ya ölüm”
Ben seni seviyorum bu önemsiz mi
Suçlu kim
Suçlu kim kankam söyle bana
Cinayet işleyen mi
Koskoca sevgimizle
Yoksa, yoksa biz mi
Sen kankamsın
Sen kristal camsın
Seni kırmam mümkün değil
Sana yazmadan duramam, bunları

Aydın Göle
25 mart 2003

***

Bu haftalıkta bu kadar sevgili okurlar. Güzel bir hafta sonu dileğiyle esen kalın


Yayın Tarihi: 24.08.2014

YENİ BULUŞLAR 2

Nerde kalmıştık?

“İlaç kullanma alışkanlığımız dillere destandır. Doktora gitmeyi pek sevmeyiz ama en küçük sıkıntımızda çare olacak ilaçları keşfetmekte üstümüze yok! Sadece kendimiz kullansak neyse.. Eşe dosta da içtiğimiz ilacı önerir, hatta şeker ikram eder gibi sevdiklerimize her türlü ilacı ikram ederiz. Aksırsak yanımızdakine “verilecek ilacın var mı,” deriz.

Geçenlerde bir tanıdığım benden viagra istediğinde ne şaşırdım anlatamam. Benim 58’imde olduğumu bilerek bunun muhtemel olacağını düşündü herhalde. Kendisine mecazi anlamda Yeşilaycı olduğumu anlatamadım. Bu haber henüz elime geçmemişti “örümceğe kendini ısırt” diyemedim.

İkinci haberimizde bu konuda..”

Demiş ve yazımızı burada bitirmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim.

***

ABD orijinli muz örümceği ısırığının dört saat süren cinsel fonksiyona neden olduğu ortaya çıktı.

Güney ve Orta Amerika’da görülen, muz örümceği ya da Phoneutria nigriventer adıyla bilinen bir örümceğin tek bir ısırığının dört saat süren cinsel fonksiyon gibi yan etkileri olduğu ortaya çıktı. Georgia Tıp Fakültesi uzmanları, örümceğin bu özelliğinin, fonksiyon bozukluklarıyla ilgili tıbbi müdahalelerde çığır açabileceğini düşünüyor.

Doktor Kenia Nunes, “Bu örümceğin zehri, zengin karışıma sahip moleküller içeriyor. Bu yüzden bir insan bu örümcek tarafından ısırıldığında farklı semptomlar gözlemleniyor. Bunlar arasında sürekli fonksiyon haline neden olan priapism de bulunuyor” dedi. 

Öte yandan bu ısırığın başka yan etkileri de var. Uzun süreli cinsel fonksiyon kas kontrolünün kaybı, şiddetli acı ve zorlukla nefes alma sonucunu doğuruyor. Eğer panzehir verilmezse kişi, oksijen yetersizliğinden ölebiliyor.

Ancak Doktor Nunes’a göre, örümceğin yan etkilerinden hem kadınlar hem de erkeklerde cinsel fonksiyon bozukluklarının tedavisinde yararlanılabilecek. Cinsel Tıp dergisinde yayınlanan araştırmasında Nunes, fareler üzerinde yapılan deneylerde zehirdeki toksinin cinsel fonsiyon bozukluğunu normalleştirebildiğini anlatıyor.

Örümcek zehri, Viagra gibi ilaçlardan farklı bir şekilde çalışıyor. Nunes, “Bazı hastalar geleneksel tedaviye cevap vermiyor, bu alternatif bir tedavi olabilir” diye konuştu.

***

Son yeni buluş haberimizi okuyalım önce. Ardından söyleyeceklerim var.
...

Ulusal İstatistik ve Analiz merkezi, Amerika’da şu ana kadar meydana gelen motorlu taşıt kazalarında 5474 kişinin öldüğünü ve 448,000 kişinin de yaralandığını açıkladı. Bu ve benzeri açıklamalar sıkça karşımıza çıkıyor fakat çözümler genelde saçma ya da limitli kalıyordu. Ta ki BMW bizi, üzerinde çalıştığı yeni teknolojilerden haberdar edinceye kadar...

BMW'nin üzerinde çalıştığı yeni sistem, sürücü ve yolcuların herhangi bir şekilde ellerini ya da gözlerini yoldan ayırmadan telefonları üzerinden e-mail atabilmelerine, kısaca mesaj yazabilmelerine olanak tanıyacak. Nasıl mı? Sadece ses ile verilen yönlendirmelerle... BMW'nin hali hazırda kullandığı sesli aktivasyon sistemine göre çok daha derin bir yapıya sahip olacak yeni sistemde, söylenen her söz kelimesi kelimesine algılanacak ve yazılacak.

Yapılabileceklerse sadece yazı yazmak olarak düşünülmemiş. Tasarım hayata geçtiği andan itibaren; yazılarımızı silebilme, taşıma ya da yapıştırma gibi işlemleri de ses komutları ile yapabileceğiz. Geliştirme aşamasında olan sistemse, üç yıl içerisinde son kullanıcıyla buluşacak ve üretilecek yeni BMW'ler içerisinde opsiyon olarak bulunacak.

BWM mühendisleriyse, şoförlerin şu an da fiziksel olarak yapmak zordu kaldıkları bütün işlemleri en kısa zamanda ses yardımı ile yapılabilir hale getirmeye çalışıyorlar.

***

Daha önceleri tam otomatik, bilgisayarlarla uçak gibi yönetilen, yol güzergahını beynine yazmak dışında hiçbir şey yapmayacağınız, güvenli yolculuk sunan otomobillerden söz etmiştim. Bu otomobiller algılayıcıları aracılığıyla hava durumuna göre duracağı mesafeyi bile ayarlayarak peşine takıldığı aracı o mesafeden takip ediyorlardı. Buna göre BMV’nin bu haberi beni çok şaşırtmadı. Yalnız bu otomobiller biz engelliler için biçilmiş kaftan olabilir. Ne el ne ayak kullanmadan yolculuk yapabilirse, eminim isteklisi çok olur. Ama ben burada bir sakınca görüyorum. Üst üste birden fazla komut vermek gerekse bu mümkün olmaz. Bir insan el ve ayaklarıyla araç kullanırken aynı anda dört işi bir arada yapabiliyordu. Bir eli klaksonu çalarken bir eli direksiyonu çeviriyor, ayakları gaza veya frene basıyordu. Şimdi tek sürücü yetmez gibi geliyor bana. İnsanın ağzı, bazı uzuvları gibi çifter çifter değil. Ne yazık ki  ağzımız tek. 


