31 Ocak 2016 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ







Merhaba sevgili okurlar. Ocak ayı bir girdi, pir girdi. Bizimde içinde bulunduğumuz dünyanın kuzey yarım küresinde bu zamanlar kışa gireriz girmesine de, bu yıl paldır küldür girdik sanki. Ege, Akdeniz bölgeleri iç ve kuzey bölgeleri gibi bir kış görmez. Marmara’ysa diğer bölgelere göre daha ılımandır. Gelgelelim bu haftalarda donduk. Bu kış bir an önce bitse de rahata ersek. Çok soğuklarıda, aşırı sıcaklarıda pek sevmiyorum. Genede yaz kıştan iyidir. Kış masraflıdır, fakir fukaranın en zorlandığı zamandır kış. Hayvanlarıda unutmayalım. Zavallılar  soğuklarda yiyecek bir lokma bulamazlar.

Sizler için şair Adem Özbay’ı ve onun yazdığı şiirleri seçtim. Her şaire yaptığımız gibi önce kendisini biraz tanıyalım.

Yayıncılık konusunda çok ilginç fikirlere sahip olduğu belirtilen Adem Özbay, Zonguldak’ın Çaycuma ilçesinde 12.04.1976 yılında doğdu. 1994 yılında ODTÜ tarih bölümünü, 1997 yılında da  İstanbul Üniversitesi  felsefe bölümünü bitirdi. Endülüs dergisini yönetti. Şiirlerini “Kayıp Tayfanın Günlüğü” ile “Hayal Libaslı Akşam” adlarını verdiği kitaplarda toplayan Adem Özbay “Vuslat” dergisini yöneticiliğiyle Akis Kitap’ın genel yayın yönetmenliğini yapıyor. 

İlk çıkan kitabı “Muhafazakâr Çapkınlar”dır. Ayşe Arman kitabın yazarıyla pazar röportajı yapınca kitap bir anda patladı. O zaman “Yeni Çizgi” neredeyse tek dağıtımcı firmaydı. Adem Özbay, kitabının dağıtımını onlara vermedi. Aracıları kullanarak kitabın dağıtım hakkını kendisinden aldılar.

Yayınevini kurmadan bir iki ay önce “Saraydaki Mesih” adlı kitabını başka bir yayınevinden çıkardı. Kitabın tanıtımı için yeni açtığı yayınevinde kına gecesi düzenledi.

...

ADAK YAPTIĞIM HÜZNÜM

Yad elden yanıma çağırdım seni
Gelmek istiyorsun bırakmıyorlar
Rüyada, mektupta albümde seni
Bulmak istiyorlar bırakmıyorlar

Umutlar hayaldir acılar gerçek
Çileye mahkûmsun, kim ne bilecek
Ya bir kuru selam, ya bir top çiçek
Salmak istiyorsun, bırakmıyorlar.

Otuz yıl ağladın hep yana yana
Yeter, yazık diyen olmadı sana
Vefasız dostluğa kalleş zamana
Gülmek istiyorsun bırakmıyorlar

Çalış derler, ayak bağlı el bağlı
Konuş derler, dudak bağlı, dil bağlı
Kalk git derler, kapı bağlı,yol bağlı
Kalmak istiyorsun bırakmıyorlar

Aydınlık ararsın her gün her yerde
Çekerler önüne yedi kat perde
Zulüm kimden gelir, adalet nerde?
Bilmek istiyorsun, bırakmıyorlar

Yıllar boyu uykuların bölündü
Uçacakken kanatların yolundu
Hayat hakkın vardı elden alındı
Ölmek istiyorsun bırakmıyorlar.

Adem Özbay

***

AĞLAMA MAKAMI

yaralıyım, peşimsıra düş avcıları
harcım değil ki, ellerini bırakayım.
Bozkır vadilerde etimi kemirdiler
öptüğün güneş renkli dağlarda
hala ben
ağlama makamındayım.

Hırçın kuşların yüküdür, ellerin yorgunluğu
toprağımı itirazsız çağırıyorum
gözlerime üşüşen güvercin sürüsüyle.

Usul usul açılır ellerin
kıyısında gölgemi kaybettiğim denizlerime
çığlığımı kaçırıyor yüreğinden uğurladığın gemi
haylaz ergenliğimle
ellerinden ümid sağıyorum.

Adem Özbay

***

DERVİŞ TÜRKÜSÜ

Şimdi adım yok mezar taşımda
rüzgâr savurdu harflerimi
utandım da gelen geçenden
toprakla kapladım bedenimi.

Adem Özbay

***

ELİFTEN YALNIZLIK

I.
Sende olduğumun itirafıdır bu sözler
şeffaf bir gölde ağa tutulan balık
gözleriyle bana çaresizliğimi söyler
karanlık sıvalı bir kadın endamı ile
okyanusa açıldığım gemim batık

II:
dalgalarda azılı bir yara gibi azmaktayım
kıyıya vurmasamda kim demiş sulardayım
yurdunda yan yatmış ay ışığıyla
eliften yalnızlık çalmaktayım

III.
Okyanusa bakan bir kalede oynaşır kraliçe
ekşi sözleri yankılayan burçlar
gelişimi haber verdikçe aşıkları gülmekte
erken geldiğimden habersiz olmamalılar
şişe hainlik etmediyse.

Adem Özbay

***

HAYAL LİBASLI AKŞAM

Her bakışında bir kuş konar
o dilsiz çiğ damlasına
ve sarhoş bir duman
huruç eder güneşten sana
hüzün buluttan iner ve yığılır
hayal libaslı akşamlara
ki akşam
bir yansımadır müphem sularda

ve akşam
güllerden ateş yakan sağır
bir uyku olup bana sırnaşır
işte o zaman ben
çıkarım aşkın burçlarına
bir ok çekip kıskançlık sadağımdan
kahkahayla fırlatırım sana
ve tutunarak öfkenin eteğine
çıktım sanırım gizemli patikaya

ne zaman ki
kristal bir vazonun kırılışı gibi
kaybolunca sarhoşluğun ayak izleri
ve zaman süt verince
ak kanatlarıyla emekleyen bebeğe
ağlamak denilen bir orduyla çarpıştım.

Adem Özbay
  
***

KOMA

Aynalara küsen adam ben değilim
damıtırken yüzüme hüzün mevsimini

suçluyum
bir sarı benizli mumyadan
içli bir müderris dersi dilememeliydim
verdiğim ruşen müjdenin
kalabalıklara uzandığını
beş haneli evimizi aydınlatan devin
gözlerinin
aşk denizinin kıyısından çalındığını bilmeliydim

Suçlarımın eksildiğini söylemesin hiç kimse
ve kimse bilmesin benim
ne denli ağlamaklı olduğumu
saçlarını okşadığım her çocuktan
bir tebessüm çaldığımı
bilmesin anneler

o ahenkli ölçüyü sinesinde barındıran
intikam günü gelince
kullardan değil, günahlarımdan değil
korkum
bir çığlığın efkârına not düştüğümde
sessiz kalmayı yeğleyen aynalardan.

Adem Özbay

***

KISIR BAHŞİŞ

Bilgiç bir günışığı anlattı seni bana
öldüğünde başlarmış canlılığın
eğilişi gibi bir ceylanın suya
bir imparator diz çökermiş saltanatında
gökyüzüyle kabaran bir ezgi olurmuşsun
her doğduğunda gümüş ayaklar
sedef eller bulurmuşsun
kutsal bir sarhoşluk verirmiş
ölümsüzlük ezgilerin
ve uyurmuşsun
ağrıyan yanına yaslanıp da ruhunun

senden önce de gözlerim vardı ama tutumlu
göremezdim görmeyi ve bir karış ırmak gibi
bir zar atışına bağlamıştım her şeyi
tut ki erguvar bir odunun son neferiyim
ben ki tanrının en uzun ömürlü kulu
iki buçuk can gibiyim

açtım dikkatin vanalarını sonuna kadar
senin kilit vurduğun kabuğun içinde
yaktım geçmişini obur bir kibritle
lüzumsuz artık kürek çekmek yarınlara
ruhlara tüneyip
kısır bahşişler dağıtmak kullara

gölgeler tutun nefesinizi
kulak verin beni çizen sanatkâra.

Adem Özbay

*** 

ÖLÜNÜN KAVALI

Cambazına çelme takan ip
bir idamlığa söyler sırrını
ve denizin yelelerini yalayan ölü
ne çok arar
adını söyleyecek bir mezartaşı

ve rüzgârdır ölünün
mezarlıkta kavalı.

Adem Özbay
  
*** 

PİJAMASIZ AHTAPOT

Karada yaşayan tek ahtapottu
dedemin ağaçtan yatağı
ısırgan kollarını doladıkça pijamaya
saniyelerin kanını kurutan akrep
kabarır dururdu duvarda

evin önünde azraili korkutan lamba
bilmezdi gecenin gölgesi olmayacağını
kıtlık yıllarından kalma alışkanlık
siyaha inat ışığını salmazdı
tek lamba ve musluk bakışırdı
her gece yarısı

mezarlık korkusuna uyuyamayan çocuk
bulurdu dedeyi ağlama makamında
her gece yarısı
lambaya inat duvarda dolaşan
sakallı gölgeyle.

Adem Özbay
  
*** 

SAÇLARININ KOKUSU

Lotusa benzer saçlarının kokusu
içime çektikçe tüm fenerlerim söner
gözlerin narin bir bakışla
donmuş güneşimin tüm buzlarını çözer
mesut aşıklar yakalanınca tek bir bakışına
aşıklığına kara bir isyan eder

bilinmez gergef gergef ördüğün bu ağa
neden sadece uyanık aşıklar düşer

denizci türkülerinde duyulur saçlarının kokusu
dalgaların kıyıya vurmaları sendendir
sen varken bitmez dağdan dağa rüzgârın kokusu
gökyüzünün avare kuşları senin eserindir
tanrının yeryüzüne saldığı sis
seni benden saklamak için midir

rahibeleri anladım isa aşkına
peki sendeki bu tazelik nedendir

solgun denizlere renk veren saçlarının kokusu
gölgesinde saklar, gökkuşağının kayıp rengini
cezirde sana koşar, okyanus sularının buğusu
sana hasetlerindendir
eliflerin yalnız duruşu

gel salalım çılgınca heryere,
saçlarının kokusunu
baharlar hiç eskimesin yeryüzünde.
  
