29 Şubat 2016 Pazartesi

ÖLDÜKTEN SONRA BEĞENİLMEYİ KİMSE BEKLEMEZ

İnsana ömrü boyunca akıl da verirler, izlenecek yolda çizerler. Önerilerin ardı arkası
kesilmez. Bu önerileri kötü niyetle yapanlar kadar, iyi niyetle yapanlarda vadır. Ne yazık ki
iyi niyetlilerin sesi kısıktır. Kötü niyetlilerin göbeği uzun kesildiği için sesleri gürdür. Bu
yüzden biz o iki grubu aynı kefeye koyarız. Oysa insanın teselliye ihtiyacı vardır. Teselli
kalelerini yıkmanın hiç gereği yok! Boş söz gibi görünse de “takma boş ver” diyenleri de
arada bir dinleyelim; ne kaybederiz?
Olan bize oluyor. Sonra en yakınlarımıza.. Bir nefes alsak öfkemiz geçecek. Öfke baldan
tatlıdır derler. Malum balı sevmeyen yok. Hepimiz bal yemeyi çok severiz. O zaman gelsin
köfteler, gitsin köfte.. pardon öfkeler.
Kızmak, öfkelenmek hoş bir şey değil. Sinir sistemimiz öfkeyle laçkalaşır. Kendimizi
denetleyemez duruma gelebiliriz o durumda. Çağımızın Hastalık sebeplerinin başında öfke
geliyor. Sinirsel baskı (stres denen şey) öfkeden kaynaklanır. Bunun için “değmez” diyorlar
ya bize, bu söze uyalım. Hakikatten hiçbir şey kızmaya, öfkelenmeye değmez.
Kızmayalım, takmayalım ama gamsız olacak kadar saf, yada bencil olmakta güzel bir şey
değil. Kendimizi, sevdiklerimizi unutacak kadar gamsızlık sorumluluktan kaçmaktır. Oysa
hayat sorumsuzu, kaçak güreşeni daima çöplüğe atar. İnsanların ne söylediğine bakılmaz
bilirsiniz, ama ne yaptığına, nasıl yaptığına bakmayan kalmaz. Ne söylediğine bakılmayınca
ister istemez insan suspus olur.
Suskun insan içine kapanık insandır. Ne düşünür, niyeti nedir kimse bilmez. İçine kapanık
insanın ruh dünyası, dolayısıyla kişiliği karışıktır. Kendini ifade etmeye gücü yetmez. Hep
tenhalara kaçar öyleleri.. zihnide berrak olmayabilir hatta. Bunun için susan insanda hoş
karşılanmaz. Hele ileri yaşlarda susan hayattan kopar. Bunun için suskunlar konuşturulmaya
çalışılır.
Konuşan sevilir. Elbette yerinde ve zamanında konuşanı makbuldür. Kantarın topuzunu
kaçıranları kimse dinlemez. Öylelerini kimse muhatap almaz. Nasıl alsınlar ki? Bir çuval
inciri her an berbat edebilirler. Konuşurken kantarın topuzunu kaçıranlarla keyifli sohbet,
hatta istek ve şikâyetler bile doğru dürüst yapılamaz. Oysa konuşmanın amacı iletişim
kurmaktır. Muhatap alınmayan kişiyle nasıl iletişim kurulabilir? Mümkün müdür bu? Elbette
hayır.
İletişim kurulamayanlar sadece ölüler değildir. Susanlar, konuşma adabını bilmeyenler, ruhsal
ve zihinsel bozuklukları olanlarlada sağlıklı, düzgün işleyen bir iletişim kurulamaz. İletişim
kurmak ben merkezcilikten uzak olanlarla mükemmel sonuçlar verir. Ben merkezcilerin
kendine güveni az olanları alıngan olurlar. Eğer insana değer veren biriyseniz, birini
kırmamaya özen gösteriyorsanız, alınganlarla iletişim eksikliğine hazır olmalısınız.
Şimdi bütün bu saydıklarımızı bir yerde birleştirelim.
İnsan davranışına yapılan yorumlar ve bunlara verilen tepkiler soncunda söze önem vermeme
ve toplumdan kaçma sonucunda, iletişim eksikliği doğar. İletişim kurulamayan kişinin aniden
ölmesi durumunda, ölümü o kişiye yakıştırılamaz. Ne yazık ki vakit geçtir artık.
Oysa yaşarken beğenilmeyenler, hep öğüt verilenler öldükten sonra beğenilmeyi bekleyecek
durumda bile değildirler.
Onun için gerçekçi olalım.


Yayın Tarihi29.02.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar.  Bu haftaki şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı sizlere daha önce 2 kez
tanıtmış, şiirlerinden seçtiklerimi sunmuştum. Fazıl Hüsnü Dağlarca şirlerinden bir kez daha
seçim yapmış olmam “müflis tüccar eski defterleri karıştırır” sözünü aklıma getirdi. Fakat
Fazıl Hüsnü Dağlarca ne kadar sunulsa da bence bir sonraki zamanda gene sunulmaya
gebedir. Çünkü şairimiz, milli şairlerimiz içinde önemli yer tutar. Kendisini tekrar sunmanın
sevincini yaşıyorum.
Şimdi de şairimizi şöyle bir hatırlayalım derim; siz ne dersiniz?
1914 yılında İstanbul’da doğdu. Kuleli Askeri Lisesi’ni ve1935’te Harp Okulu’nu bitirdi.
1950 yılında kendi isteği ile ordudan ayrıldı. 1960 yılında Basın-Yayın ve Turizm Genel
Müdürlüğü’nde, Çalışma Bakanlığı’nda İş Müfettişi olarak çalıştı. İstanbul Aksaray’da Kitap
Kitabevi’ni kurdu, yönetti. 1960-1964 yılları arasında Türkçe adlı bir dergi çıkardı. Türk Dil
Kurumu Yönetim Kurulu üyesiydi.
Yavaşlayan Ömür adlı ilk şiiri 1933’te İstanbul dergisinde çıktı. Aile, Ataç, Çağrı, Devrim,
İnkılapçı Gençlik, Kültür Haftası, Türkçe, Türk Dili, Türk Yurdu, Varlık, Vatan, Yeditepe,
Yücel, Yenilik, Yön, gibi dergi ve gazetelerde şiirlerini yayımladı. Şiirlerinde mağara devri
insanlarından günümüz insanına dek insanın, iç ve dış dünyasını benzersiz anlatımıyla işledi.
İlk yapıtından başlayarak Türk şiirine yepyeni bir anlam, kavrayış ve ses getirmiştir.
Şiirimizin en verimli sanatçısıdır, şiirini sürekli olarak yenileyen özelliği ile Türk Şiirinin Ses
Bayrağı nitelemesine değer görüldü.
İşte övgüye değer şiirlerinden seçtiklerim.
...

AĞIR HASTA
Üfleme bana anneciğim korkuyorum
Dua edip edip, geceleri.
Haytayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.
Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir.
Ağarırken uzak rüzgârlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir.
Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi.
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış.
Fakat değnekten atım nerde
Kardeşim su versin ona, susamış.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

ANKARALI HASAN
Altı kere aldılar Şehitler Tepesi'ni,
Altı kere geri aldık.
Ovalar şahidimiz,
Sonunda biz aldık.
İlle dermiş gavur,
Gülerim illesine!
Gece atar, gündüz atar, yorulmaz,
Delik delik oldu nazlı yer.
Yanaşmaz ki iki nefes sorasın,
Kimi arar, ne söyler?
Deli midir, kör müdür,
Şaşarım güllesine!
Yaralarım köyceğizi düşünür,
Kanımın boşuna akası yok.
Düşmana malum ola,
Dipçiğim yüreğimdir çarpınca, şakası yok
Ayacığıma düşmüş,
Acırım kellesine!...

Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

BİR MEMET DAHA
Topraktan mı çıktı yarı toprak bir yaratık,
Gökten mi indi yarı gök bir kartal.
Bir Memet daha var oldu o sıra,
Tepenin doruğunda kalpağı al.
Bir Memet olduğu besbelli,
Saçları başakta, gözleri çiçekte.
Elleri ayakları öylesin kocaman,
Yüzü altı Memet'in yüzüne öylesin benzemekte.
Vardı üç adımda masalcana,
Ağzı duman tüten makineliye, dev.
Kabzayı kavrar kavramaz bastı tetiğe
Fışkırdı namludan sonsuz bir alev.
Allah Allah, şaştı bütün dağlar, bütün gök,
Şaştı dost düşman.
Bu kimdir, bu kaçıncı Memet'tir,
Ölülerde dirilerde dondu kan.
Görsen efsane, görmesen efsane,
Duysan efsane.
Uzak mıdır bayraktan düşen,
Yakın mıdır ne?
Bir parıltı bir parıltı tarihten,
Tanrıca dik.
Yurdun ulusun kutsal gücü,
Bu yedinci Memet, Memetçik.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

BU ELLER MİYDİ?
Bu eller miydi masallar arasından
Rüyalara uzattığım bu eller miydi.
Arzu dolu, yaşamak dolu,
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan.
Bilyaların aydınlık dünyacıkları
Bu eller miydi hayatı o dünyaların.
Altın bir oyun gibi eserdi
Altın tüylerinden mevsimin rüzgârı.
Topraktan evler yapan bu eller miydi
Ki şimdi değmekte toprak olan evlere.
El işi vazifelerin önünde
Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi.
Kaybolmuş o çizgilerden
Falcının saadet dedikleri.
O köylü çakısının kestiği yer
Söğüt dallarından düdük yaparken...
Bu eller miydi kesen mavi serçeyi
Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık.
Yorganın altına saklanarak
Bu eller miydi sevmeyen geceyi.
Ayrılmış sevgili oyuncaklardan
Kırmış küçücük şişelerini.
Ve her şeyden ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allaha açılan !

Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

BÜYÜMEK
Büyür ağaçlar maviliklerde,
Bulutlar, aydınlıklar, uzaktan.
Büyür şehirlerin yatakları,
Mevsimlerin üstü, yaşamaktan.
Bir anne gibi genişleyen sabah aydınlığı,
Büyür kanatları yavru serçelerin.
Büyük şehirler ve şehirlerde,
Korkunç hayatı, gecelerin.
Büyür hatıralar gibi ihtiyarlar,
Yaşamayı hatırlarken.
Büyür güzellikleri, vücutları kısmetleri,
Çocuklar uyurken.
Vakit büyür habersiz,
Bir serinlik düşer her cama.
Çiftçiler bile anlamadan
Büyür topraklar daima.
...
Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

DENİZ FENERİ
Uzanmış koca burun açık denize doğru,
Lacivert ve gri gecenin değerinde.
Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi,
Deniz feneri parlar,
Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.
Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde,
Çöker uzak limanlardan bir sis.
Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin,
Bildirir, yanınca yanınca,
Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz?
Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında,
Bırak anılar gitsin biraz daha geri.
Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir,
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,
Hep bu benekte bu deniz feneri.
Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara,
Uçan dalgalara, uyuyan rüzgâra bakmış,
Bir tek göz kadar kara ve mavi,
Enginle boş,
Kısmetsiz balıkçılara bakmış.
Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik,
Yüzünde bir fırtına tadı.
Durursun yorgun, umutsuz,
Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin,
Bir şey, belki de yaşaman uzadı.
Yaslıdır dulların ölçülmez özleminde,
Güçlüdür kocaman geceleri taşır.
Delidir, konuşmaz, uyumaz,
Sonrasızlığın iyiliğini bekler, kötü günlerden,
Akıllıdır.
Sarhoş gemilerimiz sallanır sallanır,
Gömülmüş kasırgaların uykusuyla belli,
Kayalar mezarlara benzer enginlerden,
Duyulur sudan göğe kadar,
"Ölüsü kandilli."
Vakit yok olur, zamandan boşalır varlık,
Düşmez burçlardan haber.
Bir uğursuzlukla ağır ve yorgun,
Bütün insanlar bitti sanırsınız,
Deniz feneri gülümser.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

***

Bu haftada yazımızın sonuna geldik sevgili okurlar. Dilinizden şiir, kulağınızdan müzik eksik
olmasın. Güzel hafta sonları dileğiyle...


Yayın Tarihi28.02.2016

TAVŞAN KANI ÇAY 6

Bana bekle deme
Bilmez misin içmediğin çay bile
Bardakta soğur.
... 