BİTTİ


Yayın Tarihi: 22.08.2014

YENİ BULUŞLAR 1

Yeni buluşlara ne kadar ilgi duyarsınız, yeni görüşler dikkatinizi ne kadar çeker? Bu tip şeylerle hiç uğraşmam derseniz yağmurda şemsiyesiz yürüyorsunuz demektir. İnsanın doğanın bir parçası olduğu ve hiç değişmemesi gerektiğini düşünenlerden olsanız bile aşırı yağmur sonunda gelen sel baskınından korunmak için daha yüksek yer aramak gibi yeni buluşlara ve yeni görüşlere de kayıtsız kalmamak gerektiğini sonunda kabul edersiniz. İnsanı insan yapan doğal ortamını sürekli değiştirmek istemesidir. Yeni buluşlar ve yeni düşüncelerde doğal ortamı değiştirme isteğinin bir sonucu.

Her zaman belirtiyorum; bilgisayarımda haber programları kurulu. Oradan sürekli bilgiler yağıyor. Kimi zamanda kullandığım google chrome tarayıcısının otomatik dil çeviricisi sayesinde her ülkenin basın sitelerini tarzanca da olsa Türkçe’ye çevrilmiş olarak okuyorum. Oradan da bazı yayınlar dikkatimi çekiyor. Bu yayınların çoğu gazetelerimizde yer buluyor. Bugün sözünü edeceğim haberler böyle haberler.

İşte ilki.. Bu habere göre cep telefonlarını dinlemek artık çok kolay. Ebeveynler için bu güzel bir haber olsa gerek. Biz ifratla tefrit arasında gezen bir toplum olarak küçük yaşta çocuklarımıza cep telefonu veriyoruz. Onlar GSM şirketlerinin sınırsız konuşma ve sınırsız mesajlaşma tarifelerinden yararlanarak en azından derslerini aksattıklarını düşünmeyiz bile. Öncelikle cep telefonu, sonrasında internetle (artık 3G sayesinde bu ikisi iç içe) yavrularımızın “gençlik heyecanları” sonucu istenmeyen yönlere kayıp hayatlarını karartabileceklerini aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Çevremizde böyle örnekler çok! Haberlerde yitirilen genç hayatlara üzülmeyenimiz var mı? Sanmıyorum. Bu habere ben bu gözle baktım. Devletin, özel kişi, kurum ve kuruluşların  telefon dinlemeleriyle ilişkilendirmezsek bu haber bence ilginç. Bu buluşu kötüye kullanmakta mümkün. Eğer yaygınlaşırsa kimsenin özel hayatı kalmaz. Yasal düzenlemelerle buna izin verilmemesi, bir düzene konularak, sadece ebeveynlerin güvenlik amacıyla kullanması sağlanabilir.

Haberimiz aynen şöyle:

***

Cep Telefonu görüşmelerinin dinlenebildiği uzun süredir bilinen bir gerçek. Ancak bunun ne kadar kolay yapılabileceği Berlin’de düzenlenen Chaos Communication Conference’ta ispat edildi. Binlerce dolarlık teçhizat, mahkeme izni gibi şeylerle uğraşmak yerine tanesi 15 dolardan dört tane Motorola telefon, bir dizüstü bilgisayar, açık kaynak kodlu bir yazılım ile
sadece 3 dakikada GSM görüşmelerini gizlice dinleyebilmek mümkün.

Karsten Nohl ve Sylvain Munaut adlı iki güvenlik uzmanı, konferansta yaptıkları denemede yukarıda saydığımız teçhizatı kullanarak GSM konuşmalarını kaydetmeyi başardı.

Kullandıkları Motorola telefonlara kendilerinin geliştirdiği yeni bir firmware yükleyen uzmanlar, bu sayede cihazların GSM ağı üzerinden daha fazla veri almasını sağlamışlar. Dinlenilmesi istenen telefonun yerini, gönderildiği cihazda gözükmeyen “sessiz SMS” göndererek bulan uzmanlar, daha sonra bu yolla hedef cihazın kullandığı ağ kimliğini de
tespit edebiliyorlar.

Böylece ağ üzerindeki hangi verilerin kaydedileceği de belirlenmiş oluyor. Bundan sonra geriye sadece şifrelenmiş verileri çözmek kalıyor. Nohl ve Munaut’un konferansta bu şifreyi kırması ise sadece 20 saniye sürdü. Toplam işlem ise 3 dakikada tamamlandı. Karsten Nohl ve Sylvain Munaut bu işlemi GSM ağlarının ne kadar güvensiz olduğunu göstermek için
yaptıklarını açıkladılar.

***

İlaç kullanma alışkanlığımız dillere destandır. Doktora gitmeyi pek sevmeyiz ama en küçük sıkıntımızda çare olacak ilaçları keşfetmekte üstümüze yok! Sadece kendimiz kullansak neyse.. Eşe dosta da içtiğimiz ilacı önerir, hatta şeker ikram eder gibi sevdiklerimize her türlü ilacı ikram ederiz. Aksırsak yanımızdakine “verilecek ilacın var mı,” deriz.

Geçenlerde bir tanıdığım benden viagra istediğinde ne şaşırdım anlatamam. Ben 55’ime basıyorum ya bunun muhtemel olacağını düşündü herhalde. Kendisine mecazi anlamda Yeşilaycı olduğumu anlatamadım. Bu haber henüz elime geçmemişti “örümceğe kendini ısırt” diyemedim.

İkinci haberimizde bu konuda..


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 20.08.2014

DEĞİŞME VE DEĞİŞTİRME ÜSTÜNE

İnsan hayatı boyunca neleri değiştirebilir, neleri değiştiremez? Meselâ ismini değiştirebilir mi? Yada kentini, memleketini, işini, eşini, arabasını, evini, dinini, düşüncesini, hayat görüşünü.. Bunları değiştirmek mümkün gibi görünüyor değil mi?

Mahkeme kararıyla isim değiştirenleri bilirim. İsmiyle barışık olmayan insanlarda tanıdım. Siz onları bir isimle bilir ve tanırsınız, başka biri o tanıdığınız kişiyi bilmediğiz bir isimle sorar, tanımazsınız. Böyleside başıma geldi.

Örneklerini çok gördük. Ya işini daha iyi yapacağı ortam aradığından, yada bulunduğu yerde istihdam kapasitesinin düşük olmasından dolayı kentini değiştiren çok olmuştur. Bir zamanlar bu ülkenin insanları özel istek üzerine yabancı, dilini bilmedikleri bir ülkeye çalışmaya giderek vatan değiştirdiler.

İş hayatına atılırken ne çok şey düşünürüz. Bir iş sahibi olma düşüncesiyle geleceğimizi önce hayal ederiz. Bir işte çalışarakta yarınları tasarlar, sonrada düzenli ve rahat bir hayat için programlar yaparız. Bunları yakalayacak imkâna sahip olmazsak, iş de değiştiririz.