Adem Özbay

*** 

Hafta sonu tatili dediğimiz, çalışma işgünlerine verilen bir günlük bu dinlenme molasının beden ve ruh sağlığınızı arttırması dileğiyle... Mutlu kalın!



Yayın Tarihi: 31.01.2016

SERVETİ GÖRMEK VEYA GÖRMEK SERVETİ

Bir bilge sizden evladınızın elinin bir parmağını istese, hatta o parmak için bir kese altın vereceğini söylese, bilgenin bilgeliği gözünüzde kalmaz; bilgeyi sözle yaralamaya çalışır, söz yetmezse fiziki saldırıda bulunur, hiçbirini yapamazsanız umutla yanına gittiğiniz adamın söylendiği gibi bir bilge olmadığını düşünür, deli olduğu yargısına varırsınız. Acaba öylemidir?

İnsanlar duyduklarıyla yargıya varırlar fakat söylenen sözün doğruluğu konusunda içlerinde bir kuşkuyu daima taşırlar. İnsanların en kolay yargıya vardıkları şey gördükleri üstünedir. Peki her gördüğümüz doğrumudur? Ölçülebilir şeylerle bunu doğrulatma yollarımız var. Ya ölçülemeyenlere ne demeli?

Kavramlar böyle şeylerdir. Bunları ölçecek alet henüz keşfedilemedi. Sevgi gibi, acımak gibi, dostluk gibi, kardeşlik gibi, ışık gibi, inanmak gibi... bunların ardına dilerseniz başka pek çok kavramı daha dizebilirsiniz.

Görünür şeyler görecelidir; bakışa göre değişir. Onun için yanıltıcı olma ihtimali vardır. 
Örnek: Gece gökyüzüne baktığımızda bir sürü yıldız görürüz. Gündüz baktığımızda hiç birini göremeyiz. Gündüz gökyüzüne baktığımızda yıldızlar yok olur mu? Elbette bunun cevabı bellidir. Cevabı belli olan şeyin başka sorusu olamaz mı? Şöyle sorsak yanlış olmaz: Gündüz de yok olmayan yıldızları göstermeyen nedir? Cevabı gayet basittir. Dünyanın bizim bulunduğumuz tarafı güneşe dönük zamanına gündüz diyoruz ya, işte o zaman güneşten gelen ışığın yıldızdan gelen ışıktan fazla olması nedeniyle yıldızları göremeyiz. Bu işin bir tarafı, birde bunun başka bir yönü daha var. Gece bakıp gördüğümüz her yıldız baktığımız anda baktığımız yerde midir? Evren sürekli hareket halinde olduğundan cevabı hayırdır değil mi? Ama unutmayın o evrenin parçası olarak yer küremizde hareket halindedir, cevabımızda evet olmalıdır doğal olarak. Gene yanılırız. Çünkü gördüğümüz yıldızın hareket hızıyla bize uzaklığı da önemlidir. Baktığımız yıldızla aramızdaki mesafe, ışığının bize gelme hızıyla çarpılarak düşünülecek olursa o yıldızın gördüğümüz anda sönmüş olma ihtimali de yüksektir. Şimdi gördüğünüze inanma konusunda ne diyebilirsiniz? Düşünün maddenin durumundan söz ettim sadece. Göremediğimiz kızıl ötesi, morötesi (ultraviole), lazer gibi başka dalga boylarıda var. Kavramlar söz konusu bile değildi. İşin içinden çıkın çıkabilirseniz.

Onun için diyorum ki, duyduklarınız kadar gördüklerinizde sizi yanıltabilir. Gördüklerinizin sizi yanıltmaması için sonucu önceden anlayabilmek gerekir. Bunu kavramayan bilgeyi suçlar.    

Bu konuyla ilgili bir hikâyemiz var. Buyurun okuyun.

*

Yaşlı, cömert bilgeye bir kadın kucağında bebeğiyle yardım istemeye gitmiş.
- Şehrin en fakiri benim!. demiş. Yardım edebilir misiniz bana?
Yaşlı Bilge, kadının bebeğinin ipekimsi yanaklarını öpüp okşadıktan sonra:
- Fakirsin demek!. Yalnız ben karşılıksız yardım hiç yapmadım!. Yardım istemekte ısrarcıysan, senden çocuğunun parmağını istiyorum.. ücretini ödeyeceğim..

Yardım isteyen kadın, önce bilgenin deli olduğunu düşünmüş. “Yada, en iyi ihtimalle kötü bir şaka yapıyor.” Demiş kendi kendine.

Yaşlı ve cömert bilge isteğinde ciddîymiş.
Bir kese altın uzatarak kadına:
- Ayak parmağı bile olur!. demiş. Cerrah olduğum için, korkma acı çektirmem yavruna. Bedenindeki kanının donduğunu hisseden kadın oradan kaçmayı aklından geçirirken, yaşlı bilge:
- Olmazsa tek tırnağını sökeyim! Diyerek isteğini sürdürmüş. Hem yenisi çıkar, bebeğin bir kaybı olmamış olur.
Kadın artık “deli meli değil, bu düpedüz ruh hastası” diyerek düşündüğü yaşlı bilgeden korkmaya başlamış. Sonunda sabrı tükenmiş. Kapıyı çarpıp ordan kaçarcasına teleşla uzaklaşmaya çalışırken yaşlı bilge kadının arkasından:
- Nasıl fakirsin sen anlamadım!. diye bağırmış. Bir kese altına kucağındaki bebeğin bir parça tırnağını vermiyorsun!
Yanındaki adamına dönmüş:
- Elindeki hazineyi fark edip gördü galiba. Demiş.

*

Görmek neymiş meğer... biri doğrudan veya dolaylı göstermeden, kimilerinin bunu görmesi imkânsızdır. Gelin şimdi gördüklerinize güvenin güvenebilirseniz. Yardım isteyen kadın açısından bakarsanız bilge ruh hastasıdır. Her şeyi tepeden izleyen biri olarak siz bilge için “gerçeği kadına yaşatarak gösteren adam” dersiniz. Neye bakarsanız bakın, onu görmeniz için tek açıdan bakmayın. Bazen ona yaklaşın, bazen uzaklaşın. Bazen tepeden, bazen alttan, ama mutlaka her yönden bakın. Kıyas yapılacak benzeri veya başka bir şey varsa kıyaslayın. Görme ancak o zaman gerçekleşir. Bu bile yetmeyebilir, çünkü değer vermenizde gerekir. O kadar boş şeylerle uğraşır, sürekli en olumsuz düşüncelerle boğuşuruz ki, olan zenginliklerimizi görmeyiz, göremeyiz. Oysa onlara sürekli bakıyoruz, devamlı onlarlayız. Elimizdekilere değer vermiyoruz, bütün suçumuz bu. Değer versek bizde görmeye başlarız. Sağlık, eş, evlat, ana-baba, kardeş, dost ve arkadaşların değerini bilmeden onları görmemiz mümkün değil!   



Yayın Tarihi: 29.01.2016

SAYILAR +SAYILAR= TOPLAMI

Sayılarla ne çok şey anlatılır değil mi? Peki sayılar neyle anlatılır? Rakamlarla. Rakam nedir sorusuna sayı cevabını mı vereceğiz? Tabi ki hayır (bugün güzel Türkçe konuştuğunu sanan herkesin dil tiklerine sahip olması gibi şımarık, hoppa ve cahil kızların “tabi ki de” tikini yazacaktım; kulak kötüye de alışıyor)! Çünkü rakam sayıların yazılmasını sağlayan sembollerdir. Sayma, ölçme, tartma vb. işlerin sonunda bulunan birimlerin kaç sorusunu sorduran cevap olarakta adet, miktar olduğunu belirten bildirinin söze dökülmüşüdür. Sayılar en iyi soyutlama, modelleme biçimidir. Bugün yazımızda farklı bir rakam sistemi kullanmak istiyorum. Ben rakam olarak yazacağım; rakama nokta çift nokta veya virgül koymadığım için siz onu madde başlığı olarak değil, cümlenin başı olarak ayırmadan okursanız amacıma ulaşırım. Sonunda varılacak toplamı birlikte göreceğiz.

1 an sizi aklından çıkarmayan kimdir diye sormaya gerek var mıdır? Bence vardır. Herkesin cevabı aynı olmayacaktır tahmin ederim. Eşini söyleyenleri kıskanmak gerek. Bu zamanda böyle aşkı sevgiyi bulan perendeler mi atsın, el açıp dualar mı etsin? Meşrebine göre bir şeyler yapsın işte.

2 gözünü üzerinizden ayırmayan düşmanlarınız mı, alacaklılarınız mıdır? Bu zamanda kimseyle arayı bozmamalı, kimseye borç takmamalı. Herkes burnundan soluyor baksanıza. Acısını sizden çıkarmasın..

3 gün ayrı kalamayan iş ortağınız mıdır? Yada siz ona güvenemiyor musunuz? Ne yapıyor? Yalnız kalınca her şey arapsaçına mı dönüyor?

4 bir yanınızı sevgiyle saran çocuklarınız mı? Hele küçüklerse kapıyı çaldığınızda sizin geldiğinizi mi anlıyorlar? Ne güzel şeydir, onların bacaklarınıza sarılmaları, dünyaya değer doğrusu.

5 dakikada bir arayan sevgiliniz mi, nişanlınız mı, yoksa mızmız karınız mı? Hiçbiri çekilmez  bu durumda bilirim

6’nı üstüne getirdiğini toparlar mı yoksa o daha çok mu ortalığı birbirine katar? Aman cinayet çıkmasın. Biraz ordan uzaklaşmakta fayda var, söylemedi demeyin.

7’mi yemedi mi düşünüp siz gelene kadar açlıktan biten mi var? Acıyın canım, öylesine aşık birini bulmuşsunuz; bu kadar gezip tozulur mu?

8’de size sıcacık sofra kurmaya bayılan kadını bekletmek hainliktir. Gelemeyecekseniz telefon edin bari. Boşuna beklemesin. Gerçekten çok şanslısınız sizi bekleyen biri var! Kolay bulunur şey değil bu haberiniz var mı?

