30 Eylül 2009 Çarşamba

GEL DE ŞAŞMA!

         Şaşırmak ve hayret etmek “cehalet ana”dan doğma kardeş duygulardır. Bilgiyi sevgili edinmemiş bir “cehalet ana” sanal analık yaşar. Analığı gerçek analık olamaz. İdrak etme, anlama, kavrama zorluğu çektirecek bir cahillikten söz etmiyorum. Öyle bir cehalet, rahmi olmayan bir kadının ana olamayacağı gibi, sanalda olsa ana olmaya aday bile değildir. Anlaşıldığı üzere, şaşırmak veya hayret etmek için bile bir ön bilginin olması gerekir. O kadar bilgisi olmayan kişi, şaşırmak veya hayret etmek yerine daha çok korku duyar. Doğa olayları ve ani gelişen bir durum buna örnek olabilir. Kısacası hiç bilmezsek korkarız, az bilirsek şaşar veya hayret ederiz.

         Bazen de sosyal olaylar bizi şaşırtır. Bu konuda uzman olsak bile sıklıkla karşılaşılmayan her durum bizi hayrete sürükler. Örnek olarak “Parayla seks yapan eşine dava açtı” şeklinde bir haber duysanız şaşırmaz mısınız? Önce eşlerden birinin diğerini aldattığını düşünüp boşanma davasını açanı haklı görürsünüz. Bende öyle sanarak bu haber başlığını geçtim. 3. sayfa haberlerine pek itibar etmem.

         Bilgisayarımda “Milliyet Haberci” programı kurulu. O program bu haberi adeta gözüme gözüme soktu. Bende mecburen okudum. Meğer öyle değilmiş. Meğer para karşılığı seksi eşiyle yapıyormuş hanımefendi. Şimdi gel de şaşırma, “haydaaa” deme! Haber gül gibi katmer katmer açtıkça şaşkınlığım katlandı. Nerdeyse küçük dilimi yutacaktım. Olay Türkiye’de olan bir olaydı. Davacı beyefendi 82, davalı hanım 56 yaşındaydı.

         Bana gelen haberi aynen aktarıyorum.

         “Gazete Habertürk'te bugün (14.09.09) Cemal Doğan imzası ile yer alan habere göre, 5 yıllık karısının, yatağa girmek için her seferinde 40 TL istemesine dayanamayan koca mahkemeye başvurdu. Duruşmada eşinin, cinsel ilişki için kendisinden sürekli para istediğini belirten 82 yaşındaki koca Süleyman P. “Bir keresinde param yoktu, 20 liraya razı ederek yatağa girebildim” deyince, hâkim ve duruşma salonundakiler şaşkınlığa uğradılar. Süleyman P ile 56 yaşındaki eşi Amina P. duruşmaya avukatları olmadan geldiler.


         Koca Süleyman P. evliliklerinin başlangıçta imam nikâhlı olduğunu, son 1.5 yılında ise resmi nikâh yaptığını belirterek, şunları söyledi:“Ancak kendisi, sürekli olarak kendi odasında yatmaya başladı. Yatağıma gelmek için benden para istiyordu. Her girişinde ben de mecburen para veriyordum.” İlk eşinden 5 çocuğu bulunan Süleyman P.’nin bu sözleri, salonda büyük şaşkınlığa neden olurken, izleyenler gülmemek için kendilerini zor tuttu.


         Hâkim Mustafa Ateş, “Tam anlamak için soruyorum, nasıl yani, karınız cinsel birliktelik için para mı istiyor” diye sormak zorunda kaldı. Bu sırada hemen karşısında duran eşi Amina P.’nin gülmesine de iyice sinirlenen koca Süleyman P. ise “Evet hâkim bey. Son olarak iki kez 40’ar TL verdim. Hatta bir keresinde param yoktu, 20 TL’ye razı ederek yatağa girebildim” karşılığını verdi.”

         Eskilerin “kırkından sonra azanı teneşir paklar” sözü aklıma geldi. Uygun olmayan durumu belirterek sonunun iyi olmayacağını işaret eden bir sözdür. Bu amcamız iki kere kırkını aşmış, iki yılda fazlası var.

         Şimdi şaşırma nedenimi anladınız mı? Yaşama dair isteklerinde azalma olmaması ve yaşama bağlılığı aslında övgülük bir durum. Aynı zamanda sağlık işaretidir de. Bunların hepsi bir arada kaç kişide olabilir? İşin bu tarafından görürsek duruma iyimser bakmış oluruz. Ne kadar iyimser baksakta ortada bir gariplik var. Garipliğin nedeni bence yaşlılıktır. Çünkü yaşlılık tıpkı çocuklukta olduğu gibi bencilliklerin saklanmadığı dönemdir. O bencillikle doğal olarak utanmada ortadan kalkar. Kaç genç insan, utanmadan böyle bir nedeni anlatabilir ki? Bırakın anlatmayı, böyle bir şeyi teklif bile edemez. Çünkü bu teklif sonrasında kadına hakaret etmekten toplumun tepkisiyle karşılaşacağı kesindir. Böyle bir kişiyi düşünebilir misiniz?


Yayın Tarihi : 30.09.09

28 Eylül 2009 Pazartesi

YENİ EĞİTİM YILINA BİR KAÇ SÖZ..




         Bayram ertesi yeni öğretim yılı başladı. Okula gidiş geliş saatlerinde cadde ve sokaklar cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle çınlayacak artık.

         Ben okul çağındayken bir tanıdığımızın şu sözüne çok kızıyordum; “keşke hala çocuk olsam ve sabahları arkadaşlarımla okula gitsem.” Ne kadar anlamsız gelirdi o söz anlatamam. Her sabah uykudan uyanmak, sıcak yataktan kalkmak, soğuk havada, yağmur kar demeden okula gitmek, gözümüzde büyüyen, katlanılması zor bir şeydi. Annemize nazlanırdık, biraz daha uyuyalım isterdik. Kahvaltı etmek uyku sersemliğinde olacak iş değildi.

         Bunlar okula gitme hazırlıklarıydı. Ya sonrasına ne demeli? Okula gitmekle iş bitmiyordu ki..  öğretmenlerimiz sözlü yada yazılı sınavları bazen aniden de yapabiliyordu. Önceden bilerek yazılı veya sözlü sınavlara hazırlanmak ayrı bir esaretti bizim için. Sadece bizimle kalsa.. bütün ev halkı bize esir olurdu. Az şey mi, ertesi günü sınav var! Kaldı ki engelli olduğum için her gün okula gidemiyordum. Her gün okula gidenler bunu daha çok yaşıyorlardır sanırım.

         Bu duygular içinde okul sözcüğü fazladan bir zorunluluğu çağrıştırdığı için “keşke hala çocuk olsam ve sabahları okula gitsem” diyen o tanıdığımıza şaşırıp kalıyordum. Ne güzeldi işte! Büyümüştü, koca kadın olmuştu. Bizde büyüyüp koca adam olmak için yanıp tutuşmaktayken çocuk olmaya özlem neyin nesiydi? O sıralar bunu anlayamazdık. Anlamadıkta zaten.. aradan geçen her yıl bizi istediğimiz yere, yani koca adamlığa getirdiğinde, bu yerin öyle matah bir yer olmadığını anladık. Fakat geriye dönüş imkansızdı. O zaman bizde o sözü söylerken bulduk kendimizi. “keşke hala çocuk olsam ve sabahları arkadaşlarımla okula gitsem.” Ne sihirli bir cümle bu ya rabbim. Söylediğim andan itibaren çocukluk heyecanını ta yüreğimde duydum.

         Yarınlara hazırlandığını bilemeden kırlarda zıp zıp zıplayan kuzular gibi hayata pembe gözlüklerle değil, pembe gözlerimizle bakarak kaygısız, tasasız, korkusuz ve günahsız yaşamaktı bütün bunlar.