Yeni evliler birbirlerine alışmakta zorlanabilirler. Yeni evli olup birbirlerine alışamayarak boşananlar neysede, yıllar süren evliliklerin ardından boşananlara bile şaşırmıyoruz artık. Neden? Değişiklik arama huyumuz vefasızlık boyutuna mı ulaştı? Hayır tabii.. ama değiştirilmesi mümkün olanlar konu olunca bunu da görmemiz gerekir.


En sık değiştirdiğimiz şey ise herhalde özel arabalarımızdır. Tüketim çılgınlığıyla her yer araba mezarlığı olmak yolunda. Artık yollar ve parklar yetmez oldu. Katlı oto yollar ve katlı otoparklar yaşam alanlarımızı tıpkı gökdelenler gibi daraltıyorlar. Arabalarımızın ya renginden bıkarız, ya modelinden. Yada değişik bir marka merakı sarar bizi. Kimi zaman da otomobilden cipe, cipten arazi kamyonetine ilgi duymaya başlarız. Bunu hiçbir mantıklı açıklaması yoktur. Sadece değiştirmek amacıyla değiştirerek mutlu oluruz.

Kimimiz düşünce bile değiştirebilir. Düşünce değişimini gelişme olarak görmeyin lütfen. Bu da bir moda olabiliyor. Düşünce değiştirme bazen din değiştirmeye varıyor. Bunlar gelişme değildir. Gelişerek değişme başka bir şeydir. Gelişerek değişme bir üst aşamaysa, bir şeyi bırakarak değişme yerinde saymak, sıfırdan başlamak demektir.    

Değiştirme üzerine bu kadar söz söyledik.

Peki insan anne-babasını değiştirebilir mi? Kardeşini, yavrusunu.. Milliyetini, uyruğunu.. değiştirmek kolay şey olmasa gerek. Ben her şeyimi bir çırpıda bırakıp vazgeçemem. Bugüne kadar oluşmamda etkili olan bir çok taşınır şeyi her gittiğim yere taşırım. İsmim, milliyetim, dinim benim deri rengimdir. Anne-babam bu rengi bana ilk verenlerdir. Kardeşlerim rengi paylaştığım kişilerdir. Ben hiç evlenmedim ama, evlatlarımızın rengimizi geleceğe aktardığımız kuşaklar olduğunu düşünüyorum. Bunlar asla değiştiremeyeceklerimiz arasında yer alır.

Değişimden korkmadan ustaca değişmek hayatın devamlılığı için şarttır. Hep yerinde sayarakta gelişme olmayacağı için kendimizi değişime hazır tutmalıyız. Aslına bakarsanız teknolojik gelişmeler ister istemez değişmemizi sağlıyor. Hiç birimiz 1970, yada 1980 yıllarının insanı gibi değiliz. Bırakın o yılları, 1990’lı yıllardan bir haber filmini, yada bir müzik klibini izleyince bile o yıllar gözümüze garip görünür.

Yukarıda da dediğim gibi düşünce değişimini gelişme olarak görmemeliyiz. Gelişerek değişme olursa makbul olur. Böylelikle gelen düşünce değişikliği kabul edilebilir. Sadece değişim olsun diye sık sık fikir değiştiren, hatta din değiştiren insanlar var. Bunların arasında bir manken kızımız bir ara çok gündemdeydi. Onun hakkında “internet geyikleri” adıyla yazılar dolaşmıştı.


2005’te evlendiği Yunan oyuncu uğruna Hristiyanlığı seçmiş, eşine boşanma davası açınca Budist olmaya karar vermiş, Budizm aşkıda kendisine çay servisi yaptırılınca bitmişti. “Hizmetçi değilim” diyen model, yeniden İslam dinine dönmüştü.

Böylelikle sık sık din değiştirir duruma gelen kızımız için internette din değiştirmesiyle ilgili “geyikler” dönmeye başlamıştı.

İşte o geyikler: 

- Kazasizmin kurucusu.
- Tuğçe Kazas’ın kapı zili nasıl çalar? Din-den dön
- Bir an evvel Adnan hocamızla tanışır inşallah maşallah. Zira kendisi aşırı derecede sevimli bir şey.
- Dinin Evliya Çelebi’si.
- 1 sezonda iki din değiştirdiği için uefa tarafından cezalandırılması gereken eski budist, yeni müslüman.
- Çoktan seçmeli sınavda kafası karışmış insan.
- Podyumdan alışkanlık olacak, eşya değiştirir gibi din değiştiren kadın.

Bende bu sözlere bir söz ekleyeyim. Gelişerek değişme olmazsa sonu Kazas olur!



Yayın Tarihi: 18.08.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okuyucular. Bu haftadan itibaren değişiklik yaparak sizlere kendi şiirlerimin yanında sevdiğim şiirleride sunmak istiyorum. Bu şiirler, ünlü şairlerin şiirleride olabilir, yada şaire ün katan ünlü şiirlerde olabilir. Bu hafta Abdürrahim Karakoç’tan iki şiir seçtim. Bu iki şiir türkü formunda bestelendi. İkiside “Mihriban” adını taşıyor. İkinci Mihriban şiirinin diğer adıda “Unutursun”dur. İlkini, türkücülerde dahil her türden çeşitli şarkıcıların söylediğini söylememe gerek yok sanırım. İkici “Mihriban” bir diğer adıyla “Unutursun” şiirinin gene türkü formunda bestelenmiş biçimini ben Selda’nın sesiyle çok sevmiştim. Sizlerinde bildiğine eminim.

***

MİHRİBAN

Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamıştın,çözülmüyor mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban

Yar,deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lâmbada titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban


Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban

Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban

Boşa bağlanmış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım karabahtım tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

MİHRİBAN ( UNUTURSUN)

“Unutmak kolay mı? ” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.

Zaman erir kelep kelep..
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.

Yıllar sinene yaslanır;
Hâtıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır...
Unutursun Mihriban’ım.

Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce...
Ha işte tıpkı öylece
Unutursun Mihriban’ım.

Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi
Bugün değil, yarın belki
Unutursun Mihriban’ım.

Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de
Unutursun Mihriban’ım.

ABDURRAHİM KARAKOÇ

***

Bu iki güzel şiirden sonra kendi şiirlerime dönüyorum.