9 ay sabretti sizi taşıdı, gittiği yere götürdü, ne yerse sizede yedirdi, ne içerse sizede içirdi, siz ona arkanızı dönün olacak şey mi? Ah o kadınlar.. şu erkeklerden hep çeken çileli kadınlar.

10 parmağında on marifet varsa kadında o sizi adam eder. Haylazda olsanız, tembelde olsanız sizin yüzünü daima ak çıkarır. Hala tembellik ediyorsanız yüzsüzlük ediyorsunuz ama..

11’de telaşlanıp sizi arıyor mu? Bu ne eğlence böyle? Hem siz yalnız eğlenmeyi mi seviyorsunuz? Haftada bir iki günü anlarım, ama bu ne böyle, her gece her gece..

12’den sonra evde olmazsanız uyumayan tek kadın vardır.

Bütün bu saydıklarımı da yaşayan tek kadın;

Bütün sayıların toplamı,

Anadır ANA.

(1- Bir) an sizi aklından çıkarmaz, (2- İki) gözünü üzerinizden ayırmaz, (3- Üç) gün sizden ayrı kalamaz, (4- Dört) yanınızı sevgisiyle kuşatır, (5- Beş) dakikada bir sizi arar en küçük müşkülünüzde, (6- Altı)’nı üstüne getirdiğiniz her şeyi o yüksünmeden toplar, (7- Yedi) mi, yemedi mi diye aç kalacağınızı sadece o düşünür, (8- Sekiz)de sıcacık yemeklerle sofrada sizi bekler, (9- Dokuz) ay öf demeden sizi karnında taşımıştır, (10- On) parmağında on marifet vardır, (11- On bir)de telaşla sizi aramaya başlar gecenin bu vakti hala dışarıdaysanız, (12 On iki)de de eve varmadıysanız uyumayan sadece annenizdir. İşte sayıların toplamı bir anneye çıkıyor, sadece anneye..

Onlar bizler için gözlerini kırpmadan ömürlerini adarlar, yada adamışlardır.


Allah aramızdan ayrılmış annelerimize cennetini mekan etsin, yaşayan annelerimize sağlıklı uzun ömür versin. Benim annemde böyle bir anne. Yaşı Ve yaşım kaç olursa olsun hala anne. Annelik hiç bitmez ki... 


Yayın Tarihi: 27.01.2016

İNSAN BİLİNMEZ DENKLEMDİR

İnsanoğlu hem kolay anlaşılır, hem hiç anlaşılmaz yanları nedeniyle garip varlıktır. Birini çözdüm derken bir başkası yeni bir soru ve yeni bir sorun olarak karşımıza çıkar. Böyle böyle yeryüzünde 7,5 milyar insan var. Her biri ayrı bir evren.. öyle çok uzağa gitmeye gerek yok; kendimize bakmamız yeter. Kendine şaşmayan insan var mıdır? Yıllarca aynı çizgide kalabilen kaç kişidir?

Asıl karakterde değişim uzun sürelidir. İnsan davranışlarındaysa birkaç nesildir belki de. Değişmeyen bir şey varsa insanın doğa karşısında ki zayıflığıdır. Bugün insanı uzaya taşıyan merak güdüsü kadar zayıf oluşudur. İnsan zayıf olmasaydı alet icat edip, icadını geliştiremezdi. İlk aleti de bıçağıdır. Kendinden güçlü canlılarla ancak bıçağıyla başa çıkabilmiştir. Kimi zaman canını korurken, kimi zaman karnını doyururken bıçağını kullanmıştır.

Sonra ateşi, sonra tekeri bulunca bu çağa gelinmiştir. İşte ilk konformist insan bıçak icat eden insandır. Konforun sözlük anlamı ihtiyaç duyulan şeyi el altında, yanı başında bulmaktır. Her bulduğu yeni bir ihtiyacı doğurunca teknolojik gelişme hız kazanarak bugüne kadar gelmiştir. Bıçağı icat eden ilk insanoğluna sorulsaydı buradan nerelere kadar gideceğini kendisi bile bilemezdi.

On binlerce yıldır var olduğu söylenen insanlığın bu gelişmesi şaşırtıcıdır ama insanlık serüveni içinde son dönemlerinin hızı hariç son derece yavaş ve bir o kadarda çilelidir. Onca terin, onca gözyaşının eseriyle gelen insanlık vardığı noktadan aynı çileleri olmasada başkalaşan sorunlarla ama aynı kaygılarla aynı derecede ter ve göz yaşıyla ileriye, geleceğe gidiyor.

Örnek gerekirse eski üretim biçimlerine bağlı olarak devlet biçimlerine bakmak yeterlidir. Eski üretim biçimleri önceleri tarıma dayalıydı. Devlet vatandaşlarını dış tehlikelere karşı koruyan, kendine memur yetiştirecek kadar eğitim veren, sağlık, yaşlılık konusunda güvencesi olmayan bir örgütlenme yapısına sahipti. Krallıklardan cumhuriyete geçişle birlikte yönetim erki geniş kitlelere ulaşmış, devlet zorunlu biçim değişikliğine gitmişti.

İnsanlık için mi, tek bir insan için mi, yoksa belli bir zümre için mi olduğu konusunda her türlü söze açık yeni yapılaşmayla birlikte (ihtiyaçlar yaratılıp bireyin farkına varması imkânsız yeni tip esaretin oluşturulduğunu kentleşme örneklerine, yiyecek içeceğe, giyim kuşama, araç ve eşya kullanımından seyahat örneklerine kadar tek tipliliğe gidişi görmemek için kör olmak gerek) insanın rahatının arttırıldığını söylemek mümkün.

Uzaktan kumandalı televizyonlar, klimalar, araç kapıları; sesle açılan tuşsuz telefonlar, kendi kendine açılan kolsuz ve sürmeli bina kapıları, kendi kendini ısıtan konutlar, yemeği saati gelince pişiren fırınlar...

Eskiden bir kente uzaktan bakıldığında yaz kış ocaklarında tüten dumandan o evde yemek yapıldığı, kışsa o evin sıcak olduğu anlaşılırdı. Şimdi kentler duygusuz taş duvarlarıdır. Işıl ışıl kentler göz kamaştırır ama duygudan uzaktır artık. O ışıklar kimseyi ısıtmaz. Şairin kenti kuşlarla birlikte bir bilinmeze gitti. George Orwell’in 1984 romanındaki gibi insanların beyinleri de kalpleri de kendisinin değildir artık. Bunun için aşkları tenle karıştırıyorlar. Bir sevişmeyle aşk biter mi? Kadını ve erkeği çiçekten çiçeğe konmayı hem ruhsal, hem bedensel sağlık olarak algılıyorsa aşk zaten bitmiştir.

İnsan kendi eserinin kurbanı mı olacaktır yoksa?
   

Yayın Tarihi: 25.01.2016

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ

Merhaba sevgili okurlar.

Bugün ünlü halk ozanı Dadaloğlu’na ve onun şiirlerine yer vereceğim. Armut dibine düşer misali halk ozanı Aşık Musa’nın oğlu olan Dadaloğlu’nun asıl adı Veli’dir. Nerde ve hangi tarihte doğduğu bilinmiyor. Adana, Kozan, Erzin ve Payas dolaylarında yurtlanan Avşar Türkmenleri’ndendir. Avşar beylerinden Alioğlu Dede Bey, Mistik Bey ve Kozanoğlu Ahmed beylerin yanında kâtiplik ve imamlık yaptı. Osmanlı Devleti Toroslardaki Türkmen göçerlerini zorla köylere yerleştirmeye kalkınca Avşar aşireti Osmanlı devletine başkaldırdı. Sivas dolaylarında oturmaya mecbur edilen aşiretinin ayaklanmasını destekleyen şiirler yazdı. Ömrünün sonuna doğru Sivas’tan Çukurova’ya döndüğü, göçebelikte dolaştığı dağlara çekilip öldüğü halk efsanelerinden biridir. Bu konular yer yer şiirlerinden anlaşılır.

Bugün Kozan’da yaşayan Kozanoğulları ailesinin soyu Dadaloğlu’ndan gelmektedir.

Dadaloğlu Şiirlerinde tabiat, aşk, yi­ğitlik ve kahramanlık temasını işler. Hepsinde Toros ve Çukuro­va’lı aşiretlerin hayatını, Osmanlı’yla kapışmalarını ve ardından gelen  yenilgiyi, iskâna mecbur edilişlerini ve bunun acılarını anlatır.

Yalın ve içten bir halk Türkçesiyle  Koşma, destan, semai ve varsağı söyledi. Fakat asıl kişiliğini türkülerinde gösterdi. Çağdaşı olan âşıklarda bulunan divan şiirinin etkisi Dadaloğlu’nda hiç yoktur.
Cönklerden, dergilerden ve halk ağzından derlenen şiirlerinin sayısı yüz civarındadır.

...

HER SABAH SEYRAN GEZERKEN

Her sabah, her sabah seyran gezerken
Iras geldim selvi boylu fidana
Top top olmuş kirpikleri bölünmüş
Hoş benzettim samur kaşlar kemana

Al yanağın elmas m’ola kar m’ola
Çapraz vurmuş düğmeleri dar m’ola
Acep mislin şu cihanda var m’ola
İnsem gitsem Hindistan’a Yemen’e

Eliftir kirpiği İra’dır kaşı
Bu güzellik sana Mevla bağışı
Arasam cihanda bulunmaz eşi
Hiç mislin gelmemiş devr-i zamana

Dadal’oğlum der de, hûbların hası
Ferhat’ın Şirin’i Mecnun’un Leyla’sı
Aklım eğlencesi gönlüm yaylası
Bir yel esti başımdaki dumana

Dadaloğlu

***

ILGIT ILGIT SEHER YELİ ESİYOR

Ilgıt, ılgıt seher yeli esiyor
Gâvur dağlarının başı dumanlı.
Gönül binmiş aşk atına aşıyor
Bire beyler cünunluğun zamanı mı?

Aşağıdan iskân evi gelince
Sararıp da gül benzimiz solunca
Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca
Kaypak Osmanlılar size aman mı?

