30 Haziran 2013 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 06


         Merhaba sevgili okurlar. Bir haftanın iş yoğunluğuna eklenen bunaltıcı yaz sıcakları sizleri oldukça yormuş olmalı. Hafta sonu tatili ilaç gibi gelmiştir umarım. Tüm yorgunluğunuzu almıştır herhalde…

         Bu günü nasıl geçirmeyi düşünüyorsunuz? Karasuya mı gitmeyi düşünürsünüz? Sizin için yakınlığı nedeniyle Sapanca mı caziptir, orayı mı tercih edersiniz? Deniz kenarı, göl kenarı kavurucu olur en iyisi ağaç altı diyenlerden ve bu yüzden piknik severlerden misiniz? O zaman bulduğunuz her ağaç altı sizin için uygundur. Bunun için il ormanı yada Poyrazlar gölü mesire yeri olarak biçilmiş kaftan. Buralara yaz aylarında yakın illerden de akın var. Özellikle Poyrazlar’a hafta sonu gidip yer bulmak nerdeyse imkânsız. Erken gitmek gerek, bunun için erken kalkmak gerek. 

         Arabanız varsa ne âlâ. İstediğinizi yüklenip yer arama telâşı olmadan rahatınızı sağlayacak eşya yüküyle gidersiniz. Ama onu da hazırlamak iş diyenlerdenseniz o zaman siz evde dinlenin.

         Ünlü tiyatro oyuncumuz Ferhan Şensoy tatili tembellik yapma imkanı olarak gördüğünü, bu yüzden tatile çıkanların tatil telaşının ayrı bir iş olduğunu söyleyenlerden.. Tatilin sonunda dinlenmeyi umanların sırf bu yüzden daha çok yorulmalarına anlam veremediğini belirtiyor.

         Bu günü her nasıl geçirseniz geçirin ama ille gazetemiz elinizde olsun. Sadece sizin için bu pazarda şiirlerimi hazırladım. İşte ilk şiirim:


**** 

KUMRULAR VE SEN

Dam üstünde kumrular güneşi selamlıyorlar
Şakıyorlar sevinci, yaşamı, yarını
Ve sonra oturuyorlar sabah kahvaltısına
                                  Sofralarında dudak
                                  Sofralarında aşk
                                  Sofralarında sevda
Öpüşüyorlar uçurum boyu
                                  Sevişiyorlar mavi mavi
Onlar böyle
                   Böyle onlar sevip sevilirken
Düşlüyorum seni gök kuşağım
Mendil mendil bulutlara siliyorum gözlerimi
Yoksun sen
                   Gelmeyecek misin hiç
Gelmeyecek mi ak güvercin kanatlı sabahlar
                                 Soframda dudak
                                 Soframda aşk
                                 Soframda sevda olmayacak mı
Hasılı sen olmayacak mısın

                                                       
                                                               Aydın Göle
                                                                     1982

***

         Bu günün ikinci şiirinden ne anlam çıkarısınız? Ben bu şiiri buraya koymak için seçerken hatıralarım canlanmadı. Bu şiirin altında derin iz bırakmış bir geçmiş yok! Ama hayatın değişim hızını anlattığını düşündüm. Günümüzün hızını anlatır bir yanı da var bana göre.

***

Birlikte başlamak dansa
Yabancılığın karanlığında ayakları titretir
Yürekler ürkek tavşandır o zaman
Hep bu duyguyu yaşarım seninle
Hep bu duyguyu işlerim seninle
Ne olup bittiğini anlayamam

Yürek ürkek tavşandır
Hayat zalimdir, taştandır
Ben farkına varana kadar
Müzik değişti,
                   Dans değişti.

                                       Aydın Göle
                                            1983

*** 

Gençliğinde saçlarıyla uğraşmamış insan var mıdır? Ayna başında saatler harcadık. Ben hastalık dercesinde saç tarardım. Daha doğrusu taramaya çalışırdım. Soldan sağa doğru ayırarak yatırdığım saçlarımın ayrım çizgisinin ip gibi olmasını isterdim. 

*** 

Sarı saçlara tutkunum
Saçlarım karaydı benim
                            Biraz yağlı tarafından
Bir zamanlar çok sıktı, 
Taraklar isyan çıkarırlardı
Taramamak için saçlarımı intihar ederlerdi
                             Sonra seyrelmeye başladı
Bir zamanlar çok karaydı
                             Sonra kırarmaya başladı
Şimdi saçlarım kır
                     Ve saçlarım şimdi yolcu
                              Bir teli bile veda etmeden
                                                          Gidiyorlar


                                                         Aydı Göle
                                                              1983  

*** 

Bir çocuk kesilir yüreğim seni düşününce
Koşar düşe kalka dizleri kan içinde

                                            Pembe pembe dudaklarını
                                            Gelme gelme ısıracağım

                                                      Aydın Göle
                                                           1983

***

         80’lerin başında Nobel ödüllü Kolombiya’lı ünlü romancı Gabriel Garcia Marquez çılgınlığı dünyayı sarmıştı. 1967 yılında yazdığı ve ona Nobel edebiytat ödülünü kazandıran, onu dünyaya tanıtan en az onun kadar ünlü romanı “Yüz Yılık Yalnızlık” beni çok etkilemişti. Bu mısraları tamamen o romandan etkilenerek yazdım.