         Düşünsenize bir son bahar günü okullar başlıyor ve siz ilk okula gidiyorsunuz. Renkler ne melankoliktir değimli? Kızılın her türü yerlerde ki yapraklardadır. Ağaçlar size konfeti gibi başınızdan aşağı yapraklarını döküyorlar. Birkaç kelebek nasılsa hala ortalarda. Kuşlar bitmek bilmez gevezelikle size bir şeyler anlatıyorlar. Soğuk yanağınızı okşuyor biraz hoyratça da olsa.. akşam üstleri eve dönerken, giderek artan baca dumanlarını görürsünüz. Köşe başlarında kestaneciler müşteri çekmek ister “kestane kebap, yemesi sevap” nidalarıyla. Yağmura yakalanırsınız bazen, saçlarınız ıslanır. Evde veya okulda soba başında üstünüzü başınızı kurutmaya çalışırsınız. Okuldaysanız arkadaşlarınızla, evdeyseniz kardeşlerinizle itişerek.. sonra mevsim kışa döner. Kim birbirine kar topu atmamıştır ki? O beyaz güzelliğin içinde her yer yatılacak yerdir. Bir güzel karların içinde yuvarlanılır. Okul bahçesinde kardan adam yapan ağabey ve ablalara özenerek bakarız. Bir gün bize de öyle bakacaklardır oysa. Başka bir gün taşların arasından karların içinden bir çiçeğin boynunu uzattığını görürüz. Onun kardelen çiçeği olduğunu bilmeyiz. Kardelenlerin baharın habercisi olduğundan hiç haberimiz yoktur o sıralar. Bahar kardelenlerden hemen sonra çıkar gelir, o kadar bekletmez. Ağaçlar bir dahaki eylül için yaprak biriktirirler yeniden. Kuşların gene çenesi düşer. Leylekler gelir uzak diyarlardan, hacı leylekler, bir takkeleri eksiktir. Nisan yağmurlarının gözleri güler. 5 mayıs akşamı her köşe başında yakılan ateşlerden atlarız. Ertesi gün hıdrellezdir, kırlar bizi bekler. O gün okulumuzun yalnızlıktan biraz canı sıkılır. Sonrasında tatil kapılarına gelir dayanırız. Okulu bitirenlerimiz için öğretmenlerinden, arkadaşlarından ayrılma dönemi de aynı zamanda gelir. Göz yaşlarını en çok kızlar döker gene. Mendillerini sıksan şıp şıp damlar.

         İşte böyle güzel günler yaşanırdı her yıl. Peki şimdi bunlar yaşanmıyor mu? Nasıl yaşansın ki? Şimdi çocukları evlerden servis araçları gelip alıyor, sonrada okullardan alıp getiriyor. Büyük kentlerin dayattığı bir gerçekliktir bu. Güvenle okula gönderemeyince bu yola baş vurulmuş oldu. Kimsenin kimseyi tanımadığı büyük kentlerde okulların biraz uzak olması durumunda çocukların güvenliği için servislerden vaz geçilemeyebilir. Ama bizim gibi henüz o büyüklükte olmayan kentlerde de servis ağının olmasını anlayışla karşılayamıyorum. Geçinme güçlüğü çekenler bile servis parası ayırmak zorundalar. Bu ne demek biliyor musunuz? Ne yenip içildiğini kimse görmediği için en kolay kısıntı yapılacak şeye, gıdaya daha az pay ayırmak demek. Yada kredi kartlarıyla bitmek bilmez borçlanma batağına saplanmak demek. Ama herkes çocuklarını servislere vermenin havasını atacak ya..

         Ayrıca artık çocuklar doğadan git gide uzaklaşıyorlar. Kelebekleri kuşları çizgi filmlerde bile göremiyorlar.  Bu çağda robotlar yetiştiriyoruz. Çocukların ilgi alanlarına bakın, bunu açıkça görürsünüz. Bizler bu kadar aşırılıklar içinde olunca başka türlüsünün olması düşünülemez. Çocuk yetiştirmekten de bir haberiz. İlk önce biz büyüklerin bu konuda eğitilmesi şart bence. Benim korkum birkaç nesil sonra insan olma özelliklerini kaybetmiş insanlar yetiştiriyor olmamızdır. Şunu unutmayalım ki topraktan uzaklaşıldığı oranda insan olmak bir yana her hangi bir canlı türüne bile dahil olamayız. Bırakın çocuklar yürüsünler. Bırakın çocuklar üşüsünler. Bırakın çocuklar acıksınlar. Bırakın çocuklar ıslansınlar. Bırakın çocuklar dövüşsünler. Mücadele etmek başka nasıl öğrenilir? Konserve kutularında canlı balık gördünüz mü hiç siz? Akvaryumdaki balıkları denizlere göllere salabilir misiniz? Kafesteki kuşları salıverseniz yemleri ayağına gider mi? Yada onlar mı bir kediye yem olmaya gider?

         Bunları lütfen düşünün. Lütfen ana baba okulları için isteklerde bulunun. Çünkü öğrenmek zorunda olduğumuz çok şey var. Yeni öğretim yılının tüm öğrencilerimize yararlı olmasını dilerim.

Yayın Tarihi : 28.09.09

27 Eylül 2009 Pazar

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 14

Merhaba şiir sever okurlar. Geçen hafta verdiğim bu yazı bayram reklamları yüzünden yayınlanamadı. Oysa şiirlerimle sizlerin bayramını kutlamak istemiştim. Bir hafta gecikerek bu şiirleri sunduğum için bizi bağışlar mısınız? Yazıyı olduğu gibi aşağıya aktarıyorum.
……………………………………………………………………………………………

Bugün merhabamın içinde çocuksu sevinçler var. Bir bayram sabahına uyanmak herkes için ödüldür. Ramazan ayını ibadetle geçirenler, fakirleri ve çocukları sevindirenler için esas ödülün habercisidir bu ödül. Esas ödül nedir derseniz cennete gitmek demem. Esas ödül Allah’ımıza kavuşmaktır, peygamber efendimizi görmektir. Ana babamızla, eşimizle çocuklarımızla oradada beraber olmaktır. Cennette bunun vasıtası.. sözün burasında bizim gönül adamımız Yunus Emre’yi hatırlamamak bence haksızlık olur. Ne demişti hatırlarsınız;



Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni


Yunustur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni

Tensel bütün hazları bırakın ruhun doyacağı yerdir cennet. İbadetler Allah’ımızın huzuruna çıkabilmek için yeryüzünde vize alma girişimlerimizdir. Ne mutlu bu vizeyi alarak bayrama erenlere. Hepinize sonsuz mutlulukla nice bayramlar diliyorum. Bayramınız kutlu olsun.

Her zaman olduğu gibi bu gün de şiirlerimle gününüzü renklendirmek istiyorum.

BİR TİRENE BİNERDİN


Bir tirene binerdin
Hep meçhule giderdin
Aynı tirene binerdin
Ardın sıra kuşlar
Ardın sıra rüzgâr
Bulutlar yağmurlarda giderdi
Ben zamansız ve mekansız
Bir sancı gelir apansız
Cinnet yeşilleri giyerdim
Yalnızlıktan çıldırırdım
Boş sokaklarda gezerdim
Bir tirene binerdin
Hep meçhule giderdin
Tenhalaşırdı koca şehir
Gözyaşlarım coşkulu nehir
Ama ben ağlayamazdım
Gözlerim kızarırdı
Yaşama isteğim azalırdı
Aklıma gelirdi soylu intiharlar
Cesaretim yoktu ölemezdim

Aydın Göle
1997

***

SENDEN İSTEDİĞİM BU DEĞİL


Senden istediğim bu değil
Yanar dağların ağzından kar getirme
Zemherilerde bir gonca
Sen bana elini uzatınca
Yüreğim uçar sana doğru
Minik bir serçe gibi ürkek, usulca


Ben mahcup kadife
Uzanıp var gücümle sevgimize
Kuşatırım baştan aşağı her şeyi
Bir tutunamam sedefe


Senden istediğim bu değil
Ne bana kaya gibi sert ol
Nede bana köle gibi eğil
Kır kabuklarını ruhunu soy
Çırılçıplak benliğini getir önüme koy


Ben mahcup bir kadife
Yaşamadan çocukluğu ulaştım gençliğe
Bu yüzden bir yanım eksiktir hep
Bu yüzden senden seni istiyorum, sevgini
Sensiz tutunamam sedefe


Aydın Göle
26.02.98

Genellikle şiirleri bir çırpıda yazarım fakat bu öyle olmadı. Bu şiiri bir günde yazamadım. Yani zor bir doğum geçirdik. Ağzımın içinde söylendi durdu, bir süre sonra sökün etti, geldi. Sevgisi zor bir kişiye yazılmıştı. Nedense ben hep zor kadınları sevdim. Ama onlar bana zorsun derlerdi. Hadi ben deliyim diyelim, ya siz? Madem ben zorum, benle ne zorunuz vardı? (..) sevgi anlaşmak değildir/ nedensizde sevilir/ bazen küçük bir an için/ ömür bile verilir (..) Özdemir Erdoğan’ın ne güzel bestesidir bu şarkı. Sevginin nedeni olmaz!

Bir gün unutulsa da ismim
Bir gün yok olsa da cismim
Gözyaşı saflığında sana
Hatıram olsun resmim


Gün gelip anarsan eğer
Yürekten yanarsan eğer
Uzaklarda olsam da ben
Ellerim sana değer.


Aydın Göle
12.06.98


Yukarıdaki şiiri o zamanki adıyla şemsiyeli parkta kan kardeşimle çekildiğimiz şipşak resmin arkasına yazdım. Aşağıdaki şiir ise hayali bir sevgiliye yazıldı.