***

246/13
Gece çıkmaz sabaha
Kalpten dilekler olmasa
Kalpler böyle çarpmazdı
İçinde sevgiler olmasa

Aydın Göle
23 mart 2003

***

244/14
Mart şuh kadındır
İsterse sıcak, cana yakındır
İsterse denizleri kudurtur
İsterse çiçeklerle süsler etrafı
İsterse bembeyaz karlarla..
İsterse kocakarıları dondurur
Mart şuh kadındır

Aydın Göle
23 mart 2003

***

245/15
Artık ıslak hatıralar
Yeşerir gözlerimde
Neden sevgiler kısa ömürlü
Sevgililer vefasız
Ayrılıklar uzun
Ve çetin olur bilen var mı
Bilen var mı, gören var mı
Ben beni arıyorum
Yitik aşkları bulan var mı

Aydın Göle
23 mart 2003

***

Sırada uzun bir şiir var. Bu hafta yerimiz yetmeyecek. Haftaya bu şiiri bölmeden tekrar veririm. Bu hafta sayfamızdaki yerimizin alabildiği kadarıyla yetinmek zorundayım. Şiir anlayacağınız gibi kan kardeşime yazıldı. O zamanlar şimdiki gibi 10.000’lerce bedava sms yok. Her yollanan ücrete tabii. Bunu göz önünde bulundurun. Bu şiir Amerika’nın ikinci Irak saldırısıyla birlikte birkaç konunun iç içe işlendiği bir şiirdir. Unun için bayağı uzun oldu.

16
Bana nefes alma deseydin almazdım
Deniz dibinde yaşa deseydin yaşardım
Bana güneşte eri deseydin erirdim
Benden can isteseydin verirdim
Yazma deme duramam
Ben sevgisiz yaşayamam
Bülbülü susturabilir misin
Gül bahçelerini yok etmeden
İhtimâl, o zaman denerim
Sana göz veririm, söz veremem
İhtimâl, o zaman denerim
Sağnak sağnak yağdım hep
Yağmursuz bulut olamadım hiç
Yağmazsam bahçeme yağmam
Sen kankamsın
Sen kristal camsın
Sana dokunmaya kıyamam
Kırmam mümkün değil
Siğil çıktı bedenimde, yüzlerce siğil
Kızardım güneşte kızaran domatesler gibi
Yüzümü görme
Irkım değişti aniden
Utancımı görme
Ben küçücüğüm
Ben yerden bitme
Sözüm geçmez ki kendime
Ne yeminler bozdum bilsen
Bu yüzden borcum çok
Bir yüreğim var verebileceğim
Çok şükür o hacizsiz
Al senin olsun, zaten içinde sen varsın
Sığdın desem ona, sığmazsın
Bana yazma deme
Ben sana yollayayım
İstersen okuma
Sana gitti bileyim bu şiir
Bu bana yeter
Sen kankamsın
Sen kristal camsın
Seni kırmam mümkün değil
“Önemli şeyler dışında yazma,
Zaten dardasın” demiştin.
“Bu sıralar işler durgun,
Zaten hardasın” demiştin.
Beni düşündüğün için bu kadar
Yüreğim karıştı ırmaklara
Seni seviyorum bu önemli değil mi
Zaten dünya karışık
Gene Amerika ırakla savaşta
Irakta gene Saddam
Amerika’da bu kez oğul Bush
Belli değil nereye varır bu iş
Kıyamet kopabilir
Zaten kopuyor ırakta

Aydın Göle
27 mart 2003

***

İyi pazarlar geçirmeniz umut ve dileğiyle..


Yayın Tarihi: 17.08.2014

YAN GELİP YATMAK-İŞ SEVMEZLİK

Dünyada gelişmenin sağlandığı yerlere bakın orda çalışmanın kutsallaştırıldığını görürsünüz. Gelişme; kazanmak ve vergi vermekle devlet dediğimiz en büyük toplumsal organizasyonun sağlanmasının sonucudur. Daha köylülüğe bile ulaşamamış toplumlarda devlet idareye el koyanların baskı aracı olmaktan öteye gidemez. Orta doğunun en önemli devlet kurma geleneğine sahip İranlılardan ve Osmanlılardan başka devlet olabilmiş topluluklar bulamazsınız. Bu gün İslam ülkelerinde ki yaşanan isyanların sonucuna bakarsanız dediklerimi bütün açıklığıyla görürsünüz. Devlet olabilen toplumlar, gelişmelere ayak uydurarak ve demokrasi ile çalışmayı başararak sağlam temeller üzerinde dururlar. Buradan birini çekip alırsanız devletin devamlılığı sona erer. Bugün orta doğu ve kuzey Afrika devletlerinde olan budur. Orda çalışma hayatı yok mu derseniz, elbette var derim. Ama bir farkla; çok sınırlı konuların ve geleneksel mesleklerin dışında bir çalışma hayatı yoktur. Hele üretim hiç yoktur. Böyle toplumların insanları çalışmayı sevmez. Ülkemiz Atatürk döneminden sonra sekteye uğrayan kalkınma hamlelerine 1960 sonrasında tekrar önem verip sanayi yatırımları yapınca o boş insanlar işçileşti. İşçi olunca disipline uymak zorunda kalan insanlarımız uçsuz bucaksız bozkırlardan edindikleri sonsuzluk ve boşluk duygusunu unuttular. Artık günler uzak dağlara bakarak ıslık çalmakla geçmez. Fabrikanın istediği sayıda üretim yapmak mecburiyetindedirler. Hele bu özel sektörde çok daha sıkı denetlenip uygulandığı için işçi kafasına buyruk davranamaz.

Her yerde ve her devirde sistemin dışında kalanlar olur. Bu devirlerde sistemin dışında kalanlar çalışmayı pek sevmezler. Çalışmayı bir sonraki güne veya günlere ertelerler. O bir sonraki gün bir türlü gelmek bilmez. İçlerinde çalışmayı bırakın, çalışmayı düşünmemiş olana bile rastlarsınız.

Aşağıya alıntıladığım hikayeyi babamdan dinlemiştim. Rahmetli babam biraz daha farklı anlatıyordu. Sonuç aynı. Düzeltmeme hiç gerek yok! Olduğu gibi veriyorum.
  
*** ***

Yabancı bir turist, Ege’nin bir kıyı ilçesinde çok güzel bir hasır koltuk görmüş.
Yapanı sormuş.
- Dükkânı yok mudur, demiş.
- Vardır ama pek oturmaz, demişler.
- Nerede bulabilirim?
- Ya balık avlıyordur ya da çınarın dibinde yatıyordur.
Meraklı turist, adamı gerçekten çınarın dibinde tatlı tatlı kestirirken bulmuş.
- Bu koltukları siz mi yapıyorsunuz, diye sormuş.
- Ben yapıyorum.
- Bunlar harika dostum, bana on dolara satar mısınız?
- Neden satmayayım? Satarım.
- Bunları kaç günde yaparsınız?
- Üç günde.
- Üç günde on dolar çok az. Ben sizin yerinizde olsam birkaç çırak alırım. Günde
bir koltuk yaparım. Ayda otuz koltuk yani 300 dolar eder. Bu kazancımla bir iş yeri
açar, işi daha da büyütürüm. Üretim günde 10 koltuğa, 20 koltuğa, aylık gelir de 3000
ya da 6000 dolara yükselir.
- Peki sonra, demiş bizim uykucu...
- Sonrası var mı? Zengin olur, yan gelir yatarsın...
Dostumuz:
- Peki ya ben şimdi ne yapıyorum, demiş.