***

Ocakta yanan odunlar gibi
Çıtır çıtır etti kemiklerimiz
Tenimizden soğuk terler boşaldı
Yaşlar aktı gözlerimizden
Islak toprak koktu bedenimiz
Parmakları sıcacıktı
Meraklı tırtıldı
                     Usulcacık karnımda dolaştı
Eli kör bir istiridye gibi
                                 - başımı döndüren -
                             Heyecan denizinin dibine
                              Yosunların arasına daldı
Ayıp laflar ettik kulaklarımıza
Çingene pembeleri açtı yüreklerimizde
Cennetlere uçtuk kanatsız
Kahkahalar attık gökyüzüne
Ve kahkahalarımızdan ürktü güvercinler
                                           Ve damlardan havalandılar
   

                                                                 Aydın Göle
                                                                        1983


*** 

         Bu şiirde o romanın satırlarından doğdu. Evde kalmış geçkince bir kızı anlatmaya çalışıyorum. Romanın yazıldığı yıllarda tül perde yerine dantel dantel işlenen elde örülmüş perdeler pencereleri süslerdi, hatırlar mısınız? O yıllarda herkes birbirine akraba kadar hatta kimi yerde akrabadan yakındı. Böyle ablalarımız hiç mi olmadı? Hatırlayın.

***

Eşsiz dantelleri sabırla örerdi
İğne oyasından tavus kuşları işlerdi
Yüreğinin tıp tıplarını duyacak birini beklerdi
Mutlu bir yuva, birazcık aşk isterdi
Yalnızdı hep, yalnızlıktan bir Tanrı sıkılmazdı.
Yalnızlığını hayalleriydi dolduran
Evinin her odası
                   Her köşesi hatta
Aşk kokardı aşk tüterdi
Başı sonu yoktu şiirlerinin
Yeri yurduda yoktu
                             Öksüzdüler
Kollarına duvarlara yazardı
Hep beklenen
                     Ve hep özlenen sevgiliye
Gitmeyecek sevgiliyi beklemekten usanmıştı
Bıkmıştı çekip giden sevgililerden
Aklını hepten karıştırmıştı
                                   Falların yalancılığı


                                                              Aydın Göle
                                                                   1983

***

         Bu günün son şiiriyle sizlere veda etmek istiyorum sevgili okurlar. Allahın izni olursa haftaya gene birlikte olacağız.

*** 

YALAN SÖYLEYEMEM

Kadeh kadeh tütüyorum
Uçar gibi yürüyorum
Başım dönüyor durmadan
                Ve ben dünyanın döndüğünü anlıyorum
Başım zehir zemberek
En güzel şiiri ben yazdım
En güzel besteler benim
Fırça fırça resimleri sormayın
Yalan söyleyemem, inanın dilim dolaşır
Laf aramızda A’ yı seviyorum
Aslında bütün kadınları seviyorum
Çirkininden güzeline hepsini öptüm
                                    Ay çıkan gecelerde
Uçar gibi yürüyorum
Kadeh kadeh tütüyorum
Yalan söyleyemem, inanın dilim dolaşır

                                              Aydın Göle
                                                    1983

***

Mutlu pazarlar dileğiyle, hoşça kalın.


                                                                                                                                      30.06.13
 



ZAMAN DİŞLİLERİ ARASINDA BÜTÜN KESKİNLİKLERİ BUDAR



Yüce Allah kadına örtünmesi buyruğunu kur’an yoluyla bize ilettiği çağda insan köle olarak alınıp satılıyordu. Kölenin cinsiyet ayrımı yoktu. Evin kapısına bağlanan köpeğe, yada içeri alınan kediye duyulan sevgi kadar bir sevgi duyularak, hem ev işlerinde hem gönül işlerinde kullanılıyordu. Bunların köle olduğu belli olması için açık olma şartı vardı.

İslamiyet kapanma zorunluluğunu özgür olan, alınıp satılamayan kadınlara getirmişti. Yüce Allah Kur’anında bu kadınlara örtünmenin ölçülerini koyarken kadının toplumsal konumunu belirlemiştir. Böylelikle köle ile hür kadının fark edilmesi sağlanmıştır. İnanmanın ilk şartı da özgür ve aklı başında olmaktır. Buradan köleler Müslüman olamaz anlamı çıkarılmamalıdır.

Bir köle eğer Müslüman olursa Müslüman efendisine kölesini azat etmesi önerilir.  
İkinci olarak cinselliğin göstermeciliğini bu örtünme ile önlerken, erkeğe yaradılıştan üremede görevi gereği verilmiş olan daha çok tahrik olma güdüsüne set konmuş oluyor. Erkeğe de her kadına istekle bakma yasağı getirilmiştir. Bu yol doğacak çocukların ana babasının bilinerek soyun devamının sağlanması içindir. Bunun günümüz devlet anlayışında yurttaşlık haklarından, doğan çocukların nesebi belli olarak yararlanabilmesi için gerekli yol olarak ta görülmelidir.

Gerçi günümüzde gelişmiş ülkelerde bu kaygıdan da uzaklaşıldığını görüyoruz. Özgürlükleri öyle boyutlara taşıdılar ki, çok değil bundan elli sene önce o toplumda yaşamış biri mezarından kalksa gördüklerine inanamaz ve toplumunun çok şiddetli bir ahlak kaybına uğradığını haykırarak söylerdi. Belki hepsinde değil ama bugün gelişmiş ülkelerin kimilerinde eşcinsel evliliklere izin var. Her ne kadar kilise buna izin vermese bile.. Gelişmiş ülkeler kişisel haklarla gerçek ve doğal hayatı genişlettiklerini düşünüyor olabilirler. Fakat böylelikle insan türünün doğası bozulacak, sadece insandaki bu tercih bile yeryüzünde bir yok oluş sürecini açabilecektir. Geliştirilen tıbbi imkânlar ne olursa olsun doğal üreme kapıları kapanacaktır çünkü.

Her şeyin ticari mal olduğu günümüzde Yüce Allahın verdiği, insanın doğası gereği var olan güçleri, gene insanlar tarafından alınır satılır olmuştur. Cinsellikte böyle.. Cinsellikte gelinen nokta ikinci kölelik dönemi değil midir?