Yazı dizimize başlarken çay kelimesinin dilimizde üç anlamı olduğunu belirtmiştim. İlki
coğrafik terimdi. İkincisi bir bitkinin kaynatılmasıyla elde edilen bir içecek adıydı. Üçüncüsü
müzikli, yiyecekli ve ana içeceği adını aldığı içecek olan parti. Bizim konumuz ikinci anlamı
üzerineydi.
Bugün çayın aslında önemli olan, ama bizim pek fark etmediğimiz nitelik ve özelliğinden bir
kaç söz söyleyerek yazı dizimizi bitiriyorum.

Çay hiçbir içecekte olmayan dört özelliğe sahiptir. İşte o özellikler:
1: Sınıfsız bir içecektir.
Ayakkabı boyacısından şirket yöneticilerine, hademesinden bakanına kadar herkesin
ortak içeceğidir. Sınıfsal ve toplumsal kaynaşmayı arttırır. Toplumsal olarak bir içecekle
eşitlenme sembolüdürde.
2: Zamansız bir içecektir.
Sabah kahvaltısında, öğlen yemeği sonrasında, akşamüzeri, yatmadan önce yani günün her
saati içilebilen tek içecektir.
3: Her türlü sohbet içeceğidir.
İş toplantısında, nişanda, düğünde, maçta, komşu gezmesinde yapılan sohbetlerin tadı ancak
çayla ortaya çıkar. Çaysız hiçbir sohbetin tadı olmaz.
4: Mekânsız bir içecektir.
Piknikte, misafirlikte, evde, iş de, uçakta, vapurda, otobüste, trende çay içilebilir.
Yalnızların, şairlerin ve yoksulların, içeceğidir. Ona öyle sıradan bir içecekmiş gibi
davrananlar, onun halkçı yanını unutanlardır. Kesilmiş bilek acısıdır rengi. Özlenmiş
sevgilidir. Askerdeki kardeştir, oğuldur ay yıldızlı al bayrağın bekçisi. Halkçı iken de
soyluluğu elden bırakmaz. Saraylarda porselenlere girer ihtişamlı kırmızısıyla.
Herkes şapkasını önüne koysun ve huşu içinde çayı düşünsün. “Ben çay sevmem, çayla aram
iyi değildir” ne demek? Delikanlılığı darmadağın eder çay sevmemezlik. Çay içmeyeni
anlamak, dinlemek kolay değildir. Bir hastalığı yoksa, herkes mutlaka çay içer. Çünkü çay
sağlık verir.  Çay sevmeyenler biz çay sevenler için önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacak
her defasında içtenliğimizi bozacak ve yıkacaklardır.
Zamansız - mekânsız - sınıfsız bir başka içecek yoktur. Bu özellikleri onu tartışılmaz kılar.
Onu tartışmak haksızlıktır. Her haksızlıkta sevgisizliktir. Çaya yapılan veya yapılacak olan
her haksızlık veya sevgisizlik çay sevenleri derinden üzer.
Çay içmeyen adam bende kuşku uyandırır. Öyle biri şiir sevmez, hikâye bilmez, roman
okumaz. Yalnızlığın acısını kalbinde hiç duymaz. Bir müzik nağmesi onun kılını kıpırdatmaz.
Ona nasıl güveneyim? İnce belli bardakta tüten enfes buğusuyla, sıcak, demli bir çaya karanfil
katmamış ve o çayı yudumlamamış insan, Anadolu’yu, Anadolu’nun kırılgan yağmurlarının
tadını tatmamış, kırkikindi yağmurlarıyla ıslanmamış, gökyüzünün derin mavisine
vurulmamış demektir.
Çay içmemek hiçbir akılcı açıklamaya konu olamaz. Çay içmeyen adama güvenmek mümkün
değildir dersem bana gücenmeyin. Haklı bir gerekçem var. Buraların, yani memleketimin
topraklarının ruh yıkayan kültüründen yüzyıllarca ve binlerce kilometre uzaklaşmış bir adam,
bize yabancılaşmış demektir. Yabancıları anlarız ama bize yabancılaşanları anlamakta güçlük
çekeriz. Onun için çayımızı bilen, çay içmeyi seven bu yurdun, bu toprakların has insanıdır.


BİTTİ


Yayın Tarihi26.02.2016

TAVŞAN KANI ÇAY 5



Çayın kalabalıkla arası iyidir.
Kahve yalnızlık ister.
Ben suyu koydum.
Gelirsen çay demlerim,
Gelmezsen kahve koyarım.
...


Çay kelimesinin kökeni anavatanı olan Çince’dir. Kaynaklar Çincenin her bir lehçesinin
neredeyse ayrı bir dil olduğunu, her lehçenin bir dil ailesini oluşturduğunu belirtiyorlar. Çay
kelimesinin Çincesi bu aileye bağlı 14 temel dilden biri olan Mandarin lehçesiyle Amoy
lehçesinden gelmedir. Mandarin lehçesinde çaya “Ç’a”, Amoy lehçesinde “T’e” denilir. Batı
dünyasında çayın ismi bu iki lehçeden gelmiştir. Mandarin lehçesindeki ç’a Rusçaya “çai”,
Farsçaya “ça”, Arapçaya “şay”, Türkçeye de “çay” olarak girmiştir. Avrupa dillerinde Amoy
lehçesindeki “t’e” kelimesi, İngilizcede “tea”, Fransızcada “the”, İspanyolcada “te”,
Almancada “tee” olmuştur. Çaya, Hintçede “çay” ve Japoncada da “cha” denmektedir.

Çay ortaya çıkışından binlerce yıl sonra 1559 yılında Avrupa’ya girişinin ardından, 1606
yılında kabul gördü. 1635 yılından itibaren, Hollanda ve Fransa, Avrupa’da çay tüketimine
öncülük eden ülkeler oldular. Avrupa 1650 yılında Çin’den gelen ilk demlikle tanıştı. Çay
Amerika’ya Peter Stuyvesant eliyle ulaştı. Bugünün New York’u o zamanlar Amerika’ya
yerleşen Hollandalıların şehriydi. O zamanki adı New Amsterdam’dı. O Hollandalılar,
Amerika’nın ilk çay tiryakileriydiler. Çaya bilimsel adı “Camelia sinensis” 1753 yılında
verilmiştir. 1800’lü yıllardan itibaren, Avrupa ve Amerika’da çay endüstrisinin oluşmaya
başladığı görülür.

İlk marka lipton markasıdır. Sahibide Thomas Lipton’dur. 1871 yılında ortaya çıkan dünyanın
en büyük çay üreticisi bu marka varlığını günümüzde de sürdürmektedir.
Kalın hatlarını belirtmeye çalıştığım çay önceleri üst sınıfların ulaşabildiği pahalı bir içecekti.
Ticari becerilerle geniş yığınlarında sevmesi sağlanan çay sadece sıcak içilmiyor artık. Sıcak
yaz aylarında çay satamayan Richard Blechynden , çayı soğuk halde sunmayı akıl edince
Amerika kökenli “Ice Tea” yani soğuk çay kavramı doğdu. Poşet çay 1908 yılında keşfedildi.
Bu durum çayın zaman ve mekân farkı gözetmeksizin içilmesini sağlamıştır.

Lezzetli çay içiminin 11 kuralı vardır. Onlarda şunlardır:  

1: Çay demlendikten sonra ot kokusu kalkıp (kimi bu kokuya bayılır, bana göre o çay içmeye
hazır değildir), tadının suya geçmesi için 20 dakika bekletilmeli, bir demlik çay kimilerine
göre yarım saatte, kimilerine göre 1 saatte tüketilmelidir.
2. Demliğin türü çay demlemeye artı eksi bir şey katmaz. Çayın tadı kalitesine, demlenme
zamanına ve suyun kireçsiz, yani ince olmasına bağlıdır. Az ateşte (eskilerin kül sıcaklığı
dediği ısıda) demlenmesi tercih edilmelidir.
3. Çay ince belli, sapsız cam bardakta, en üst düzeyde tadını alabilmek için şekersiz,
tatlandırıcısız, olabilirse az şekerle, yada kıtlamayla, şekerli içiliyorsa bardak az çınlatılarak
karıştırılarak, dudak payı mesafesinden ses çıkarmadan içilir.
4. Satın alınan nem geçirmez alaşımlı çay paketi, açılıp kullanılacak miktarda çay alındıktan
sonra, yine nemden korunması için ısı ve güneş ışığı görmeyecek kapalı bir kutuda
saklanması gerekir. Çay kurutulurken kiraz, ayva vb. farklı koku ve tattaki taze yapraklarla
karıştırılmamalıdır.
5. Çaya Süt eklenecekse tadını bozmaması için yağsız süt eklenmelidir. Çay sütü farklıdır,
özel olarak satılır. Limonlu çay sanıldığının aksine içine limon sıkılmış çay değildir. Çaya
limon sıkılmaz, sadece konulur. Limon sıkılmış çay hamamda içilir adı da “kant”tır. Çay
sevdalısı olur ama bağımlısı olmaz. Olursa o çay olmaz.
6. Türk pişirimi çay sallama, ipli, poşetli olmaz, çay hızlıda, ılıkta içilmez. Uzun yolculuklar
için çay neskafe gibi termosa konmaz.
7. Şekerli soğuk içecekler sınıfında satılan (Ice-Tea) buzlu çaylara, çay denmemelidir. Onlar
meşrubattırlar.
8. Satılan çayların meyvelisi, diyetlisi, kokulusu, kırmızı renkten başka renklisi olmaz.
9. Türk içimi çayın saati, özel servisi yoktur. Severek demleyenin çayı her zaman içilir.
10. Çay midenin dostudur. Yemek sonrası içilen taze çay hazmı kolaylaştırır. Fazla içilirse
demir eksikliğine yol açar.
11. Türk içimi çay; tartışılan konu ne olursa olsun ortamı yumuşatır. Anlayış ve dostlukla
konular tatlıya bağlanır. Çay; göz göze, yudum yudum içilir. Su gibi içilmez.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi24.02.2016


TAVŞAN KANI ÇAY 4



Çay...
Çay dediğimizin usulü üçtür...
Üç şeyden yapılır; çay, su ve şeker...
Üç şeyde yapılır; ateş, semaver, demlik...
Üç şeyde ikram edilir; çay tepsisi, çay tabağı, çay bardağı...
Çayın bir çok dilde karşılığı üç harftir...
Bir de çay, üç’ün olduğu yerde içilir...
Bir sen, bir seni Yaradan, bir de seni seven...
...

Yazı dizimize başlarken çay kelimesinin dilimizde üç anlamı olduğunu belirtmiştim. İlki
coğrafik terimdi. İkincisi bir bitkinin kaynatılmasıyla elde edilen bir içecek adıydı. Üçüncüsü
müzikli, yiyecekli ve ana içeceği adını aldığı içecek olan parti. Bizim konumuz ikinci anlamı
üzerineydi.

Önceki bölümde gördüğümüz gibi çay üretiminde ve tüketiminde bulunduğumuz yer az değil.
O rakamlar şöyleydi, hatırlayacaksınız; ülkemiz çay tarım alanlarının genişliği bakımından
üretici ülkeler arasında 6. sırada, kuru çay üretimi bakımından üretici ülkeler arasında 5.
sırada, yıllık kişi başına tüketim bakımından dünya ülkeleri arasında 4. sırada yer almaktadır.
Bu güzel ve sevindirici gelişme tütünde olduğu gibi yabancı ürünlerin piyasayı ele
geçirmesini engellemek, milli bilinci korumak, çay üretimi üzerinde titizlikle durmak gerekir.

İşin bu tarafını ilgililere bırakıp çayın diğer yönlerine, çayın içilme biçimlerine bakalım.

1: Çay bardağa konduktan sonra taze nane yaprağı eklenebilir.
2: İngilizlerin yaptıkları gibi çay sütle karıştırılıp içilebilir.
3: Şeker yerine bal konabilir.
4: Çaya limon katılabilir. Keyif için de, sağlık için de limonlu çay tercih edilebilir.
5: Kafkaslarda çay kara olsun diye az miktarda katran eklendiğini duymuştum.
6: İç Anadolu bölgesinde ilk gençliklerini yaşayanlar çaya leblebi katarak içerler.
7: Kimi Ardahanlılar, özellikle Göle’liler çaya ayva dilimleri katarlar.
8: İran’lılar çaya çeşitli baharatlar katıyorlar.
9: Tarçın kabuğu, karanfil ve zencefilde çaya katılabilir.
10: Çaya gül suyu da eklenebilir.
11: Çaya koku ve tat için “tomurcuk”ta denen bergamot katılabilir.
12: Moğollar çaya yağ, tuz, un veya darı, kurutulmuş kuzu eti eklerlermiş.
13: Gül suyu yerine gül yaprakları da koyulabilir.
14: Çaya soyulmuş cevizde katılabilir
15: Vanilya  yağı az miktarda atılabilir.
16: Hindistan cevizi yağını ekleyenlerde vardır.
17: Çaya acı biber eklenebilir.
18: Karabiber (öksürüğe). Sıcak çayla acı katmerleniyor dikkat!
19: Çaya Lavanta yağıda eklenebilir.

Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, ama çayı böylede içenler varmış anlaşılan. Onu bunu
bilmem, ben çaya hiçbir eklemeyi sevmiyorum. Çayı çay gibi içmek için sade olarak içmek
gerek. Kimse bizim gibi çay içmiyor. Bu içme oranına göre ülkemizde iki veya üç çeşit
(limonlu, tomurcuklu-bergamotlu ve sade) çay içiliyor dersek hata etmiş olmayız.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi22.02.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlarım. Hayatımızın sıradanlığını bozacak ve hayat dediğimiz bize
önceden verilmiş nakdin çarçur edilemeyecek kadar önemli, değerli ve kutsal olduğunu
ruhumuza kazıyacak ne var? Zor zamanlarımızda da, rahat zamanlarımızda da bize bunu
hatırlatacak çok şeye ihtiyaç duyarız. Peki biz bunu hatırlar mıyız? Şairler ve kimi duyarlı
insanlar hariç, herkes akıntıya kürek çeker. İllede şairler demek gerek. Onlar gördüklerini
unutmazlar ve hayallerinde yeniden şekillendirerek hayatın anlamını derinleştirirler. Anlamı
okudukça derinleşen şiirlerle gene karşınızdayım.

Gelelim bu haftaki şairimize..

1891’de doğan Halit Fahri Ozansoy, 1971’de, doğduğu şehirde; İstanbul’da yaşamını yitirdi.
Bakırköy Rüştiyesi ve Galatasaray Lisesi mezunu olan şairimiz Muğla ve İstanbul’da
lise öğretmenliği yaptı. Ölene kadar Tercüman gazetesinde tiyatro eleştirileriyle edebiyat
üstüne yazılar yazdı. İlk şiirlerinde Fecr-i Ati’nin etkisinde kaldığı görülür. Bu şiirleri
1912’de “Rübâb” ve “Şehbal” dergilerinde yayınlandı. Önceleri aruz vezniyle yazdığı
şiirlerini daha sonra “Aruza Veda” şiiriyle bu kalıbı bırakarak, hece ölçüsüyle ve yalın
Türkçe’yle yazdı. “Yeni Mecmua” dergisinde toplanan “Beş Hececi Şairi” içinde yer aldı.
“Nedim” adını verdiği bir edebiyat dergisi çıkardı. Şiirleri Aydabir, Çınaraltı, Hayat,
Hisar,Varlık,Yarımay, Yarın dergilerinde yayınlandı. Servet-i Fünun dergisinde yazı işleri
müdürü olarak görev aldı. Daha çok aşk ve kadın temalarının olduğu şiirlerinde hüznü çok
güzel yansıtmıştır. Şairimizin yayınlanan eserleri de şunlardır:

ŞİİR:
1912: Rüya
1917: Cenk Duyguları
1919: Efsaneler
1920: Zakkum
1920: Bulutlara Yakın
1922: Gülistanlar ve Harabeler
1929: Paravan
1931: Balkonda Saatler
1936: Sulara Dalan Gözler
1962: Hep Onun İçin
1964: Sonsuz Gecelerin Ötesinde

ROMAN:
1939: Sulara Giden Köprü
1939: Aşıklar Yolunun Yolcuları

OYUN:
1916: Baykuş  (aruzla yazılmıştır)
1923: İlk Şair  (aruzla yazılmıştır)
1928: Sönen Kandiller
1933: 10 Yılın Destanı
1936: Nedim
1936: Hayalet
1958: Bir Dolaptır Dönüyor
1970: İki Yanda

ANI:
Edebiyatçılar Geçiyor (1939), Edebiyatçılar Çevremde adıyla genişletilmiş baskı, 1970)
Darülbedayi Devrinin Eski Günleri (1964) Eski İstanbul Ramazanları (1968)

Sıra artık şiirde..
...

ANADOLU AKŞAMI
Bir mektup parçası
Sevgilim, ne kadar hüzünlü bilsen
Bu ölgün akşamın ölgün bestesi,
Uzak tepelerden, dağlardan esen
Aşina olduğum rüzgârın sesi.
Gölgeler içinde ağaçlar yorgun,
Her tarafta yetim bir tevekkül var.
Sanki fısıldıyor Anadolu’nun
Uyuyan ruhuna ninniler rüzgâr.
Sürüler iniyor karşı bayırdan,
Günün son ışığı vurmuş dereye.
Bir Muğla türküsü yükseldi kırdan:
"Ayşem, aygın baygın Ayşem, nereye?"

Halit Fahri Ozansoy

***

ARUZA VEDA
İlk hasretiyle gençliğimin ilk elemleri
Ey paslı tellerinde gülen, ağlayan aruz,
Ey eski dost yad edelim eski demleri,
Madem ki son sadanı dağıtmış, yorulmuşuz!
Anlat alevli bir çölün üstünde ansızın!
Billur sesinle hıçkırarak doğduğun günü!
Binbir diyarda binbir ilahi güzel kızın
Anlat nasıl terennümün inletti gönlünü!
Neydin gönülde, şimdi ne oldun zavallı sen,
Hıçkır benim de bari bu son gizli nalemi.
Timsalin asumanda ziyalarla işlenen
Bir pembe gül mü, yoksa bir altın piyale mi?
Akşam gruba karşı tüten bir buhurdanın
Hüznüyle şahit olma nihayet zevaline!
İran yoluyla Zühre tacın, nağme kervanın
Şahane geldiğin gibi şahane git yine!
Biz şimdi başka bir ahenge bağlıyız:
Aşık naziıya geldi erenler bu meclise,
Yalnız bugün senin gibi ölgün sadalıyız,
Zira bu saz da parçalanır gülmek istese...
İncitmeden rübabını insafsız ellerin
Zalim temaslarıyla zamanın sitemleri,
Ah ayrılırken, inleyerek paslı tellerin,
Ey eski dost, yad edelim eski demleri...

Halit Fahri Ozansoy

***

BALKONDA SAATLER
III.
Arka mahallelerde kızgın bir yaz öğlesi!
Tabak tıkırtıları duyuluyor evlerden...
Uzakta bir satıcı, yahut çocuk sesi...
Susuzluktan bunalmış uçamazken serçeler,
Tozlu sokaklar gibi tutuşup alevlerden
Bodur ağaçlar ile bomboş kalmış bahçeler!
İşte karşıkini de güneş çerçeveledi:
Demin duvar dibinde uyuklayan bir kedi
Sıyrılıyor yavaşça mutfağın loşluğuna...
Bayıltıyor hararet otu, taşı, böceği;
Fazla güneş içmiş de ortada ayçiçeği
Ayaküstü uğramış ışık sarhoşluğuna!
XII.
Ay bir lotüs, kocaman...düşmüş bir berraklığa...
Gök parlıyor durgun bir göl gibi saf ve şeffaf.
Işık dalgalarıyla yıkanıyor her taraf.
Ay, balkonda başını dayadı parmaklığa
Uyuyor...Uzakta bir saat çaldı: Bir...iki!...
Billûr bir hıçkırıktır bu sesin içindeki.
Ay, ışıkla süsleyip örümcek ağını
Minyatür bir cibinlik astı dışardaki cama.
Ses yok...yalnız yukarda, damda bir miyavlama!
Ay, odaya düşürdü solgun bir yaprağını:
Lambasız bir masanın üzerinde şimdi süs
Bir vazonun içinden parıldayan bu lotüs.

Halit Fahri Ozansoy

***

DEDİKODU
Zaman bir böcek gibi sinsi, kenarda
Koltukların didikler durur kadifesini,
Hain bir kedi gözü parıldar lambalarda.
Şom ağızlar buz gibi üflerken nefesini,
Bir beddua halinde uzatarak sesini
Saat hırıltılarla can çekişir duvarda.

Halit Fahri Ozansoy

***

DENİZDE AY
İndi solgun ve ılık
Ay ışığı denize
Bal rengi bir tatlılık
Çöktü gözlerinize.
Baktınız uzun uzun
Bu sulara baktınız,
Sulara ruhunuzun
Tadını bıraktınız!
Bu tatla aydınlanan enginlere aktınız!

Halit Fahri Ozansoy

***

KEDİM
Kedim henüz bir yaşında;
Uyur hep soba başında.
Hem cesurdur, hem de kurnaz.
Bir tıkırtı duyar duymaz.
Uyanır, aslan kesilir;
Gözleri volkan kesilir.
O geldiği günden beri
Bizim evin fareleri
Damdan, tavandan indiler,
Birer deliğe sindiler.
Koşup yakalıyor hemen
Yuvasından, deliğinden
Çıkanları diri diri.
Artık bunlardan hiç biri
Dolaplarıma girmiyor,
Kitapları kemirmiyor.

Halit Fahri Ozansoy

***

MARMARA GECELERİ
Solgun parıltılarla Marmara’ya dair
Serpildiği geceler, suların billûr
Müsikîsi dağılır tenhâ sâhile.
Hıçkırıklar duyulur uzaktan bile.
Vücüduna beyaz bir maşlah bürülü,
Elinde bir sararmış menekşe gülü,
Gezer çamlar altında hasta bir kadın;
Baş örtüsü, göğsünde bir tül kanadın
Bir damla ay süzülür kirpiklerine.
Haber sorar yavru bir bülbül eşinden,
Bir ud sesi yükselir bir şehnişinden:
Sonra bütün yalılar rüyâya dalar.
Açıklarda beliren sessiz adalar.
Hizasını geçerek biraz ilerde
Ziyâlarla öpüşen yelkenlilerde
Bu rüyânın firâri, çılgın kuşları!
Ziyâların sularla der-âguşları
Uzayarak bîr müddet geçer aradan.
En nihayet çekilirdi ay Marmara’dan:
Eser karşı ufuktan hafif bir meltem;
Bahçelerde çekerken güvercinler dem,
Tekrar eder sahilin şâir suları
Billûr müsikisiyle bu hû hûları...

Halit Fahri Ozansoy

***

SONSUZ GECELERİN ÖTESİNDE
Yıldızlar fısıldaşır,
Ruhlar bulut bulut dolaşır
Sonsuz gecelerin ötesinde.
Bir bulut parıltısı gibi düşler,
Dağılışlar ,eriyişler, süzülüşler
Sonsuz gecelerin ötesinde.
Sessizlik yumak yumak...
Uyumak, uyumak, uyumak
Sonsuz gecelerin ötesinde.

Halit Fahri Ozansoy

***
SULARA DALAN GÖZLER
Gözlerim daldı gitti bir rüya denizine,
Sularda uzun uzun baktım ayın izine
Dedim: Yirmi yaşımın ay ışığı değil bu,
Hani başım düşerdi bir sevgili dizine.
Sular gene o sular, kıyı gene o kıyı,
Gene çamlar dinliyor uzaktan bir şarkıyı,
Ah artık görmüyorum eridi mi ne oldu?
İri yeşil gözlerde gördüğüm pırıltıyı!

Halit Fahri Ozansoy

***

VATAN DESTANI
O kadar dolu ki toprağın şanla,
Bir değil, sanki bin vatan gibisin.
Yüce dağlarına çöken dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin.
Hep böyle bulutlar içinde başın,
Hilâli kucaklar her vatandaşın.
Geçse de asırlar, tazedir yaşın,
O kadar leventsin, fidan gibisin.
Çiçeksin, bayılır kuşlar kokundan,
Her dalın bir yay ki zümrüt okundan
Müjdeler fısıldar Ergenekon’dan:
Bu sese gönülden hayran gibisin.
Ey bütün cihana bedel Türkeli,
Açtığın cenklerin yoktur evveli.
Tarih bir nehir ki coşkundur seli.
Sen ona nisbetle, umman gibisin.
Bir yandan hep böyle taştın, köpürdün,
Bir yandan cefalı bir ömür sürdün,
Fakat ne derece ezildinse dün.
Şimdi gene tunçtan kalkan gibisin.
Bir insan nihayet kemikle ettir,
Bu et, bu kemiğe can hürriyettir.
En büyük hürriyet Cumhuriyettir,
Demek şimdi sen bir cihan gibisin.
Ey ana toprağı, ey Anadolu,
Açıldı önünde terakki yolu.
Hamdolsun her yanın bereket dolu,
Cennette bir yeşil meydan gibisin.
Yeni bir ay ördün al bayrağına,
Girdin en sonunda irfan bağına,
Medeni hayatın nur ırmağına
Ezelden susamış ceylan gibisin.