Menevişli gözlerinde bir çift kuğu
Ağır bir vakarla yüzer bilmeden yokluğu
Güvercin göğüslerin unutmamıştı çocukluluğu
Nefes nefese gelmiştin geçmiş yüzyıldan
Fazla kalamazdın gidecektin birazdan
Göreni deli eden kıvırcık saçların
Bembeyaz omuzlarından dökülürdü fütursuz
Kal bir tanem, gitme, gözlerim sana aç, sana susuz
Kal gitme durgun göllerin kuğusu
Kal ne olur gözlerimde hasretin buğusu
Sigaram can simidim ona sarıldım
Bir deste iskambil gibi sana karıldım
Bir seni içtim bir sigarayı
Ciğerlerimde hapsettiğim sendin, duman değil
Menevişli gözlerindi içtiğim, rakı değildi
Başımı döndüren sendin alkol değil
Sabaha karşı horozlar öttü aceleyle
Herkes uyumuştu, ikimiz uyumamıştık
Hiç konuşmadan saatlerce bakışmıştık


Aydın Göle
13.06.98

İşte benim destanım. Yıl 1998. Yer Erenler belediyesinin altında bir büro. Orda Sakarya Ortopedik Özürlüler derneğimiz vardı. Oraya bir sekreter kız alındı. O kız daha sonra benim kankam olan kızdı. Onun yaşı 19, benim 42 idi. Sevmeyi bilen, sevilmeye layık çok yönlü bir muhteşem kişilik.. şiiri okuyun en iyisi. Onu istediğim gibi söze dökemiyorum.

ONDOKUZ : 1


Onu bana anlatmayın, hepiniz dilsiz kesilirsiniz
Hem hiç onu gördünüz mü, siz nereden bileceksiniz
O uzak galaksilerin bilinmeyen yıldızı
Yolunu şaşırmışta gelmiş, yörüngesinden çıkıp
O evrenin alnı güneşli tek kızı
Belki gidecek bir gün beni bırakıp


Hiç görmedim onun kadar parlak bir ışık
Yüreğinde volkanlar patlıyordur muhakkak
Yüzünde daima hüzünlü bir tebessüm
Baktıkça gözlerime, incilenmiş gözleriyle
Konacak dal bulamayan bir serçe oluveririm
Avuçlarında can veririm


O uzak galaksilerin bilinmeyen yıldızı
Ben aç susuz, sevgi hırsızı
Yolunu şaşırmışta gelmiş yörüngesinden çıkıp
O evrenin alnı güneşli tek kızı
Belki gidecek bir gün beni bırakıp

Aydın Göle
22.07.98



***


ONDOKUZ : 2


Gölgen senden büyüktü
Efkâr binmişti kaşlarına
Bedenin ayaklarına yüktü
Bir hüzün çökmüş saçlarına
Seni kalabalıklar içinden seçtim
Beni tanımadın, önünden geçtim
Yağmur yağıyordu caddeye
Hava kararıyordu, ışıklar yanmamıştı
Elimde tabanca olsa ateş edecektim
Efkârın dağılsın diye
Sen çocukları anlıyordun
Belki bundan ağlıyordun
Yağmur yağıyordu gözyaşlarını göremedim


Aydın Göle
28.07.98



Bu günlük de bu kadar. Haftaya şiirlerle kaldığımız yerden devam etmek üzere, hoşça kalın.


Yayın Tarihi : 27.09.09

26 Eylül 2009 Cumartesi

AYDIN ÇIKMAZI 3


         Aydın kimdir?
         Bugün yazının 3. gününde konuyu anlamak için aydın kelimesinin anlamını bir kez daha  görelim mi? Aydın parlaklık demektir, ışıklı demektir. Eskiden bu kelimenin karşılığı münevverdi. Onunda anlamı nurlu yani ışıklıdır.

         Aydın kelimesi günümüzde özünü kaybetti. Artık kimler aydın değil ki? Mankeni, sanatçısı, popçusu, topçusu, politikacısı, esnafı, toto ve loto milyarderi, gaspçısı, dolandırıcısı, köylüsü, şehirlisi.. herkes ama herkes kendini aydın sanıyor. Özel televizyonların ilk zamanlarında İzmirli iş adamı Dinç Bilgin’in Sabah Gazete gurubuna ait “atv” televizyonunda sabahları “Ayşe Özgün, Her gün” adında tartışma programında cumhuriyeti savunan aydınlar safında manken ENGİN KOÇ’u görünce hayıflanmadan edemezdim. Modernliği savunmak ona kaldıysa vah bu ülkenin haline..

          Aydın olmak bu kadar ucuz mudur? Türk aydını 150 yıldır kendini farklı bir yola yönlendirmiştir. Yani kendini hep batılılarla kıyas ederek teknolojik üstünlük karşısında ezilmiş ve kabuğuna çekilmiştir. Çaresiz kalan aydın batıyı taklit etmeyi çağdaşlık ve ilericilik saymıştır.

          Kendi köklerinin, tarihinin, edebiyatının ve kültürün zenginliğini kavrayamadığı gibi ona hep tepeden bakmıştır. Böyle olunca da sonuç bu günkü gibi yıkım olmuştur. Peki neden bu gün tam anlamıyla bir aydın yetişmiyor?


         Bunun en önemli sebebi özelikle Çanakkale savaşıdır. Bu savaş Türk`ün var olma savaşıdır. Liseli öğrencilerimize kadar bu savaşta okumuş insanımızın, düşünen insanımızın şehit olmasıyla, aydın konusunda büyük bir boşluk doğmuştur. Bu boşluk hiçbir zaman da dolmamıştır. Bir ülke milli varlıklarını kaybederse yeniden o varlığını kurabilir. Ama aydınını kaybederse dört başı mamur bir ülke olamaz, dolayısıyla yaşayamaz. Ülkemizin sorunu burada gizlidir.

         Kurtuluş savaşı sonrasında cumhuriyet aydınının yetişmesi için çok çaba harcandı. Tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi gene yabancı ülkelerde eğitim görenlerin baskınına uğradık ne yazık ki? Ya İngiltere’den, ya Almanya’dan, yada Fransa’dan aynı konuda eğitim alarak gelen uzmanlaşmış kişiler, bir iş söz konusu olduğunda yöntem belirleme kavgası içinde buldular kendilerini. Çünkü bu ülkeler kendi coğrafik ve ulusal kimliklerinden kaynaklanan özelliklerin farklılığıyla aynı konuda farklı eğitim veriyorlardı. Ülkemizde her gelen iktidarın, örnek olarak ulaştırma bakanlığı gösterilecekse, gelen bakan kadar yöntem uygulanmıştır. Hatta aynı iktidarın aynı bakanlığa iki farklı isim getirdiğinde de  bu durum yaşanmıştır.

         Bırakınız aydın konusunu, hizmetlerde bile çok başlılık yukarda ki sebeplerden dolayı giderilememiş, ülke gerçekleriyle örtüşen bir tarz oluşturulamamıştır.

         Aydınımızda bu durumdan ayrı tutulamaz. Onunda yöntem konusunda hem kafası karışıktır, hem ülkesine yabancıdır.



Türk aydını ;

Diliyle kavgalı,
Tarihiyle mahkemelik,
Milletiyle problemli,
Diniyle çatışmalı,
Kendisiyle küskündür
.

          Bu sorun çözülmeden bu toplumda hiçbir şey çözülemez.

Türk toplumunun sancısı aydın yetiştirememektir. Yetişenleri hain, uçuk saymaktır. Aydın yada eski adıyla Münevver okuyan, düşünen, memeleket ve millet sevdasıyla tutuşan, onunla sevinen , onunla üzülen, onunla ağlayıp onunla gülen, çağa yön veren, dünyayı anlayan ve yorumlayan kişidir.

Sizce bu ülkede bu ölçülere uyan aydın var mı? Elbette. Ama sanıldığı kadar çok değildirler, hatta azınlıktadırlar.


kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun

kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol

Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alınteri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol

Rifat Ilgaz


Aydın!                                                                                                                                           Aydınlatan mı?                                                                                                                  
Aydınlık olan mı?                                                                                                         
Aydınlanmış olan mı?                                                                                                                    
Her ne ise...
Aydın her şeyden önce sorgulayandır.                                                                                       
En başta da kendini....duruşunu...eylemini... Tüm bunlara kaynaklık eden düşüncelerini...
Aydın başta ideolojisi olmak üzere , özeleştirisini sürekli kılandır.                                    
Aydın kesin inançlı olmayandır. Biraz kuşkucu yanı da olandır...                                          
Aydın kendinden ve insanlıktan vazgeçmeyendir.                                                               
Aydın çıkarlarının zedeleneceğini bildiği durumda dahi adil olandır.                                  
Aydın özgürlükten yanadır.                                                                                                  
 Aydın muhalif tavırlıdır, ancak muhalefetini benliğinin doyumuna ve varoluşunu gerçekleştirmenin hizmetine vermeyendir.                                                                           
Aydın yaşam öyküsünün talihsizliğinin diyetini topluma ödetmeyi düşünmeyendir.           
Aydın emeğin değerini bilendir.                                                                                           
Aydın yeri geldiğinde inancının dayatmalarına karşı çıkıp , insana kıyamayandır.             
Aydın kendi ruhunun huzurunu , toplumun iyiliğine feda edendir.                                       
Aydın, farklı düşünen ve inanan aydınlarla ortak insani değerlerde buluşandır.                       
Yöntemi şiddet ve kıyıcılık olmayandır aydın.
Aydın gerçeklik  karşısında romantik körlükte ısrar etmeyendir.                                         
Aydın  koşullar gerektiğinde iktidar gücünden vazgeçendir.                                             
Kısaca, aydın olmak zor zanaattir


Yayın Terihi : 24.09.09

AYDIN AÇMAZI 2



         Din olgusuna folklorik öğe olarak dahi bakamayan, bir din seçmek gerekse daha din gibi duran (ne demekse artık) Hıristiyanlığı seçebileceğini belirten aydınla hangi noktada buluşulabilir ki?