Aşağıdan iskân evi geliyor
Bezirgânlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor
Yoksa devir döndü âhir zaman mı?

Aşağıda akça çığın ötünce
Katar başı mayaların sökünce
Şahlan ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlı'ya aman mı?

Dadaloğlu'm sevdası var başımda
Gündüz hayalimde, gece düşümde
Alışkan tüfekle dağlar başında
Azrail'den başkasına aman mı? 

Dadaloğlu

***

KALKTI GÖÇ EYLEDİ AVŞAR ELLERİ

Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın, dağlar bizimdir

Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir 

Dadaloğlu

***

KOŞMA

Çıktım yücesine seyran eyledim
Cebel önü çayır çimen görünür.
Bir firkat geldi ki coştum ağladım
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.

Şaştım hey Allah’ım ben de pek şaştım
Devrettim Akdağ’ı Bozok’a düştüm
Yozgat’ın üstünde bir ateş seçtim
Yanar oylum oylum duman görünür.

Biter Kırşehir’in gülleri biter
Çığrışır dalında bülbüller öter
Ufacık güzeller hep yeni yeter
Güzelin kaşında keman görünür.

Gönül arzuladı Niğde’yi, Boru
Gün günden artmakta yiğidin zârı
Çifte bedestanlı koca Kayseri
Erciyes karşısında yaman görünür.

Dadaloğlu’m da der zatından zatı
Çekin eyerleyin gökçe kır atı
Göçmek değil bizim ilin muradı
Ak yâre gitmemiz güman görünür. 

Dadaloğlu

***

SANA DERİM HASAN KALESİ

Sana derim Hasan Kalesi sana
Alt yanında döğüş oldu, yön oldu
Yiğit olan yiğit çıktı meydana
Koç yiğitler arap ata bin oldu.

Akşamki gördüğüm şu kara düşler
Hesaba gelmedi kesilen başlar
Eyerlen atımı küçük kardaşlar
Hünkâr tarafından bize gel oldu.

Akşamınan ikindinin arası
Aldı beni şu düşmanın yarası
Ecel geldi ölmemizin sırası
Ağladı el-oba gözü kan oldu,

Dadaloğlu’m der ki belim büküldü
Gözümün cevheri yere döküldü
Üçyüz atlı ile cenge çıkıldı
Yüzü geldi iki yüzü dön oldu. 

Dadaloğlu

***

YEDİ İKLİM DÖRT KÖŞEYİ DOLANDIM

Yedi iklim dört köşeyi dolandım
Meğer dünya her tarafta bir imiş
Ben dünyayi Al’Osman’ın sanırdım
Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş

İrili ufaklı insan (...) oldu
Onlar doğdu geçinmesi güç oldu
Altı Arap atı şahbaz nic’oldu
Mamur sandım yalan dünya çürümüş

Okuduğun tutmaz oldu alimler
Kalktı da adalet arttı zulümler
Terlemeden mal kazanan zalimler
Can verirken soluması zor imiş

Kulak verdim dört köşeyi dinledim
Meğer gıybetimi eden coğ imiş
Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden
Az yaşayıp dem sürmesi yeğ imiş

Dadaloğlu’m der ki sözüm vasiyet
Benim sözümü dinleyene nasihat
Besmelesiz kazanılan (...) evlat
O da dünyada ziyankâr imiş 

Dadaloğlu

***

YİNE TUTTU GAVUR DAĞ’IN BORANI

Yine tuttu Gâvur Dağ’ın boranı
Hançer vurup açarlardı yaramı
Sana derim Mıstık Paşa ereni
İçindeki bunca beyler nic’oldu

Sabahaca kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl fırıl dönerdi
Ha deyince beşyüz atlı binerdi
Sana inip konan beyler nic’oldu

Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler
Vefasız dünyayı şu insan n’eyler
Bir yiğidi bir kötüye kul eyler
Şimd’en sonra yaşaması güç oldu 

Dadaloğlu

***

YÜCE DAĞ BAŞINDA KAMBER TAY OLUR

Yüce dağ başında Kamber tay olur
Korkarım ki emeklerim zay’olur
Sevda sevda derler üç beş ay olur
Bizim sevda senesini doldurur

Arkını yaptım da suyu akmıyor
Kahpe felek hiç yüzüme bakmıyor
Çok yuva bekledim cücük çıkmıyor
Boş yuva bekleyen yoz kuşa döndüm

Şu felekle bir oyuncak oynadım
Oynadım da oyunumda yenildim
Farzını kıldım sünnetinde yanıldım
Beş vakit namazı kılmışa döndüm

Der Dadaloğlum da nedip n’etmeli
Sözlerimi birem birem tutmalı
Mirasçıya kalacak malı n’etmeli
Üç beş oğlan olmadıktan gerü 

Dadaloğlu

***

Soğuk havalarda insan büzüşüp bir kenarda kıvrılmaya hazırdır. Böyle bir durumda yazmakta zor. Sizlerle yazma isteğim beni yazmaktan alıkoyan zorluğu aşıyor. Böyle itici bir güçle bu satırları yazdım. Fakat her yazı gibi bu da burada bitiyor.

Hepinize mutlu hafta sonları...



Yayın Tarihi: 24.01.2016

DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE GAZETE 4

Gazete tarihini incelediğimizde ilk gazetelerin bir-iki yüz adet basıldığını, teknoloji ile basım ve dağıtım imkânlarının gelişip artmasıyla gazetelerin baskı sayısı milyonu geçtiğini, 20. yüzyılla birlikte amaçladığı okuyucu kitlesine ulaşabildiğini görürüz. Yazı dizimizin geçen bölümünde gazete tarihini incelerken ülkemiz gazeteciliğinde müvezziliğin, gezgin satıcılığın yerini söz ederken bu konudaki izlenimimde “Ben çocukluğumdan, İstanbul’a gittiğimizde yoğurtçular, sütçüler, zerzevatçılar (İstanbul’da sebzecilere zerzevatçı derlerdi) ve daha pek çok unuttuğum satıcılarla birlikte gazete satıcılarınında seslendiklerini bilirim.” Demiştim. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
*
Bizim burada sokağa çıkma yasağı uygulanan nüfus sayımı sırasında, bazende Pazar günleri gazete satıcısı geçerdi. Bugün Adnan Menderes caddesi üzerinde Elit Otelinin olduğu köşede eskiden bakkal vardı. Hatırladığım kadarıyla 1960-1970 arasında o bakkalı işleten Nurettin adında eski gelme Boşnaklardan bir ağabeyimizdi. O yerin adı hala bakkallar durağıdır. O Nurettin ağabey daha sonra ailevi sebeplerle bakkalı kapattı, gazete satıcısı oldu. Eski Bakkalı gazeteci dükkânına dönüştürdü. Bir süre sonra işi müvezziliğe yani gezici satıcılığa çevirdi. 1976-82 arası ondan her gün gazete alırdım. Bazen ruhsal durumu elvermez gazeteleri ertesi gün dağıtırdı. Bir gün öncenin gazetesiyle o günün gazetesini birlikte aldığımda olmuştur. Zamanla bu gazete satışı iki üç gün gecikince daimi müşterisini kaybetti.

Yeterince özele indik, artık konumuza dönelim.
*
Cumhuriyet döneminde gazete dağıtıcılığını iki bölüme ayırabiliriz. İlki; gazetelerin kendi imkânlarıyla, buldukları kişiler aracılığıyla gazete dağıttıkları örgütsüz dönemdir. Bu bölüm 1959 yılında bitmiştir. İkincisi ise dağıtım şirketlerinin kurulduğu örgütlü dönemdir. Bu dönemde gazete dağıtımı kitleselleşmiş daha çok okuyucuya erişmek mümkün olmuştur. Ülkemizde giderek artan kara ve demir yollarının gazete dağıtımına katkısı çoktur. 1946’da başlayan çok partili sistemle kentleşme ve okur yazar oranı arttı. Gazete satışları bundan da olumlu yönden etkilendi. O döneme kadar sadece büyük şehirlerde bulunan “Gazete Bayiliğine, yani aracı kuruluşlara diğer şehirlerde de ihtiyaç vardı.

1957 yılında siyasal hayat hareketlenince gazete sayısı arttı. Bu artışın ardından “Kitle Gazeteleri” doğunca ulusal dağıtımın yapılması zorunlu duruma gelmiştir. Bunun üzerine gazeteler aldıkları kararla ortaklaşa bir dağıtım şirkete kurdular. İlk dağıtım şirketi GAMEDA (Gazete Dağıtım Ltd. Şti) 4 Eylül 1959 yılında Tercüman, Milliyet, Cumhuriyet, Yeni Sabah ve Dünya gazeteleri ile Hayat mecmuasını çıkaran Tifdruk Matbaacılık ortaklığı ile kurulmuştur.
  
1975 yılına kadar varlıklarını sürdüren “Madrabaz” adıyla anılan İstanbul bayilerinin sayısı 23’ü bulmuştu. Dağıtım şirketleri, İstanbul içinde kendilerine bağlı yaygın bir bayilik örgütü kurarak gazetelerin dağıtımını bu örgüt kanalıyla yapmaya başladılar. Bu değişimle birlikte kendiliğinden gelişmiş olan eski sistem, yerini, bayilik bölge sınırlarının belirlendiği ve bayilerin kurumsallaştığı bugünkü bayilik sistemine bıraktı.


SON


Yayın Tarihi: 22.01.2016


DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE GAZETE 3


Gazete tarihini incelediğimizde ilk gazetelerin bir-iki yüz adet basıldığını, teknoloji ile basım ve dağıtım imkânlarının gelişip artmasıyla gazetelerin baskı sayısı milyonu geçtiğini, 20. yüzyılla birlikte amaçladığı okuyucu kitlesine ulaşabildiğini görürüz. Yazı dizimizle gazete tarihini incelemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz.