Çağımızda toprağa dayalı aile yapıları kalmadı. Toprağa bağlı üretimin değişmesi büyük aileyi küçülterek, aile fertlerini bireyleştirerek özgürleştirdi. Ekonomik olarak bağımsızlığını kazanmış insanlar, bütün bu köleliği çağrıştıran tavırlardan da uzaksa özgür birey olmuşlar demektir. Özgür insan kendisi hakkındaki kararı kendisi verir. Bu insan tipine diş geçiremezsiniz. Artık Talibanvari örtünme biçimleri İslami örtünmenin hedefi olmamalıdır. Elbette kadının süs, ziynet denen yerleri tahriği önlemek amacıyla kapanmalıdır. Bunun ölçüsünü böyle koyarken, şeklini çalışma şartlarının (bu şartlar hizmet sektöründen daha çok üretim sektörü için geçerli) belirleyeceğini hep birlikte göreceğiz. Tabii kadının çalışma hayatında ne gibi mesleklerde ve ne oranda bulunacağına bağlı bir durum bu. Günümüzün ekonomik şartları kadını da çalışmaya zorladığı düşünülürse bundan kaçış yok gibi.

Zaman dişlilerinin arasında bütün keskinlikleri budar. En iyi öğretmen zamandır. Zamanın rahle-i tedrisatından (yani zamanın eğitici, öğretici sıralarından) geçmeyen yok! Bunu politikacılar bir görseler sorun kalmayacak.

Bakın ne keskin virajlar ne sarp yollar yapılmış, sanki özellikle gidilmesin diye. Ülkemizde sağında solunda sorunu buydu biliyor musunuz? Set set üstüne, bent bent üstüne kurulurdu. Ne için? Mükemmel insana varmak için. Hint felsefesinden gelen saçma bir görüş. Kimse bu setleri aşamaz, herkes yerlerde sürünürdü. Mükemmel, kusursuz insan olur mu? Olmaz! Çünkü tek mükemmel ve kusursuz olan Yüce Allah’tır. O Allah ki, melekler kadar günahsızlara bile, günahlıları tercih ediyor. Çünkü günahından utanıp dönenin yüreği tam da Yüce Allahın istediği yürektir.

Bir başka açıdan bakacak olursak politikacı manevralarını görürüz. Bu manevralardan o politikacıların taraftarları da çok zaman kaybetti, ülkede.. Bu zamanı tamamıyla ülke kalkınmasına  harcasalardı, çoktan dört başı mamur bir ülke olurduk.


                                                                                                                                      28.06.13

 




SES BAYRAĞIMIZ TÜRKÇEYİ ÖZENLE VE DÜZGÜN KONUŞALIM 2


Aşağıdaki hangi kelimeler kulağınıza çalınmamıştır, bakar mısınız? Elimdeki listenin hepsini koymayı düşündüm ama gazetemizin ek sayfa yapması gerekeceği için vazgeçtim. Durumun korkunç boyutunu görün. Buna mağaza isimleri, vitrin ve tabela yazıları dahil değil. Dostlar Türkçeyi başkaları değil biz yaşatacağız. Ne Arapça, ne Farsça, ne Fransızca, ne İngilizce isimleri  işyerlerimize koymayalım. Bu kadar bilinçsiz, sadece dikkat çekici diye yabancı isim özentisi içinde kimse olmamalı.

*

absürt : Fransızca absurde (saçma, zırva, anlamsız). Kelimenin karşılıkları dilimizde zaten vardır: saçma, anlamsız
absürt komedi : saçma komedi.
adisyon : Fransızca addition (ekleme; hesap). "Lokanta, otel vb. yerlerdeki hesap" anlamında kullanılan adisyon için bizim de teklif ettiğimiz kelime aynıdır: hesap. 
agreman : Fransızca agrément (hoşluk; izin, rıza; tat; süs). Dilimizde, diplomasideki anlamıyla kullanılan agreman kavramı için teklif ettiğimiz karşılık: uygunluk. .
agresif : Fransızca agressif. Dilimizde bir psikoloji terimi olarak “saldırgan, mütecaviz” anlamlarında kullanılan agresif kelimesine karşılık olarak Kurulumuz, saldırgan sözünün uygun olduğuna karar vermiştir.
air-conditioned : Havalandırma cihazı bulunan. Teklif edilen karşılık: havalandırmalı.
air-conditioner : Havayı düzenleyen, sıcaklığı ayar eden alet. Teklif edilen karşılık: havalandırma.
akreditasyon : Fransızca accreditation. Dilimizde “doğrulamak, güven belgesi vermek” anlamlarında kullanılan, denklik (belgesi)ve denklik (kuruluşu) karşılıklarını teklif etmektedir.
alâkart : Fransızca à la carte (listeye göre). Karşılığı: seçmeli
almanak :  yıllık

*

Buraya kadar radyo, televizyon ve yazılı basında konuşulan ve konuşana aydınlar katında ayrıcalık sağladığı sanılan Türkçeye girmiş kelimeleri gösterdim. Birde gençler arasında kullanılan dil var. Aşağıda ilk kelimeler kullanılan kelimelerdir, karşısındaki ise Türkçe karşılığıdır. Türkçesini kullansak küçülür müyüz? Bugüne kadar yabancı dildekini kullandık ama başımız göğe ermedi. O halde ne bekliyoruz?

*

     Mail               ileti
Fonksiyon          işlev
  Avantaj           üstünlük
 Antipatik         sevimsiz
  Dizayn            tasarım
  Analiz           çözümleme
 Bye bye           hoşça kal
Sempatik            sevimli
  Empati             hemhal (kendini onun yerine koymak)

*

Bunlar nerdeyse tamamı günlük dilde kullanılan kelimeler. Şimdi daha kötüsünü de belirteyim. Türkçe kelimeler yabancı dilde kullanılan harf düzeniyle yazılıyor.