Ben, bu fıkrayı çeşitli yerlerde, çeşitli insanlara anlattım. Tepki hep aynı oldu.
Adamın cevabına bayıldılar...
Yan gelip yatmak merakındayız çoğumuz. Onlar, durmadan çalışmak meraklısı,
bizse yan gelip yatmak. Canını dişine takıp fazla çalışma yapıp marklarını istif eden
Almanya’daki işçilerimizin çoğu bile bunu, yurda döndüğü zaman yan gelip yatmak
hayaliyle yapıyor. Hiç çalışmamak olanağına kavuşmak için bir süre yoğun çalışmaya
razı oluyor.
Biz, çalışmak için çalışmanın tadını almadıkça, uyuşukluğun övgüsünü açıkça
olmasa bile için için sürdüreceğe benzeriz...

Haldun TANER

***   ***

İşte Haldun Taner’in kaleme aldığı hikaye.. Haldun Taner yorumunu da eklemiş. Yorumunda da son derece haklı..

Bir arkadaşımın iş yerine işçi alınacaktı. Başvurularda işçi adayları ilk olarak hafta sonu ve yıllık tatilini soruyordu. Başvuruyu yapanlardan iş tecrübesi olmayanların böyle konulara daha çok önem verdiklerini gördüm. Oysa iş hayatının başlangıcı olarak sayacağımız 25-35 yaş arası iş tecrübesi ve çevre edinilecek yaşlardır. 35-45 yaş arası verimlilik gelir. Böylelikle ustalığın meyveleri toplanır. Bugün yüksek okul okuyan gençlere bakın hepsi işlerinin hazır olduğunu, kendisinin okul sonrası kapışılacağını sanır. Okul bitince çırılçıplak gerçeklik tokat gibi yüzlerine vurur. Bunların içinde doğuştan şanslı, gerçekten yetenekli, babadan nüfuslu olanları saymıyorum. Sözüm büyük çoğunluk içindir. Elbette eğitim sisteminin yetersizliğide, elbette artan nüfus oranında istihdam kapasitelerinin artmamasıda önemli. Gelip gelip her şeyi buna bağlamak ne kadar doğru olur, açıkçası kuşkuluyum.

Bu arada küçük esnaf zihniyetli, kurumlaşamamış işyeri sahiplerinede bu konuda sözüm var. İş ilanlarına bakın, mübareklerin çalıştırmak üzere işçi değil posası çıkarılmak üzere köle aradıklarını fark edersiniz. “Esnek iş saatlerinde çalışabilecek, her işi yapabilecek yetenekte ve araba ehliyeti olan prezentabl (–iyi görünümlü, iyi sunan- demek olan bu İngilizce kelimenin anlamını iş sahipleri biliyorlar mı acaba?) eleman alınacaktır” şeklinde yazılmış eleman arama ilanlarını gazetelerde sıklıkla okumuşsunuzdur. Bu ilanı okuyunca “esnek çalışma saatleri” cümlesi benim dikkatimi çeker. Bu; sabah 07:00’den başlayan, akşam 23:00’e kadar uzayan iş saati demektir. Bu da işin en başında, gençlerin çalışma isteklerini kıracak bir sebeptir.

Sonuç olarak iş hayatı; dingin ve durgun hayatımızın mekânında, yani aile barınağımız evlerimizde istenilen rahatlığa ulaşmayı sağlar. Bunu simgesel olarak “eve bir ekmek götürmek” “ekmek parası kazanmak” olarak özetlemişiz. Bizim bütün amacımız bu değil midir zaten? Dışarıda yorulup evde dinlenmekte diyebiliriz buna. Armut pişip ağzımıza düşmediğine göre “Yan Gelip Yatmak-İş Sevmez”lik, yarını düşünmezliktir.  


Yayın Tarihi: 15.08.2014

İKİ KULAĞIMIZ KESİLSEDE GÖRMEMİZ ŞART

Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp tarih sahnesinden çekildikten sonra terk ettiği topraklar ya İngiltere ve Fransa’ya sömürge oldular, yada güdümlü cumhuriyetler olarak bugüne kadar geldiler. İçlerinde süper güçlerin denetimine girip krallıkla yönetilenler de var. Balkanlardaki devletler Osmanlı sonrası yapılan ilk düzenlemeyle uzun süre yaşadıktan sonra 90’lı yıllarda yeniden yapılan ayarla bugünkü hallerini aldılar. Şimdi onları tek tek anmaya gerek yok. Zaten herkes biliyor.

İkinci dünya savaşını bitiremeyen Avrupa, yardıma çağırdığı Amerika’yla (ki onunda, Japonya Pearl Harbor baskınıyla kendisine saldırmasa savaşa girme isteği yoktu), savaşı kazanınca Amerika süper güç oldu ve dünyadaki yerini aldı. Karşısına; Almanya’ya karşı ittifak kurduğu ve sonuçta o da savaş galibi bir ülke olan, 1917 ekiminde kurulmuş ilk komünist devlet Sovyetler Birliği geçti. Dünya bu iki süper gücün anlaşmasıyla paylaşıldı. Önceki savaşta tarihe gömülmüş olan Osmanlı İmparatorluğunun toprakları yeniden bölüşüldü. Ortadoğu’da; Suriye, Irak ve Güney Yemen, Afrika’da; Libya ve Mısır, Sovyetler Birliği safında sıralandılar.
     
Bu sıralanışın iki önemli lideri vardı. Biri Mısır lideri Cemal Abdül Nasır, diğeri Libya lideri Muammer Kaddafi.

Libya lideri Kaddafi’nin iktidara gelişini hatırlıyorum. 13 yaşındaydım ve o zaman Libya krallıkla idare ediliyordu. İdris adında bir kralları vardı. Kaddafi Kral İdris’in bir dış gezisi sırasında, 1 eylül 1969’da yaptığı darbeyle iktidara geldi. Mısır lideri Cemal Abdül Nasır’ın ateşlediği Arap milliyetçiliğinden etkilenerek antisiyonist hareketin savunuculuğunu yaptı. Devrim Komuta Konseyi adına denetimi ele geçirip anayasal kuruluşları feshetti. İslam ilkelerine dayanan “yeşilsosyalizm” kuracağını açıkladı. Arap birliği için çalışacağını, bağımsız ülkelerle birlikte ırkçılığa, sömürgeciliğe ve toplumsal ezgiye karşı çıkacağını söyledi. ABD’nin Kaddafi’yi tanıması üzerine kral 7 Eylül 1969’da görevini
terk etti.