Halit Fahri Ozansoy

***

Bu haftalıkta bu kadar. Kıştan çıkışın işaret fişeği dün havaya atıldı. Yani ilk cemre havaya
düştü. Artık havalar yavaş yavaş ısınır. Sizlere sıcak, yüreğinizi ısıtan günler dilerim sevgili
okurlarım. Güzel, mutlu hafta sonları...


Yayın Tarihi: 21.02.2016

TAVŞAN KANI ÇAY 3



Gelseydin bir çay içimi
Sen çay dökseydin, bende içimi
...


Yazı dizimize başlarken çay kelimesinin dilimizde üç anlamı olduğunu belirtmiştim. İlki
coğrafik terimdi. İkincisi bir bitkinin kaynatılmasıyla elde edilen bir içecek adıydı. Üçüncüsü
müzikli, yiyecekli ve ana içeceği adını aldığı içecek olan parti. Bizim konumuz ikinci anlamı
üzerineydi.
...
Gözlerinin sıcaklığında
bir çay demle sevgili
yüreğim gibi kaçak olsun..
... 


Çay yapmak ne kadar önemliyse içmekte o kadar önemlidir. Yapmanın da bir biçimi vardır,
içmenin de.. Hatta çay içmek bir sanattır demek yanlış olmaz.
İnsanın fiziksel ve ruhsal yapısı üstünde çayın önemli ve olumlu etkileri görülmektedir.
Dünyanın tanıdığı Avusturya’nın ünlü şairi Peter Altenberg, 1913 yılında çay içmeyi “ruh
banyosu” olarak nitelendirmesi boşuna değildir. Aldığımız ve bize güç veren besinler
bedenimizin; kulaklarımızı okşayarak bütün varlığımızı kuşatan müzikler ruhumuzun
gıdasıysa; çay da benliğimizi önce içimiyle sonra da tüllerle gizlenmiş zamanın büyülü
yolcululuğuyla bulanıklığını ayıklayacak, temizleyecektir. Seçtiği seslerle aklımıza olduğu
kadar belki de daha çok duygu, yani iç dünyamıza, başka bir söylemle ruh dünyamıza
seslenen besteci gibi, çay içende çay seçimini zaman içinde kişisel zevk ve anlayışıyla
yapacaktır. Çay bitkisinin çeşitliliği ve diğer bitkilerle karışımı çayın çeşitlenmesine yeni yeni
sunumlarının gerçekleşmesine sebep olacaktır. Bu süreç çaba ve zaman gerektirecektir
mutlaka. Kişilerin zevkine en çok uyan çay, çay keyfini ruh banyosu yapmaya en uygun çay
olacaktır.
...
O bir çay istemişti, trenin içinde
Biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
Ben yalnız kalmıştım, senin içinde
Oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!
...


Ünlü bir Çinli Filozof Derki:
“ÇAY DÜNYANIN GÜRÜLTÜSÜNÜ UNUTMAK İÇİN İÇİLİR.”
Bir tutam bitkinin berrak suyla buluşmasıdır...
Bir fincan keyiftir çay...
Ülkemiz çay tarım alanlarının genişliği bakımından üretici ülkeler arasında 6. sırada,
Kuru çay üretimi bakımından üretici ülkeler arasında 5. sırada,
Yıllık kişi başına tüketim bakımından dünya ülkeleri arasında 4. sırada yer almaktadır.
Dünya Üzerinde Çay İki Şekilde Tüketilmektedir:
%75 siyah çay diye tabir edilen fermente edilmiş çay,
%25 yeşil çay diye tabir edilen fermente edilmemiş çaydır


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi19.02.2016

TAVŞAN KANI ÇAY 2



Duydum ki çok güzel sesin varmış.
Bize iki çay söyler misin?
“Çaycı, getir ilaç kokulu çaydan, 
dakika düşelim senelik paydan..”
...

Yazı dizimize başlarken çay kelimesinin dilimizde üç anlamı olduğunu belirtmiştim. İlki
coğrafik terimdi. İkincisi bir bitkinin kaynatılmasıyla elde edilen bir içecek adıydı. Üçüncüsü
müzikli, yiyecekli ve ana içeceği adını aldığı içecek olan parti. Bizim konumuz ikinci anlamı
üzerineydi.
Çayın dünya ve ülkemizde tarihi geçmişini de bu bölüme bırakmıştım.
Ülkemizde ve dünyada sudan fazla içilen içecek çaydır. 5000 yıllık geçmişe sahip çay,
giderek daha çok insanın sevdiği içecek olmaktadır. Çayın bulunuşuyla ilgili bir efsane
anlatılır. Büyük Çin İmparatoru Shen Nung’ın sarayının bahçesinde hizmet etmekle görevli
biri su kaynatırken bir yaprak kaynayan suya düşer. Ortaya çıkan koku ilgisini çekince tadını
denemek için imparator o sudan ister. Kokusu kadar tadını da beğenir. O gün bugündür
imparatorun beğendiği o yaprakla oluşan sıvı insanlığın vazgeçemediği içecek olur. İnsanlığın
vazgeçilmez dostu çayla ilgili ilk kapsamlı araştırma ve inceleme M.S. 733-804 yıllarında
yaşayan Lu Yu’ya ait “Çay Kitabı” adlı kitabıdır. Bu kitapta; çayın üretiminden içimine,
ayrıntılı ve düzenli bilgi bulunmaktadır. Bunun üstünden üretimi ve içimi artmış, çay geniş
kitlelere ulaşmıştır. Avrupa bu nefasetle 17. yüzyılda buluşmuştur. İngilizler sağlık ve
zindelik örneği gördükleri çayı yaşam tarzı haline getirerek ne derece benimsediklerini
gösterdiler. Bugün dünyanın en önemli çay yetiştirilen bölgeleri Assam ve Seylan (1970’lerin
ortasından sonlarına kadar her şey gibi çay kıtlığı zamanında çayları ülkemize kaçak girerdi)
Adası’nda 18. yüzyılda çay bahçeleri kuruldu. Bu çaylar Avrupa’ya hızla taşınması için de
dönemine göre süratli yelkenli gemiler yapıldı. Ülkemizin çayla tanışması1787 yılına rastlar.
O sene Japonya’dan çay bitkisi getirilir. İlk ekim Bursa ve civarında yapılır. Ama iklim
burada çay yetiştirilmesine uygun olmadığı için deneme başarısızlığa uğrar. 1917 yılında
Halkalı Ziraat Mektebi Alisi müdür vekili ve botanikçi olan Ali Rıza Erten bir dizi araştırma
ve çalışmayla Rize’de çay yetiştirmeyi başarır. 16.02.1924 yılında da Rize’de çay
yetiştirilmesi hakkında TBMM’de verilen bir kararla yetkiyi alır. Günümüz çay üretiminin ilk
adımları böylece atılmış olur. 1947’de kurulan ilk çay işleme fabrikasıyla üretim hızla artar.
...
Hayat dediğin bir bardak çay
İnsan ise sadece bir şeker
Karıştırdıkça hayattan tat aldığını sanırsın..
Oysaki hayatın seni erittiğini
Çay bitince anlarsın
...


Türk insanı çayla çok geç buluşur ama, çayı çok sever. O kadar ki insanımız için çay içmenin
zaman ve mekânı yoktur. Bu içeceği kışın üşüdüğü zamanda, yazın hararet bastığı zamanda
içer. Sevinçli olduğu zamanda içer, hüzünlü olduğu zamanda. Yarinden ayrılır çay demler,
yarine kavuşur çay demler. Oğlunu sünnet ettirir mevlidinde bütün konuklara sınırsız çay
ikram eder, askere gönderirken yolcu eden konu komşuya çay verir. Kızını everirken çay
kıvamında hüzünle karışık sevinç demi sunar. Kızının ilk börek yeme gelişinde de damaklara
çay tadı sunar. Sabah kahvaltısını çayla yapar, akşam yemeğinden sonrada keyfini çayla
sürdürür. Sevdiğine kavuşmanın mutluluğuyla kahvede “çaylar benden!” der. Çayla iç içe
geçmiş başka millet herhalde dünyada yoktur.
...
Bizim göynümüz zengindi oysa.
Çarşıda pazarda çay ısmarlamazdık sevdiklerimize, ayıp gelirdi.
Ayaküstü sohbetler, tıpkı ayaküstü geçiştirilen sevdalar gibi.
Sıcacık sobamızın üzerinde demlenmişti çayımız.
Demi yüreğimizin kuytusunda renk almış,
kokusu sabahın alacasında içerisini sarmış...


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi17.02.2016

TAVŞAN KANI ÇAY 1

Şimdi uzağım belki...
Ama belli mi olur ?
Belki demli bir ‘Çay’ kokusuyla gelirim..!
Belki ‘Yağmur’ olur yağarım şehrine..!
Belki de ‘Rüzgârla’ düşerim önüne..
Sen yeter ki bekle..


Dilimizde çay kelimesinin üç anlamı var. İlki coğrafi terimdir. Dereden büyük, ırmaktan
küçük akarsuya çay denir. İkincisi bu kadar kısa geçiştirilecek konu değil. Eni konu
düşünülecek, üstüne kafa yorulacak bir konu. Nede olsa artık Türk içeceği denildiğinde o
geliyor akla. Yani bir içeceğe de çay diyoruz.
Bir ağaççığın özel işlemlerle kurutulan yaprağıdır önce. Bu yaprağın demlenmesiyle elde
edilen güzel kokulu ve sarımtırak kırmızı renkli içecek olur sonra. Ardından gelsin bardaklar,
gitsin bardaklar. İnce bellisinden...


...
Tıpkı Aşk gibi üç harflik kelimedir Çay.
ve tıpkı aşk gibi;
ne vakti vardır bir bardak çayın,
ne sebebi, ne de mevsimi !
...


Üçüncü anlamına gelince, bu içeceğin etrafını süsleyen börek, pasta vb. yiyeceklerle misafir
ağırlanan toplantıya da çay denir.
Bu arada yazımıza başlık olan şu; “Taşan Kanı Çay” ne demektir ona bakalım. Tavşan kanı
çay renginden dolayı değil, tavşan kanının çokluğundan dolayı yapılan benzetmedir. Avlanan
bir tavşanın yenebilmesi amacıyla kanı yeterince akması için bir gün karda yatırılması gerekir.
Bunun için Tavşan kanı gibi çay, çabuk bitmeyen bereketli çay demektir.
Çayın bitkibilim ve kimya ile tanımlanan sosyolojisine de göz atalım.
Çaygiller ailesinden, çiçekleri çift eşeyli, yani erli dişi, nadiren tek eşeyli, kapsül tipi
meyveleri olan, genç yaprakları toplanıp özel metotlarla kurutularak içecek olarak kullanılan,
ülkemizin Doğu Karadeniz bölgesinde kültürü yapılan, asıl vatanı Çin ve Japonya olan, her
dem yeşil, ağaççık ya da çalı formundaki bitkidir çay. Yapraklarında % 2-4 arasında kafein,
az miktarda teofilin ve teobromin, % 10-20 arasında tanen, % 1-1. 5 uçucu yağ içeren,
hekimlikte enfüzyon biçiminde uyarıcı, idrar söktürücü ve sürgün önleyici olarak kullanılan
çaygiller familyasından bir bitki.
Çayın daha önce milli içeceğimiz olan ve bize özgü pişirme tarzıyla anılan kahvenin yerini
aldığını söyleyebiliriz. Kahve altı demek olan, içimindeki hazzı arttırmak amacını taşıyan
kahvaltı dediğimiz bir vakit yemeğine adını verecek kadar sevilen kahvenin geçmişine
rağmen bugün gazlı içeceklerin bile gerisine düşmüştür. Çay, bitkisinin kökeni başka ülkelere
uzansa bile, milli içeceğimiz olmayı çok sevilip, çok tüketilmesiyle hak etmiştir.
Yüzyıllarca süregelen bir geleneksel lezzettir çay. Her türlü gizeme tanıklık eden Doğu’nun
dünyaya bir armağanıdır.


...
Hem herkes bilmez;
Çay’ın da hisleri vardır
Sevilmek ister ve her boşlukta hatırlatır kendini muhabbet ehline.
...