*

 Ashk           Aşk
Aycha         Ayça
Ayshe         Ayşe
Chetin        Çetin
Turkche     Türkçe
Baq            Bak
Pcpc           Pisi pisi

*

Şu mağaza ve dükkân adlarına ne denir?

*

Galaxi cafe
Ashk cafe
Fame Butik
Foto Color
Dream Show Room
Ada Center
FB STORE
Salon Uğur Stüdyo Bazar,
Cafe Ankara,
Ali’s Bar,
Ahmet’s leder,
Belma Coiffeur,
Otel The Marmara...

*

İlk aklıma gelen bunlar.

Ayrıca, yine Batı dillerinin etkisiyle, özellikle son yıllarda "almak, yapmak" gibi fiillerin çok defa gereksiz olarak yardımcı fiil şeklinde kullanıldıklarına da şahit olmaktayız:
“banyo almak” (yıkanmak) banyo alınmaz yapılır
“taksi almak” (taksi çağırmak) taksi alınmaz çağırılır yada tutulur
“bekleme yapmak” (beklemek) bekleme zaten bir eylemdir, yapmakla başka bir eylem. Bu ikisi yan yana gelince iki kere mi beklemiş olunuyor.
“film yapmak” (film çevirmek) gibi.
Yeni bir şey alındığında onada yapmak denmiyor mu? Alın size bir örnek: “Yeni gömlek yapmışsın abi.”  Gelde kızma!...

Ben yıllarca paniğe kapılırdım, siz panik mi yaptınız? Seli nasıl yapmak mümkün değilse, paniğide yapmak öyle mümkün değil. Paniğe insan sadece kapılır, sele kapıldığı gibi. Paniği yapacak, yada üretecek imalathaneniz mi var yoksa?

Harakiri Japon intihar biçimidir, biliyorsunuz. Bu kadar özentiye harakiri denmezde ne denir? Büyük kentlerden başlayan bu özenti tabela adları,  küçük kentleri de sarmış durumda.

Görüldüğü gibi Türkçemiz çeşitli müdahalelerle bozulmaktadır. Buna ne hikmetse aydınımız ses çıkarmıyor. Gençleri uyaracak ve eğitecek bir çalışma yapıldığını görememenin  üzüntüsünü yüreğimde duyuyorum.

Hıristiyanlığın kalesi Vatikan’ın 3 bin yıllık rüyası var ve bunu gerçekleştirmek için yılmadan çalışıyor. İlk bin yılını Avrupa’da tutunmaya çabalayan, ikinci bin yılını yeni dünya dediğimiz Amerika kıtasına ve Afrika’ya yayılmakla tamamlayan Hıristiyanlığın önünde tek hedef kaldı. O da eski dünya denilen orta doğuyu ve bütün Asya’yı Hıristiyanlaştırmaktır. Dilimize sahip çıkmak hem dinsel kimliğimiz hem milli kimliğimiz açısından önemlidir. Bir millet dini ve diliyle birlikte yaşar. Dil milletlerin ses bayrağıdır.


                                                                                                                                      26.06.13
     

SES BAYRAĞIMIZ TÜRKÇEYİ ÖZENLE VE DÜZGÜN KONUŞALIM 1


Bu başlığı görünce başka dilde konuştuğumuzu mu sanıyorsun diyebilirsiniz. Evet bu konuda görünüşte haklısınız. Konuştuğumuz dil Türkçe, yabancı bir dille konuşmuyoruz. Edirne’den Ardahan’a yurt içinde ortak konuşma ve resmi yazışma dilimiz Türkçedir. Yalnız bu başlık bir kaygının dile gelişidir. Hızlı iletişim çağında cep telefonlarından kısa mesaj yoluyla, internetten anlık ileti (msn Messenger v.b) yoluyla İngilizceden gelen kısaltmaların, 5500 yada 8500 yıldır kullandığımız söylenen güzel Türkçemizi bozduğunu düşünüyorum. Bu konuda benimle aynı fikirde olanların azımsanmayacak sayıda olduğunu da  biliyorum.
   
Bizim kullandığımız Türkiye Türkçesi, Ural-Altay dil ailesine bağlı Türk dillerinden ve Oğuz Grubu’na mensup bir dildir. Türkiye, Kıbrıs, Irak, Balkanlar ve Orta Avrupa ülkeleri başta olmak üzere geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmî; Romanya, Makedonya, Kosova ve Irak’ın ise tanınmış bölgesel dilidir. 1960 sonrasının Avrupa’sında baş gösteren iş gücü açığı üzerine başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerine iş gücü olarak giden ve bu gün 4 ila 5. kuşağa ulaşan 6 milyon insanımızın da ana dili Türkiye Türkçesidir. 

Türkçe, farklı lehçelere ayrılmış bir dildir. Dilbilimcilerin lehçeler olarak kabul ettiği bu farklılıklar, Türk Dil Kurumunca (TDK) ağız ve şive olarak nitelendirilmektedir. Bu lehçelerden İstanbul ağzı-lehçesi, sivrileşerek yazı dili hâline gelmiştir.

Türkiye’de Türk Dil Kurumu, Atatürk tarafından1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti olarak bağımsız bir organ olarak kurulmuştur. Türk Dil Kurumu dilin sadeleşmesi, Türkçeye dair bilimsel araştırmaların yapılması, o dönemde Arapça ve Farsça dillerinin dilimizde yaygın olarak kullanılan sözcüklerinden arındırmak, yani dilimizdeki yabancı kökenli sözcükleri değiştirmek için kurulmuştur.