         Bu konuda en aydın Türk bana göre Atilla İlhandı. Dini inanışı olmasa bile Osmanlı mimarisine, şiirine ve musıkisine hayrandı. Durağanlaşan yapısıyla, değişimi fark edemiyen batı hayranı yarım aydınlarıyla, meclis ve kişi diktatörlüğünü savunan padişah ve mebusların bolca göründüğü son dönem de dahil olmak üzere Osmanlının azametine vurulmuştu. Öyleki herkesten farklı düşünen bir Türk aydını aradığını söyleyen Amerikalı bir yazarı karşısına çıkardıklarında konuşmanın bir yerinde “sizin bütün tarihiniz kadar bizim sadece batış sürecimiz var, bu bile azametimizi gösterir” der. Bundan sonrası için bizim bilinçli millet oluşumuzu ve yeniden dünya sahnesinde yer almamızı sağlayan gazi Mustafa Kemali savunur.

         Batıcılık veya batılılaşma toplumsal gerçekliğin tarih ve kültürle bağlantılı zemininden  kopmuş ideolojik bir duygusallığı çağrıştırmaktadır.


         Genel olarak günümüz İslam toplumlarının yakın tarihini üç zamana ayırmamız, mümkündür.18.y.yılın sonlarından 20.y.yılın başlarına kadar devam eden batının sömürgeci,yayılmacı,işgalci politikaları karşısında Müslüman toplumların İslami gelenek ve örf üzerine kurulu devlet sistemlerinin çöktüğü birinci zaman dilimi. Müslüman ülkelerin Batının söz konusu işgal,sömürü ve yayılmacı politikaları karşısında sergiledikleri tepkilere  ve kurtuluş mücadelelerine sahne olan ikinci zaman dilimi. Siyasi ve askeri bağımsızlığın kazanılmasından sonra ülkeye yeni bir kimliğin verilmeye ve sosyal değişimin Batılılaşma doğrultusunda yönlendirilip kurumların  modern değerler üzerinde oturtulmaya çalışıldığı üçüncü zaman dilimi.

         Atatürk sonrasında İnönü hükümetleri ideolojik duygusallığını batıcılıkla tanıtmıştır. Ondan sonraki menderes hükümetleri sömürge düşüncesinden farksız bir taklitçiliğe soyunarak her mahallede bir zengin sloganıyla Amerika’ya benzemeye çalışmıştır. O zamanların aydınlarını açın okuyun, bunlara karşı tek satır bulamazsınız


         Dünyanın her yerinde halk durağandır, çok sık değişen yapıyı kabul etmez. Onları gündelik yaşayışının devamlılığı ilgilendirir. Buna en ufak bir müdahalede tepki gösterirler. Aydın ve yöneticiler içlerinde bunun korkusunu taşırlar. Toplumsal konuların çözümlenmesinde aydının rolü yöneticilerden daha fazladır oralarda.    Ülke yöneticileri gelişmişliklerini aydınlara borçlu olduklarını bilirler.

         Tartıştığı, konuştuğu meselelerin neredeyse hepsi batıdan geldiği için, batının sorunları olduğu için bir aydından çok papağana benzemiştir Türk aydını. Milliyetçilik olsun, ulus devlet modeli olsun, faşizm, liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, komünizm olsun bunlar bize özgü sorunlar olmaktan çok batının veya doğunun sorunlarıdır. Matbaa ile geç tanışmamız, feodal düzenden geç çıkmamız, geç endüstrileşmemizin yarattığı sonuçlardır tüm bunlar. Ayrıca üç kıtaya yayılmış koca bir imparatorluktan ulus-devlet anlayışına ve tektipleştirmesine geçmek (bağımsızlık için zorunluydu bu) zorunda kalmamız da türk aydınının bocalamasına sebep olmuştur. Bugün aydın denilen insanlar hala batının komplekslerine sahipmişizcesine ülkemiz hakkında ahkam kesmekte, gerçek sorunlarımızı, gerçek komplekslerimizi, gerçek çözümlerimizi ortaya sunamamaktadır.

         Fakat geçmişe baktığımızda dışarı değil içeri doğru bakan aydınlar da çıkmıştır içimizden.

         Türk aydını tercüme odasında doğmuştur der Ece Ayhan. Türk aydını da tercüme aydınıdır, yani kendini bulamamıştır henüz ve hakiki anlamda bir muhalif olmak kaygısı gütmez. Sistemle bir şekilde fazla gerilmeden yayılmak şu anda Türk aydını olarak adlandırılanların sanki temel görevlerindendir. Ben aydınım diyen birisine kesinlikle inanmamak gerekir. o; paranın ve çıkarların aydınıdır.

         Şöhret budalasıdır. başka hiçbir ülkenin aydınında olmayan okuduklarıyla caka satmak ve ait olduğu toplumun değer yargılarıyla dalga geçmek gibi bir özelliği bulunan aydındır. Ayrıca kendi içinde kendine en çok çatan sınıftır da. Sömürge entellektüeli bile olmayacak bir tür olduğu için kendi içinden züppe tipi bir aydın türeten bu sınıf tüm dünya edebiyatında üzerine en çok eser verilen aydın tipi olmuştur. (felatun bey, efruz bey, bihruz bey... gibi.)
         Gerektiğinde tarihini, milletini bazı çevrelerin gözüne girmek için satabilen kişidir. Bilmediği halde Orhan Pamuk gibi tarih dersi verebilendir.  
Bir taşlama ile aydınlara salvoya devam. Sahi bende aydınım, hiç değilse adım Aydın. Ne yapalım payıma razıyım. 



Türk aydını, Türk aydını
Dinlemedin hiç haydını **
Nüfusunu kimse bilmez
Nereye yaptırdın kaydını


Bir fıkrayla konuyu özetlemek isterim.
Kriz yüzünden işten çıkarılan bir akademisyen ile bir gazeteci yurt dışına çıkmışlar. Bir süre yiyip-içip eğlenmişler. Doğal olarak paraları çabucak tükenmiş. İş aramışlar ve bir çiftlikte
hayvan pisliklerini ahırdan kürekle kazıyıp çöp römorkuna atma işi bulmuşlar.

Bir süre çalışmışlar, basarılı olmuşlar, çiftlik kahyası da onları sevmiş ve hallerine acıyarak
"Size daha kolay bir is verecegim" diyerek onlari yumurta paketleme işinde görevlendirmiş.

-"Bunların irilerini ve iyilerini bu taraftaki kutulara, küçük ve kötülerini bu taraftaki kutuya koyacaksınız" demiş. Fakat bizimkiler çok yavaş çıkmışlar,
-"Bu iyidir, değildir, küçüktür, büyüktür" tartışmaları ile işleri aksatmışlar.
Onları gözleyen kahya yanlarına gelmiş:
-"Siz Türkiye'de ne iş yapıyordunuz? " diye sormuş.
Bizimkiler:
- "Gazeteci" ve "Akademisyen" diye cevaplamışlar.
Kahya:
- "Belli belli, sizin Türk aydını olduğunuz belli" demiş.
"Çok iyi kürekle pislik atıyorsunuz ama iyi ve kötüyü ayırt etmeyi bir türlü beceremiyorsunuz."
                                                       
Not:
** haydın klasik batı müziği bestecisidir.

DEVAM EDECEK
 Yayın tarihi : 18.08.09

AYDIN AÇMAZI 1

         Osmanlı imparatorluğunun çöküş dönemi aynı zamanda bir arayış dönemidir. İç dinamikleri yeterince olmayan, olanı da göremeyen, yabancı ülkelerde eğitim almış kişilerin çareyi dışarıda arama dönemi bu döneme rastlar. Dışarıda, yani batıda neler olmaktadır ki dikkatler batıya çevrilir?


         Batıda kentsoylular (burjuvalar ) ve düşünürleri (aydınları), feodalizmi  ayakta tutan tüm kurumlara karşı savaş açmışlardı. Saray ve kilise tarafından ezilen halk kitlelerini arkalarına alarak bu savaşları yürüttüler.