Cemal Abdülnasır’ı örnek alan Kaddafi, Mısır’da gerçekleştirilen reformları kendi ülkesinde de uygulamaya başladı Yeni anayasa hazırlanınca 16 Ocak 1970’te başbakanlık ve savunma bakanlığı görevlerini üstlendi. Antiemperyalist olan Kaddafi İngiliz askeri üslerini ve birliklerini ülkeden çıkardı. Petrol şirketlerini ulusallaştırdı. İtalyan ve Yahudi azınlığın mal varlığına el koyarak onları göçe zorladı. Kıbrıs Barış Harekatında ABD’ye kafa tutarak, Türkiye’ye yardım etmiştir. Nasır’ın ölümünden sonra Arap dünyasında onun rolünü üstlenmeye çalıştı. Kimi Afrika ülkelerindeki Müslümanlara ve Arap ülkelerindeki sol eğilimli hareketlere destek oldu.

Önce Kuzey Afrika ülkesi Tunus’ta Cumhurbaşkanı Zine al-Abidin Bin Ali’ye karşı başlatılan isyan hareketleri, sonradan Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in düşmesi için Mısır’a sıçradı. Bu iki ülkede muhalifler başarılı oldu. Ardından sırayı Libya aldı. Oradan nerelere kadar gidildiğini bildiğiniz için tekrar hikâye etmeye gerek yok!

Bu isyanlar Müslüman Arap aleminin geri kalmışlığının eseri midir (ki bundan hiç kuşkum yok, ama nedense batının egemen olduğu ülke halklarıdır bunlar)? Devrilen yönetimlerin yerine gelecek yönetimler perişan halkı ikna edip ülkelerini kalkındırabilecek mi (bunda kuşkuluyum)? Çünkü Libya petrol gelirlerinin %35’ini Fransa olmak üzere, %50’sini Amerika, İngiltere ve diğer ülkeler aralarında pay edildi, %15  Libya’ya bırakıldı. Kaddafi zamanında bu oran % 90’dı. 

Birinci dünya savaşının sonunda Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilerek terk ettiği topraklarda iki ayar verilmişti. İlk ayar Osmanlı imparatorluğundan sonra bu topraklar İngiliz ve Fransızların bizzat yönettiği sömürgeler oldular. Daha sonra görünüşte bağımsızlıklarını kazandılar. İkinci dünya savaşından sonra Sovyetlerin ortaya çıkması ve ABD’nin süper güç olarak kendini kabul ettirmesi ikinci ayarın verilmesine sebep oldu. Bu kez de iki ayrı dünyaya bağlı devletçikleri gördük.

Bugün olanlar tek süper güç olarak kaldığı sanılan Amerika’nın kendi çıkarlarına uygun bir dünya düzeni oluşturma çabasından başka bir şey değildir. Eski komünist yapının dağılmasının ardından 10-15 yıl içinde sahip olduğu doğalgaz enerjisi ve Sovyetler Birliğinden kalma veto hakkınıda katarak BM’deki etkin gücüyle süper devlet konumunu tekrar yakalayan Rusya, Amerika’nın tek süper güç kalmasını engellemeyi başarmıştır. Arap baharının ardından sırası geldiği söylenen Suriye lideri Esad’ın devrilemeyişi bunun göstergesidir. Oyun henüz bitmedi. Bir şekilde devam ediyor. Batı kapitalizminin sahip olduğu kudrete rağmen nefesi nereye kadar yetecek göreceğiz.

Yazımı bir fıkrayla bitireyim:

Gözlüklü acar bir çocuğa amcası “bu kadar yaramazlık yaptığın için bir kulağını kesseler ne olur düşündün mü?” diye sorar.  Çocuk cevap verir “ bir şey olmaz, gene duyarım” der. Amcası bu kez “iki kulağını kesseler ne olur?” diye sorunca, çocukta; “kör olurum” der. Amca çok şaşırır. “Neden?” diye sorar. Çocuk “gözlüğüm düşerde ondan” diyerek cevap verir.

Bu haber bombardımanı kulaklarımızı kesecek içeriktedir. Bu bizim sağır olacağımız anlamına gelmez. Olsak olsak kör oluruz. Haberin mutlaka veriliş biçimine, içeriğine ve nihai hedefine bakmak gerek.

Bugün olanlar, dünyanın yeniden paylaşımıdır. Ülkemiz ve diğer ülkelerde ortaya çıkan her türlü siyasi sonucu böyle değerlendiremezsek gerçeği göremeyiz. Bunu iki kulağımız kesilse de görmemiz şart!



Yayın Tarihi: 13.08.2014

YAZI YAZMAK ÜZERİNE

Yazı yazmak insanlığın eski serüvenlerinden biridir. Hazreti İsa’nın doğumundan 3200 yıl önce Sümerlerce bulunmuştur. İlk yazı resim şeklinde maddenin tarifine yönelikken kavramlar geliştikçe resimler sembolleşerek harf ve rakama dönüştü. Bugün kullandığımız yazılara dek yazının ne evrelerden geçtiğini araştırmacılara bırakalım.

Yazıyla birlikte yazı araçları da önemli. Bir kalem ve bir kağıttan, daktiloya, ordan bilgisayara uzanan yazı araçları konusunda belki de hokka, divit görmüş son kuşaktanım. Dolmakalem bir asalet göstergesiydi. Tükenmez kalemse sokakların yosması sayılıyordu. Daktilo, işi yazmak olanın dostu ve aracıydı. Bu araçların saltanatı uzun sürdükten sonra bilgisayar kullanılmaya başlandı. Bilgisayarla birlikte internet iletişiminin yaygınlaşması gene sembollerden resimlere dönüşün tehlikesini içeriyor. Çünkü görsel yanıyla direk mesajı verdiği için bir dilde var olan kavramlara pek ihtiyaç duymuyor. Yazı orda sadece yardımcı bir unsur.  
 
Bilgisayarla yazmak çok büyük kolaylık. Yazınızı istediğiniz yerden başlatıp istediğiniz yerde bitirebilir, aralara dilediğiniz yerde ekler koyabilir, böylece yazıyı zenginleştirebilirsiniz. Hata yaparsanız yaptığınız satırı, cümleyi, kelimeyi, harfi tarayıp “del” tuşuna basmanız yeterli. Bütün bunları üç, bilemediniz beş harekette gerçekleştirebilirsiniz. Bir kalem veya bir daktilo ile kâğıda yazarken bunları yapmak mümkün değil. Hatayı en aza indirmek için ille de karalama kâğıdına yazmak, sonrada onları temize çekmek gerekiyordu. Böylelikle bir yazıyı iki kere yazmış oluyordunuz.

Kalem veya daktilo ile yazı yazarken karalama ve temize çekme angaryası olduğu için zaman kaybından söz edilebilir. Bilgisayarla yazmakla bunun önüne geçilerek hem zamandan hem kâğıttan tasarruf etmek, böylelikle kaynak israfını önlemek, milli servetede katkıda bulunmak mümkün. Birde yazıyı kağıda döküp, zarfa koyup postaya da vermiyoruz artık. Her şey elektronik postayla üç beş saniyede halloluyor.