1930’lu yılların başında dilimizdeki yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulma konusunda yoğun çalışmalar yapıldı. O yıllarda dilimize çok sayıda yeni kavram ve kelime kazandırılmış, dildeki bu olağan dışı yabancılaşmanın önüne geçilmeye çalışılmıştı. Ne var ki özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra, bu aşırı Türkçeleştirme hareketi çığırından çıkmış ve amacından sapmıştır. Türkçe kelimelere dahi yeni karşılıklar bulma gibi garip durumlara düşülmüştür.  Başlangıçta iyi niyetli ve yararlı bir girişim olarak ortaya çıkan bu hareket zaman içinde, asıl çizgisinin dışına çıkartılarak yabancı dil denildiğinde, yalnızca Arapça ve Farsçanın kastedildiği bir noktaya çekilmiştir. Bu olumsuz durumu zamanında gören Atatürk ve o dönemin aydınları önlem alma yoluna gitmişlerdir.

Aşırı özleştirmecilerin gözden kaçırdıkları gerçeklerden birisi de bu konuda halkın kabulünü ve kelimelerin yeni hayata uyum sağlama sürelerini hiçe saymalarıdır. Bu konuda tam anlamıyla “Ben yaptım, oldu” anlayışı esas alınmıştır. Kelime ve kavramların tarihî derinliği, bağlantıları, Türkiye ile Türkçe konuşan diğer soydaşlarımızın irtibatları hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Sözde Türkçeleştirme akımı, gereğinden çok hızlı ve zorlamalarla sürdürülmüştür. Bu ise, başarısızlığı beraberinde getirmiştir. 

“Kompüter” kelimesine “Bilgisayar” gibi harika bir karşılık getiren bu çalışmalara iki olumsuz örnek vermek istiyorum.  

milli marş: ulusal düttürü
otobüs: çok oturgaçlı götürgeç

Türkçeye zarar vermeye başlayan bu hareket, 1980’li yılların başında durdurulmuştur. Aşırı özleştirme hareketinin başarısızlığı gözler önüne serilmiştir.

Sonra ne olmuştur? Eskisi gibi kelime türetemeyen kurum bu kez yazım kurallarıyla oynamaya başlamıştır. Nerdeyse her sene yeni bir yazım kuralıyla karşılaşıyoruz. Bu yazım kuralı sonucunda özel ismi eklerinden ayıran apostrol denen üst virgül uygulaması kalktı. Artık “Türkiye’nin yazmak yerine “Türkiyenin” yazıyoruz. Önceleri “uluslararası” kelimesi iki ayrı kelime değildi. Bugün “uluslar arası” şeklinde kelimeyi ikiye bölerek yazıyoruz.  Bir de harflerin üstündeki şapkalar alınınca kâr kelimesi kar olup eridi. Şimdi kaatil yerine çok yanlış olarak katil diyoruz. Bu beyler ne yapıyor dersiniz? Ne yapacaklar Türkçenin canına okuyorlar işte. Hem de Türkçeyi “gelüyü gidiyü” şeklinde konuşan profesörleriyle. Adamlar Murat Bardakçı’nın deyimiyle oturum başına para aldıkları için oturumda iş yaptıklarını gösterebilmek amacıyla bütün bunları yapıyorlar.

21. yy da yabancı dil bilmenin önemi önceki dönemlerden daha fazladır. Teknolojik gelişmeyle beraber dünya küçüldü, ulusların birbirleriyle ticareti arttı. Ülkelerin kalkınmasında ve gelişmesinde bilimsel araştırmaların ve uluslararası ilişkilerin yeri çok büyüktür. Bu tür ilişkilerin kurulmasında yabancı diller, yardımcı bir araçtır. Ülkemizde son elli yıllık süreçte yabancı diller, araç olmaktan çıkmış / çıkarılmış, amaç konumuna getirilmiştir. Bugün eğitimimiz bile ayrımcılığı yabancı dilden yana yapmaktadır. Yabancı dillerin işlevi saptırılmıştır.  Modern sömürgeciliğin en güçlü araçlarından birisinin dil olduğu artık çok iyi bilinmelidir. Yabancı dille eğitilen nesiller, bir süre sonra Türkçe düşünmeyecek Türk gibi davranmayacaktır.

1950’lerden önce uluslararası dilin etkisiyle Osmanlı batı hayranı aydınlarının diline girmiş Fransızcanın yerine dilimize, İngilizce kelimeler ve kalıp ifadeler girmeye başlamıştır. Bu tek taraflı etkileme, günümüze kadar artarak sürmüştür. Bugün ise, İngilizce kelimeler, dilimiz üzerine âdeta bir sağanak gibi yağmaktadır. Durum ürkütücü boyuttadır. Artık, önlem alma zamanı gelmiş ve geçmektedir. Bu durumu somut olarak ortaya koyabilmek için, sokak ve caddelerdeki iş yeri adlarına bir göz atmak, televizyon kanallarının adlarına bakmak, kendisini aydın ve sanatçı varsayan yabancı hayranı tiplerin her akşam televizyonlardaki konuşmalarını dinlemek yeterlidir. 



DEVAM EDECEK


                                                                                                                                      24.06.13


 




                                                                                                   

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 05



          Merhaba sevgili okurlar. Yaz sıcaklarının yeni yeni başladığı şu günlerde, bulabildiğiniz serin bir köşede bir külah dondurmadan başka ne istersiniz? Buzlu meyva suları mı, buz gibi bir bardak su mu? Bir bardak çaya ne dersiniz? Ama buzlu değil ha.. İnce belli cam bardaktan bir bardak çay bütün harareti keser. İçtikten sonra uzun bir süre susamazsınız. 

         Akşam Haberleri gazetemizle birlikte olmaya başladığımızdan bu yana bir ay geçti dostlar. Bana aşinalığınızın oluşmaya başladığını sanıyorum. Giderek bir muhabbetimiz de olacaktır. Bunu umuyor ve bekliyorum.