         Böylelikle:

         1. feodal aristokrasiye karşı tüm ulus karşı durdu;

         2. aristokratik devletin keyfiliğine karşı bireyler karşı durdu;

         3. kiliseye ve onun teolojisine karşı sanat ve bilim karşı durdu.
         Bunun sayesinde bir tarih kapanıyor, 20. yy’ı belirleyecek yeni bir çağ başlıyordu. Bu çağ, eski klasik imparatorlukların yok edilme çağıdır. Köylülükten koparak, üretimin tarlalardan fabrikalara kaydırılmasıyla  daha çok mal üretme dönemi başlamış oldu. Buna Ham Madde ve Pazar sağlayacak yeni tip imparatorluklar cumhuriyet adıyla kurulmuştur.



         İşte Osmanlının son dönem okumuşlarının dikkatlerini batıya çevirme sebebi buydu. Bunlara o zamanki adıyla ‘münevver’ şimdiki adıyla ‘aydın’ denirdi. Verilen sıfat ışık saçmak karanlığı bitirmek anlamlarını içerir. Bilgiye ve bilmeye verilen önem bu sıfatla belli oluyor değil mi?  Peki aydın dediğimiz kişiler bunu hak ediyorlar mı? Bu sıfat bol keseden dağıtılacak kadar ucuz mudur acaba? Nedir bunun ölçüsü, daha doğrusu ölçüsü ne olmalıdır? Eskilerin bir sözü var, ''efradını câmi, ağyarını mâni'' derlerdi. ''Yani gerekli olan tüm bilgileri toplayan, gereksiz olan bilgilerin hiçbirini dahil etmeyen'' demek olan bu söz olması gereken aydın tipini belirlememize yardımcı olacaktır.
        

         Bir aydında bulunması gereken nitelikleri ana başlıklar halinde görelim.

          

         * Eğitim: En az bir konuda akademik eğitim ön şarttır.

         * Genel kültür: Hem mesleki yayınları, hem genel konuları izlemekte çok gerekli. Ayrıca sanatla, felsefeyle bilerek ve seçerek ilgilenmekte aydının görevidir. Klasik batı veya Klasik Türk müziğini bilmeden aydın olunamaz bence. Sanat etkinliklerinin izlenmesi de gösteri, gösteriş amacıyla değil, görev olarak da  değil; anlayarak, zevk alınarak yapılmış olmalıdır.
         * Toplumsal etkinliklere katılım: Eğitim, sağlık, düşünce yayma gibi aklınıza gelebilecek her etkinlikte aydın kendini orda bulunmak zorunda hissetmelidir. Buralarda etkin görevler almalıdır.
         * Sorgulama ve özeleştiri: Aydın denen kişinin kendi inancı ve düşüncesine rağmen tarafsızlığını korumak zorunluluğu vardır. Olayları, gelişmeleri, hatta kendini bile sorgulayan bir yapısı olmalıdır. Aydın kişi, sorgulamadan, irdelemeden görüş açıklamamalı, sorumsuz davranmamalıdır.
         * Hoşgörü: Aydın kişi hoşgörü (müsamaha, tolerans) sahibi olmalıdır. Cinsiyet, ırk, ten, etnik veya sosyal köken, din, siyaset, düşünce, kanaat, ulusal bir azınlıktan olma ayrımı yapmamalıdır. Davranışları itibarıyla insancıl olmalıdır.
         * Sertliğe, zorbalığa karşı olma: Aydın kişi, barıştan yanadır; kaba güç kullanımına, zorbalığa karşıdır. Ancak barıştan yana olmak, savaşa karşı olmak, zorbalara, yayılmacı güçlere boyun eğmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Zorbalığa karşı olmak, gerektiğinde zorbalarla mücadele de gerektirir.
         * Özverili davranma: Aydın, inançları, amaçları doğrultusunda maddi, manevi özveri gösterebilen kişidir. Aydın, hep kendi çıkarını kollayan, homo economicus bir tip değildir. Başkalarını kandırmaya çalışmaz. Şarlatanlık yapmaz. Özellikle bilgi, kültür, varlık konusunda paylaşmacıdır. Çıkar uğruna bazı çevrelerin (eskilerin deyimiyle) “tellal”lığına soyunmaz.
         * Tutarlılık: Aydın kişinin açıkladığı, savunduğu düşüncelerle, davranışları ve yaşam biçimi aynıdır. Bir aydın, ele verir talkını kendi yutar salkımı anlayışında olamaz. Ortama, şartlara göre sık sık fikir, görüş değiştirmez, esen yele göre yelken açmaz. Mevlana 'nın deyişiyle olduğu gibi, göründüğü gibi davranır. Savunduğu görüşlerle çelişkili davranış, yaşama biçimi yoktur.
         * Alçakgönüllülük: Alçakgönüllülük insan severliktir, insanı sevmek aydın olmanın da vazgeçilmez koşuludur. Aydın kişi, küçük dağları ben yarattım edası içinde olamaz; insanlara, çevreye küçümseyerek yukarıdan bakmaz, yüksekten atmaz. Hele hele bazı çevrelerin pohpohlamasına gelerek, büyüklük kompleksine kapılmaz, yağcılık yapmadığı gibi, kendisine yağcılık yapılmasından da hoşlanmaz.
         * Özsaygı: Aydın kişinin çevresine olduğu gibi kendisine de saygısı vardır. Özsaygısını yitirecek davranışlar içine girmez, saygınlığını, onurunu korur; bunun için gerektiğinde mücadele verir.


         Yukarıdaki erdemlere, özelliklere, niteliklere başkaları da eklenebilir. Görülüyor ki aydın olma, bu kimliği taşıma kolay olmadığı gibi, örnekleri de bol değildir. Aydın sıfatı, ağırdır, beraberinde yükümlülükler, sorumluluklar getirir. Bu nedenle aydın sıfatı kullanılırken ihtiyatlı olunmalıdır. Aydın olmanın kerameti kendinden ya da yakın bir çevreden, bir klik, hizip, çıkar grubundan aktarılmış (menkul) olmamalıdır.
         Ülkemizin bir aydın açmazı vardır. Bu aydınlar yabancı ülkelerden gelmiş turist gibidirler. Turistler hiç değilse gittikleri yerleri merak edip öğrenme çabasındadırlar. Bizim aydınımızda buda yoktur. Küçümsediği halk yaşayışını öğrenmek yerine ona kafasındaki örnekleri uygulamaya kalkar sürekli. Herkes ayrı bir kıyafet giydirir insanlara. Bunun için ülkemizde birden fazla Türkiye vardır.

         Oysa Türkiyelilik kavramı ortak payda olarak Türk milletini sunar bizlere. İslam dini onun dayandığı moral değerdir. İslam diniyle birlikte kesinlikle arap olmamıştır. Kurduğu devletlerin mimarisi, şiiri ve musîkideki sanat anlayışı bunu açıkça gösterir.

         Kanal 7 den tanıdığımız Hürriyet Gazetesi yazarı Ahmet Hakan bunu ne güzel dalgaya almış.                                                                                                                                                                                                                                      

BİR: Emre Aköz takma sakal, sarık ve cüppe ile Reina'ya gidip isli viski içsin kampanyası...            
İKİ: Abdurrahman Dilipak, Perestroyka Joke'ta Güneri Civaoğlu ile “Bir Başka Açıdan Kemalizm” sohbeti yapsın kampanyası...                                                                          
ÜÇ: Hayrünnisa Gül, Beymen Brasserie'de sosyetik arkadaşlar edinsin kampanyası... 
DÖRT: Hikmet Çetinkaya İzmir'de bir ışık evinde maklube yesin kampanyası...
BEŞ: Ertuğrul Özkök umreye gitsin kampanyası...                                                 
ALTI: Fehmi Koru papyon kravat takıp Rezervuar Köpekleri gecesine katılsın kampanyası...                                                                                                                          
YEDİ: Ali Bulaç ‘Tekyön'de yazar ajanı Sayım Çınar ile buluşsun kampanyası...
SEKİZ: Haşmet Babaoğlu Teşvikiye Camii'nde her cuma vaaz versin kampanyası…                   

         Burada ismi geçenlere istediğiniz kişiyi ekleyin ne kadar zıt olduklarını görürsünüz. Yaptıklarından veya davrandıklarından ayrı şeyler ekleyin imkansız şeyler istemiş gibi olduğunuzu düşünerek yakıştıramayacaksınız bile. Peki o zaman bizim ortak buluşma noktamız nerdedir? Böyle bir buluşma noktamız var mıdır gerçekten?


DEVAM EDECEK

Yayın Tarihi : 16.09.09

MERKEZİ EZANDAN TEK SESLİ BASINA




         Ezanın hoparlörlerle duyurulmaya başlandığı tarihi hatırlıyorum. Öncesinde camilere yakın oturanlar ezanı zor duyarlarken, bu sayede en uzak semtlerdekiler bile duyar olmuştu. Fakat bütün güzelliğine rağmen bu durum bazı şikâyetleri de beraberinde getirdi. Özellikle sabah ezanının erken okunduğu yaz aylarında evleri camiye yakın olanlara hoparlörlerden çıkan ses işkence gibi geliyordu. İlk başlarda ses ayarlamaları bilmeyen müezzinler hoparlörü sonuna kadar açarak sesin çatlamasına ve okunan ezanın anlaşılmamasına neden de  oldular. Camiye zamanında yetişemeyen müezzinler ezanı geç okudukları için, namazı kılmış olan halk, namaz vakti konusunda tereddütler de yaşadı. Bütün bunlar tek merkezden ezanın okunmasına gidişin yolunu açtı.