Bilgisayarın bir güzelliği de hatalı yazdığınız kelimede sizi uyarması. Biraz dil kurallarını, birazda noktalama işaretlerini biliyorsanız işiniz kolay! Romanlar yazmaya başlayabilirsiniz.

Hepimiz hayatlarımızı roman olarak nitelendiririz. İç geçirerek şöyle bir geçmişi anıp da “bir yazsam, hayatım roman olurdu” demeyen yoktur. Buna rağmen yazmayı seven bir toplum olduğumuz söylenemez. Demek ki o sözler bir duygulanım sırasında söylenir, bir başka sohbette hatırlanana kadarda unutulur gider.

Yazmak güzel şeydir. Yazarken içinizi boşaltmış ve hafiflemiş olursunuz. Ben öfke ve sevinçlerimi içimde taşımayı sevmiyorum. Kafamda da onları pek taşımam. Boşalttığım tek yer yazıdır. Bu yazı kimi zaman şiir olur, kimi zaman kısa bir hikâye. Kâğıda döktüm mü o konuyla ilgili bütün düşüncelerimden kurtulurum. Hatta öyle olurum ki, konuyu unuturum. Ama yazmazsam o hep aklımda kalır. Ne zaman sorsanız hatırlarım.

Kısaca anlayacağınız, bilgisayar olmazsa pek kolay yazamam.

İyi ki varsın bilgisayar!..


Yayın Tarihi: 11.08.2014

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Hava durumunun, neşemizin dorukta olması gereken özel günlerde iyi gittiği çok ender zamanlarda görülür. Bu günlerde hava genellikle ya soğuk, ya yağmurlu, yada puslu olur. Kişisel özel günlerimizde hava güzelse mutluluğumuz katlanarak artar. Soğuk, yağmurlu veya pusluysa kendimizi özgürce dışarı atamadığımız için mutluluğumuz kimi yerde yarım kalır. Toplumun da özel günleri var biliyorsunuz, o zaman içinde durum aynıdır. Hatta işin törensel boyutu sergilenemediği için o özel gün bir yanıyla eksik kalır. Bu özel günler milli bayramlarımızdır. Dini bayramlarımız ömrümüz süresince, (hicri takvimin bir yılının miladi takvimin bir yılından 10-11 gün eksik olması nedeniyle) her mevsime uğradığı için güneşli günlere de denk gelebiliyor, karlı buzlu günlere de. Milli bayramlarımızın böyle bir şansı yok! Onlar çakılı yıldızlar gibi aynı mevsimlerde dururlar. Sizlerde orda çakılı yıldızlar gibi duruyorsanız bu haftada buluştuk demektir. Hava nasıl olursa olsun bu benim için mutlu olmaya yeterlidir.
Bugünkü şiirler, tamamı kan kardeşime yollanan şiirlerden oluşuyor. Bölü işareti olmayan küçük sayılı şiirler gönderilmemiş şiirlerdir. Defterime karışık yazmışım. Burada yazılış tarihine göre düzene koyup sizlere sunuyorum. Sizleri, araya hiç girmeden şiirlerle baş başa bırakacağım. 

***

239/5
Burada hava gene yağmurlu
Soğukta var üstelik
Şemsiyem kaçırıyor
Üstünde iki delik
Güneşi unuttum
Hatırlayan var mı
Isıtır mı yüreğimi
Yoksa beni yakar mı
Bir gün gösterse kendini
Bulutları aralasa
Bende gördüm derdim
Eğer sorarlarsa
Öpücük gibi yanağıma
Işığı konsa
Güneşim sensin
Gün ışığımda sen
Çıkıp uzaklardan bir gelsen
Yağmurlar durur
Bulutlar giderdi
Gökyüzüm mavi mavi
Mavileşirdi her gün
Burada hava gene yağmurlu
Soğukta var üstelik
Şemsiyem kaçırıyor
Üstünde iki delik

Aydın Göle
14 mart 2003

***

240/6
Kasvetlerin dağıldığı
Koyunların sağıldığı
Suların durulduğu
Hesapların sorulduğu
Mutluluğun doğurdu
Sakilerin mey sunduğu
Kadehlerin parladığı
Gün olsun bu günün

Aydın Göle
14 mart 2003

***

241/7
Bir gece olsun bir gece
Bir gece olsun sadece
Bütün istediğim bu ömrümce
Koyup gittin ya zalimce
Dermansız kaldım iyice
Gel artık vefasızım gel

Aydın Göle
16 mart 2003

***

242/8
Bir hikâyem var benim
Miras kalmadı biz kazandık
Hem yaşayandık, hem yazandık
Mevsimleri biz tayin ediyorduk
Canımız isteyince bahar
Erikler zehir yeşili
Canımız isteyince güler yüzlü
Domatesler utangaç kıpkırmızı
Kadife donlu şeftali ve yaz
Canımız isteyince yağmur yağmur
Sarı sarı yaprak
Salkımlarca güz
Ustura kadar soğuk gelinlikle
Bembeyaz kış çekerdi canımız kimi zaman
Kuşlar yaban ördekleri aç kalırdı
Vazgeçerdik
Hikâyemizi biz kazandık
Hem yaşayandık, hem yazandık

Aydın Göle
16 mart 2003

***

243/9
Geceler örtünce siyah yorgan uykuyu
Uyku andırır dipsiz, derin kuyuyu
Kaydırırız içine gözlerimizi
Bir tutam rüya ekeriz üstüne

Aydın Göle
17 mart 2003

***

244/10
Sen sevdaların yolcusu ol
Ben sonbahar çöpçüsü
Sen baharlara doğ
Ben sisli kasımlara
Umutların bitmesin senin
Benim mutluluğuna gözyaşım

Aydın Göle
20 mart 2003

***

245/11
Ben mevsimleri süpürdüm hazanımda
Kimse kalmamıştı, sen vardın yanımda
Mevsimleri neyleyim
Ben sensiz zır deliyim
Senle kırk dokuz elliyim
Her elimde bir yürek
Her yürek sana atıyor canım
Gülün adını söyler gibi
Lâlenin rengini
Yanık kokusunu karanfilin
Senin adını, seni söyleyerek
Her yürek sana atıyor
Ben mevsimleri süpürdüm
Dargın akan dereciktim
Deniz oldum köpürdüm

Aydın Göle
21 mart 2003

***

12
Kapalı kapıları açtım ardına kadar
Gelen bahardır sandım, aldandım
Ben aldandım ağaçlar aldanmadı
Onlar hala çiçeksiz
Ben çiçek açtım balözüm
Kar delenler gibi ayaza
Ayaza kök söktürdüm
Bütün hünerlerine rağmen.
Jilet oldu ustura oldu
Kırbaç gibi şakladı suratımda
Rüzgâr olup deli deli eserek
Param parça etti yüzümü
Kardelenliğimi hatırlattın ya
Soğuk taşların arasından güneşe
Pür neşe
Boynumu uzattım
Sen varsın ya
Kılıç sallansa başımın üstünde
Vız gelir
Namerdim dönersem yaşamaktan

Aydın Göle
22 mart 2003

***

Hepinize iyi pazarlar sevgili okurlar.