*

Bir mızrak boyu oldu gün derlerdi eskiler
                                  güneş ve gölgeden saate bakıp
Soylular saraylarında içi kum dolu cam fanusla 
                                                     ölçerlermiş zamanı
Sonra cep saatleri, meşhur Serkisof’lar Rusya dan
Sonra İsviçre’den kol saatleri
                                     arkadaşlara caka satmalar 
Japonlarda saatin konuşanını yaptılar
                                                  herkese inat
Zamanı minicik zamanlara böldüler
                              maddenin atomlara bölünmesi gibi
Bölünmese kıpırdamaz mıydı rampalarından
                                               Uzay araçları, uydular?
Sanki birileri bizi ‘ti’ ye alıyor
Ötede ışık yılı birimi varken
İnsan hayatı ne cüce kalıyor

Aydın Göle
1982

*
        Ne çok zamana takmışım ben, hayret ediyorum şimdi. Oysa zamanı bilinçli kullanırsak boşa ömür tüketmemiş oluruz. Sanırım zamanı gereksiz kullanmaktan çok korkuyordum. Şimdi zamanı saldım çayıra, mevlam kayıra.

         Küçük küçük parçalardan oluşan uzun şiirlerimden birine sıra geldi. Bu bir dizi şiirle söyleşimize noktayı koymadan önce belirtmeliyim Burada hayatım anlatılıyor. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım.. Fazla söze gerek yok! Şiir size her şeyi anlatacak. Beğenilerinize sunuyorum, buyurun.

*

Arkamızdan itti karanlık
Biz telaşla içeri daldık
            biraz karanlık korkusu
“Bu ne acele” dedi babam
                            sevgisi saklı
                          öfkesi belli sesiyle
yemek yerken biz, 
                        ay çıktı
                   pencereden bizi seyretti
Gülümsüyordu durmadan yaz geceleri
Karanlık dışarıda kaldı
Yanımızda annemiz babamız
Güvendeydik ve korkusuz
Karanlık dışarıda kaldı, tek başına
Biz evimizde beş kişiydik
Huzurla uyurdu minik kız kardeşimiz
Evimizi çok seviyordum
Kimi geceler
             beni hisseder gibiydi
               duvarlarını okşuyordum
Pek yaramaz değildik biz,
                        uslu sayılırdık hatta
Oysa babam diyordu ki:
               “bir şey öğrenemiyecekler bunlar hayatta”
Annemse: “onlara bir şey öğretecek kimse yok ta”
                                                                    derdi
                              ve bir küçük kavga başlardı bizim için.
Uyumak istemiyorum bu gece
                                      yatağımda geceyi dinliyorum
Köpekler havlıyor uzaktan uzağa
                          bir evden geceye uyanmış bir bebek
                                                              durmadan ağlıyor
Annemle babamın mırıltıları geliyor yan odadan
Sonra,
         sonra sesler ip atlıyor
                            kanatlı bir melek
                                            beni kucaklıyor
Altın saçlı, zümrüt gözlü, alnında bir yıldız
                                            beraber ip atlıyoruz
Sonra,
       sonra ip atlamayı bırakıyoruz
                              -beni yakalayamazsın- diyor
                                                            dönüpte bana
Hızlı koşamıyorum
                   ama hayret ayaklarım felçli değil
Birden çiçekler büyüyor
Büyüyor ve şarkı söylüyorlar
Sonra,
          sonra bir ışık giriyordu gözlerime
                                        melek gibi sesiyle
                                annem kahvaltıya çağırıyordu
… … …

Eğer Tanrı sevmiyorsa beni, annemde sevmez
Annemle yaşarken, annemsiz kalırdım o zaman
Kim bilir
          belki dışarıda atabilir beni
                              o polis amcalı köşede
                                   saraçhanede, direk başında
                                          kendi kendime söz verdim
                                 yaramaz olmayacaktım bundan sonra
Yaramazlık yaptığımda
-Tanrı seni cezalandırır-
                      diyordu annem
                              ve çok kötü geçiyordu günüm
Değneğim taşa çarpıyordu
DÜŞÜYORDUM
Soğuktan değil korkudan
ÜŞÜYORDUM
Yaramazlık yaptığım zaman
annem ve tanrı beraberce
beni cezalandırıyorlardı
KORKUYORDUM
… … …

Karanlık beyaz bu gece
Karlı geceler karanlık olmuyor yeterince
Kış ramazanında sahura kalktık
Sobamız ihtiyar oburlar gibi odun yiyor
Biz börek yiyoruz iştahla
Top patladı,
İMSAK
Babam kiremitler görününce sigarayı kesiyor
Onlar yatıyorlar
                   kardeşimle ikimiz
                                           oturuyoruz,
Gazetelerden resimler kesiyoruz,
Yapıştırıyoruz camlara, oynuyoruz
Işıkları kapatıyoruz, 
                           Karartma
Bir kibrit çakıyoruz, 
                       camın karşısı  
                                      Sinema
Sofa duvarında kelebekler uçuyor
                               arabalar çarpışıyordu
Sabah aydınlığı oyunumuzu bozuyordu
                                             bozuyordu ışık
Eyvah! Annem çok kızacak ortalık karmakarışık
… … …

Babam gelmezdi kimi geceler,
                                  şofördü, yol yutardı
Gelemeyince, tutar arabada yatardı
Biz ise onu beklerdik
Hafif bir ürpertiyle korkardık
Rüzgarlar o geceler zalimleşirlerdi
Kapıyı kırıp içeri girmek isterlerdi
Korkuyla karışık bir uyku gelirdi gözlerimize
Annem su serper bizi uyandırırdı
                  -uyumayın babanız gelecek- derdi
Uykumuzu açmak için bir türkü tuttururdu
                                                  acı acı söylerdi
Uzakta kalmıştı on sekizinde, anasından, babasından
Görmemişti hiç sekiz senedir
Bir türkü tuttururdu acılı söylerdi
Korktuğunu hiç düşünmemiştik 
O da korkuyormuş
                        O zamanlar yalnızlıktan
… … …

Uykusu tavşan uykusu
Her yeri uyurdu, kulakları nöbette
Babamın yorgun ayak seslerini
                          sokağın başından
                                             duyardı
Duyar duymaz kalkar kapıyı açardı
Babamda annemin yattığına, uyuduğuna inanmazdı hiç
… … …

Annem yolların hem dostumuz 
                             hem düşmanımız olduğunu 
                                                           söylerdi
Oymuş annesinden, babasından, kardeşlerinden ayıran
Yine o birbirlerine kavuşturacakmış. 