         Tek sesten ezan dinlemek bence hiç hoş değildi. Çünkü her caminin sesi saniye farklarıyla dinleyene ulaştığından ezan bol derinlikli ve bol ekolu duyulunca anlaşılmaz oldu. Birde o muhteşem sesli müezzinlerden mahrum kaldım. Çocukluğumda yaz akşamları yatsı ezanını dinlerken yıldızlar kadar çok sesten ezanı dinlemek, karanlık göklerde yıldız seçmek gibiydi. Tek merkezden ezan bunu bitirmişti. Diyanetin merkezi ezan fikrinden vazgeçtiğini duydum.
         Yerinde bir düşünce, umarım uygulamaya kısa zamanda geçilir. Çok seslilik demokrasinin gereği değimli zaten?

         Gel gelelim basında çok sesliliğin önüne geçiliyor. Nerdeyse tüm köşe yazılarını başbakan yazacak. Hoşuna gitmeyen haberleri basan gazeteleri de azarlamaktan geri kalmıyor. Onun istediği “Pravda”dır. Yani o, eski Sovyetler Birliğinde önce parti, sonra hükümet, en son olarak da devlet organı olarak yarı resmi yayınlanan bir gazete olan “Pravda” lar olsun istiyor. Devleti düşünen kim? Önemli olan dönüşüm. Artık ihtilaller dönemi geçti, şimdi dönüşümler var. Dönüşümlerde halkın gözünü açar korkusuyla muhaliflere yer yok!

         Aydın Doğan görsel ve yazılı basınının içinde iktidara yandaş fikirler olsa da, demek ki bu yetmiyor. Yeni vergi cezası bunu ispatlar gibi. Artık sıra Aydın Doğanda..

         Bu fikrimi destekleyen bir yazar olan Nevval Kavçar hanımefendiden bu konuyla ilgili yazısından alıntılar sunmak istiyorum sizlere..

         “Aydın Doğan amuda kalksa, ağzıyla kuş yakalasa faydası yok. Medyasında görev yapan gazetecilerin hepsine iktidara methiye düzdürse, artık olmaz. O halde ne demeye, yazar takımına “usturuplu yazın” diyerek ağır toplarını kaçırıyor. Onlar gittikçe güçsüzleştiğini göremiyor mu?

         (Son olarak Bekir Coşkun’da yazmayı bıraktı.)

         Hürriyet Gazetesi deyince akla Aydın Doğan değil, Emin Çölaşan gelirdi, atıldı.  Sonra bir başkası. Nerede biter bu iş? Aydın Doğan sıfırı tüketince. Medyasını idare edemeyecek duruma düşürünce. Gazete ve televizyonları, yandaşlarca satın alınınca. Ülker’in bu iş için hazırlandığı belirtiliyor.

         Taviz tavizi doğuruyor.

         Aydın Doğan elindeki medya teslime sürükleniyor. Bu demektir ki basın tamamen otomatiğe bağlanacak.
         Aydın Doğan yükselmek için attığı ağırlıkla yükselmiyor, irtifa kaybediyor.
         İktidar muhalif ses istemiyor. Muhalefetsiz iktidar olmanın anlamını insanlık, Hitler Almanya’sında ve Mussolini İtalya’sında yaşadı. Bir de demir perde ülkelerinde.
         Medya, siyaset ve vatandaşın, AKP iktidarına “iyisiniz, çok başarılısınız, Kürt açılımı ülkenin faydasına, kriz teğet geçti” diyeceği, baskı rejimi oluşturuluyor. Bu işin son merhalesi, yargının siyasallaşması. Yargının duayenleri öyle söylüyor.”

         Yazının devamında herkesi ürpertecek şeyler var. Parti devleti kurmaya hazırlanan AKP’lileri bile.. okumaya devam edelim.

         “Millî iradeyi temsil eden iktidara muhalefet, millete muhalefettir” desin tercümesi. Gazeteci takımına bu anlamda ayar çekilmeli.

         Medya Bakanlığı kuran ilk ülke olarak, tarihe geçeceğimize şüphe yok.

         Medya Bakanlığı kurulsun dedim, fakat adı yok kendi var bir sistem devrede. “O yazar sesini kıssın, berikisini at gitsin, yetmez medyayı bırak git” uygulaması kamuoyu önünde cereyan ediyor.

         Yine de işin resmileştirilip, eşgüdüm ve uyum içinde yürüyecek medya kontrolü, bakalım ne zaman kurulacak?

         Son söze bakar mısınız lütfen? Bu sözlere kim şapka çıkarmaz ki?

         Yargının yargıya bırakılmadığı, patronun elini basından çekmediği, siyasette dokunulmazlık zırhının kalkmadığı ülkelerin Başbakanları, sel felaketlerinde “Derenin intikamı ağır olur” diyerek atasözü yazar.

         Aydın Doğan sevdiğim bir kişilik değildir. Basının işadamı patronlarıyla tekelleşmesine de şiddetle karşıyım. Bunlar çıkarları uğruna memleketi iktidarlara satmadılar mı? Onlar  “gelen ağam, giden paşam” diyenlerden değiller mi? Bütün bunlara rağmen düşmanımın düşmanı dostumdur deyip, hükümetin uygulamalarını onaylayacak değilim.

         Her camiden ayrı sesle ezan okunsun diyen diyanetin (esas niyetleri bu yazının konusunu aşar düşüncesiyle şimdilik es geçiyorum) olduğu bir iktidarın, basını tek sesli yapmak istemesi ne büyük çelişkidir. Tabi ki görene..

Yayın Tarihi : 14.09.09

ŞAİRLERİN ŞİİRLERİYLE SÖYLEDİĞİ 13

         Bu satırları okuduğunuzda umarım felaket kapımızı çalmamış olur. Üç gündür aşırı sağanak yağmur yağacağı uyarısı yapılıyor. İstanbul’a geçen Çarşamba ne olmuş öyle, haberlerde gördünüz mü? Bu satırları yazdığımda ondan daha şiddetli bir sağnak yağış daha bekleniyordu. Bu gün günlerden Cuma ve bu gece saat 00:00 için alarm verildi. Felaket davul zurnayla gelmemişti şimdi oda oluyor. Bu çağ gerçekten çok garip. 1991 ve 2003 yıllarında da Amerika’nın Irak’a saldırıları televizyonlardan izlenmemiş miydi?

         Şiire ayırdığım günün yazısında sözünü ettiğim şeylere bakar mısınız? Neylersiniz ki hayattan kaçılmıyor! Sevinçte üzüntüde hayatın önümüze koydukları değil mi?

Gelelim bu günkü şiirlere..

YANGINLAR VARKEN İÇİMDE

Alev gibi saçların
O hep gülen dudakların
Rüyadan uyanmış gözlerin
Yangınlar yaktı içimde

İsteme gizleyemem
Sevgimi haykırmam gerek
Hayalinle yetinemem
Bu yangın varken içimde

Bir yaralı ceylansın
Bırak gönlüm sana yansın
Kalbim sensizliğe nasıl dayansın
Bu yangın varken içimde

Aydın Göle
12.09.07

***

Sen alımla gez çiçekli bahçelerde
Senin yerin kalbimin en derin yerinde
Ben katlanırım senin her eziyetine
Şikayet edemem seni Allah’a bile
Ağlarım kendi kendime sensiz
Bilirim her sevilen zalimdir
Düşündükçe korkarım yarınlardan

Aydın Göle
12.09.97

         Peş peşe iki şarkı sözünden sonra benim kelebeğime bestelediğim bir başka şarkı sözünü beğenilerinize sunuyorum. Bu şarkı sözü biraderimin kızı için yazıldı. Geçen hafta ona yazdığım başka bir şiiri sizlere sunmadan önce dediğim gibi, 40 günlük olunca İstanbul’dan geldiler.  Yeğenimi ilk o zaman gördüm. Bu şarkı sözü o duyguların eseridir.

SEN MİNİCİK KEDİCİK

Sen minicik kedicik
Sokuldun usulcacık
Okşadım sarı saçını
Elim ellerim yandı
Sıcacıktın sıcacık

Seni sevdim bilmeden
Nasıl oldu anlamadım
Kalbim çıktı yerinden
Unuttum neydi adım

Omzuma koydun başını
Senle birlikte ağladım
Kalbimde duydum kalp atışını
Unuttum neydi adım

Aydın Göle
17.10.09

         Bu şiirde eski çağrışımlar bulacaksınız. Dili günümüzün dili, tavır biraz demode.. gel gelelim bu demode tavırda hoşuma gidiyor. Bakalım siz beğenecek misiniz?