Yayın Tarihi: 10.08.2014

DEMOKRASİ Mİ? HOPAŞİNANAY!...

Ülkemizde olan biteni izlemek başlı başına bir iş. Her şey öyle baş döndürücü bir hızda gelişiyor ki, izlerken insanın başı dönüyor. Bir konuya eğilip yazayım diyorum, bir gün değil bir saat sonra bile o konu eskiyor, yazamıyorum. Olay bakımından çok bereketli, çok zengin bir ülkeyiz. Dünya ülkeleri de bizden aşağı kalır değil. Ama kimse hız konusunda elimize su dökemez. Doğal afetler konumuz dışı. Öyle bir kıyas yapmıyorum.

Bir ara “barbarlık” başlığı altında bir yazı yazayım dedim. Olaylar öyle üst üste geldi ki konu kendiliğinden gelişti, sonunda buhar oldu uçtu. Ülkemizde her konunun buharlaşma nedenine, toplum olarak balık hafızalı olmamız gösterilir. Doğrudur da.. öyle olmasa bizi o kadar çok ve kolay kandıramazlardı. Politikacıların bizi her defasında nasıl kandırdıkları konusu ortada.

O kadar uzak bir tarih değil, birkaç yıl önce (5 ağustosta 2009 yılında) Şili’de bir maden kazası yaşanmıştı. Yerin 622 metre altında 33 maden işçisi mahsur kalmıştı. Dünyadaki bütün haber kanallarının canlı yayınlarıyla izlediğimiz kurtarma çalışmalarının sonunda, yer altındaki bütün işçiler 13 ekim 2010’da kurtarıldılar. “Ne güzel öleceklerdi.” Fırsatı kaçırdılar.

Bu söz size bir yerden aşina gelmiyor mu? Gelmiyorsa üzülmeyin, önceden balık hafızalıyız dedik zaten. İnternetten konuyla ilgili geçmiş gazeteleri tararken bu sözleri görünce hatırladım. 17 mayıs 2010 tarihinde Zonguldak’ta bir maden ocağı çökmüş, göçük altında 30 işçi kalmıştı. Daha sonra 28 işçinin cesedi çıkarılmış, 2 işçinin ise cesedi çok sonra bulunmuştu. O zaman yüksek siyasetle uğraşanların neler dedikleriyle sizlerin canını sıkacak değilim. Soma olayları mı dediniz? Uzağa bakmaktan yakını göremeyeli çok oldu. Onun için yakın gözlüğü kullanıyorum. Bu sıralar gözlüğümü evde unutuyorum. Dışarı çıktığımda telefonuma dahi bakamıyorum; yakını boş verin. Uzağa bakmaktan uzak görüşlü oldum. Millet adımı falcı koydu.

Neyse biz tekrar Şili’ye dönelim. Şili’deki muhteşem bir birliktelik, azim, planlama hayat kurtarıyor, kurtulan her işçi Devlet Başkanı Sebastian Pinera ve Maden ve Enerji Bakanı Laurence Golborne’i karşısında buluyor ve onlarla kucaklaşıyorlardı. Biz ise maden işçilerimizi kurtaramıyor “güzel öldükleriyle” ve “kaderle” tembelliğimizi örtüyorduk.

Şili’deki maden işçilerini kurtarma harekatından 3 ay altı gün sonra yani 19 ocakta aynı Enerji Bakanı Laurence Golborne benzin ve gaz zamlarından dolayı yuhalanıyor, hatta taşlanıyordu. Halkın, gaz fiyatlarını arttırmayacağı sözünü tutmadığı için Devlet Başkanı Sebastian Pinera’ya da tepkisi büyüktü. 3 ay önce işçilerin hayatlarını kurtarmak onların hoş görülmeleri için yeterli olmamıştı. Bunun üzerine gaza yapılan zamlar geri alındı.

Bizdeki seçim kazananlar kendilerini halkın hizmetçisi saymadıklarını açıkça gösteriyorlar. Halk yararına yaptıkları her şeyi biz yaptık diyerek inayet gösteren padişah gibi halkın kafasına kakıp duruyorlar.

Islıklansalar bile usta konuşmacılıklarıyla kitleleri sakinleştirecek bir konuşma yapmak yerine “değer bilmezler, yazıklar olsun” yakınmalarını siyasetçilerimizden çok duyarız.

Bizde böyledir. En demokrat olduğunu iddia eden yönetici bile halkın karşısında mütevazi duracağına ona tepeden bakar. En olmadık biçimde sinirlenince de karşısındakinin veli nimeti olduğunu unutarak azarlar. Bu bizim ne kadar demokrat olduğumuzun göstergesi. Azarlanmak hoşumuza gidiyor. Demokrasi istediğimizde yok!

Bir ara derneğimize Arifiye’den bir konuk geldi. Sohbet sırasında söz döndü dolaştı siyasete geldi dayandı. Ben tutum ve davranışın çok demokratik olmadığının örneklerini verdim. Konuğumuz ülkeyi ancak bir diktatörün kalkındırabileceğini belirtiyordu. Böyle davranan bir liderin topluma güven verdiğini söylüyordu. Sözün bittiği yerdi. Ne desem dinlemezdi.

Sadece siyasetin bir kanadı böyle davranmıyor. İktidarlara şiddetle karşı olan başka biri de demokrasinin halkı kandırma rejimi olduğunu, tam bağımsız olmadan özgür olunamayacağını, tam bağımsızlığın devletin ekonomik alandan kaçmadan sağlanamayacağını, sağ iktidarların son zamanlarda özelleştirme adı altında kitleri yabancılara satarak bağımsızlığı yok ettiğini, küreselleşmenin bu iş için hazırlanmış bir kılıf olduğunu söyleyerek demokrasi karşıtı olduğunu belirtiyordu. Ülke ancak diktatörlükle refaha erebilirmiş.

Aklınız karıştı mı?

Çaremiz var canım. Bir tutam 3 büyükler, bir tutam popçu şarkıcılar, bir tutam “su testisi su yolunda kırıldı,” bir tutam da “yok böyle bir dans” koyduk mu her şey hallolur. Demokrasi için üzülmeye değer mi hiç?

Hopaşinanay!...   


Yayın Tarihi: 08.08.2014