*Berliner veya Midi: 470 mm x 315 mm: Bu boyda gazeteleri genellikle Avrupa’da görmekteyiz. Fransız Le Monde, İtalyan La Stampa bu boyda basılan gazetelerdir. İnternet ve TV yayıncılığı karşısında kan kaybı durmayan önemli oranda reklam gelirleri azalırken baskı giderleri artan ünlü büyük boy gazeteler orta boyutta yayınlanmaya başlamıştır. 12 Eylül 2005 tarihinde ünlü İngiliz gazetesi The Guardian orta boyuta geçmiştir. Belçika’dan De Standaard ve İsviçre’den Fluck gibi ciddi içerikli gazetelerin satış kayıplarına bağlı gider sorununu çözmek amacıyla küçük (tabloid) boyuta geçerek başarılı olmaları ülkemizde de tartışılmış hatta Radikal gazetesinin bu boyda yayımlanması gündemimize konu olmuştur.

* Bütüncül (Kompakt), gazete endüstrisinde kullanılan broadsheet kalitesindeki baskının, küçük boyutta basılmasıyla ortaya çıkan gazete boyutudur. The Times gazetesi bu boyutta yayın hayatını sürdürüyor.

Gazete çeşitlerinden sonra sırada Osmanlı’dan günümüze Türkiye’de gazete tarihi var.

Hatırlarsanız ilk Türkçe gazetenin “Vekdyi-i Mirsiye” adıyla Kahire’de 1828 yılında yayınlandığını belirtmiştim. Kahire Mısır’ın ezeli başkenti, o dönem Osmanlı’nın eyalet merkezi durumundaydı. İstanbul’da değilde Arap nüfuslu bu şehirde ilk Türkçe gazetenin çıkmış olması şaşırtıcı. Kahire’den 3 yıl sonra 1831’de İstanbul’da çıkan ilk gazete devlet gazetesi olan Takvim-i Vekaî’dir. 1840 yılında Ceride-i Havadis, Devletin gazetesinden 29 yıl sonra 21 Ekim 1860 yılında özel sektöre ait ilk Türkçe gazete olan “Tercüman-ı Ahval” yayın hayatına başlamışlardır. Devletin güdümündeki Takvim-i Vekaî, yalnızca devlet büyüklerine, bilim adamlarına, yüksek rütbeli memurlara, taşradaki yöneticilere ve elçiliklere gönderilmek üzere 250 adet basılırken, Ceride-i Havadis ve Tercüman-ı Ahval’de gazete baskı sayısı birkaç bine ulaşmıştır.

İlk gazete dağıtıcılığı 1862’de başlar. Dağıtıcılar o dönemde çıkan gazetelerin ücretli çalışanlarından oluşuyordu. Bunlar gazeteleri belli yerlere götürüp bırakıyor, okuyucular buralardan gazeteleri alıyorlardı.

21. yüzyıldan geriye gazete yayıncılığımıza baktığımızda 19. yüzyılın ilk yarısına ulaştığımızı gördük. O dönemden bu güne gazete yayıncılığı haberleşme konusunda daima önemli rol oynamıştır. O zamanki şartlar altında bütün ülkeye yayılamayan, genellikle İstanbul’da yayınlanan gazeteler, ancak yakın çevredeki belli sayıda okuyucuya ulaşabiliyordu.

Eski adıyla müvezzilik olan gazete gezici (seyyar) satıcılığı İstanbul’da ilk gazetenin çıkışından 37 yıl sonra 1878 yılında oldukça ilerlemişti. Gazete satan kimse, kolunun altına aldığı ve bir iple omuzunda taşıdığı gazete veya gazeteleri, “yazıyor, yazıyor, .....” diyerek sokaklarda satmaya çalışmıştır. Türk basınında bu şekilde gazete satıcılığı1980’lere kadar ulaşmıştır.
*
Yazımızın bu bölümünde izninizle çocukluk zamanlarıma anılarla yolculuk yapmak istiyorum.

Ben çocukluğumdan, İstanbul’a gittiğimizde yoğurtçular, sütçüler, zerzevatçılar (İstanbul’da sebzecilere zerzevatçı derlerdi) ve daha pek çok unuttuğum satıcılarla birlikte gazete satıcılarınında seslendiklerini bilirim.




DEVAM EDECEK





Yayın Tarihi: 18.01.16

DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE GAZETE 2


Dünyada ve ülkemizde gazetenin tarihini incelediğimiz yazı dizimize devam ediyoruz.

Zamanla gazeteler haber verme amacı dışınada çıktılar. Politikacılar, düşünürler, kimi yazarlar fikirlerini yazmaya başladıklarında nerdeyse 18. yüzyıla girilmişti.
1663 yılında  İngiltere’de böyle bir gazete çıkıyordu. Haber sağlama imkânları ağır işlediği için gazete ancak haftada bir yayınlanıyordu. İlk Amerikan gazetesi Boston’da 1690 yılında yayınlanmaya başladı. Sömürge hükümeti gazetenin yayınlanmasını yasakladı. Bunun üzerine Benjamin Franklin “Pennsytvania Gazetesi” adında bir gazete çıkardı. Gazetenin ömrü (1729 yılından 1765 yılına kadar) 36 yıl sürmüştü. Sömürgelerin iki gazetesi oldu fakat Amerikan İhtilaline gelindiğinde bu sayı 37’ye ulaşmıştı.

İlk Türkçe gazeteyse “Vekdyi-i Mirsiye” adıyla Kahire’de 1828 yılında yayınlanmıştır. Günümüze kadar gelen ve dünyanın en önemli gazetesi kabul edilen en eski gazete 1785 yılında Londra’da yayına başlayan “The Times” gazetesidir.

Bu tarihsel süreçlerine rastladığımız gazetenin haber, bilgi, bulmaca ve reklam bölümlerinden oluştuğunu, düşük kalite kâğıtla ucuz maliyeti hedeflediğini görüyoruz. Basımı ve dağıtımı ile başlı başına bir sektör oluşturan gazetenin yukarıda da gördüğümüz gibi asıl hedefi haber vermek olmakla birlikte özel konulara ayrılmış günlük, haftalık, yada aylık yayınlanmaktadır. 
Gazeteler yayım saatine göre sabah gazetesi, akşam gazetesi; veya konulara göre Spor, din, magazin, kültür, ekonomi, siyaset gibi; bölgelere yada dağıtıldığı alana göre ulusal ve yerel olarak sınıflandırılmaktadırlar.

İletişim çağını başlatan internet ve bilgisayar sayesinde gazete basımında devrim yaşanmıştır.  Telefon icat edilip yaygınlaşana kadar muhabirlerin gazeteye postayla veya bizzat giderek ulaştırdıkları haberler telefonla dikte ettirilerek kaleme alınır oldu. Sonraları teleks ve fakslar devreye girdi. Bu yolla haber ulaştırmakta internet ağının hızla yayılmasıyla çok kısa sürede aşıldı. Şimdi haberler yazılı veya görsel olarak muhabirler aracılığıyla terminallerce gazete ana bilgisayarında biriktiriliyor. İnsan eli değmeden bilgisayardan fotodizgiye aktarılan haberler ve yazılar filme alınıyor. Buradan film baskıyla basıma geçiliyor. Resim ve fotoğraflar renkleri ayrıştırabilen laser ile eloktronik taramadan geçirilme imkânı doğunca çalışan işçi sayısı düşmüş, böylelikle gazete basım maliyetleri azalmıştır. Ayrıca film baskıların gazetelerin başka illerdeki matbaalarına ulaşmasıda zaman ve maliyet harcamalarını en aza indirdiği kadar, dağıtım güçlülüklerinide ortadan kaldırmıştır.   

Gazeteler 20. yüzyılın teknolojik gelişmesiyle satış rekorları kırmaya doyamazken, önce televizyonla rekabet etmiş, son 25 yılda da internetin cep telefonlarına kadar girmesiyle internetin hızına yetişememiş, internetle rekabet edememiştir. Bu yüzden boylarında değişikliğe gitmiştir.

Şimdiye kadar basılan gazetelerin boyut ve özellikleri şöyledir:

* Büyük boy: 578 mm x 380 mm: Bilgi birikimi olup uzmanlık sahibi kişilerin okuduğu özel konuları işleyen kültürel gazete boyutudur.

* Tabloid: 380 mm x 300 mm: The Sun, New York Post gazetelerine benzer, ünlülerin eğlence hayatını konu edinen, ses getirecek çarpıcı, kimi zaman İtalyanların asparagas dedikleri masa başında uydurulan haberlere yer veren, halka hitap eden gazetelerdir. Bunlarda haber yazısı fotoğrafı tamamlar, fotoğraf haberi değil. Kısaca görsel yanı ağır basan gazetelerdir. 1970’lerde ülkemizde çıkan, en çok satan listesinde yayınlandığı ilk zamanlarda birinciliği kaptırmayan ilk ofset gazete olan Günaydın gazetesi böyle bir gazeteydi. Bu tip gazeteler cahil halkı yüzeysel olarak bilgilendirir.   

* Berliner veya Midi: 470 mm x 315 mm: Bu boyda gazeteleri genellikle Avrupa’da görmekteyiz. Fransız Le Monde, İtalyan La Stampa bu boyda basılan gazetelerdir. İnternet ve TV yayıncılığı karşısında kan kaybı durmayan önemli oranda reklam gelirleri azalırken baskı giderleri artan ünlü büyük boy gazeteler orta boyutta yayınlanmaya başlamıştır. 12 Eylül 2005 tarihinde ünlü İngiliz gazetesi The Guardian orta boyuta geçmiştir. Belçika'da De Standaard ve İsviçre’den Fluck gibi ciddi içerikli gazetelerin satış kayıplarına bağlı gider sorununu çözmek amacıyla küçük (tabloid) boyuta geçerek başarılı olmaları ülkemizde de tartışılmış hatta Radikal gazetesinin bu boyda yayımlanması gündemimize konu olmuştur.




DEVAM EDECEK




Yayın Tarihi: 18.01.16

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ



Merhaba sevgili okurlarım. Bugünkü şairimiz Balıkesir’de 1938 yılında doğan Ahmet Uysal Savaştepe İlköğretmen Okulu’nun, Gazi Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümünü bitirdi. İlkokullarda, liselerde öğretmen olarak çalıştı. İlköğretim müfettişliği yaptığı sıralarda emekli oldu.
Edebiyat dünyasına şiirle girdi. İlk şiirlerini Şairler Yaprağı, Demet, İmece, Çaltı, Türk Sanatı, Varlık gibi dergilerde yayınlattı.