Nilüferler içinde sessiz vakur yüzerken bir çift suna
Bir suya bakıyorlardı bir güneşi içmiş yosuna
Dallarını uzatmış söğütler yıkanırken gölde, sanki dalmıştılar kış uykusuna
Ve neden bilinmez bulaşmışlar sisli kasımların yasına
Şüphesiz rüyada yaşamaktı bu tabloyu seyretmek
Çılgın atlar üstünde sonsuza koşmaktı sevmek
 …        …
Ellerin, ellerin, ah o ellerin
Dokunuşuydu kelebeklerin
Anlatılmaz bir kederin
Acısı sallanır durur vedasında usulca
Ağzında tek sözcüklük facia “Hoşça kal!”
Etimi dişliyor şimdi binlerce çakal
Olsun!
Seni gördüm, bildim, sevdim
Çılgın atlar üstünde sonsuza koştum seninle
Şimdi seyrederken bir çift sunayı
Yaşadım derin ahlarla o hatırayı
O durgun gölün üstünde sarı nilüfer, içinde tembel çılpık
Seni fısıldıyor kulağıma


Aydın Göle
12.01.98

***

Gül bahçelerinde mayısın
Kalbin kırık ve üzgün dolaşırsın
Bak lakin gökteki kuşlar
Ne şarkılar getiriyorlar uzak diyarlardan
Al bu şarkıları sen varılacak son kıyısın
Nasılsa demirlemiş gemilere sen söyle bu limanlardan

Aydın Göle
13.01.98


         Yakında yazdığım bir şiirde kendisinden söz ettiğim iki eş olan  M.T ve İ.T  dostlarım laf arasında Adapazarı’ndan gitmekten söz etmişlerdi. Ben aşağıdaki şiiri yazmıştım. Çok etkilenmiştim. Derken bu gerçek olmaz mı? M.T’nin kardeşi, İ.T’nin kayınçosu sayısal lotodan 224 milyar tl kazandı. Yer aramaya başladılar. Bu aramalarla 99 depremine gelindi. Herkes gibi onlarda burayı terk ettiler. Ne üzülmüş, ne ağlamıştım. Ben öyle kolay ağlayamazdım oysa. Deprem bu yönümü törpüledi. Şimdiyse ne zaman ağlayacağım belli değil. Erkeklik gururuyla kendimi yıllarca sıkmışım. Çoğu şiirimi olduğu gibi bu şiirimi de besteledim. Tarih sıralamasında geriye gitmeyi göreceksiniz. Defterimde de öyle yazılmıştı. Ben şiirleri çeşitli kağıtlara yazarım önce, temize çekerken karışıklık olmuş.


SEN NERDE OLURSAN OL

Gidişinle nehirler akmayacak
Rüzgarlar esmeyecek
Şüphesiz kalacağım yetim
O neşen, o sevincin, o sevgindi
Benim en büyük servetim

Sen nerde olursan ol
Beni bulursun aynı yerde
O şarkıyı söylüyorum
Ben yine her seherde

Gözlerin
Okyanuslar kadar derin
Senin yanın
Yaz güneşinde selvilerin
Gölgesi kadar ferah serin
En ölmezi sevgilerin
Dilinden bal olup akıyor
Bir damlası benim en büyük servetim

Sen nerde olursan ol
Beni bulursun aynı yerde
O şarkıyı söylüyorum
Ben yine her seherde

Aydın Göle
19.11.97
…….

         Bu günlükte bu kadar sevgili okurlar. Her dileğiniz gerçek olsun. Hoşça kalın

Yayın Tarihi : 13.09.09 

SULAR SELLER DİYARI İSTANBUL VE “EDEP YA HU!..”




          Düşünmeden edemediğim çok konu var sevgili okurlar. Örnek olarak İslam dünyasının deyişiyle “kürreden zerreye,” batının materyalist felsefesiyle “maddeden atoma” deyişlerini belirtebilirim. Bunun kısaca anlamı “bütünden parçaya” demektir. İsterseniz dünya dışına çıkıp milyarlarca yıldızla birlikte dünyayı seyredin, isterseniz inin dünyaya yeryüzündeki bütün canlıları seyredin. Yada daha tekilleştirerek bir insanı seyredin. Hayatı devamlı kılacak eylem, bütün bu saydığım şeyler içinde hep aynıdır. Bu eylem “devinimdir” durmadan “harekettir.” Harekete bir engel çıkarsa hastalık başlar. O zaman bir taraf sürekli sinyal verir. Düzeltilirse hareket devam eder, düzeltilmezse ölüm gerçekleşir. Bütün biyolojik veya toplumsal olaylara baktığınızda bu mantığın var olduğunu ve hiç değişmeden, hiç şaşmadan yol aldığını görürsünüz.

         Bunu belirttikten sonra Çarşamba günü İstanbul’u vuran sele geçmek istiyorum. İstanbul’u vuran sel bütüncül bakıldığında görüleceği gibi yukarıda anlattıklarımdan hiçte farklı değildir. Aşırı göç, buna bağlı olarak artan nüfus yatay alanların bitmesine, dikey alanların kullanılmasına sebep olmuştur. Biz bunları hep gelişmenin eseri saydık. Yaşananlar hiçte öyle demiyor. Görüntüdeki makyajı biz güzelleştiğimizi sanarak abarttık. Şimdi makyaj aktı, güzel olan şeyler bile çirkinleşti.

         Eğer ormanı yok ederseniz, eğer dere yataklarını ve denizleri doldurursanız, eğer bataklıkları kurutursanız olacağı budur. Ben cahil yoksulların büyük kente göçlerine bir şey demiyorum, onlar ekmek derdiyle oralara geldiler. Ama bütün belediye başkanları, ülkenin bütün başbakanları bunu önleyecek programlar üretemediler.

         Yapılacak şey çok basit aslında. İstanbul’da yaşamayı vergiye bağlı hale getirirseniz, İstanbul’a gelmek vizeli mümkün olursa nüfus kontrolünü elinizde tutmuş olursunuz. Böylelikle çarpık büyümenin önüne geçilir. Gelişmiş Avrupa ülkelerinin büyük kentlerinde istediğiniz gibi gidip kalamazsınız. Orda rüşvet işlemediği için polis kuş uçurtmuyor. İstanbul’a göçü ecdadımızda vize koyarak önlemiş. Anadolu’dan gelen biri geldiği ilin nüfus müdürlüğünden evli anlamına gelen “serbest”
(Ser: baş, Best: bağlı. Serbest - başı bağlı) kağıdını göstermeden İstanbul’da kalamıyormuş. Evli olarak gelen eşini düşünerek kalamayacağı, eşini almaya kalksa izin alamayacağı için, uzun süre kalamazmış. Böylelikle İstanbul’un nüfusu göç yoluyla artmamış.

         İstanbul’un neredeyse son 20 yıldır yöneticileri Allahtan korktuğunu iddia eden, İslamcı geçinen kesimdendir. Sermayenin el değiştirme işinde yeni rantlar yaratmaktan başka ne yaptılar? Başbakanımız son sel felaketinden dolayı geçmiş belediyeleri suçlayarak, yaşananlar için “derelerin intikamı” demiş. O geçmiş dönem dediği dönemde 20 yılı saymıyor galiba. Orda onunda vebali var. Hadi onu geçtik, yeni 3B planıyla İstanbul’da yeni yerleşim alanları açarak, İstanbul’un kalan son yeşil örtüsünü bitirme fikri kimin?

         Tıpkı Karadeniz Otoyolunun yapımında, suların kaçışının engellenmesiyle, yağan her yağmurda, yol güzergahındaki bütün kentlerin sel tehlikesini yaşaması gibi...

         Samanyolu Galaksisinin içinde 250-300 milyar civarı yıldız, evrende 300 milyar Galaksi var. Bu rakamı düşündükçe insanın ne kadar küçük, ne kadar aciz, ne kadar zayıf ama bir o kadar da kibirli ve nankör bir canlı türü olduğunu görüyorum. Özellikle yöneticilerimiz.. Allah onlara şöhretlerini ve keselerini düşünmeyecek vicdan versin. AMİN!!!

         Başa dönecek olursak bütünün içinde yer alan parçaların her birinin kendi içinde uyumlu eylemi bütünü uyumlu yapar. Uyumda bir tekleme varsa o uyumsuzluk demektir. Yani bütünde bir hastalık vardır. İstanbul bu hastalığın kolayca görüleceği kadar büyüklüktedir.

         Kim sorarsa İstanbul bizim gözbebeğimizdir. Onu fetheden kumandan peygamber efendimiz tarafından övülmüştür de. Biz ne yapıyoruz peki? Sadece övünüyoruz.