Çayın dünya ve ülkemizde tarihi geçmişini de gelecek yazıya bırakalım.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi15.02.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar!
Asıl adı İbrahim Fuat Baksı olan Fuat Edip Baksı, 1912 yılında Diyarbakır’da doğdu. Lise
öğrenimi sırasında, edebiyata olan ilgisi nedeniyle, öğretmeninin kendisine Edip adının çok
yakışacağını söylemesi üzerine, ilk adını kaldırıp, Fuat adının ardına Edip adını ekledi.
Eğitim Enstitüsünün Türkçe Bölümü’nü bitirdi. İzmir liselerinde uzun yıllar öğretmen olarak
görev yaptı. Emekliliğine yakın yıllarda İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nde öğretim görevlisi
oldu. Tarihsel konulu romanları Yeni Asır gazetesinde yayınlandı fakat hiç biri kitap olarak
basılmadı.
Kimi ünlü bestelerin sözleri olan şiirlerini bir çok kişinin bildiğine emin olduğum şairimizin
şiir kitapları şunlardır:
“Delikanlım”, ilk baskı:1935,
“Efe”, ilk baskı: 1944,
“Bir Bahar Akşamı”, ilk baskı: 1963,
“Cacık”, ilk baskı: 1967,
“İzmir Destanı”, ilk baskı: 1972.
1947 yılında İzmir’de 35 yaşında ölen Fuat Edip Baksı’nın adını bilinir hale getiren, tanınmış
şarkılara söz olan şiirleride şunlardır:
Aşkımın ilk baharı
Bakışı çağırır beni uzaktan
Bir bahar akşamı (bu şarkıyı çok severim.)
Gönülden gönüle
Uzun yıllar ötesinden (bu şarkıyı da çok kişi biliyor ve seviyordur, benim gibi)
Yüzün pembe güllerden
Rügar kırdı dalımı (rahmetli babamında çok sevdiği bir şarkı)
Şimdide şairimizin şarkı sözlerine ve şiirlerine yer vermenin sırası geldi.
...

AŞKIMIN İLKBAHARI
Aşkımın ilkbaharı ilk heyecanım benim
Sevgilim, iki gözüm, biricik canım benim
Eşi yok, menendi yok, gönül hicranım benim
Sevgilim, iki gözüm biricik canım benim

Fuat Edip Baksı

***

BAKIŞI ÇAĞIRIR BENİ UZAKTAN
Bakışı çağırır beni uzaktan
Varınca çatılır kaşlar nedendir?
Bir yandan hoşlanır azarlamaktan
Bir yanda gözünde yaşlar nedendir?
Derindir alnımda gurbet çizgisi
Değişmez diyorlar bahtın yazgısı
Gönlümün içinde var ki bir sızısı
Her akşam yeniden başlar nedendir?
Hasreti bağlayıp sazın teline
Yıllardır çıkmışım gurbet eline
Düşmüşüm bu yüzden elin diline
Üstelik yar beni taşlar nedendir?

Fuat Edip Baksı

***

BİR BAHAR AKŞAMI
Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden Başınızı öne eğdiniz?
İçimden uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığın işte bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri neredeydiniz?

Fuat Edip Baksı

***

GÖNÜLDEN GÖNÜLE
Sevgi deli gönülden gönüle bir akıştır
İzi hiç silinmeyen ilk yıkıcı bakıştır
Gün olur yeşil bahar, gün olur kara kıştır
İzi hiç silinmeyen ilk yıkıcı bakıştır

Fuat Edip Baksı

***

UZUN YILLAR ÖTESİNDEN
Uzun yıllar ötesinden,
Hatırını sorayım mı?
Sana gönül bahçesinden,
Bir demet gül vereyim mi?
Senden haber gelmeyince,
Bir kar yağar ince ince.
Sevgilim, diye her gece
Karanlığı sarayım mı?
Almamış gibi yazımı,
Güldürmesen de yüzümü,
Dile getirip sazımı,
Bir selâm göndereyim mi?

Fuat Edip Baskı

***

YÜZÜN PEMBE GÜLLERDEN
Yüzün pembe güllerden, sesin bülbülden güzel
Ey benim servi boylum, gözünden öpeyim gel
Özlenen vuslatındır bende en güzel emel
Ey benim servi boylum, gözünden öpeyim gel

Fuat Edip Baskı

***

SÖZÜ NEYLEYİM
Gündüzüm karanlık gecem uykusuz;
Teselli dediğin sözü neyleyim!
Kirpiğim yaş dolu, dudağım susuz;
Yüzümü görmeyen sözü neyleyim!

Fuat Edip Baskı

***

RÜZGÂR KIRDI DALIMI
Rüzgâr kırdı dalımı
Ellerin günahı ne
Ben yitirdim yolumu
Yolların günahı ne
Hep yar peşinde koştum
Hem küstüm hem barıştım
Kendim dillere düştüm
Dillerin günahı ne
Ne kış dedim ne bahar
Gezdim sabaha kadar
Erken ağardı saçlar
Yılların günahı ne

Fuat Edip Baskı

***

SEÇEMEZ OLDU
Hasretin sarınca deli gönlümü,
Rüzgârlar benim tek esemez oldu.
Bir uzun yola düştüm ki önümü,
Sıra dağlar kesemez oldu.
Baharı sevmişim gözünde senin,
Yolumu kaybettim izinde senin..
Bırak uyuyayım dizinde senin,
Gönül bu sevdadan geçemez oldu.

Fuat Edip Baskı

***

AMAN GÜLÜM
Al beni yanına artık
Yine halim yaman gülüm
Boşuna akıyor yazık
Sensiz geçen zaman gülüm

Fuat Edip Baskı

***

VEFA
Nazında senin özlediğim eski cefa yok,
Derdinde vefa var güzelim sende vefa yok.
Bezminde kadehsiz içilen meyde şifa yok,
Derdinde vefa var güzelim sende vefa yok.

Fuat Edip Baskı

***

BELLİ DEĞİL
Ben senin yoluna düştüm düşeli
Dağlar belli değil, düz belli değil
Bu aşk bağrındaki közü eşeli
Bahar belli değil, güz belli değil.
Umudum kırılır esen rüzgârdan
Gözlerim ıslanır kuru pınardan
Dargın mıyız nedir cilveli yardan
Selam belli değil, söz belli değil.

Fuat Edip Baskı

***

GÖNÜL İHTİYARLAR MI
Söyle, derdin sayısı, sevginin yaşı var mı?
Güzelim söyle bana gönül ihtiyarlar mı?
Seni yıllardır üzen o bembeyaz saçlar mı?
Güzelim, söyle bana, gönül ihtiyarlar mı?
Diyorlar ki sevgilim hayat kırkında başlar
Bir derde derman değil boşuna akan yaşlar
En yakın dosttan bile atılsa nice taşlar
Güzelim, söyle bana, gönül ihtiyarlar mı?

Fuat Edip Baskı

***

NE OLURDU
Birgün beni sevdin mi? Dedim bakıverdin.
Şüpheyle tereddütle içimden yakıverdin.
Bir damla yaş oldun da gözümden akıverdin.
Şüpheyle tereddütle içimden yakıverdin.
Bir tatlı tebessümle avutsan ne olurdu?
Aşkınla yanan bir eli tutsan ne olurdu?
Naz etmeği biranda unutsan ne olurdu?
Şüpheyle tereddütle içimden yakıverdin.

Fuat Edip Baskı

***

ÜSTÜNE
Nazlım yıkmış yine ay gibi kaşı,
Yüzüne gözüne vermiş telaşı!
Bize göndersede yağmuru, kışı,
Ben yine yazayım bahar üstüne.
Dikenler içinde şakır bülbülün,
Her mevsim yeniden açılır gülün.
Kuşlarla taşlarla söyleşir dilin:
Gözünü sevdiğim diyar üstüne.

Fuat Edip Baskı

***

TÜRLÜ
Kimi
Ayısına güveniyor
Kimi dayısına
Kimi kravatının
Kimi atının
Kimi apartman katının
Sayısına

Fuat Edip Baskı

***

BIRAKTI
Birinci gün;
İçini yaktı.
İkinci gün;
Cüzdanına baktı.
Üçüncü gün;
Bıraktı.
Fuat Edip Baskı

***

EVDEKİ TAMİRAT
-Gara Sarmat’a-
Tatbik eylemek için talimat ahkâmını,
Hiç durmadan dolaşır mektebin dört yanını.
Öğle teneffüsünde bir pusu kurması var:
Duvardan atlayanı hemencecik yakalar.
Talebeye cezadan söz atçı mı bir kere,
Maddeleri sıralar teker teker ezbere.
Dostlarını bu kadar ihmal etmezdi fakat,
Ne yapsın ki bitmiyor “evdeki şu tamirat!...”

Fuat Edip Baskı

***

HALİKARNAS BALIKÇISI
Yılların belini bükemediği çınar:
Boyu.
Kıyılarda esen rüzgar:
Huyu.
Rengine doyamadığı:
Deniz suyu.

Fuat Edip Baskı

***

Bu haftada şiirlere ayırdığım yazımızın sonuna geldik. Umarım gazetemizi okurken bu
köşeyide okursunuz. Şiirsever bir toplumuz ama şiir okumayı pek sevmeyiz. Hasılı okumayı
sevmeyiz ya.. kitap okumayı sevenler içinde de şiir kitabı okumayı seven çok az insana
rastladım. Neyse.. fazla söze ne gerek; öyleyse şiir sevenler okusun o halde. Hepinize mutlu
hafta sonları...


Yayın Tarihi14.02.2016

OLUMSUZ DÜŞÜNCELERDEN KURTULMANIN YOLU 2


“İnsan, iyimser veya kötümser olma özelliklerini taşır. Doğuştan bu özelliklere sahip
olunduğu gibi, yaşananlarla da bu özellikler edinilebiliyor. Biz bunlara “Olumlu veya
Olumsuz Düşünce” dersek yanlış yapmış olmayız herhalde. Olumlu ve olumsuz düşüncenin
aşırısı zararlı olabildiği gibi azı yararlı olabilir. Olumlu düşüncenin azı (orta seviyelere yakın
olanı bile) kişisel direnç ve çözüm gücünü arttırırken, fazlası tembelliğe ve gerçeği
görememeye; olumsuz düşüncenin azı araştırma yapmaya ve çözüm üretmeye yönlendirirken,
fazlası ise kişisel edilginliğe (pasifliğe), buna bağlı olarak çözüm üretememeye yol açar.”
diyerek başladığımız iki bölümlük yazımızı bugün bitiriyoruz.

*

Olumsuz düşüncelerinizin gerçeği ne kadar yansıttığını anlamak son derece kolaydır.
“Hafızam acaba bana bu üç oyundan birini oynuyor olabilir mi?” diye sorun. Örneğin,
kafanızda kendinizi veya arkadaşınızı sert bir şekilde eleştirdiğinizi varsayalım. O arkadaşınız
gelse kendisi hakkında böyle konuşsa ne yapardınız? Büyük ihtimalle onun olumsuz bakış
açısı sizi sıkardı, ona haksız ve yanlış düşünceler içinde olduğunu belirterek karşı çıkardınız.
Madem öyle neden kendi düşünce tarzınızı sorgulamıyorsunuz? Aynı mantığı kendi
düşüncelerinize uygulayın. Kendinize “En kötüsünü mü düşünüyorum? Kendimi yok yere
suçluyor olabilir miyim?” gibi sorular sorun! Olumsuz düşüncelerinizin doğruluk derecesini
kontrol edin. Birde olumsuz düşünceler için kendinize sınırlı bir zaman tanıyın. Onun
gerçekliğini zaman gösterecektir. Olumsuz düşüncelerinizi gözden geçirmek için kendinize
sabah, öğlen, akşam 5’er dakika ayırın. Zaman dolduğunda bütün olumsuz düşünceleri bırakıp
olağan hayatınıza dönün.

2: Yargılamayı bırakın

Herkes herkesi ve her şeyi yargılamaya bayılır. Ortaya çıkan durumu, olayı, eser veya türleri
ayırmaksızın sebepler zincirini düşünmeden yargılar. Kendini yargılayan azda olsa vardır.
Hele bu çağda dev aynalarına bakınıp duruyoruz. Kendinde olduğundan fazla şey gören çok..  
İşte bu yüzden hem kendimizi hem de diğerlerini fark etmeden yargılarız. Sürekli olarak
kendinizi başkalarıyla ve ideallerinizle karşılaştırmak memnuniyetsizlik doğurur. Kendinizi
ve çevrenizdekileri yargılamayı bırakabildiğinizde (kolay değil, ama mümkün) çok rahatlamış
hissedeceksiniz. Üstelik bunun ilişkilerinizi nasıl hızla düzelttiğine şaşıracaksınız.