… … …

Yolumuzda kalas direkler vardı önce
Sonra demir direkler dikildi
Kaç zamandır üçüncü nesil direkler elektrik vermeyi bekliyor
Değişmeyen serçelerle kırlangıçlardı
Elektrik tellerinde beşikte sallanır gibi
                                              sallanırlardı

… … …

Sonra ilk sevda yılları
Küçük sevgilim bir dilber taslağı
Saat çanı her vuruşuyla 
                        güzelliğini çiziyor
                                onu büyütüyordu
                                   yüreğimi kulağımda
                                    DUYUYORDUM
Ara sıra göz göze gelirdik
                             ahlar derinleşirdi
                                uçurum boyu olurdu
Ve ahlar daha derindi. Kısıtlandıkça
Bakışlar daha mahvediciydi
                                    ondan bir bakış
                                              Çaldıkça
Ve kızaran yüzü
                 gözleri kadar
                       söylüyordu sevgisini 

Aydın Göle
1982


Hepinize dinlenebileceğiniz mutlu bir tatil günü diliyorum. Segiyle kalın.


                                                                                                                                      23.06.13







KONULARLA SÖYLEŞİ (Hükmü Şahsiyet; Yani İsim, Yada Tersi; İsimsizlik)



17 ağustos Marmara depreminin 10. yılını doldurmak üzereyiz. Depremde kaybettiğimiz yakınlarımıza, hemşerilerimize ve tüm yurttaşlarımıza Allahtan rahmet diliyorum. Felaket sonrasında evli olan erkek kardeşim bizi yanına almış, İstanbul’un ilçesi Silivri’ye bağlı sayfiye köyü Gümüşyaka’ya götürmüştü. Daha sonra babamın kardeşleri bizleri davet edince 5 ay Ankara da kaldık. Ne çok günlük ve sıradan hayatımızı aradım bilseniz..

Deprem öncesi meğer ne kaygısız, ne mutlu hayatımız varmış..

22 ağustos 1999’da güzel, masum ve mahsun kentimden gözyaşlarıyla ayrıldım. 20 mart 2000’de de sevinerek geri geldim. Gelir gelmez sorunlar kuşattı beni. Kanalizasyon ve su şebekesinin döşenmesi nedeniyle 3 yıl köstebek yuvası yollarda herkes gibi bende gidip geldim.

Çukurlara girip çıkmaktan, iki sevgili dostum; rahmetli Erdinç’in düşüncesi olan ve onun yönlendirmesiyle, bir ara kanser illetiyle boğuşan, Allahın izniyle bu hastalığı yendiğini umduğum İsmail Terzioğlu’nun ortak fikir ve üretimi olan, adını üçümüzün isimlerimizin ilk hecelerini kullanarak İSTERAY koyduğum arabam beni az uğraştırmamıştı. Her gün mutlaka tamire gidiyordum.

Laf aramızda baktım ben tamirlerle başa çıkamıyacağım, tuttum devamlı tamire gittiğim ustayı dost edindim. N’aparsınız, geçim dünyası, başka çare yok! Şaka şaka! Bu gün, motor tamircisi Davut Korkmaz arkadaşım da benim için çok önemlidir. Onun sayesinde malzeme dışında çok yüklü ustalık paraları ödemediğim gibi, bir gün olsun yolda kalmadım. İşi gücü bırakıp, hatta yataktan kalkıp yardımıma koşardı.

Zor yıllardı. Kimse yarın ne olacağını bilememenin şaşkınlığını, endişesini üstünden atamıyordu. Yalnız o zor yıllardan çok güzel insanlar kazandım. Hele Çarşamba pazarında evi ve dükkanları olan Mustafa ve İbrahim kardeşler.. Nerde olursam olayım, saatin kaç olduğu hiç fark etmez, bir telefonla, Hızır gibi yetişip sorunumu hallediyorlardı.

Dedim ya zor yıllardı, hepiniz benden daha çok biliyorsunuz. Bizi biz yapan işte bu özelliğimizdir. Zor zamanda kimseyi ortada bırakmayız.

*

2002 yılıydı, birazda bu yollar yüzünden, ama daha çok bir acemi şoförün gelip arkadan taksiyle çarpması sonucu kaza geçirdim. Orda bir şeye daha tanık oldum: beni ne çok tanıyan, benimde ne çok tanıdığım varmış. Yıllarca görmediğim, görmediğim için yüzünü unuttuğum annemin arkadaşını bile o kazada gördüm. Tanıyamayacaktım nerdeyse. “Ben onu tanıyorum, annesine haber verelim” diyen sesi tanımama yardımcı oldu. “Aman” dedim, “aman anneme haber vermeyin, yüreğine inmesin.” Allahtan haber vermediler.


Hakikatten şaşırtıcı bir şey! En olmadık, en umulmadık anda ummadığınız kişilerle karşılaşırsınız. O kazada benim için öyle oldu.

*

Deprem sonrası yıllardır birike birike kangren olmuş, hiçbir belediye başkanının (bunların içinde bir önceki Adapazarı, daha sonra ilimiz büyükşehir kapsamına alınınca büyükşehir belediye başkanı olan başkanda dahil) çözemeye yanaşmadığı sorunların yavaş yavaş çözüldüğünü söylemeliyim. Yeni yollar açıldı, bir yoldan diğer yola yeni bağlantılar kuruldu. Yeni yollarla şehirde bir ferahlama oldu tabii. Akıncılar mahallesi de bundan payını aldı. Diğer mahallelerinde aynı şekilde değişti ve gelişti.