Daha sonra Cumhuriyet, Politika, Akşam, Yeni Halkçı gibi çeşitli gazetelerde, Yeni Toplum, Yeni Dönem, Dönemeç, Türk Dili, Sesimiz, Oluşum, Türkiye Yazıları gibi dergilerde eğitim, edebiyat ve çocuk kitapları üzerine yazıları yayınlandı.
1975’ten sonra çocuk edebiyatı türüne ağırlık verdi. Çocuklara hikâye (Bursa 1975, 4 sayı) adlı bir dergi çıkardı. Çocuklar için pek çok masal, hikâye, şiir ve roman yazdı.

Kitaplarından bazılarının adları şöyledir :

Alaca Baykuş (hikâye) 
Çöpçü Martı (hikâye)
Keloğlan'ın Diliyle (masal)
Yaban Kedisi (hikâye)
Çöp Toplama Yarışı hikâye (hikâye)
Anası Bulut Babası Yağmur (roman)
Mağara Gölünde Serüven (hikâye), 
Ayda Yaz Uykusu (bilimkurgu roman)
Keloğlan’ın Düşü (masal)
Yaban Kedisi adlı kitap, Almanya'da Türkçe/Almanca olarak iki dilde basıldı (1989).
Sıra geldi şairimizin şiirlerine...

...

DÖRTLÜKLER..

Geceyi aldattım suç ortağı
arıyorum kendime
Geçen ömrümü aldattım aşklar
kapatmadı yaramı
Bir çocuk ağlıyordu içimde
yaz yağmuru sandım
Ah, yaşlanarak mı silsem onun
ıslak yanağını

Uzun koşu bitti yarısını bile
geçemedim çölümün
Deli dikenli kaktüsün tutamadım
yasak yemişini
Yenildim bu kuşatmada da uzun
mızrağım kırıldı
Yere düşürdüm aşk burcundan
simgesini üçgenimin

Ahmet Uysal

***

EVVEL ZAMAN ŞAİRLERİ

NECATİGİL
Sokaktan eve taşırdı
İncecik kırgın bir aşkı

EDİP CANSEVER
Mendilinde kan sesleri
De bıraktı Edip Abi

TURGUT UYAR
En güzel ona uyardı
Büyük Saat, erken durdu
Kayayı Delen İncir'in
Yurduydu onun da yurdu

CEMAL SÜREYYA
Çiçek dolu şapkasıyla
Hep güvertede oturdu
Ölümünden sonra bile
Cıgarası yandı durdu

CAHİT KÜLEBİ
Mavi bir türkü söyledi
Bergüzâr oldu Külebi

NÂZIM
Yeryüzüne bir kez gelir
Adı Nâzım olan şiir

Ahmet Uysal

***

GECE SÖZLERİ

Geceyle dinlemeli genişleyen
Bir ağacın gövdesini

Üzerine yıldız sererken
Su vermeli gülün toprağına

Şiir geceyi sever çünkü
Aşk geceyle açıklar kimliğini

Eski bir ırmak yatağında
Yeni bir serüvendir gece

Ve bir kadın sevilmeyi bekler
Gecenin en ince yerinde

Ahmet Uysal

***

GECE TANIMLARI/ 2

bir kadın tenidir gece
ay ışığında soyunan
benim için mi gizlice
gelir denizin koynundan

suyla rüzgârla öpüşür
onun ıslak ürpertisi
açık kalsa üstü üşür
kayınca şiir örtüsü

Ahmet Uysal

***

GÜZ GÖMLEĞİ

Güz gömleği giydi şiir
Hüzün sanıyor görenler
Açık kalmış bir düğmesi
Ki rüzgâr girsin diyedir

Cebinde yağmur kokusu
Bir tutam kurutulmuş ot
Yeni bir imge arıyor
Onunla, ince akan su

Bir kadın eli değmiştir
Belki de yıllar öncesi
Saklar durur unutamaz
O gömleği giydi şiir

Ahmet Uysal

***

GÜZ SONU ŞİİRLERİ

Her şey hazır belki
yarın giderim
Yağmurun sesini de
alırım yanıma
Gömleğimin cebindedir
kuruyan otlar
Eski yerinde kalır gene
bozkır kokusu

Herşey hazır kesin
yarın giderim
Kırgın güz sokağı
uğurlar beni
Benim için rüzgâra
bürünür evler
Kapısını açık bırakırım
ıssız avlumun

Her şey hazır olamaz
hayal bunlar
Şehrini bulamaz bulanık
akan nehir
Savrulur derin vadilerden
düşer köpüğü
Kırık bir dal ucuna döner
kırgın şiirler

Ahmet Uysal


***

İNCE BİR HANÇER

Issız bozkırda usul esen
yaz yelidir hançer
Bütün eski kalıtların yanılmaz
belleğidir hançer

Ayrı kalınca kınından yitik
gümüş kabzasıyla
Zaman içinde çürüyüp gidecek
eğri demirdir hançer

Yıkım günlerinde odur öfkeli
imgesi şairlerin
Pul pul döker pasını birden
umutla devinir hançer

Ay ışığını sever ne de olsa
gecenin dostudur
En çok bir kadın koynundaysa
sevinir hançer

Islak bir parıltı ya da kan
izi bırakır ardında
Yasak sevişmelerin ölümcül
bedelidir hançer

Ne zaman kaygan bir kın
içinde düşünsem onu
Şiirin ipeksi dokusuyla
kendine bilenir hançer

Ahmet Uysal

***

O TEMMUZLAR

Nereye gitsem karşıma çıkıyor ansızın
O temmuzlar, gözlerine benzeyen bir kızın

O temmuzlardı karanlığı sevdiren bana
Parlarken uzaklarda ışığı bir yıldızın

Otlarla, böceklerle uyuduğum günlerdi
Simgesiydim sonsuz bozkırlarda yalnızlığın

Şimdi unuttum bütün adları ve yüzleri
Yüreğimde yangınları kaldı temmuzların

Solumak, bir daha solumak o temmuzları
Güzelliğine vararak çok eski yazların

Ahmet Uysal

***

ÖLÇÜMLER SÖZLÜĞÜ

hüzün/ölçer
rüzgâr: hüzün ölçeridir eylülün,
ürpertir geceyi öptüğü yerden

acı/ölçer
şiir: acı ölçeri kanlı yüzyılın
yaralı bir temmuz atlasında

aşk/ölçer
hançer: ah, onunla ölçülür bütün
ölümcül, yasak aşkları ülkemin

güz/ölçer
şair: güz ölçümüyle yazan şiirini
uyaklar düşüren uzak rüzgârlara

Ahmet Uysal

***

ÖPÜŞ TADINDA

Bir şiir
Tek bir şiir yazmalıyım
Uyağı rüzgar olan
Yağmura bürünmüş soluğu

Bir gün
Tek bir gün kalmalı
Benden kalacaksa geriye
Bir öpüş tadı dudağımda

Ve bir öpüş tadında
Olmalı o şiir de

Ahmet Uysal

***

SANA NE SÖYLESEM ÖMRÜM

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Sen ki şiirler düşürürdün
Uzun uğultularla akan sulara
Toprağın tuzu, taşın izi olurdum

Ayışığı toplardın güllerden
Gecenin ürpertisinden çocukluğumuza
Kırgın kadınlarımıza yazılarda
Oradan oraya savurduğumuz
Sarılan sarılan yalnızlığa

Şimdi nasıl koysam yerine
Kırılan dalı, örselenen çiçeği
Okşasam usulca, öpsem öpsem
Bulutlarla düşlesem, kuşlarla düşünsem,
Şiirle sağaltsam sayrı yüreğimi

Sana ne söylesem ömrüm sana
Sen ki gümüş pullar düşürürdün
Bulanık karanlığına hüznümüzün
Yeniden yeniden kazanırdık umudu
Unutulurdu yenilgi, susardı ölüm

Güz geldi ah, güle ne söylesem
Sana ne söylesem ömrüm
Toparlan, kanınla katıl haydi
Kalan ömrünle, kanayan yanınla
Bir yoğunluğa koy günlerini

Ahmet Uysal

***

Bu haftalıkta bu kadar, hep güzelliklerde buluşmak dileğiyle hoşça kalın.




Yayın Tarihi: 17.01.16

DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE GAZETE 1


Şu an elinizde tuttuğunuz gazetemiz şehrimizin haberlerini size ulaştıran yerel bir gazetedir. Muhabir ve Köşe yazarları da sizlerle birlikte aynı havayı soluyan, kimileri belki tanıdığınız kişilerdir. Reklamlarını bile merak edersiniz, çünkü bildiğiniz bir semtin satılık emlak ilanı olabilir. Tanıdık bir mağazanın, bir akadaşınızın iş yeri reklamı olabilir. Haberleride teşrifat haberleri dışında içimizden birinin haberidir mutlaka. Bir olay olduğunda ertesi gün gazeteye düşmüş mü diye merak edilir.  Spor haberleri şehrimiz futbol takımınızın haberleridir, yada şehrimizde düzenlenen amatör sporların gene amatör sporcularının haberleridir. Ulusal gazetelerin yanı sıra yerel gazeteleride almanız için bir çok sebebiniz var kısaca.

Peki gazetelerin nasıl evrelerden geçerek günümüze geldiğini biliyor musunuz? Bu yazıyı hazırlayana kadar bütün bildiklerimin yetersiz olduğunu gördüm. Biraz araştırınca ne çok bilgiyle karşılaştım bir bilseniz. Hepsini nasıl aktaracağımı düşündüm. Geçen gün biten, okumak dışında her yerde kullandığımızı belirten “HER ŞEYİMİZ; GAZETE” yazı dizisini hazırlarken ona bağlı olarak düşündüğüm bu bölüm veya bölümleri o adla sürdürmek; konusu “gazete” olan bu yazımızın ruhuna uygun olmaz düşüncesiyle ayrı bir bölüm olarak yazmaya karar vermiştim zaten.

Günlük hayatımızın önemli bir parçası olan, çağımıza göre biraz yavaş kalan, tıpkı Televizyon ve televizyonculuğun değişmesi gibi giderek değişecek, belki şekli bugünkünden çok farklı olacak gazetenin tarihine bir bakalım.