3: Şükredin

Bir şeye şükretmek o şeyin varlığının farkına varmak demektir. O şeyin varlığı size değer
katıyorsa, farkına varırsınız zaten. Bu şey ister canlı bir varlık olsun, ister cansız varlık olsun
değişmez. İnançlı insansanız sizi yaratana, o şeyi size verenin o olduğuna inanarak saygı ve
sevgi bileşimi derin bir duyguyla dolarsınız. İşte o an en değerli anınızdır. İçinizde ne kadar
olumsuz düşünce varsa hepsi suya tutulmuş kir gibi sökülüp atılır. Bu açıdan bakarsanız şükür
iç huzuru ve mutluluğu arttırır. En çok şükredilecek konu hiç kuşkusuz sağlıktır. Az şey midir
sağlıklı birey olmak? Ne kadar kötü şeyler yaşamış, yada yaşıyor olsanız bile, hayatın içinde
şükredilecek çok şey vardır. Bunu anlamak için kendinize bir defter alın, günlük notlar yazıp
o notlara mutlaka şükredeceğiniz konuları ekleyin. Gün gelip yazdıklarınıza bakarsanız
şükredeceğiniz ne çok durumla karşılaştığınıza şaşarsınız. Unutmayın “şükür” en büyük iç
huzurunu getirir.

4: Güçlü noktalarınıza odaklanın

Kötüye devamlı olarak kurgulanmak, iyi giden şeyleri görmezlikten gelmek, gelecekten
endişe duymak insanın doğasında vardır. Bu da gereklidir, tümden yok etmek aymazlık olur,
doğruyu isterseniz. İnsanın endişeleri bugünkü gelişmeleri sağlamıştır. Fakat endişelere
takılıp kalmamakta gerekir. Bunun için geçmişte yapılan hatalardan ders alacak kadar
durduktan sonra, hayatla mücadelenize güç katan özelliklerinizi dikkate alın ve o
özelliklerinizi geliştirin. Kendinizi ve başkalarını acımasız biçimde eleştirdiğinizi görürseniz,
biraz nefes alın, bir bardak su için, kendinizin ve eleştirdiğiniz kişinin iyi yanlarını aklınıza
getirin. Bu sizi olumlu düşünceye itecektir.

5: Olumsuz duygulara yeniliyorsanız

Olumsuz düşüncelerinizi yok edemiyor, hatta üstesinden gelemiyorsanız, birde hayatınızı bu
yapamadıklarınız zorluyorsa gerçekten yardıma ihtiyacınız var demektir. Size yardımcı
olabilecek bu işlerin uzmanlarına başvurmanız gerekiyor demektir


SON


Yayın Tarihi12.02.2016

OLUMSUZ DÜŞÜNCELERDEN KURTULMANIN YOLU 1



İnsan, iyimser veya kötümser olma özelliklerini taşır. Doğuştan bu özelliklere sahip olunduğu
gibi, yaşananlarla da bu özellikler edinilebiliyor. Biz bunlara “Olumlu veya Olumsuz
Düşünce” dersek yanlış yapmış olmayız herhalde. Olumlu ve olumsuz düşüncenin aşırısı
zararlı olabildiği gibi azı yararlı olabilir. Olumlu düşüncenin azı (orta seviyelere yakın olanı
bile) kişisel direnç ve çözüm gücünü arttırırken, fazlası tembelliğe ve gerçeği görememeye;
olumsuz düşüncenin azı araştırma yapmaya ve çözüm üretmeye yönlendirirken, fazlası ise
kişisel edilginliğe (pasifliğe), buna bağlı olarak çözüm üretememeye yol açar.
Farkına varmasak bile ters giden işler, olaylar, ilişkiler bizi zamanla gelecek konusunda gizli
bir güvensizliğe, tedirginliğe iter. Bunu fark ettiğimizde uykularımız kaçar. Zihinsel ve
bedensel gücümüzle iyiye olumlanmak varken, zamanımızı bu olumsuz olaylarla boşa geçirir,
gergin ve mutsuz oluruz.
Yapılan psikolojik araştırmaları yayınlayan Psychology Today dergisi geçenlerde bir haberle
olumsuz düşünceleri yenebilmenin şartlarını ortaya koymuştu.
Bugün bu haberden esinlenerek olumsuz düşünceden kurtulmanın, üretken, güzel ilişkiler
kurmanın hasılı insan olmanın yollarını kolay, uygulanabilir yöntemlerinden söz edeceğim.
1: Olumsuz düşüncenin farkına varın
Olumsuz düşünceden kurtulmanın beş şartı vardır deniliyor.
Bu beş şartın içinde olmak üzere ilk şart önce kötü düşüncelerinizin gerçekliğini inceleyin.
Çünkü hafızamız neyi düşünürsek onu üretir, onu işler. Bizde düşündüklerimizi, dolayısıyla
korkularımızı, endişelerimizi haklı buluruz. Bunun için hafızamız üç kural uygular.
a. Siyah-Beyaz Düşünür: İhtimalleri arttıran seçenekleri yok sayarak, kesinlemelere gitmek
önemli bir düşünce göstergesidir. O düşünceye saplanan kimseye başka renkler yokmuş gibi
her şey ya siyah, yada beyaz görünür. Giderek “Her Şeyi Kişisel Almak” düşüncesiyle bakılır.
Olumsuz gelişen veya sonuçlanan her olay için önce kendini, yada karşı tarafı suçlamak
vazgeçilmez davranış biçimidir. Örnek gerekirse şu örnek verilebilir. Arkadaşınız size
gülümsemedi diye onu üzecek bir şey yaptığınızı, yada arkadaşınızın birden bire çok vefasız
olduğunu düşünmek... Belki de arkadaşınız kötü bir gün geçiriyordur ve moral bozukluğu
sizinle ilgili bir konu değildir.
b. Olumsuz Şeylere Kurgular: Olayların iyi ve kötü yönleriyle birlikte bütününü görmek
yerine sadece kötü yanlarına saplanıp kalmak.
c. En Kötü Durum Senaryoları Yazar: Bir olaya dair akıl yürütürken, olabilecek en kötü
mizanseni kurup senaryo yazmak ve ona şiddetle inanmak.
Olumsuz düşüncelerinizin gerçeği ne kadar yansıttığını anlamak son derece kolaydır.
“Hafızam acaba bana bu üç oyundan birini oynuyor olabilir mi?” diye sorun. Örneğin,
kafanızda kendinizi veya arkadaşınızı sert bir şekilde eleştirdiğinizi varsayalım. O arkadaşınız
gelse kendisi hakkında böyle konuşsa ne yapardınız? Büyük ihtimalle onun olumsuz bakış
açısı sizi sıkardı ve ona haksız yanlış düşünceler içinde olduğunu belirterek karşı çıkardınız.
Madem öyle neden kendi düşünce tarzınızı sorgulamıyorsunuz? Aynı mantığı kendi
düşüncelerinize uygulayın. Kendinize “En kötüsünü mü düşünüyorum? Kendimi yok yere
suçluyor olabilir miyim?” gibi sorular sorun! Olumsuz düşüncelerinizin doğruluk derecesini
kontrol edin. Birde olumsuz düşünceler için kendinize sınırlı bir zaman tanıyın. Onun
gerçekliğini zaman gösterecektir. Olumsuz düşüncelerinizi gözden geçirmek için kendinize
sabah, öğlen, akşam 5’er dakika ayırın. Zaman dolduğunda bütün olumsuz düşünceleri bırakıp
olağan hayatınıza dönün.


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi: 10.02.2016


İTHAL SORUNLAR 2

Ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı bu toplumun en ileri geleninde bile küçük kasabalılık olduğunu,
ilgilendiği konularında magazin boyutunu aşamadığını söyler. Doğrudur da ne yazık ki. Onun
için insanlarımız taraftarı olduğu görüşle övünmek, taraftarı olmadığı görüşü karalamak için
gereksiz bilgiyle yetinirler. Bugün içinde bulunduğumuz toplumun nereye sürüklendiğini
anlamak için küçük kasabalılığın ne olduğunu bilmek yeter. Küçük kasabalı mantığı en büyük
şehirlerde bile olsak vardır. Bir yerde size “Ne işine (yada işime) yarayacak” sorusu gelirse
anlayın ki orda bir arpa boyu yol alınmaz. Bu soru eğitimin faydasızlığına kadar götürür.
Konumuzla ilgisi yok gibi görünen ama küçük kasabalılığı gösterdiğini düşündüğüm bir yazı
paylaşmak istiyorum. Oyuncu, senarist, gazeteci, yazar Gülse Birsel yazmış.
Bazı yerlerde araya gireceğimi belirterek o yazıyı bugün bitiriyorum.

*

HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM

Ay kıyamaam!
Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo
takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz
tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım.
Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim.
Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir
akşamüstü, balkonda otururken annem “Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım
aaa…” şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.
“Sıkılıyorum… Hayat çok anlamsız” cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye
geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin
uzmanı olduğu ‘mıncırma’ hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmişti.
Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse,
ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev
duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen
bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir!
Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle, yüzünü
yüzüme yaklaştırarak
“Alırım ayağımın altına” diye başladı ve
“Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsanda git bakkala evin alışverişini
yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi
yallah…” şeklinde bitirdi!
(Bu küçük kasabalılık o dönemlerde geçer akçeydi ve çok işe yarardı. Çünkü çocuklar ana
babalarıyla ilişkilerinde erişemeyecekleri sınırları bilir ve onları geçemezlerdi. Şimdi öylemi
ya.. teknolojide sınır tanımayan, kredi kartları sayesinde her bütçeyi aşan tüketimle çocuklara
kültür yerine çoban özgürlüğü verdik. Her biri ayrı canavar oldular.)
NE DERDİM KALDI NE DE TASAM
Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için
kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir.
Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma
sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo’luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu
mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden
ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi
sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo’larının
başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo…
Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek
herifleri bir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!
Ülkenin gençlerine bak.
Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de
emo’lar!
Gelecekten çok umutluyum çok.


*

Bazen bu kadar teknoloji almasaydık, bu kadar kredi kartlarını yaygınlaştırmasaydık, ama
ondan öncesi eğitimi önemseyerek kolay sınıf geçmeyi sağlamasaydık, uygulamalı derslerle
kültür derslerini yaygınlaştırsaydık, temel derslerin kimilerini gereksiz saymayıp
kaldırmasaydık bugün ne durumda olurduk acaba? Gene sorunlarımız olurdu, ama kendi
sorunumuz olurdu hiç değilse. Böyle ithal sorunlarımız olmazdı.


SON


Yayın Tarihi08.02.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Ayların en cücesi ama en çetin cevizi, giderayak neredeyse yürekleri bile soğutan kış
günlerine sahip Şubat ayının bu ilk Pazar gününde hepinize merhaba sevgili okurlarım.
Küresel ısınmanın bir sonucu olarak dört değil iki mevsim yaşıyoruz. Mevsimler arasında
geçişler artık çok sert olmakta. Gece gündüz arasında açılan ısı farkı bile bulunduğumuz
ılıman iklim kuşağının karasal iklime geçtiğini gösteriyor bize. Mevsimler şaşırmışken
ülkelerde şaşırmış durumda. Ülkeler arasındaki bu şaşırmaya iklim değişikliği değil akıl
değişikliği sebeptir. Uzun yıllar yaldızlanarak gösterilen insan odaklı dünya algısı, çıkar
odaklı akıl algısına dönüşü gizleyemez oldu. Dünya savaşına mı gidiyoruz diye sorası geliyor
insanın. Ukrayna’dan Yemen’e, Bosna’dan Hint okyanusuna kadar bir alandaki bu karışıklık
başka türlü açıklanabilir mi? Geldiğimiz noktada ülkemizin sınırlarını tehdit eder boyuta
doğru yol almasından korkuyorum. Bu kadar siyaset Pazar yazılarımın konusu gereği yeter.
Şiire dönelim. Bugün Ahmet Ada’ya ve şiirlerine yer vereceğim.
Önce kendisini tanıyalım.
Ahmet Ada1947 yılında, Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Ceyhan Lisesi’nde okurken
eğitimini şartları elvermediği için yarıda keserek bir takım işlerde çalıştı. Kayseri’de devlet
memuru olarak bulundu. Edebiyat hayatına 1970 yılında şiir yazarak başladı. Yazıları,  şiirleri
Hakimiyet Sanat, Saçak, Dönemeç, Somut dergilerinde yayınlandı. İlk şiirlerinde İkinci Yeni
akımının etkileri görünür. Daha sonraki şiirlerindeyse Ahmet Arif ve Nihat Behram’ın doğa
tasvirciliği ve ses vurgulamalarından izler vardır. Yöresel renklerle işlenmiş, lirik, yumuşak
şiirleriyle günümüz toplumcu gerçekçi şairlerindendir.