Benim burada şikayet edeceğim bir iki konu var. Sokağımızın adı boydan boya Kamer sokaktı. Her köşe başına yeni bir sokak adı verilerek sokağımız parçalandı önce. Küçücük bir parçası kamer sokak olarak bırakılmıştı. Biz o parçanın içindeydik. İnanın bir sokaktan yedi sokak ürettiler. Kamer sokaktan Erdem, Polat, Ergül, Sefa, Merve ve adını unuttuğum bir sokak adı daha. Aradan çok uzun bir zaman geçmemişti ki sokak adlarında bir değişiklik daha yaptılar. Gelinde çıkın işin içinden. Mahalle sakinleri adres tarif edemez hale geldiler. Postacılar yeni mektup adreslerini bilmiyorlar. Bizlere düzenli biçimde faturalar gelmiyor. Son olarak bu sokakların adları kaldırıldı. Bazılarına isim yerine numara konuldu. Mesela, bizim sokak, bahçe sokaktan bir parça alınıp eklenerek daha geriden başlatıldı ve  Kamer olan adımız 15 numarayla numaralandırıldı. Kamer sokaktan alınan bir parçalarla Erdem adı konulan sokak 18. sokak olurken, Ergül sokak eski Bakkallar durağının, şimdiki Elit Otel’in ordan başlayan ve Çilek sokağın başladı yerde biten Büyükgeçitle birleştirildi ve birleştiği sokağın adını alarak yok oldu. Yani Kamer sokak sizlere ömür..  53 yıldır yaşadığım sokak artık yok! Tarihe gömdüler. Sokak sakinlerine sorulmadan il meclislerinde oturan beylerin keyfince eskilerin deyimiyle “hükmü şahsiyetinden” koparıldı. Bunun adına da modern kentleşme diyorlar. Batsın böyle modernlik.

Sokaklarda insan gibidir. İnsanlar gene eskilerin dediği gibi nasıl “ismiyle müsemma” ise sokaklarda ismiyle özeldir. Numaralandırıldığında özelliğini kaybeder ve kişiliksizleşir. Siz kimlik numaranızla çağrılabilir misiniz? Çağrılsanız dönüp bakar mısınız? Size kimlik numaranız mı kimlik katar, adınız mı? Bu çılgınlığı yaparak adımızı ortadan kaldıran, sadece bizim adımızı değil bir çok sokak adını değiştiren yok eden meclis üyelerine en azından ben hakkımı helal etmiyorum. Siz kim oluyorsunuz da benim adımı değiştiriyorsunuz? Burası deneme tahtası mı? Kamer sokak adımı geri istiyorum. Hem de eski boyutuyla. Karşı sokak Horozlu sokakta bu şekilde küçültüldü. Ona da 2 numarayı uygun görmüşler. O sokağın sakinleri de durumdan memnun değil biline.. Kamer sokaktan türeme 18 nolu sokak sakinleri de. Koca kentte benim bilmediğim nice sokak böylelikle yok olmuştur tahmin ederim.

*

Kentler cadde ve sokaklarıyla, bunların kesiştiği köşe başlarıyla ve meydanlarıyla (Fransızcadan dilimize uydurduğumuz bulvarlarıyla) güzelleşir. Adnan Menderes caddesine yapılan alt geçit yüzünden kapalı spor salonunun meydanı yok edildi. Şimdi oranın ucubeliğini görüyor musunuz. Ne uğruna yapıldı bu alt geçit? İnsanların hayatı ne uğruna feda edildi? Otomobil uğruna.. Otomobiller trafik ışıklarıyla hiç durmadan yol alsınlar diye. İyi de insanın kendi ürettiği nesnenin esiri olarak can verdiği nerde görülmüş?

Her caminin bir cemaati vardır. O cemaat yakın çevreden gelenlerle oluşur. Bizim burada bildim bileli biri Aziziye biri Kavaklı camii vardı. Yönümüzü Adnan Menders ve Sakarya caddelerine döndürürsek arkamızda kalan Hacıoğlu mahallesinin bizle birleşen yerinde Orta camii yapıldı. Bunlardan sadece Aziziye camii bizim mahallemize aittir. Öyle diye o camilere gidenlere yasak mı koyacağız.  Cami cemaati en sadık cemaattir, kim dinler yasağı koysanız? Alt geçitle dolaylı olarak engellenen bizim mahhalenin sakinlerinden bir bölümü gene Kavaklı camiine gidiyor. Bu yolda kadın, erkek, genç, yaşlı 6 kişi alt geçitten hız kesmeden çıkan araçların çarpması sonucu ölmesine rağmen  bu camimize bizim mahallemizden gidenler gitmekten vaz geçmediler.

*

Her kesin alıştığı bir yer vardır. Öyle kolay değil, alışkanlıklardan kolay vaz geçilmez. Gittiğimiz camiler aynıdır. Gittiğimiz kahveler, çay ocakları da aynıdır. Başka yerlere gitsekte tat alamayız. İnsan ibadetinden de eğlencesinden de tat almalıdır. Çalışmaktan da, dinlenmekten de.. Yemek yemek beklide gözümüzü açar açmaz öğrendiğimiz ilk en büyük zevkimiz. Tat almadığımız yiyecekleri yemek işkence gelir bize.

Yerel yöneticiler bu küçük görünen ama hiçte öyle olmayan konularla hayatımızı etkilerler. Tat alamadığımız yiyecekler sunmaları bizleri üzer. Bu yüzden yaptıkları ve yapacakları icraatlarında ben yaptım oldu dememeliler.  Baklava börek yer gibi yaşamanız dileğiyle bu günkü yazıyı bitiriyorum.



                                                                                                                                      21.06.13