Gazetenin asıl amacı bildiğiniz gibi haber vermektir. En ilkel gazetede bile haberlerin duyurulması amacı vardı. O zaman muhabirler, kervanlarla yolculuk yapan yolculardı. Onlara geldikleri yerle ilgili sorular sorulur, edinilen bilgiler, yada hükümet yoluyla gelen haberler biriktirilir, herkesin anlayacağı dille, önceleri Roma imparatorluğunda olduğu gibi fırınlanmış kil tabletlere, daha sonra oldukça büyük bir kağıda yazılıp şehir merkezinde bir duvarda okunmak üzere sergilenirdi. Bunu gerçek bir gazete saymak mümkün değil tabii. Duvar ilanı demek daha doğru olurdu fakat haber vermek amacını taşıdığı için biz bu yayınlara gazete diyoruz. Tam gazete sayılabilmesi için taşınabilir ve istenildiği zaman okunması gerekirdi. Bu özelliklere sahip ilk gazete 1300 yıl öncesine kadar gider. İlk kağıdı bulan Çinliler olduğu gibi ilk gazeteyide Çinliler çıkarmışlardır. Bu gazeteyi çıkaran hükümet olduğu için aynı zamanda resmi gazete olma özelliğini taşıyan gazete  “Başkent Haberleri ” anlamına gelen “Tching Pao” adını taşıyordu.

Çin’de Kai Yuan Za Bao adlı saray genelgesi de Tang hanedanı zamanında dağıtılmış mandarinlerin başarı haberlerini verdiği için bu yayında gazete olarak sayılmıştı.

Bu gazeteler sayesinde hükümetin halkın duymasını istediği gelişme ve duyuruları halk okuma imkânına sahip oluyor, böylelikle büyük olaylardan haberdar oluyordu. Roma senatosunca milattan önce 59 yılında 2.000 adet basılarak “Açta Diurna”, Türkçe adıyla söylemek gerekirse “Günlük Olaylar” adında bir gazete halka dağıtılıyordu. Siyasi gelişmeler, toplumsal olaylar, fethedilen topraklar, gladyatör dövüşlerinin sonuçları (günümüzde maç sonuçları gibi. Aradaki fark eskiden şiddete dayanan sporun, daha doğrusu küçük savaşın, şimdi barış ve kardeşlik adına isim değiştirmesi galiba. Galiba değil kesin öyle. Yarattığı aidiyet sonucunda doğan kamplaşma ve çıkan kavgalar kökenindeki ruhun devam ettiğinin göstergesidir) verilen gazeteyi okumayı bilen Roma’lılar yüksek sesle okuma bilmeyenlere duyururdu.

İlk kayıtlardan bu iki gazeteye rastlandığını belirtelim. Kısaca bilinen en eski gazeteler bunlardır.

İstanbul’un fethinden sonra Alman Gutenberg’in 15. yüzyılda matbaayı icat etmesiyle basım işleri kolaylaşıp hızlandı. Gazetede bundan payını alarak değişme ve gelişme göstererek 16. yüzyılda kendi başına bir yayın olmayı başardı. Bunun sonucu olarak ilk para verip gazete satın almak 16. yüzyılda yaygınlaştı. Venedik hükümeti “Yazılı Haberler” anlamına gelen “Notize Şeritte” adlı bir gazete çıkarıyordu. Bugünkü gazete anlayışına uygun biçimdeki ilk gazete 1605’te Johann Carolus’unaller Fürnemmen und gedenckwürdigen Historie” adıyla Anvers’de Fransızca ve Flamanca, 1609’da Strasbourg’da başka bir gazete Almanca yayınlanmıştır. İlk İngilizce gazete “Nathaniel Butter adıyla” 1622 yılında yayınlandı.
  

DEVAM EDECEK




Yayın Tarihi: 15.01.16

HER ŞEYİMİZ GAZETE 3


“Geçmişi çok daha eskilere gitmesine rağmen “Gazete” 20. yy en yaygın haber organıydı. (...) Bugün okur-yazar sayısının ve eğitim seviyesinin artmasına rağmen gazete asıl amacının dışında kullanılmaktadır dersem şaka yapma dersiniz.” diyerek başladığımız ve “Peki öyleyse şunlardan bir veya birkaçını yapmayan kaç kişi var?” diyerek sorduğumuz soruya örnek cevaplarla yazı dizimizi bitiriyoruz.

19:
Yaz güneşi kafamıza geçer. İnşaatçılar, çiftçiler ne yapsın? Herkes hasır fotel şapka sahibi değildi ki. O zaman gazeteler imdada yetişirdi. Gazetelerden “Şapka” yapılırdı.
Çocukların hayalide büyük olur. Bir yerde su birikmiş görmesinler. Ya yalınayak suya girerlerdi, ya tahta parçası, yada gazeteden “Gemi” yaparlar yüzdürürlerdi.

20:
Denizci olan kadar havacı olanda vardı. Kuşlar kadar uçamazlardı ama gazeteden yaptıkları “Saz ve şeytan uçurtması”yla maviliklere dalar kuşlara selam verirlerdi.

21:
Sıcak havalarda klima ne gezer. Kimi yerlerde tavan pervanesi mekânı serinletirdi. Vantilatörler çıktığında devrim olmuştu. Herkes koşa koşa gidip almıştı. Olmadığı zamanlarda gazeteden yapılan “Yelpaze” en iyi serinleticiydi.

22:
Maça gitmeyen var mı? Ben bile Sakaryaspor maçlarına gittikten sonra, gitmeyen herhalde çok azdır. Maçtada en iyi “Tribün koltuk altlığı” gazete değil midir?

23:
Bu yakınlarda burada yayımlanan bir yazımda insan en büyük tüketicidir demiştim. Tüketirken çöp üretir. Hafta sonu piknik alanlarını gezin dediklerime hak verirsiniz. İhtiyaçtan bütün hayvanlar tüketir ama zevkten tüketmez. İnsan hem ihtiyaçtan hem zevkten tüketirken geride çöp dağlarıda bırakır. Evlerimizin içinde çöp kovası olmasa koyacak yer bulamayız. Artık çoğumuzun evleri bahçeli değil. Çöp kovası boşaltılıp çöpler çöpçülerin alması için çöp bidonuna alındıktan sonra gazete “Çöp kovası altı” olarak kullanılıyor.

24:
Çanta ve çanta benzeri şeyler yeniyken boş bırakılırsa ister deri, ister vinlex, ister başka bir maddeden yapılmış olsun kırılır veya kırışır.. Gazete bu yüzden çanta satılana kadar “Yeni çanta içi dolgusu” olarak çantaların içini doldurur.

25:
Terziler dikecekleri elbiseler için diktirecek kişilerden çeşitli beden ölçülerini alır. Sonra bunu kumaş ziyan olmasın diye ilk önce kağıt üstünde uygular. Bu uygulamaya patron, bu iş için kullanılan ince kağıdada patron kağıdı denir. Bu uygulama için özel kağıtlar bulunamazsa “Elbise dikim patronu” olarak gazete kullanılır.

26:
Her türlü motorlu taşıtın gün gelir sayısız nedenlerle rengi atar, yada boyası soyulur. Bir şekle girmesi için oto boyacısına ihtiyaç var demektir.  Boyanması için oto boyacısına verdiğiniz motorlu taşıtınız “Oto boyamada” boyanması istenmeyen, yada kimi boyanacak yerleri farklı ton veya renkte boyarken boyanmış yerleri kapatmada gazete kullanılır, biliyorsunuz değil mi?

27:
Bir ara modernlik sayılıp Pazar veya manavlardan alınan gazeteden yapılan “Kese kağıdı”na koyulan sebze ve meyveler naylon poşetlere konur oldu. Naylon poşetlerin doğada çabuk yok olmadığı, ayrıca kanserojen madde içerdiği belirlendiği için tekrar kese kağıdına dönülmesinden söz ediliyordu. Gazete kağıtları o yitirdiği eski özelliğine mi kavuşuyor yoksa?

28:
Bu satırları okuyan okurlarım, çocukluğunda kim Leblebi/Çekirdek/Şeker almamıştır ki? Onlar neyin içine konulurdu? Unutulur mu hiç, elbette gazete kâğıdından yapılmış “külâh”ın içine konurdu.

29:
Gazete alanlar acil günlük küçük notları gazetelerin boş kenarlarına yazarlardı. Bu bakımdan gazeteler aynı zamanda “Not alma kağıdı” idi.

30:
Peki asıl amacının dışında bir çok kullanım alanına sahip kıldığımız gazeteyi okumaz mıydık?  Okumaz olur muyduk, okurduk tabi. Futbol, at yarışı, piyango, toto, loto sonuçlarını öğrenmek için okurduk.


SON



Yayın Tarihi: 13.01.16

HER ŞEYİMİZ GAZETE 2



“Geçmişi çok daha eskilere gitmesine rağmen “Gazete” 20. yy’ın en yaygın haber organıydı. (...) Bugün okur yazar sayısının ve eğitim seviyesinin artmasına rağmen gazete asıl amacının dışında kullanılmaktadır dersem şaka yapma dersiniz.” diyerek başladığımız ve “Peki öyleyse şunlardan bir veya birkaçını yapmayan kaç kişi var?” diyerek sorduğumuz soruya örnek cevaplarla yazı dizimize devam ediyoruz.

10:
Eskiden kapkacak yıkanıp temizlendikten sonra mutfak raflarında gazetelerde sıkça değişirdi. Onun üstüne tabak tencere dizilirdi. Siz hiç “Mutfak rafı örtüsü” gazete görmediniz mi?

11:
En azından ölümlü kazalarda görevliler gelene kadar yerlerinden oynatılmayan ölülerin üstünün gazetelerle örtüldüğünü televizyonlarda görmüş olmalısınız. “Kazalarda ceset örtüsü” gazetedir.

12:
Çarşı Pazar alış verişlerinde, şık ürünler haricinde gazete “Paketleme kağıdı”dır.