...

ABLAM İÇİN GAZEL
Ablam çiçekli basma giyerdi.
Gurbet ustasıydı,
Sıla mı, hüzün saatleri mi?
Eylülün ilk haftasıydı.
Saçlarını tarasa akıp giderdi onlarca keder.
Darılsa bana kumral bir yalnızlığa başlardı.
Verandanın köşesinde siyah- beyazdı sesi.
Ablam yaşasaydı solgun şarkılar söylerdi.
Eylül müydü albümden düşmüş sonbahar mı?
Ne güzel güldü bütün özlemi sarardı.
Bir gün kalbi kuş uçmayan atlaslara gömüldü.
Yaşasaydı kuş olup cezayir menekşelerine konardı.

AHMET ADA


***


ACIYLA AKRAN
Burda mayalanan aşkın yedeğinde
Gün vurdu mu yüzünü sulara
Bir haber beklerim sevinçli
Ulaşan mermere, taşa, içerdeki dosta
Usulcacık bir türküye girer gibi
Bir haber; kuşların kanadında
Burda taşrada bir esimlik rüzgâr
Üşüttü mü gül yaprağını gizlice
Duyarım yüreğimde sessizce
Geri gelmeyecek örselenmiş gençliğimi
Bir haber döndürebilir beni
Buğulu mavi bozkır günlerime
Sarınıp yıldızlı gecelere, öyle ki
Çekip gidebilirim ipsiz serseri
Çalımsız bir ıslık tutturarak
Kırık dökük dizelerime benzeyen
Burda ırmağın sesinden başka
Yüreğimi uslandıracak kimse kalmadı
Haber gönder, çık gel, acıyla akranım artık
Ağarabilir usulca göğsümdeki karaltı.

AHMET ADA

***

BİR ÇOCUK
Sen ey engin gönüllü düşsever
Sıfatsız derviş
Dolaştın içinde hep özveriyle
Doğu’yu, Batı’yı, sokakları
Sokaklar ki leylak kokardı
Şuraya koymuştun masaya
Çiçeklerin sokak görgüsünü
Sokakların çiçek örgüsünü
Sen ey uçuruma atlayan çocuk
Anlat şimdi uçurumu, uçan çiçekleri
Bazı güneşleri büyük sulara akan
Bazı aşkları beyaz sessizliğe akan
Bak işte geçti yine
İçinden sümbül yeleli bir at
Sen ey uslanmaz kalender
Doğu’lu bilge, gün doğdu bak
Hasret burcuna düştü
İmgelerin sınırsız dalga boyu
Deniz kıyısında denize karşı
Yaktı sigarasını bir atlı
Sen ey uslanmaz uçarı çocuk
Anlat şimdi vişneçürüğü ufku
Uçurum sessizliğinde suçsuzluğunu
Bak işte Cemal Abidir
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvayda
Onun kasketine yağan yağmuru anlat

AHMET ADA

***

BOŞLUKTA
yanımdaki masada üç genç kız
üç güzel kız sarı saçları
bir beyzbol kepinin altındaydı
uzak bir şehre eğimliydi gözleri
cep telefonları çaldı çalacaktı
denize sokulan küçük beyaz ayaklar
gibiydi oturuşları duruşları
hiçlikte kaybolmuştular
belki kimselerin arayacağı yoktu
belki sevgileri acı tadındaydı
bir kırlangıcın yuvadan uçup gitmesi
gibiydi can sıkıntıları
yatılı okul mezunuydu acıları
evlerinden uzaktaydılar
belli ki bir boşlukta kaybolmuştular
yanımdaki masada üç güzel kızı
öylece buldum bir beyzbol kepinin
altındaydı sarı saçları
kalkıp gittiler boşlukları kaldı
sevdaları kimbilir neyin ardındaydı

AHMET ADA

***

CESARET
Bir parça kar beyazı bulut mu
Gök mavisi mendil mi anısı olan
Savaktan akan serin sular mı
Git getir usulca yarana sar
Eksilmesin başucundan memleket
Kuşattı mı bütün yolları harami
Can yoldaşı orman uzak mı
Kuşların çığlığına uyarak yürü
Omuzlarına güneş vurmuş olmalı
Bin nazla büyüyen özlediğin güle
Faytonlar sürdün körüklü fenerli
Koşum takımları pırıl pırıl doru atlar
Nice gelinler götürdün al duvaklı
Baş çekip diz vurarak halayda
Gün oldu erittin kederli havaları
Komadılar ama seni uçarı yürek
Değmedi körpe fidan bir ele elin
Arpa ekmeğine değdiği kadar
Henüz onsekizinde yirmisinde
Gül ömrünü yangınlara saldılar
Bu usul yürek loncaya yazılmalı
Çünkü dem tutmaya başladı çığlık
Ve ayrılığın köze döndürdüğü sevda
Öyle yalın öyle hırçın ki göğsünde
Götürebilir seni güneşli yollara

AHMET ADA

***

DELİKANLI
ben düşler tramvayına binerken şehrin
pırıl pırıl bir ay doğmuş olurdu dünyaya
hanem aydınlanır annem uyanırdı
babamın serçelenmiş ayakları saçılırdı
ufak tefek sokaklara
ben sokaklara borçluydum çocukluğumu
bolluk günleri miydi babamın elinde ay ışığı
bir de dolu file, dönerdi eve,
benim yakınımdaydı
ekmek parası, gökyüzünün teri, salıncaklar,
ben çekidüzen verirdim eski dünyaya
biraz umutsuz, az ironik, bir parça kırılgan
yağmuru bol kış akşamlarında
dip odalarda kısa pantolonlu aşık
bağbozumuydum ben duygularım karmakarışık
ben aşkla ödeşir düet sona ererdi
zambak gibi sözcüklerden oluşan
nasılsa yağmur yağardı tenha vakitlere
seke seke yürüyüşünden tanırdım
yağmuru, seni, baş dönmesi serüveni
yağmurun iplerinde törendi beyaz gemi

AHMET ADA

***

GÜL YENİSİ KÜÇÜK KIZ
Bir park kanepesinde oturuyorum deniz
kıyısındaki, burnumda tütüyor
günyenisi küçük kız, bir çocuk kadar
suçsuzum onu sevmekle, bunun için
ilgileniyorum kırgın çiçeklerle
Baktıkça resmine gül açılıyor parmak
uçlarımda, ne çok istiyorum onu
gün eskiten gözleri değdikçe günebakanlara
nasıl da yakıştırıyorum günebakanları
gözlerine
Serçelerle, evet serçelerle geçiyorum
ara sokaklardan, oyun oynuyor toz
duman içinde çocuklar, geçiyorum
içimde hüzne benzer bir duyguyla
Şimdi şurdan koşuyorum
kuşlar kalkıyor koştuğum taşlıklardan
bir aldanış mı yaşadığım yoksa
bilmiyorum ne kadar koşabilirim
eskimez yeşil pabuçlarla gelen aşka
Ey serçe gölgeleriyle lekeli ara sokaklar
nasıl da sendeliyor kalbim küçük
bir kız için, yürüyüp gidiyorum yüzümü
bir Akdeniz çiçeğine gömerek
Sevincimi bozuk paralar gibi dağıtıyorum

AHMET ADA

***

GÜLÜN TEKRARI
mevsimler uzar saatler kısalır
hayat gülde gülün tekrarı
güz vakti miydi belki öyleydi
gülde gülün sesi
suda testilerin sesi
eylül sonu uzun yağmurların sesi
her dem taze
burnumun direğini sızlatan hasretin sesi
gökyakut sevdanın sesi
derbentlerden gelen turnaların sesi
seni öyle çok sevmiştim ki yurdum
biraz keder biraz acı
verdinse de bana hâlâ sızlar
hasretinle burnumun direği
haydi gelsin nalbantların sesi
naz katılır makamlara
gül dökülür çarşılara
yaşanır çılgın curcunanın ucunda
türk kürt gürcü laz süryani
gül alıp vermişiz
türkülerimiz benzer, göğümüz aynı
içimizi pırıl pırıl yapan
cana can katan uzun yağmurlar
kıtlıklar tufanlar görmüşüz
mezopotamya ovasında
hayat gülde gülün tekrarıdır
narda nar şerbetinin tekrarı
erbil ovasında hurmanın tekrarı
gök çatıda uçuşan
ipek mendillerin tekrarı
hasretini göstermiş sarıya güz
güzü kıskanmış gülün tekrarı
haydi gelsin, demdir
gelmesini istediğin şey
leyla gamıyla gelsin mecnun
nalburlar inceltirken göğü
gülünü dererken has bahçe
yeşil limonlar arasında
güneydeyim serserilik yaşımda
topuklarımdan dertli türküler akıyor
gündüzü, akşamı, göğü ilişkilendiren
yaz şarkılarıyla
erken yaz güllerinde gülün tekrarı
güllerde sensin gülün tekrarı
hayat gülün kuşta tekrarıdır
urfa'da taşın ovada tekrarı
ay girerken buluta
gel bir arzuhalciye gidelim
gülün yazdıralım taştaki tekrarını
yazın güzdeki tekrarını
mağaranın evdeki tekrarını
ağıdımız derbentleri aşarken
peki kime anlatalım halimizi
biliyorum artık çok geç
biliyorum henüz çok erken
seste sessizliğin tekrarı
künyemize düşüldü acı
zalim avcılar bile dokunmaz
mevsimler uzar günler kısalır
hayat gülde gülün tekrarıdır.

AHMET ADA

***

Bu Pazar’lıkta bu kadar.. Haftaya gene şiirlerde buluşmak üzere mutlu sıcak bir köşe ve sıcak
çay, limonlu ıhlamur veya bol tarçınlı salep, kısaca sıcak içecekli günler diliyorum.


Yayın Tarihi07.02.2016

İTHAL SORUNLAR 1

Ünlü tarihçimiz İlber Ortaylı bu toplumun en ileri geleninde bile küçük kasabalılık olduğunu,
ilgilendiği konularında magazin boyutunu aşamadığını söyler. Doğrudur da ne yazık ki. Onun
için insanlarımız taraftarı olduğu görüşle övünmek, taraftarı olmadığı görüşü karalamak için
gereksiz bilgiyle yetinirler. Bugün içinde bulunduğumuz toplumun nereye sürüklendiğini
anlamak için küçük kasabalılığın ne olduğunu bilmek yeter. Küçük kasabalı mantığı en büyük
şehirlerde bile olsak vardır. Bir yerde size “Ne işine (yada işime) yarayacak” sorusu gelirse
anlayın ki orda bir arpa boyu yol alınmaz. Bu soru eğitimin faydasızlığına kadar götürür.
Konumuzla ilgisi yok gibi görünen ama küçük kasabalılığı gösterdiğini düşündüğüm bir yazı
paylaşmak istiyorum. Oyuncu, senarist, gazeteci, yazar Gülse Birsel yazmış.
Bazı yerlerde araya gireceğimi belirterek o yazıyı sunuyorum.
*
Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip “Yatınca
geçer”di, başın ağrıyorsa “Çocukların başı ağrımaz” denirdi, uykun kaçıyorsa
“Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün” şeklinde konu halledilirdi!
Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, “Tembel”din ya “Yavaştan, sağlam sağlam
öğreniyor”dun! Hüzünlü bir çocuksan “Yazar olacak herhalde” derlerdi, yerinde
duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun.
Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar.
Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk ‘astım başlangıcı’, okuma
yazmayı zor söküyorsa ‘disleksik’, hüzünlüyse ‘depresif’, aşırı hareketliyse ‘hiperaktif’
diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler!
(Sözün burasında araya girmeme izin verin. Belirtilen eski uygulama küçük kasabalılıktır.
Bugün gelinen nokta ise sosyal değişim değil, özentiliktir. Maddi temeli atılmadan gelinen yer
dış alımla yurda giren teknolojinin sonucudur. Üretimini yapmadan, ürettiğine
yabancılaşmadan, sorun yaşamadan ve o sorunu çözmeden, sadece ücret hesapçılığıyla
gelinecek yer kültürsüzlük olur. O kadarki; sineması, tiyatrosu, müziği, hikâyesi, romanı ilgi
görmez. Görenler sizi yanıltmasın, onlar halk goygoyculuğundan başka bir şey değildir. Bir
zamanlar “Şaban” filmi serileriyle şimdinin “Recep İvedik” film serisi gibi. Tarım ve sanayi
üretimini geçememiş bir toplumun birden bire teknolojik ürün satın alması o toplumun
geliştiğini göstermez. A.G)
O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular?
Emo!
Emo ne?
Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan,
miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse’li, siyah
ojeli ergenler var ya…
Taksim’de kaldırımlarda filan oturuyorlar.
Aha onlar Emo!
Emo kelimesinin emotional’dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz
ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor.
Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!
(Dikkat edin, isimler bile yabancı kelimelerinden kısaltma. Bu bile bir özentinin işaretidir.
Birkaç kere daha değinmiştim yazılarımda, yabancıların sokak kültürü, parçalanan ailelerin
kendini devasa kitlenin içinde yok olmuş hisseden çocuklarının kültürüdür. İyi eğitim
alamayan, iş güç sahibi olmayan, işi serseriliğe vuran, bunu topluma kim sorarsa isyan
diyerek sunan 1960’ların Beat’çıları, 1970’lerin Hippi’leri, 1980-90’ların Punkçuları,
bugünün Rap’çı veya Hipop’çuları bu türden gençlik türüdürler. Çözüm öneren seçenekleri
yoktur. Biz onları moda diye alıyor, yurda getiriyoruz.)