         Ramazan girerken yazdığım “Ramazan: Edebi Öğrenme Ayı” başlıklı yazıda edebi anlatmış bu bütünün sahibi Allah’ı hatırlayarak her eylemimizi tevazu ve sevgiyle yapmamız gerektiğini belirtmiştim. Çıkan sonuca bakarsak henüz edebi bilmediğimizi görürüz. Biz bu edebe sahip olmadıkça İstanbul kocaman bir köy olmaya devam eder. Hayatlarını kaybedenlere Allah, rahmet eylesin, kalanlara sabır versin.

Yayın Tarihi : 12.09.09

DEĞİŞEN HERŞEYİ BİR MERMER ÖRTER

         Türk sinemasının genç kızları kandıran unutulmaz kötü adamları vardı. Nuri Alço, Önder Somer bu rollerle ünlendiler ve bir dönem sinemanın vaz geçilmez isimleri oldular. Kötü adam olduklarına inanamazdınız; yakışıklı, temiz yüzlü ve bakımlı salon erkeği görünüşleriyle ilgi bile çekmişlerdi. Oynadıkları filmlerde kızları sevgilerine inandırır, güvenlerini kazandıktan sonra bir şeyler içme bahanesiyle buluşur ve içkilerine uyku ilacı atıp onları uyutarak tecavüz ederlerdi.

         Daha sonraları kızları kandırma dönemi bitmiş kızlara zorla tecavüz etme dönemi başlamıştı. Bu dönemin oyuncusu Tecavüzcü Coşkun namıyla maruf Coşkun Göğen’di. Tecavüz sokağa inmişti artık. Cinsel açlık beynine vurmuş bir sapığı göreni korkutacak kadar iyi oynardı. O rolündeki görüntüsü günlük hayatında da sürüyordu.

         Bu filmlerde önceleri kadının duygusal zayıflığının, sevgiye ve sevilmeye olan zaafından kaynaklandığını görürdük. Böyle kadınlar kırılgan kadınlardı, süs bitkisi kadar narin ve hayattan o kadar uzaktılar.

         Kadın ekonomik hayata girince, sinemamızda daha kanlı canlı kadın tiplemelerini görür olduk. Kadın avcısını bekleyen av değildi artık. Ortalıkta hala avcılar vardı oysa. Hem de en acımasız ve en kaba saba olanındandı bunlar. Bazen tek başlarına da değillerdi. Elele dolaşan sevgililerden erkek olanı dövüp gözleri önünde kıza tecavüz ederlerdi. Bu yüzden kırda bayırda yürümek tehlikeliydi yani.

         Bu filmlerde de kadının fiziki zayıflığından yararlanıldığını görürdük. Öyle ya, kadın bir erkeğe fiziki güç olarak ne kadar karşı çıkabilir? Bu yüzden tecavüze direnirse direndiği kadar şiddetle karşılık görürdü. Yani erkek her türlü durumdan galip ayrılırdı.

         Öylemiydi gerçekten? Erkekler kadınlar karşısında filmlerdeki gibi hep üstün müydüler? Yoksa birileri bizi işletiyor muydu? Ben işletildiğimizi düşünüyorum. Her çağda kadın aklını daha çok kullanmıştır. Dolayısıyla daha kapalı ve daha anlaşılmazdırlar. Erkek gücüne orantılı olarak daha şeffaftır. Hayatın büyük bölümünü üreten ve yöneten olduğu için kadınlar kadar oyunbaz olmazlar. Çünkü çok ortadadırlar.

         Çağla birlikte bu fark giderek azalıyor. Her ikisi de ayrı cinsler olmalarına rağmen giyim kuşamdan davranışa kadar görünüşte tek cinsliliğe (üniseks) doğru hızla ilerliyorlar. Eğitilmiş olan kentlilerde bunu açıkça görürsünüz. Hele büyük kentlerde ailelerin lideri kim diye sorabilirsiniz. Liderlik kavramı ailelerden kalkıyor. Yeni çağın ailelerinde eşit birliktelik kavramı var artık.

         Buradan onurlu ve sağlam bir aile yapısının doğacağını sanıyor ve umuyordum. Boşanan çiftler sayısındaki artış bu düşüncelerimi yok etti. Artık her şey kazanç üstüne kurulu. İnsan kazanmak değil para kazanmak düşüncesi var herkeste. Kolay para kazanmak ve hemen lüks hayat yaşamak isteği olmayan nerdeyse ayıplanacak. Artık rollerde değişti. Kadın hakları kadın imtiyazlarına döndüğünden bu yana servet avcısı kadınlar çoğaldı. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine arada bir baksanız da göreceksiniz bunu.

         İşte size örnek bir üçüncü sayfa haberi.


         İzmir'de, fabrikatör ailenin üniversite öğrencisi 19 yaşındaki oğulları A.M., gittiği barda tanıştığı 23 yaşındaki S.Ç. adlı kıza telefon numarasını vermiş.

         Bir süre sonra genç kızdan, "Bu geceyi benimle geçirmek ister misin?" mesajı almış. A.M. teklifi kabul edip kızla evine gitmiş. İkili, burada cinsel ilişkiye girmişler. Bir ay içinde bir kaç kez daha A.M. ile birlikte olan genç kız, daha sonra ilişkiyi bitirmiş.

         Ama ayrıldıktan 1 ay sonra delikanlıyı arayarak, hamile kaldığını söylemiş. Korku ve panik içinde, S.Ç. ile buluşan genç, hamile raporlarını gördükten sonra çocuğun aldırılmasını istemiş. Bu aşamada devreye genç kızın babası A.Ç. girmiş.

         Tuzağa düşen genç, durumu ailesine anlatarak yardım istemiş. Genç kız ve babası ise önce nikah demişler. Ardından da evlilik olmazsa, kürtaj masrafları ve 100.000 TL istemişler. Baba-kız, zengin aileyi çocuğu dünyaya getirip DNA testi yaptırarak babalık davası açmakla tehdit etmişler. Pazarlık sonucu 20 bin TL ile kürtaj masraflarının ödenmesi konusunda anlaşmaya varılmış. Yapılan kürtajın ardından aile parayı ödemiş.

         S.Ç.'nin, ailesi zengin başka bir genci de tuzağa düşürüp para aldığı iddia edilmiş.


         Örnek bir Türk ailesini böylelikle görmüş olduk. Cinsellik yaşanacak tek gerçek olunca genç yaşlı, zengin fakir, kadın erkek fark etmiyor. Birde biz bu konularla çok ilgiliyiz. Oysa hayatta daha neler oluyor?

         Hep kötü şeyler olacak değil ya. Kötü şeylere takılıp kalmayalım.

         Şimdi anlatacağım konu beni şaşırttı. Bitlis’te tarihi değiştirecek bir keşif yapılmış. Mermer ocaklarının birinden, üzerinde çeşitli deniz canlılarına ait fosillerin bulunduğu mermer blokları çıkarılmış.

         Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Fen Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Arkeolog Sinan Kılıç, bulunan kalıntıların tarihi deniz Tetisin işareti olduğunu söylemiş.

         “Günümüzden milyonlarca yıl önce, dünyadaki tek kıta olan Pangea’nın ayrılmaya başlamasıyla birlikte, bu deniz ilk iç deniz olarak ortaya çıktı. Milyonlarca yıl önceki Tetis Denizi’nin, ne zaman var olduğu bu fosillerden öğrenilebilir.

         Dağlar ve kayalar geçmişte deniz yatağıymış. Bu nedenle dağların tepelerinde deniz kabukluları bulmak çok normal” demiş.

         Fosilli mermerleri bulan, Genç Polat Orman Ürünleri ve Madencilik şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı Nesim Haspolat ise bu özelliğe sahip bir mermerin Türkiye’nin başka bölgesinde bulunmadığını ifade ederek şöyle demiş:

          “Bu tarzda, bu şekillerde fosillerin olduğu mermeri ben sadece Bitlis’te gördüm. Buralar zamanında deniz yatağı olabilir. Çünkü bu fosilli mermerler milyonlarca yıl önce oluşmuş. Genellikle istiridye, deniz kabukluları, deniz yıldızı, kelebek, balık gibi deniz ürünlerinin bulunduğu taşlara rastlıyoruz. Bunların ne kadar sürede meydana geldiği konusunda arkeologlar bölgeye gelerek araştırmalar yapmalı.”

         Yaşadığımız yer kabuğu bu hale gelene kadar çok şekil değiştirmiş olmalı. Depremler, yanar dağların patlamaları hep bu yüzdendir işte. Böyle çok şey yaşandıktan sonra elinize bir mermer geçer. Biz hiç düşünmeden ya mutfak tezgahında, ya merdiven, yada taban döşemelerinde kullanırız. Ne uzun bir hikayesi var bilmeyiz bile.

         Nuri Alçolar ve Önder Somerler de (gerçek adı Önder Döşer olan sanatçı 1937 yılında doğmuş,1997 yılında trafik kazası geçirerek ölmüştür.) bir gün o soğuk mermerin altında olacaklar, hepimizin olacağı gibi. 


Yayın Tarihi : 09.09.09