13:
İçki içenlerin garip bir tedirginlikleri vardır. Onlar içtiklerini saklarlar. Ama biz onların şişe olduklarını fark eder ve içki taşındığına hükmederiz. Yanılmaz mıyız? Yanılabiliriz de. Nitekim babam kola getirse sardırırdı. Leke çıkarmak için getirdiği benzin de sarılı gelirdi. Sobayı yakmak için alınan gazıda sarardı kimileri. Biz genede gazetenin özellikle “Bira ve Rakı sarma” kağıdı olduğunu söyleyelim.

14:
Bir yerden bir yere taşınırken en büyük derdimiz kırılacak eşyalardır. Cam eşyalarda çok narindir, sarsılmaya gelmez. Bir karton kutuya dizilmek, etraflarının gazeteyle sarılması yetmez, içleride gazeteyle doldurulur. Bu bakımdan en iyi “Kırılacak eşya sarma” malzemesi gazetelerdir.

15:
Kim sevmez kuru fasulyeyi? Kokusunu duyduğum anda mest olurum. Kimi mantı, kimi kebaplar, kimi börek milli yiyeceğimizdir dese bile hiç kuşkum yok, herkes ittifakla fasulye milli yiyeceğimizdir der. Proteincede çok zengin olan bu yiyeceğimiz posalı oluşuyla ayrı öneme sahip. Birde pilav üstünde düşünsenize onu, kim bayılmaz ki? Sağ gösterip sol vuran boksör gibi oldum ama pilav demlenirken tencerenin üstüne ne konur? Gazete tabii. “Pilav pişirme” konusunda gazete buharın yok olmasını önleyerek, önemli bir kısmınıda emerek kıvamı sağlayan araçtır.

16:
Hayvan sever bir millettik, şimdikiler gibi pek göstermezdik. Evimizi kentimizi hayvanlarla paylaşırdık biz. Şimdikiler gibi sadece köpekçi, sadece kedici değildik. Yiyeceklerimizden onlara bir pay ayırırdık. Eski evlerin ille arka bahçesi vardı. Arka bahçede kuşlar bile düşünülür, bir kap su, kırıntılardan oluşan yiyecekler güvercinliklere konurdu. Şimdi büyüyen evimizle küçülen çevremiz sonucu içeri tıkılınca her şey için, daha çok yalnızlığımızı (bu kadar kolay boşanma, bu kadar bencillik sonucu başka ne olur ki?) gidermek için kedi köpek ve kuşları da içeri tıktık. Özellikle evlerdeki kafes hayvanlarının temizliği sağlığımız için çok önemli. Kafesler temizlendikten sonra “Kuş kafesi altlığı” olarakta gazeteler kullanılır.

17:
Eskiden öyle fakirlik vardı ki, bir odada oturulur, öteki oda boş olurdu. Boş odanın camında perdede olmazdı. Bu durumda içerisi görünmesin diye camlara gazete bantlanarak yapıştırılır böylece gazete “Perdesiz camlara perde” olurdu. Şimdi olmaz mı? Kim bilir, belki oluyordur. Eskiden ayrıca kışa girerken ahşap olan kapı ve pencere camıyla çerçeve arasındaki boşluklar un ve suyla yapılan bir tutkalla gazete yapıştırılarak kapatılır evlerin içine rüzgârın girmesi önlenirdi.  

18:
Artık otomobili olmayan yok neredeyse. Kimilerinde birden fazlası var. Benim mahallemde bir evde 3 araç bilirim. Akşamları herkes evine geldiğinde yollar park etmiş araçlarla doluyor. Hafta sonları araçların temizlik günü. Araç temizliğinin ardından herkes bu temizliğin biraz sürmesi için gazeteleri “Araçta paspas” yapar bilirsiniz.


DEVAM EDECEK




Yayın Tarihi: 11.01.16

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ


Merhaba sevgili okurlar! Bugünkü şairimiz Cahit Irgat. Size kısaca kendisini tanıtmak istiyorum.   

Lüleburgaz 1915 doğumlu olan Cahit Irgat, Edirne Öğretmen Okulunu son sınıftayken bıraktı. İrili ufaklı çeşitli Tiyatrolarda oyuncuk yaptı. 1932 yılında girdiği Ankara Devlet Konservatuarı’ndan 1936 yılında ayrıldı. İstanbul Şehir Tiyatrosu, Küçük Sahne, Devlet Tiyatrosu, Adana Şehir Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu’nda bir çok oyunda rol aldı. Cahide Sonku’yla “Cahitler” Tiyatrosu’nu kurdu. Burada da  sayısız oyun oynadı. Bu arada sinema oyunculuğuda yaptı. 1940 kuşağının önemli bir şairidir. 5 Haziran 1971’de İstanbul’da öldü.

...

AĞAÇ

Ağacım, dört kol çengi kıyamet
Her dalımda bir memleket
Uzar kollarım uzar
Taşımda toprağımda bereket
Köklerimden başlar hürriyet
Bana çarptıkça anlar
Yağmur yağmur olduğunu
Rüzgâr, rüzgâr.

Taşımda toprağımda kıyamet
Köklerimden başlar hürriyet.

Cahit Irgat

***

İNSAN GİBİ

Çok yakında bir gün
Çok yakında bir gün
Ağır uykulardan uyanacaklar
Zor kapıları açacaklar
Yere sağlam basacaklar.

Sevgiden sırılsıklam
Yangınlanacak aşklar
Çok yakında bir gün
Çok yakında bir gün
İnsanlar insan gibi yaşayacaklar.

En dar en karanlık sokaklar
Çok yakında bir gün
Çok yakında bir gün
Bayramlaşıp ışıyacaklar
Hürriyet giyecek aydınlık ayaklar.

Cahit Irgat

***

MEMNUNUM DİYEMEM

Memnunum diyemem yaşadığıma,
Bana bir şey söylemiyor
Bu deniz parçası, bu taka.

Gün bitti, yollara düştü kahır
Ötme vapur, gelemem
Dört duvara sarılmışım.

Sarmadı gitti beni
Bu yandan çarklı dünya;
İki yakam bir araya gelmiyor
Ivırı zıvırı caba.

Parmak parmak çürüdü
Bir karış ömrüm,
Yalan şeyleri özlemişim, nâfile
Nâfile şiir yazmış, kahırla yıkanmışım,
Gülmüşüm söylemişim, boşvermişim her şeye,
Senin için yaşamışım insanoğlu, nâfile!

Cahit Irgat

***

RÜZGÂRLARIM KONUŞUYOR

Ben bir harp esiriydim
Bulutları seviyordum, hürriyeti seviyordum
İnsanları seviyordum,
yaşamayı seviyordum
Bulutları gözlerimden boşalttılar
bir gece.

Yalan söylemeyen bir dünyada.
Ben de yalan söyleyemem.
Ve ben şeffaf, tertemiz 
Pırıl pırıl bağırıyorum:
Yetişir oltaya yem
Dile küfür olduğumuz,
Yetişir bozuk para gibi savrulduğumuz.

Gözlerim var, görüyorum:
Yarı çıplak, çırılçıplak
Ölülerle dolu toprak
Ölüler sarmaş dolaş
Ölüler sivil, asker, ihtiyar
Ölüler buram buram
Nefret kokuyor

Ve dilim var, söylüyorum:
Benim de altçenemi
Gözlerimi alacaklar belki de 
Yaşamak ve hürriyet istedim diye
Ve belki de bir sabah
Gün doğmadan az önce
Heykelim dikilecek
Bir darağacına.

Cahit Irgat

***

SOKAK

İnsanlar geçiyor sokaklardan
Kendi ölüleri omuzlarında
Bir hayat nefes nefese, orman orman
İnsanlar geçiyor sokaklardan
Sevgiler taşmış, merhametler taş
Buram buram tütüyoruz taştan topraktan.

Cahit Irgat

***

SON YALNIZ

Kaç bin alkış, gözyaşı ucu
Sarmaş dolaş arkadaşlık pabucu
Aynaların bu kaçıncı öpüşü
Bu gece mi bu yağmurun yağışı

Bir oyuncu geçiyor iki büklüm sus
Yaşadığı günlerin doruklarından
Kala kala bir yağmur gözlerinde biriken
Aynalarca uykusuz

Cahit Irgat

***

BÜTÜN ŞEHİR ŞAHİTTİR

Başımı rakı değil döndüren
Bu öğle sıcağında
Ekmek kokusundan da güzel
Alnının ter kokusu.

Ver meyveni mürdüm ağacı
Arzum gibi yağ yağmur
Bütün şehir şahittir
Bu kadını sevdiğime.

Cahit Irgat

***

BİR DALDA İKİ SALINCAK

Yürümüş otlar dizine
Kentin ışıkları gözüne
Herkes cümbüşüne sazına
İlmik senin boğazına

Vardı elbet bir merhaban bu kente
Geldiler gördüler mi sallandığını acaba
Salıncaklar kuruldu şimdi başka ağaca
Dirin kaça, ölün kaça

Ne dört kitap, nice mezhep, nice din
Bu ağacı insana insan diye gösterin

Cahit Irgat

***

KORKUYORUM


Her yerde aynı hava, aynı koku, aynı dert
Korkuyorum
Sen de kaçma bu şehirden
Yalnız bırakma beni
Gökler bile değişiyor lahzada
Ardından geliyor bak
Güneşiyle bulutuyla gökyüzü
Bütün şehir, bütün deniz, yeryüzü
Sen de kaçma bu şehirden
Yalnız bırakma beni
Ben fakir bir sahilin
Kahır yüklü çocuğu
Korkuyorum

Cahit Irgat
  
***

BİR GARİP YALNIZLIK

Çalmasın kapımı kimseciklerim
Boş bulut yıldız yalnızlığında
Çok uzun gözlerinin içindeyim
Çalmasın kapımı kimseciklerim

Çok uzun gözlerinin içindeyim
Sonsuzluğumu içiyorum bebeklerinden
Körkütük zehir zıkkım
Çalmayın kapalı kapım

Küflü bir akşamüstü terli
Uludum arınmamış camlarda
Ne telefon ne kapı zili
Çalmasın ben evde yokum

Çok uzun gözlerinin içindeyim
Çalmasın kapımı kimseciklerim

Cahit Irgat

***


Haftaya gene bir şairle buluşmak ümidiyle, hoş ve hoşça kalın sevgili okurlar!



Yayın Tarihi: 10.01.16