DEVAM EDECEK


Yayın Tarihi05.02.2016

O SENİN ELİNDE



Bu sıralar ağzıma bir bilgedir dolandı. İlk duyuşta bilgili adam anlamını çağrıştırsa da biraz
altı kazındığında bilgiden daha derin anlamlar taşıdığı ortaya çıkıyor. Tek başına bilgi
kimsenin yararına değildir. Bir bilginin değerli olması için, insan öncelikli ahlak süzgeci,
kıyas ve yargı şarttır. Ayrıca bilgi sahibinin, şimdinin moda deyişiyle bilgiyi içselleştirmiş,
benim sevdiğim biçimiyle söylersek özümsemiş olması kişiliğinin törpülenmesini, bilgiyle
kişinin bir bütün olmasını sağlamış olur. Böyle kişiler yarışmaz, yarıştırmaz, dinginlik ve
huzur içinde doğaya uyuma önem verirler. Dışarıdan bakıldığında edilgin (pasif) görünselerde
hayatı öyle kucaklarlar ki, bu hiçbir edilgenin yapamayacağı şeydir. Önerileri, örnekleri ve
barışsever tutumları öyle kolay edinilir şey değildir. Belli ki uzun yılların birikimidir bunlar.  
Son iki yazımda seçtiğim konuya uygun gördüğüm bilgelerden örnek hikâyeler aktarmıştım.
Bugünde böyle bir hikâye sunuyorum.
*
Bir bilge, insana huzur veren ses ve tonda ne sorulursa sorulsun ikna edici cevabı bekletmez,
geciktirmeden verirmiş. Bütün bilenlerin ille düşmanı olur. Bizim bilgeden hoşlanmayanda
varmış tabi. İçlerinden biri hoşlanmak şöyle dursun hiç çekemez, bilgenin açığını yakalamak
için hep bir fırsat kollarmış.
Bir gün çevresindekilere kendinden emin bir tavırla şöyle demiş:
- Ona soracağım soruyu bilmesi imkânsız.
Çevresindekiler ne soracağını merak etmişler, soruyu söylemesini istemişler.
Haset adam ısrarlar karşısında kendini bulunmaz Hint kumaşı sanmış, tavus kuşu gibi şişmiş
de şişmiş.
Sonunda kerpedenle söküp alıyorlarmış gibi nazlanarak sorusunu ve yapacağı şeyi anlatmış.
- “Elimde bir kelebek var, ölü mü diri mi” diye soracağım...
“Eğer diri derse, elimi sıkıp öldüreceğim.
Ölü derse de, elimi açıp bırakacağım uçup gidecek.”

Onu dinleyenler soruyu beğenmişler. Onlarda bilgenin cevap veremeyeceğini düşünmüşler.
Kalkmışlar birlikte bilgenin yanına gitmişler. Bilgeye bir soru soracağını söylemiş haset
adam.
Bilge ne soracağını merak etmemiş bile. Adamın surat ifadesinden nasıl bir duyguyla soru
soracağını anlamış. Genede “buyur, sor” demiş adama.
Adam cevap alamayacağından emin bir tavırla sormuş:
- Elimde bir kelebek var, o kelebek ölü mü diri mi?
Bilge her zaman olduğu gibi cevabı hiç bekletmeden söylemiş;
- O SENİN ELİNDE !
*
Bilgelerin zekâ ve bilgiyle amaca uygun cevap vereceğini düşünemeyen, kendisini ele
verecek yüz mimik ve davranışlar gösterirler. Akıllarında bilgenin doğruluğu ve dürüstlüğüne
bağlı ahlakı yer almadığı için her zaman yanılırlar.


Yayın Tarihi03.02.2016

GÖRMEK İÇİN DEĞER GEREK, DEĞER İÇİN EMEK GEREK



Cuma günkü yazımızda her gördüğümüze güvenilemeyeceğini, gördüğümüz şeylere
kavramların girmediğini, bu kavramların içinde “değer”in de olduğunu, görmenin bazı
durumlarda bakılan şeye değer vermekle mümkün olduğunu belirtmek istemiştim. Bugün bu
değerin üzerinde duracağız.

Bana e-posta ile gönderilen ve yazarının Bilal Civelek olduğu belirtilen bir hikâyeyi yazım
dilinde gerekli gördüğüm değişikliği yaparken özüne sadık kalarak özetlemek istiyorum.

*

Adamın birinin içinde sevgi kırıntısı dahi yokmuş ve durumundan oldukça şikâyetçiymiş.
Gördüğü herkesin sevgi duygusuyla hareket etmesinden kendine bakar üzülürmüş. Kimi
eşine, kimi çocuğuna, kimi hayvanlarına, kimi çiçeklerine özen gösterdikçe içi ezilirmiş.

Bu böyle olmayacak deyip sözünü çok işittiği, insanın içine işleyen sohbetiyle ünlü bir
bilgenin yanına gitmiş. İçinin çoraklığını dışa vuran bir anlatımla derdini anlatmış.
“Ben de sevmek istiyorum, ben de aşkla bir şeylerle uğraşmak istiyorum, ama ne yazık ki
kalbimde zerre kadar bir istek, aşk yok! Ne olur bana bir yol gösterin, ben de herkes gibi
seveyim, sevgiyle yaşayayım.”

Bilge; adama bakmış, hayattan bezgin, isteksiz ve güçlükle konuşan bir adam görmüş. İlk
sorusu “Eşini seviyor musun?” olmuş bilgenin. Adam “Hayır!” deyince bilge;
“Çocuklarını?...” diyerek sormayı sürdürmüş. Adam buna da “Hiç görmesem umrumda
değil!” demiş.  “Hayvanın var mı? Onları da sevmiyor musun?...” Adam gene “Hayır.”
Demiş, “Birde onlara her gün dayak atarak öfkemi kusuyorum!” diye cevap vermiş. Bilge;
“Peki sevgiyi neden istiyorsun o zaman?” diye sorunca adam içindeki özlemi dile getirmiş;
“İçinde sevgi olan insanların huzurlu olduklarını, her şeyden zevk aldıklarını görüyorum.
Benim hiç huzurum yok ve yaşamaktan zevk almıyorum.” Bunu duyan bilge “Beni dinlersen
sana yardım ederim! Bazı şartları uygularsan sevgiyi sende içinde duyarsın. Bu şartları
uygulamak için bana söz veriyor musun?” deyince adam sözü ikiletmeden “Söz, bütün
şartlara uyacağım. Sadece sevgisizlikten kurtarın beni, bu bana yeter!” diye cevap vermiş.

Adamdan söz alan bilge “Evde hangi hayvanların var?” diye sormuş bu kez.  “İki koyunum,
bir ineğim, bir de eşeğim var!” demiş adam. “Bunların içinde çok az olsa da hangisini
diğerlerinden fazla seviyorsun?” diye sorunca adam kısa bir süre düşünmüş: “Bir yaşında bir
koçum var. Onunla ara sıra tos oynarım.” Bilge bunun üzerine “Tamam. O zaman senin dersin
evdeki koçunla başlayacak!” deyince adam şaşırmış ve kendi kendine bir koçla sevginin ne
ilgisi var, demiş. Bilge, adama öğütlerini sıralamış: “Artık yatmadan önce koçun yanına
gidecek, ona su ve yem vereceksin. Koçun en sevdiği yiyeceği de, gene yatmadan önce elinle
yedirip, çenesini kaşıyacak, tımar edeceksin! Aksatmadan bir ay bunu yapacaksın! İkinci ay,
aynı şeyi gece yarısı da koçun yanına giderek tekrarla! Üçüncü ay koçu alarak, otların bol
olduğu çayırlarda serbest bırakıp otlatacaksın. Koç çayırda gezinirken sende onunla
gezineceksin. Dördüncü ay; koçun yanında sana uygun bir yere yatak serip uyuman gerek!
Gece yarısı kalkıp yem vermeyi, çenesini kaşımayı da unutmayacaksın! Beşinci ayın sonunda
koçu keseceksin! Yarısını eşe dosta dağıt, yarısını evine ayır! Sonra buraya gel.” demiş.

Adama söylenen şartlar saçma gelmiş. Ne yazık ki söz vermiştir bir kere, sözünden dönemez.
Söz verdiği gibi bütün şartları uygulamış. Sonunda koçuyla canciğer dost olmuş. Onsuz bir
tek gün geçirmemiş bile. Vakit dolmuş ve sıra koçu kesmeye gelmiş. Adam koçu kesmeye
kıyamamış. Bilgeden “Ben sevgiyi öğrendim. Koçu kesmesem olur mu?” diyerek bu kuralın
iptal edilmesini istemiş. Bilge kabul etmemiş ve çaresiz koç kesilmiş. Hatta kendi kesememiş
komşusuna kestirmiş. Gündüz neyse ne de, gece olan olmuş. Yatmaya gittiğinde birlikte
yattıkları yere götürmüş onu ayakları. Geçirdikleri beş ay film şeridi gibi gözlerinin önünden
geçince hüngür hüngür ağlamış. Günler geçmiş ve adam yemeden içmeden kesilmiş. Bir
sabah o böyle dışarıyı üzgün üzgün seyrederken küçük kızı yere düşmüş. Daha önce çocukları
hiç umurunda olmayan, kızının düştüğünü, başının taşa vurmasıyla kanadığını ve kızının
ağladığını gören adam çılgına dönmüş. Eşi adamın bu haline çok şaşırmış. Çocuğun başını
sarıp yatağa yatırmışlar. Adam eşinin ellerini kendi ellerinin arasına alarak af dilemiş. Başını
kaldırıp oğlunun bir köşede sinmiş kendisine korkuyla bakarken gördüğünde boşa geçen
yıllara yanmış. Yanına gitmiş, oğlunu öpmüş, bağrına basmış. Derken koç gelmiş gene aklına,
bahçeye çıkmış. Özlemi depreşmiştir gene, ama bahçenin güzelliğine şaşırmış. “Ne güzel
bahçem varmış da ben farkında değilmişim!” diye iç geçirmiş. Sonra bilge gelmiş aklına,
oraya gitmiş. Bilge onu görünce:  “Sevgi yüreğinden gözlerine vurmuş, hatta oradan da
taşıyor. Nasıl, sevginin tadını aldın mı?” diye sormuş: “Evet öğrendim. Sevgi kimi zaman
yüreğe acıyla yerleşirmiş. Şimdi her şeyi seviyorum. Çocuklarımı, eşimi, bahçemi, her gün
dayak attığım zavallı eşeğimi bile artık seviyorum. Meğer sevgi bedel ödemeden
öğrenilmiyormuş! Lakin koçu kesmeseydim olmaz mıydı? “ Diye sorunca: “Hayır, olmazdı.
Yarasız aşk olmaz! Kalbinde bir aşk yarası lazımdı, o yarayı da çok sevdiğin koç bıraktı!”
diye bilgeden cevabını almış.

*

Hikâyemizde değerin emekle ortaya çıktığını görüyoruz. Ayrıca elindekinin değerini bir şeyi
kaybetmeden anlamak mümkün değil diyor hikâyemiz. İşte görmekten kastım bu sevgili
okurlarım. Etrafımızda ve hayatımızdaki her şeye değer verelim. Bir şeyin bizlere değerli
olması için emek vermemizde şart.


Yayın Tarihi: 01.02.2016